"Enter"a basıp içeriğe geçin

Tarih Söyleşileri | Prof. Dr. Nil Sarı | 10. Bölüm

Tarih Söyleşileri | Prof. Dr. Nil Sarı | 10. Bölüm

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=MPZ_hAjNLAU.

İNTRO Merhaba sevgili seyirciler! Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Sağlıklı, afiyetli, hayırlı uzun bir ömür niyaz ediyoruz. Ne demiş Kanuni Sultan Süleyman? Halk içinde mutaber bir nesne yok, devlet gibi. Olmaya devlet, cihanda bir nefes, sıhhat gibi. Acaba bunu kaç yaşına söylemiştir hocam? Muhakkak çok genç bir yaşta söylemiştir. İsterseniz müzakere edelim birazdan. Sevgili seyirciler, bu tarih söyleşirlerine misafirimiz,
Osmanlı tıp tarihi, sağlık tarihi, tıp ahlakı, devlet-halk ilişkileri, sağlık konusunda, kısacası Osmanlı sağlık hayatına dair önemli çalışmalara imza atan Profesör Doktor Nil Sarı bizlerle birlikte hocam hoş geldiniz. Hoş bulduk. Afiyetlisiniz inşallah. Çok şükür sağ olun, teşekkür ederim. Afiyetiniz de sağlığı konuşmak arasında bir bağ var mı? Sağlık tarihi çalışmakla sağlıklı olmak arasında.
Valla bazen o kadar çok çalışıyorum ki acaba sağlığımı kaybedecek miyim diye korkuyorum. Hocam ilginçtir, programa gelmeden önce Kanun Sultan Süleyman bu halk içinde muhtemel bir nesne yok, devlet gibi olmaya devlet çıhanda bir nefes sıhhat gibi mısrana acaba ne zaman söyledi diye merak ettim ve bu konuda iki önemli hocamızla görüştüm.
Profesör Doktor İskender Pala ve Profesör Doktor Feridun Emecan. Birisi Divan Edibiyatı ve Şair Sultanlar Konusu ülkemizin en önde gelen uzmanı. Bir de yine bu dönemin dünya ülkeindeki ünlü tarihçilerimizden birisi. Verdikleri ortak cevap net bir tarih olmamakla birlikte 1560-66 arasıdır dediler. Hele İskender Hoca dedi ki muhtemelen ölüm fikrinin
güçlü bir şekilde zihnine yaşadığı ve hastalıkların pençesinde kuvvetlendiği bir zamandır. Aslında bu sözü söyleyecek Kanun Sultan Süleyman’dan da daha etkili. Bu sözü ancak Kanun Sultan Süleyman söyleyebilirdi dedi İskender Hoca. Niye dedim? Çünkü gücünün zirvesine ulaşmış. Dünyada çağdaşlar arasında karşısında durabilecek hiçbir güç yok. Devletin gücü, kendi gücü, iktidarı.
Her türlü gücü tattıktan sonra bir insan bu sözü söyler ve bu kadar etkili olur diye ifade etti. Tabii bu söz aslında Osmanlıların devlet düzeyinde de sağlığa bakışının bir göstergesi diye düşünüyoruz. Ne dersiniz? Tabii muhakkak ki şimdi benim yaptığım çalışmalarda şunu tespit ettim. Gerçekten Osmanlı Devleti sağlığa ve sağlık çalışanlarına çok büyük değer veriyor. Bu gölge gibi. Evet, ben tabii tarihe bakıyorum sadece. Muhakkak öyledir. Ve bilhassa müesseseler sarayla çok yakın ilişki içinde eğitim yine sarayın takipatı altında, yönlendirmesi altında.
Aslında bir teşkilat var, bir sağlık teşkilatı ve onun başında da hekim başı bulunuyor. Şimdi sağlık teşkilatına girmeden önce hocam isterseniz Osmanlılarda bir sağlık anlayışını, bir sağlık deyince ve sağlık anlayışı deyince devletin bir genel bakışını konuşalım.
Sonra da Osmanlılarda sağlık eğitimi, tıp eğitimi, sağlık kurumları, sağlık kurumlarıyla halkın ilişkisi, hekim ahlakı, hekimlerin denetimi, hasta hakları gibi bunları ele almaya devam edelim. Yani bir devletin gelişmişliğinin en önemli göstergesi sağlık alanında halkına sunduğu hizmettir diye düşünüyoruz. Bir kere hanedan mensupları, hem sultanlar hem vade sultanlar, onlar hepsi bir takım sağ kurumları yaptırıyorlar. Bir kere bu çok önemli bir ölçü. Sağlığa değer veriyor ki bu kurumları inşa ettiriyorlar. Bizzat kendisi yaptırıyor. Hatırlayalım mı bunları? Tabii mesela İstanbul’da hanımlardan başlayalım. Peki.
Hazeki Sultan mesela, Sultan Süleyman’ın Hazeki külliyesinin hala ayakta tohumuhteşem yapısı. Evet, mimar sinan yapısı ve hakikaten muhteşem bir mimarisi var. Ve bir hanım olarak onun vakfiyesi beni en çok etkileyen vakfiyeydi. Çünkü hekim-asta ilişkileri konusunda o kadar güzel sözler söylenmektedir ki mesela hekimin, tabibin hastasını nasıl kucaklayacağını, nasıl güzel söz söyleyeceğini. İşte tatlı sözün efendim en değerli bir ilaçtan daha etkili olduğunu. İsterseniz şuradan bizzat bendenizin makale konusuydu. Evet biliyorum, çok güzel bir kitap çıkardınız.
Hastane yönetmelikleri, dar-ı şifaların vakfiyeleri demiştik. Şuradan bir iki cümle orjinal haliyle aktaralım mı? Çok güzel olur. Değerli seyircilerimizde de, doktorlarımıza da, hastane yöneticilerimizde de bir ölçü olur. Tabii uzun bir bölüm sevgili seyirciler, Hazeki Hürrem Sultan vakfiyesinde dar-ı şifa da bir bölüm var. Aslında bütün vakfiyelerde bu bölüm var da tanımlanıyor ama doktorlarla ilgili birkaç cümleyi sizden aynen paylaşalım.
Doktor, işinin ehli, zeki olmakla tanınmış, gayet nazik, güler yüzlü, feraset sahibi, tıp ve hikmet kanunlarını bilen, bu iki alanda her türlü meseleye vakıf, bütün ayrıntılarıyla olayları bilen, hastaların ruh hallerini kavrayan, her türlü ilaç yapımında bilgi sahibi, becerikli olan, şurup ve macunların imalinde deneyimli, hastalara karşı yumuşak hastanın halinden anlayan, gördüğü tıbbi vakalarla bilgilerini geliştirmiş, alanında lazım olan bilgi ve tecrübe zamanın içinde sahip olmuş kimseler olmalı. Bir de aslında bunların, hastaya nasıl muamel etmesi gerektiğini de söylüyor. Onu da müsaade ederseniz paylaşalım.
Bu doktorların her biri, yumuşak kalpli, mükemmel ahlaklı, güzel huylu, endişeden uzak, iyi iş yapar, ince kalpli, uysal, akraba ve yabancı ayrımı gözetmeden herkes hakkında iyilik isteyen, herkesin en yakın velisi gibi davranan, tatlı dilli, hoş sözlü, güler yüzlü olmalıdır. Ne kadar ilginç değil mi? Hastalardan her birine candan dost gözüyle bakmalı, onlara asık suratla değil, güler yüzle karşılamalıdır. En ufak bir sertlik ve asık surat yapmamalı, hastalara karşı nefret uyandıracak söz söylememelidir. Zira hastaya karşı söylenecek en kötü, en küçük kırıcı söz dahi bazen büyük bir hastalık ve sıkıntıdan daha ağır gelir diye devam edip gidiyor aslında. Böyle çok uzun bir ayrıntı var. Çok güzeldir. Nurbani Sultan’ın… Bu Haseki Sultan’ın, Şanlı Sultan Süleyman’ın eşinin Haseki’deki hastanesinin doktor da aradığı basıklar. Diğer hanım sultanımlardan başladık.
Nurbani Sultan’ın Atıkvaadede, bu Üsküdar’ın tepesindeki aynı şekilde muhteşem bir vakfiyesi var. Tavakülliye de muhteşem hocam. Tülliye de muhteşem. İstanbul’un en büyük 4-5 gülliyesinden bir tanesi. Çok zarif, çok güzel. Üsküdar’ın tepesinde kurulmuş şehri. Evet, çok güzel. Hakikaten Dar-i Şifa çok güzel, imareti çok güzel. O da Mimar Sinan’ın eseri değil mi? O da Mimar Sinan’ın eseri. Tabii ki Süleymaniye de muhteşem bir külliye.
Ailece hanedan sahipleniyor. Fatih gülliyesinin Dar-i Şifası var. Evet, Fatih Sultan Mehmet yaptırıyor. Sultanahmet var. Sultanahmet’te de bildiğimiz caminin tam karşısında. Bugünkü Sultanahmet Lisesinin olduğu yerde aslında sütunları ve temeli aynen duruyor. Zaten bu Sultanahmet daşifasıyla birlikte daşifalar geleneği artık kaybolmaya başlıyor.
Biliyorsunuz ama bu demek ki… Gülüşvade Sultan’ın da bir Dar-i Şifası var. Evet, onu siz kitabınızda yayınladınız. Evet, aslında bizim bugün çok az bildiğimiz ama aşifelerden tespit edebildiğimiz, mesela Balkanlarda, Kuzey Afrika’da, Yakın Doğu’da da daşifalar var. Ama bunlar tabii ki çok zor bunları çalışmak. Çok önemli bir ifade kullandınız. Aslında büyük küliyelerde bizzat padişahların ve hanımların dar-i şifa yapması, yani hastane yapması, Osmanlı’nın devlet yönetiminde sağlığa bakışını göstergesidir dediniz. Tabii, tabii gösteriyor. Şimdi başka bir şey daha var. Bir kere sarayın içinde de var böyle bir eğitim merkezi, Eylı Ref Teşkilatı. Burada cerahlar ve göğsekimleri, yani kehaler yetiştiriliyor.
E şimdi düşünebiliyor musunuz, dünyanın hangi sarayında bir tıp okulu, bir sağlık okulu, bir cerah okulu var ve orada yetiştiriliyor. Böyle bir şey düşünülmeyecek kadar üstün bir durum. Sarayın içinde hastaneler var, bir tane de değil. Pek çok hastaneler var. Sarayın içinde haremde bir hastane var. Cariye hastanesi. Aslında ben onu cariye demiyorum. Harem hastanesi diyelim. Daha doğru. Evet.
Hatta haremin içinde bir kadın sağlıkçılar teşkilatı var. Yani bir hekime hatun var. Onun yardımcıları var. Buralarda hasta bakıyorlar, hasta tedavi ediyorlar. E şimdi önem vermesi buraya böyle bir kuruluş bulmak mümkün müdür? Değil. Çünkü diğer saraylarda mesela bir Versailles de, affedersiniz tuvalet bile yok.
Ama bu sarayın içinde çok sayıda hamam, çok sayıda hastane olması, değil mi? Sağlıklı olmanın ne kadar değer taşıdığını gösterir. Hocam bu Sultan Dağarış Şifaları aslında devletin en üst düzey hastaneleri gibi bir tür eğitim. Eğitim de yapılıyor. İhtisas, araştırma hastaneleri gibi. Tabii. Peki şehirlerde… Belgelerle kayıtlı bu eğitim. Biliyorsunuz şakirtler var. Şakirtler birinci, ikinci şakirt. Bunlar bugün usta çırak usulü, hastanede eğitim gören kişilerdir bunlar. Yani önce talebe olur, birinci şakirt sonra asistan seviyesine gelir, sonra uzmanlaşır, tayin edilmeye, tabip olarak tayin edilmeye başlar. Süleymaniye’de de bir tıp medresesi var. Zamanında İslam dünyasını veya dünyanın en önemli tıp medresesi. Tabii, tabii. Tıp eğitim kuruluyor, doğru mu? Üstün seviyeyle bir bina. O da Süleymaniye’de tam caminin karşısında bulunuyor. Hastane ile de karşı karşıya bulunuyor. Burada teorik eğitim gören öğrenciler… Çünkü Süleymaniye yazma eserler kütüphanesi olarak kullanılan bölüm hastahane hemen onun hizasında olan yer de daruttur. Tam tam caminin karşısıdır. Evet. Tam caminin karşısındadır. Köşededir. Şimdi burada da çok ilgi çekici. Yani mesela orada da müderristen ve danişmen tadı verilen tıp talebesinden aranan öyle ahlaki vasıflar, öyle bir nitelikler var ki yine bunu aslında örneklerini görmüyoruz. Şimdi bir üstteki bu etik, tıp etiği konusu son derece üst seviyede hocam. Bunu Avrupa’da, Amerika’da, o tahillerde hiçbir yerde yok. Bu bize has bir şeydir. Çok özeldir.
Bu aslında Osmanlı’nın hatta Türklerin bir adalet anlayışından kaynaklanıyor bu. Bu çok farklı bir şey. Bakın dünyada iki türlü değer var. Bir tanesi bu Batı’da çok hüküm süren bir değerdir. Bu tabiatı siz üstünde değişiklik yapacaksınızdır.
Yani bugün Batı bütün rönesansdan sonra tıpta gelişme yaptıysa insanın üstünde oynayarak, insana zarar vererekten tıbbi geliştirmiştir. Bu bizde yoktur hocam. Yani bizdeki bütün metinlere baktığınızda insana zarar vermeyeceksiniz kaidesi önde gider. Birkaç örneklerir misiniz hocam? Batı’da mesela hayvandan insana kan naklediyor. Belli ki ölecek. Çok rahatlıkla üzerinde dene yapabiliyor. Halbuki bizim metinlerimizde hiçbir zaman hasta üzerinde dene yapılmaması gerektiği konusunda ifadeler bulunmaktadır. Hastaya zarar vermeyeceksiniz. Öncelikle hastanın yararını düşüneceksiniz.
Dolayısıyla bizdeki ahlak seviyesi çok üstündür. Mesela bütün müdahaleden önce hastanın rızasının alınması ilk defa bizde başlıyor. Batı’da yok bu rıza konusu. Onun için çok üstünüz. Bu rıza senetleri diyorlar değil mi? Evet. Bir iki örnek verebilir misin hocam biraz? Tabii. Buna bilgilendirilmiş 10 ay dönüyor bugünkü günlük. Evet bugün öyle diyorlar. Şimdi çok ilgi çekicidir.
Özelikle tabi cerahi müdahaleler, doğum vesaire sonuçlarını hemen görebiliyorsunuz. Onun için diyelim ki bir ameliyat yapmadan önce hasta eğer hasta akıl hastası ise vasisi eğer çocuksa velisi mahkemeye gidiyorlar. Ve mahkemede de birtakım şahitler var. Hekimle birlikte gidiyorlar. Hekim ne yapacağını ameliyata anlatıyor.
Ve onların rızasını istiyor. Ve diyor ki eğer bir zarar görürse ya da hayatını kaybederse dava edilmeyecek. Onun üzerine bir senet imzalanıyor. Ama çok önemli bir husus var. Eğer aynen bugünkü gibidir. Ama eğer bir ihmal görülmüşse çünkü bilir kişi olarak tabip çağırılıyor soruluyor zarar gördükten sonra. Eğer bir ihmal ettiyse günün bilinen tıp kurallarına uymadıysa o zaman bu senet geçersizdir. Tazmin etmek zorundadır hasta ya da hasta sahibi. Bu tabi senet meselesi modern tıppa çok sonraki zamanlarda yürüyor. Çok geç. Müsaade ederseniz şu kitapta önümdeki belgelerde bir tane rızas senedi buldum. Onu izleyicilerimize gösterelim.
Mesela burada öyle yazıyor Anadolu’dan Abdül Nebi’nin ameliyat için Cerrah Mehmet Çelebi’ye izin verdiğine dair bir rızas senedi sevgili seyirciler. Şuradan gösterelim. Şu gördüğünüz gibi bunlar daha çok Kadı Sicili’nin de yeri alıyor. Kadı Sicili’nin de çok sayılarsa tıptan’a dair belge var. Bu da onun belgelerinden birisi. Aslında bu belgenin tarihi mesela bundan daha öncekiler var mı? Bir bakalım 1632 tarihli bir belge olacak. Evet, birçok bir belge olacak. Yani 1500’lerde falan da bu belge var. Çok erken başlıyor. O zaman tıp ahlakına biraz devam edelim. Sonra kurumlara ve eğitime geçelim hocam. Evet, evet. Şimdi aslında çok ilgi çekici bir durum var. Bugün tıp etiği ya da işte bioetik dediğimiz konu çok revaçta. Ama biz kendi Osmanlı tarihimize baktığımız zaman bizim ne kadar ileri olduğumuzu görüyoruz. Mesela örnek olarak uygulamalar var. Sizin kitabınızda çok güzel belgeleri var bu uygulamaların. Mesela akıl hastaları konusunda. Şu kitabı kastlediyorsunuz. Evet, müsteşem belgeler var. Onu çalıştığınız için zaten biz çok yol alabildik. Çok güzel oldu. Şimdi mesela akıl hastalarıyla ilgili o kadar ilgi çekici belgelere rastlıyoruz ki bugün tartışılan etik konu şudur. Zorla akıl hastası hastaneye yatırılmalı mı? Yatırılabilir mi? Böyle bir hak var mıdır diye.
İnanın bu konuda çok ilgi çekici uygulamalar var. Mesela diyelim soruyu bir daha tekrarlayalım da sonra cevabına geçelim. Evet, burada hastanın özelliği konusu yani akıl hastası için buradaki sorun şudur. Şimdi akıl hastası çevreye zarar verebilir, topluma zarar verebilir. Ama aynı zamanda siz eğer onu akıl hastasını bir hastaneye bir kuruma kapatırsanız onun da özelliğini elinden almış olursunuz. İşte bunun dengesi sufakala dönemi. Ne zaman siz zorla hastaneye yatıracaksınız, ne zaman siz onu özgür bırakacaksınız. Şimdi burada Osmanlı döneminde hep vakalar üzerinde yani birey olarak hasta üzerinde ve toplum üzerinde tek tek karar verilmiş. Yani etik kararlar verilmiş. Yani ne demek bu? En doğrusu hangisi ise o aranmış, ona göre hareket edilmiş. Mesela diyelim ki bir şikayet geldi saldırgan bir hasta var aslında zorla yatırılması gerekiyor ama oğlu diyor ki mesela hanım ben anneme bakarım diyor sorumluluğunu alırım diyor. Zorla yatırmıyorlar mesela anlatabiliyor muyum? Yahut da baba oğlu mesela kuyuya intihar etmeye kalkmış baba kendisi dar-ı şifaya diyor ki bunu alın iyileştirin ki kurtarın çocuğumu diyor.
Yahut da mesela akıl hastası mı değil mi diye bir bilir kişi gerekiyor. Bu batıda yok mesela. Tabibi çağırıyorlar teşhis koyması için. Aynı şey cüzdanlı hasta için. Bulaşıcı hastalıklarda da hastanın hakkıyla toplumun hastalanmaması, bu hastanın bulaşmaması için onun hakkını korumak olayı var.
Bunlar adalet meselesi. Öyle bir çözüm bulmuş ki cüzdanlı hastası için mesela cüzdanhaneler yaptırılmış. En ünlülerinden biri Üsküdar’da miskinler tekkesi adı veriliyor. Sizin makaleleriniz de var. Evet sizin sayenizde onları yayınladık. Toplantılar yaptınız çok güzel. Şimdi mesela hiçbir zaman cüzdanlı demiyor.
Kaldığı yere cüzdanhane demiyor. Ne diyor? Tekke diyor. Başındakine ne diyor? Şeyh diyor. Mesela yardım yapılacak onlara sadaka taşına para bırakılıyor. Nedir sadaka taşı? Bir taş içinde bir oyuk. Oraya parayı gelen giden bırakıyor bağış olaraktan. Onların başındaki bu şey kimse geliyor alıyor dağıtıyor içeridekilere. Şimdi aile orada birlikte yaşıyor. Hamamı var, mescidi var, bahçesi var. Orada bir işte sebze yetiştiriyor, tavuk bakıyor falan. Hatta ben şeyde bu batılaşma modernleşme dönemini çalışırken çok üzülmüşümdür. Bir takım çok iyi unsurları alırken batıdan çok güzel şeyleri de kaybetmişiz. Mesela bu cüzdanlıları zorla zorlayaraktan akıl hastanesine taşıyor monjeri bunları. Yani hiç gerek yokken.
Normalde klasik dönem Osmanlı Akıl Hastanesi demiyor ama. Hayır hayır demiyor ve zaten taşımıyor orada ev ortamında yaşıyorlar. Çünkü cüzdan yakın temasla geçen bir şey. Ailece orada oturuyorlar mesela. Aynı şekilde mesela cüzdanlı bir aile var.
Diyor ki ben diyor elimde kalmak istiyorum. Beni cüzdanhaneye yatırmayın diyor. Çocuğum var diyor. Onlara bakacağım falan. Halka da soruyorlar diyorlar ki halka izin veriyor musunuz? Tamam uygun görüyoruz ama diyorlar dışarı çıkıp bizimle temasa geçmesin. Halbuki yasa var. Siz bunları şehirde tutmayacaksınız dışarıda olacak diye.
Ama burada halkın yaklaşımı da önemli. Halkın halını götürün demiyor. Korumayla onun hakkına saygı duyuyor. Evet. Akıl hastaları için de öyle çok ilgi çekici. Çok insanca izdir bunu söylemek istiyorum. Hocam akıl hastaları deyince tabi dünya sağlık tarihinde veya mukayesede tıp tarihi okutulurken Edirne Darüş Şifası örnek olarak gösteriliyor. Biz onun destansa anlatımını evliya çelebi de okuyoruz. Evet evet. Mecnun diyelim isterseniz. Akıl hastası demekle belki çok. Mecnun diyorlar. Hatta onun tıbbi tabiri de bugünkü kadar. Yani bu çok ilgi çekici. Mesela akıl hastası da yani ehliyetini kaybetmiş kişidir.
Yani kendi iradesiyle karar veremeyecek olan kişidir. Anılan ölçü budur. Yani batıdaki gibi işte şu delisidir, bu delisidir diye değil. Onu söylemek istiyorum. Onu nasıl tanımlıyorlar? Mecnun diye mi tanımlıyorlar? Mecnun adını veriyor ama cinlerle falan hiçbir ilişkisi yok. Yani o adı öyle gerekir gelmiş. Mecnun Cunun. Cunun evet Cunun ayakkabı. Ama onun tanımı da kendisi hakkında iradesiyle karar veremeyecek ya da etrafı hakkında.
Bu Edirne Darı Şifası sizin aslında sanatkar yönünüze de, sanatla ilginize de ışık tutan bir konu. Edirne Darı Şifası’nı ben sizden kısaca hatırlatmanızı rica edeceğim. Bir de Edirne Darı Şifası’ndaki o Mecnunları, bugün akıl hastası dediğimiz insanları bir tedavi ve bakım yöntemi var. Siz onu minyatürleştirmişsiniz.
Evet evet evet. Evet evet. Şu anda görselimiz de ekrana gelmiş arkadaşlar. Sizin minyatürünü de aktarmışlar. Bunu nasıl hazırladınız? Bir de onu anlatabilir misiniz? Şimdi tabii Evliya Çelebi’nin o pek güzel üslubuyla anlatıyor bunları. İşte diyor ki bunlar diyor bahar zamanında gelir, coşarlardı bunlar diyor.
İşte bunlara diyor müzikle tedavi yapılırdı. Müzikle tedavinin yapıldığı yeri tarif ediyor. O şarıs şarıs ortada bir havuz var su sesi var. İşte yukarıdan ışık geliyor biliyorsunuz. Bir kubbe var kubbeden ışık hüzmeleri geliyor. Onu anlatıyor. Bir de diyor ki burada diyor yedi tane sazende vardı diyor. Sayıyor da işte tamburidir santuridir falan diye bütün musikaretleri de sayıyor. Evet. Aletleri tabii bir de dört tane de hanende vardı diyor. Yani bunlar da şarkı söylüyorlar. Ben bu anlatılanlar üzerine yaptım bu minyatürü. Ve o dönemin kıyafetlerini de inceledim. O dönemin tabip kıyafetlerini insan kıyafetlerini ve o dönemin müzik aletlerinin böyle çıktı. Evet. Çok da güzel olmuş. Tabii bir de Evliya Çelebi orada bu hastaların nasıl beslendiğini de anlatıyor. Buldırcın etine varıncaya kadar. Biraz onaktırır mısınız? Şimdi aslında toplumun medeniyet ve insana bakışı çok müşahhas bir göstergesi bu. Şimdi bu diyet mutfağını çok yeni bir şey gibi anlatıyorlar ama katiyen öyle bir şey yok. Çok eskidir. Mesela bu da şüphaların görevlilerinden bir tanesi de tabahlardır. Bunlardan bir tanesi sıvı şeklinde şerbet şeklindeki içilecek şeyleri hazırlarlar. Bir tanesi de yemekleri hazırlarlar.
Şimdi bunlar hekimin tarifi üzerine hazırlarlar. Ve mesela etler, kuşlar… Hastaya da özel mi oluyor? Tabii her hasta için özel. Hatta bu 19. yüzyıla kadar devam ediyor. Bununla ilgili deklerler var. Dar şifalar da para alıyorlar mı? Hayır hayır. Katiyen böyle bir şey yok. Şimdi dar şifada her şey parasızdır. Bu muhteşem bir düzendir. Bu düzenin tekrar getirilebilir mi diye ben hep hayal etmişimdir.
Şöyle bir şey var. Şimdi hastaneyi yaptırıyor. Tabii bunun içinde bir sürü masrafları var. Çalışanların da ödenekleri var. Bunu nasıl karşılayacak? Dükkanlar yaptırıyor, çiftlikler kuruyor, limanlar kuruyor vesaire. Ve buralardan gelen gelirlerle hastaneyi tamamen ücretsiz olarak yürütüyor.
Dolayısıyla bütün fakir fukara, yolcular… Mesela bir yolcu geldi, hastalandı, nerede kalacak? Ama yalnız daha şifa da değil. Kervansaraylarda da tabip var. O da çok ilgi çekici. Yani orada da düşünülmüş. Yaygın aslında. Tabii tabii. Orada da düşünülmüş. Dolayısıyla özellikle fakir kimsesi yok ve yolcu. Bunlar çok zor durumda kalırdı olmasaydı bu müesseseler.
Ben biraz önce sözünüzü kestim. Mazur görün. Yemekten bahsediyordunuz. Hastanelerdeki yemekten nasıl hazırlanıyordu? Nelere dikkat ediliyordu? İşte burada hastanın mizacına göre ve hastalığına göre hazırlanıyor. Her hastaya özel yemek hazırlanıyor, özel içecek hazırlanıyor, özel ilaç hazırlanıyor. Hani bugün çok modern gene genettik herkese göre ayrı ilaç diyorlar ya, o zaman hep bu var. Yani hiçbir zaman müstahzaret dediğimiz hazır ilaç yok.
Herkesin hastalığına ve o hastanın mizacına göre tek tek her şey hazırlanıyor. Hocam darış şifa denince tabii biz sultan darış şifalarını saydık ve sanki bunlarla sınırlı gibi bir algı var. Evet. Aslında hastaneler sağlık bakım evleri yaygın mı toplumda? Şimdi şunu söylemek istiyorum, o günün tıbını düşünelim. O günün tıbı bugünkü tıp değil, ta 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar bizim bildiğimiz ameliyatlar dünyanın hiçbir yerinde yapılmıyor. Yani aslında tedavinin darış fada yapılması gibi bir şart yok. Çünkü o tedaviyi siz evde de yapabilirsiniz, her yerde yapabilirsiniz. Nitekim hekimlerin dükkan adı falan muayeneleri var, muayenede de yapabilirsiniz. Hatta seyyar sağlık mensupları var, seyyar tabipler var mesela. Onlar da aynı şekilde tedaviyle meşgul. Neden? Çünkü tedavi çok daha sade yöntemler kullanıyor.
Hani bugün geleneksel tıp diye, tamamlayıcı tıp diye sözünü ettiğimiz bütün yöntemler aslında Osmanlı’da uygulanan yöntemler. Bunların böyle bugünkü anlamda o dev hastanelere büyük teknoloji yok bir kere. Tıp teknolojisi dünyanın hiçbir yerinde yok. Dolayısıyla her yerde uygulanabilir. Yaygın düşünün siz. Saygı, sağlık hizmetleri yaygın. Çok yaygın. Delil merkezleri toplanmış değil mi? Çok yaygın. Herkes merak ediyor. Diyor ki, efendim mesela şurada bir dar-ı şiva yok. Olmasına da gerek yok. Çünkü hatta evlatçı elimi çok güzel ifade ediyor. Diyor ki, işte 7 bin tane dükkan varsa belki 100 bin tane de diyor, seyyar tabip var diyor. Peki bunları kim dene biliyor? Aile hekimi gibi düşünün, belediye hekimi gibi. Bu denetleyen tabii ki kimler? Yani suistimaller nasıl önleniyor?
Şimdi iki şekilde olabilir. Bir kez şikayet olması lazım. Bunu ya sağlık mensubu şikayet eder, yahut da hak şikayet eder. Haktan biriyle şikayet eder. Bu şikayet muhakkak ki hekim başına ulaşır. Peki kim denetler? Hekim başı başta olmak üzere dar-ı şifa tabipleri ve ordu tabipleri. Bunlar en üstün tabiplerdir.
Zaten en üstün seviyedekiler sarayda, dar-ı şifalarda ve orduda mesleklerini icra ediyorlar. Bunlar tarafından imtihanı tabi tutulurlar. Yaptırımları nasıl? Suistimali edenler, sahte diplomat kullananlar? Evet, çok ilginç çekici. Şimdi bir kere bakın, yine bugün kaybettiğimiz bir şey var. Bütün dünyada şikayetçi.
Tabip, leikçe, rahlık, usta, çırak eğitimi ister. Yani siz bir ustayla kol kola diz dize gitmezseniz bu işi öğrenemezsiniz. Teoriyle olacak iş değil bu. Çünkü bir uygulamalı sanat. Bir uygulamalı sanat, sanattır bu. O uygulamalı olduğu için sanat diyoruz. Bu bilim değil. Bilime dayanan bir sanat kolu. Dolayısıyla buradaki ölçülerden en önemlisi bir ustada, bir ustaya hizmet etmiş olmak.
Ve onun yanında usta, çırak üsulü eğitim almak. Bu son derece önemli. Onun için ustasını da sorarlar. Sen hangi ustadan yetiştin diye. Bu son derece önemlidir. Bugün de vardır ya, filanca profesörün öğrencisi. Haa dersiniz ya. Aynen o şekilde buna çok önem verirler. Ehliyetli olması fevkalade önemli tabi. Şimdi bir de fermanlar çıkmıştır dönem dönem.
Bu fermanlarda toplu olaraktan serbest çalışan tabiplerin imtihana tabi tutulduğunu görüyoruz. Ve bu imtihanda ehliyetsiz bulunanların elinden çalışma izni alınır. Çalışamazlar.
Diyelim ki en kötü işi yaptı. Bir ölüme neden oldu ya da çok büyük bir zarara zarar verdi. En büyük cezalardan biri sürülür. Başka bir yere sürülür. Zarar veremeyeceği bir yere sürülür. Ondan da büyük bir ceza var. Bugün çok modern bir şey ev hapsi vardır. Oldukça renkli bir dünya. Hocam biraz Osmanlı hekim profilinden bahsedelim. Bir de medreselerde işte Süleymaniye’nin dünyanın en gelişmiş tıp medresesi olduğunu ifade ettik. Kendi dönemde ve en iyi tıp medresesi, tıp eğitim kurumlardan birisini. Neler okurlar, nasıl bir eğitime tabi tutulurlar, nasıl yaşarlar, bir doktor nasıl yetişir?
Evet, yani tıp medresesi çok özeldir ve bana sormuşlardır. Neden sadece tek tıp medresesi? Değil mi? Tıbbiyeye kadar tek tıp medresesi. Çok ilgisyeci. Edirne’de de olduğu söylenmiyor.
Her yerde eğitim var. Yani şöyle söyleyeyim, müderris her yerde, bütün dahi şifalar da var ve tıp eğitimi bütün dahi şifalar da veriyor. Ama ayrı bir tıp medresesi tektir. Yani o başlı başına bir tıp medresesi.
Şimdi burada aslında, bu benim fikrim, böyle bir kayıt yok. Ama bana göre burada aslında, Dariş Şifa’da, özellikle sarayda çalışacak olan tabiplere, tabip olacak kişilere teorik eğitim veriliyor. Teorik eğitim ağırlıklı olaraktan veriliyor. Çünkü bunlar bütün diğer tabiplerini denetleyen ve imtihana tabi tutan kişilerdir. Anlatabiliyor muyum? En üst kurumdur. En üst kurumdur. Tıp yargıtayı gibi.
Yani üniversitesi. Yani bugün siz nasıl bir herhangi bir olay olduğunda, efendim, bilirkişi olarak bir tıp profesörünü çağırırsanız, diyelim gözden bir sıkıntı oldu, şikayet oldu, bir göz profesörünü çağırırsanız, onun gibi bir şey. Yani o zaman şöyle diyebilir miyiz? Her kademede ve toplumun ihtiyacına cevap verebilecek bir sağlık kadrosu, yetiştirmesi temel prensif olarak belirlenmiştir.
Şimdi çok konuşulan, tartışılan konulardan birisi tıp tedavisinde kadın erkek ilişkileri. Evet o çok ilgi çekici. Şimdi bir kere şunu söyleyeyim, siz de çok güzel Salih Hatun’u anlattınız. Benim kanaatimca pek çok sayıda tabibe ya da hekime adı verilen kadın doktor vardı Osmanlı’da.
Ben 17. yüzyılda yaklaşık 10-15 tane tespit edebildim kadın hekim. Evet fakat bunlar erkekleri de tedavi edebiliyorlardı. Bununla ilgili belgeler de var. Tıpkı Salih Hatun gibi. Ama erkekler de kadın hastaları tedavi edebiliyordu. Hatta ameliyat edebiliyorlardı. Hatta bu tabibelerin minyatürlerini Şerefettin Sabuncaoğlu’nun el yazmasında bulabiliriz. Onları resmetmiştir tabibelere. Onları göstermiştir. Tabi Sabuncaoğlu’nun resimleri aslında bize… Evet ameliyat yaparken göstermiştir. En eski görsel mademler değil mi? Tabi çok 15. yüzyıl çok hakikaten dikkat çekicidir. Gayrimüslimler Müslüman hastayı tedavi eder. Müslümanlar gayrimüslimi tedavi eder. Yani böyle bir ırk ayırımı yoktur, din ayırımı yoktur. Yani çok ilgi çekici bir toplum. Çok dinli, çok milletti, çok dilli.
Ama böyle birbirlerine sağlık açısında hiçbir zaman olmaz demeyen bir toplumu düşünmemiz gerekiyor. Böyle bir ayırı değil. Hocam siz Salih Hatun’dan söz edince yine bu bizim hazırladığımız kitapta hani kadın erkek ilişkisi olarak bir belgeyi ben burada rastladım. Müsaadenizle onun da ekranda kitaptan izleyicilerimize gösterelim ama.
Belge şu 1623 tarihli bir belge ve İnegöl sakinlerinden Ali’nin fıtık ameliyatı için cerrahe Salihatun’a izin verdi. Yani cerrahe Salihatun, İnegöllü Ali’yi fıtık ameliyatı yaptığına dair belge. Sevgili seyirciler. Aslında şunu da ben bu belgelerden öğrendim ki Asa Salihatun 17. yüzyılın en ünlü, en meşhur cerrahlarından birisi.
Evet, meslektaşlarının üstün olduğu söyleniyor. Çok soyu da ameliyat yapmış. Mesela Fatıma var, Ayşe var böyle farklı isimler de var. O kadar iyiymiş ki alanında diğer erkek cerralardan daha çok ücret alıyor bir kere. Sizin belgelerden gördüm ben onu. Ayrıca Osmanlı coğrafyasının çok uzak yerlerinden de gelen hastalar var ameliyat olmağa. O bakımdan çok ilginç. Hocam, şimdi anladıklarınızdan hem ahlaken, yani bugün de tik diyoruz ona biz, hem kurumsal olarak, eğitim olarak, aslında Klasik dönem Osmanlı tıplının 16, 17, 15 yüzyıl çok gelişmiş ve ileri düzeyde olduğunu görüyoruz. Bu gelişmişliğin temel ilkeleri esaslarında konuşmalarınızda ana hatlarla temas ettiniz.
Tıp tarihinde gerileme ne zaman başlıyor? Nasıl bir değişim söz konusu? Şimdi buna geçmeden öyle bir tek bir şey söylemek istiyorum. Cerahi aletler konusunda da gerek Sabuncuoğlu, hatta diğer bazı tabip ve cerahların, mesela Zehravi hep gösterir İslam dünyasında. O batıya tesir etmiştir çok büyük oranda. Onlarda olmayan ya da onlardan çok farklı aletlerin de bulunduğunu ifade etmek isterim. Olsun. Bu aletlerin aletlerin, evet. Bu tıplın teknolojik olarak gelişiminin ifadesi mi cerrahi aleti? Öyle bir durum var. İkinci bir şey daha söylemek isterim. Çalışılmamıştır ama ben çalıştığım kadarıyla söyleyebilirim. Çok ciddi bir şekilde ilaç terkipleri yapılmaktadır. Bir kısmından hep mücereptir yani denenmiştir, etkili olduğu görüntü, kanıtlanmıştır şeklinde ifade edilir.
Bunların hepsinin laboratuvarına konup denenmesi gerekir. Çok etkin ilaçlar üretebildiklerini düşünüyorum. Bazıları da sır kalmıştır, kaybolmuştur. Mesela Hekimbaşı Gevrekzade’nin aynı zamanda bir Edveci ilaç yapımcı olduğunu da… Evet, bütün tabipler ve cerrahlar aynı zamanda ilaç yapmasını bilirlerdi. İlaç yapıyorlar. Yapabilirlerdi. Bilirlerdi, bazılarını kendileri yapar, birçoğunu da atlara havale ederlerdi ya da ecdacıya verirlerdi. Şimdi bu gerileme dönemi. Şimdi mesele şu, Osmanlı döneminde efendim tıp doğudan batıya kaydı. Avrupa bir tıpta renesans yaptı.
O tıpta renesans aslında yaptıkları sırada onlar bütün İslam dünyasının Arapça tıp metinlerini… önce latinceye sonra kendi ana dillerine çevirdiler. Ve bu bilgiden sonra kendileri yeni bilgiler üretmeye başladılar. Peki bu ürettikleri yeni bilgiler hangi dilde yazılıyordu? İtalyanca, Fransızca, İngilizce, Almanca dillerinde. Peki Osmanlı hangi dillere vakıftı? Türkçe, Arapça, Farsıca. Yani Osmanlı’nın bilmediği dillerde Batıda tıp gelişti. Yeni tıp gelişti. Bu yeni tıpla eski tıp, kadim tıp dediğimiz tıp, bugün geleneksel tıpın içindeki tıp çok farklıdır. Felsefesi farklıdır, uygulanışı farklıdır, her şey farklıdır.
İşte bu bilgiyi dev alamamasının başlıca sebebi bu dil meselesidir. Gayri Müslümlerin bir kısmı biliyordu bu yabancı Batı dillerini. Onun için zaten Osmanlı ilk tıp okulunu Rum cemaatine kurdurmak istedi. Yani bu bir ayrıcalık değildi, bir mecburiyetti.
Ondan sonra da tıphanede ve tıbbiyede önce İtalyanca sonra Fransca eğitim başlandı bir mecburiyet olarak. Neden sonra Türkçe tıp eğitimine geçilebildi? Ama ben ondan önce şunu sormak istiyorum. Tıp da iyi bir ahlak ve bilimsel olarak iyi bir ilerleme varken niye geriledik de Batıdaki tıbbi gelişmeleri de almakta zorlanır hale getirip? Bunun bir sorgulanması lazım. Başlıca dil meselesi olduğunu düşünüyorum. Ama 16. yüzyılda dil meselesi var hocam. Hayır, orada henüz Batıdaki bu gelişmelerin dünyaya yayılması söz konusu değildi. Mesele Batıdaki gelişmelerden ziyade biz niye o tıbbi gelişimi sürdüremedik? İşte demin onu anlatmaya çalıştım. Biz insana harcayamayız, biz insan üzerinde deney yapamayız, biz insana zarar veremeyiz.
Bunu yaptılar da öyle ilerlediler. Nasıl yaptılar? Bunu yaptılar. Bunun yanında, bunlar elbette sebep ama bizim de aslında biraz çalışmak, gayret araştırmak konusu, ihmalimiz söz konusu değil mi hocam? Ama her araştırma o dönemde, bugünkü etik kaygılar yok. O dönemde her araştırma zarar veriyor hastaya. Hayır, kendi içimizde, kendi geleneğimiz içerisinde diyor. Bugün için konuşabiliriz.
Yani şunu kabul etmek durumdayız. Yüksek bir ilerleme varken bir yerde durmuşsak… Merak, merak yok. Yani bir sebep var. Kendimize sorgulamamız gerekiyor. Tabii hocam biz bir şeyi unuttuk aslında. Hastaklarla konuştuk da çok gündem olan bir konu var, hekim hakları. Bugün de hastanede hekimlerimizin maruz kaldığı muameleler belli. Osman da nasıl… Hakkını arayabiliyor. Hekim.
Tabii, arayabiliyor. Tabii ki bir rekabet var, her zaman olmuştur. Mesela dar şifaya tayin edilmek çok büyük bir lütuf. Onun için orada herhangi bir ayak kaydırma olabilir. Eğer ehliyetsiz, liyakatı olmayan biri tayin ediyorsa, birisi de kendini layık görüyorsa var böyle belgeler sizin kitabınızda da var. Ben diyor, hak ediyorum burayı diyor, beni buraya tayin ediniz diye dilekçe verebiliyor. Hastaların darbına karşı?
Hastalara karşı da kendini şikayet edebiliyor. Yani yine gidiyor kadıya ya da hekim başıya mektup yollayabiliyor, arz edebiliyor derdini. Hastayı koruduğu gibi devlet hekimliği de koruyor. Tabii tabii. Mesela Tokat’ta bir hadise var, çok ilginç, geçişçi. Sizin kitabınızda da olması lazım. 200 kişi bir araya geliyor. Oradaki pervane dar şifasına birini tayin etmişler.
Daha önceki tabip çok daha iyiymiş. Bunu beğenmiyorlar. 200 kişi halktan kalkıyor gidiyor ki bunu diyor, alın diyor, biz eskisini isteriz diyor mesela. Çok ilginç. Hocam hekim profilinden de biraz söz edelim. Daha doğrusu bugün hekim sanat ilişkisi var.
Mesela terekeler var. Ölenlerin miraslarının yatağından, yastığından, yorganından. Hocam bu sizden sorulur. Biz çalıştınız terekeleri. Estağfurullah. Bir iki tane yayınlayabildik maalesef. Tamamını yayınlayamadım. Çalışmalar devam ediyor ama profiline baktığımızda hekimin kültür sanatla ilgili, bilgi ilgi çok zengin bir dünyası var. Osmanlı biraz Osmanlı hekiminin insani ve kültürel arka planını hangi kaynaklardan besleniyordu? Hangi ahlaki eserleri, tıbbi eserleri okuyordu? O geleneksel kaynakları nelerdi? Şimdi bir kere hekim demek, hakim demek. Yani hikmet sahibi anlamına geliyor. Sadece bir madde olarak vücuda bakılmaması söz konusu burada.
Hekimin eğitiminde bugün bizim eğitimimizde olmayan tıp dışındaki konular da var. Mesela birtakım felsefi konuları okuyor, astronomiyle ilgili okuyor, müzikle ilgili okuyor.
Mesela tasvir konusu, mesela tıbbiyeye tasvir dersi var. Bugün tıp fakültelerinde resim dersi okutulmuyor. Halbuki gündemde tıp ressamları konusu mesela çok modern bir şey var bizde o. Dolayısıyla edebiyat okuyor, çok yönlü bir insan olarak hekimi düşünmemiz gerekiyor o dönem için. Bugünküünden biraz farklı.
Aslında hekim başı Mustafa Behçet Efendi’nin terikesini yayınlarken hem eşyaları hem kitaplarını incelediğimizde çok şaşırmıştım nasıl böyle zengin bir dünya. Demek ki bu kültürel birikimden geliyor.
Değerli hocam programımızın sonlarına doğru yaklaşıyoruz ama aslında çok önemli bir konu var. O da Osmanlı tıppının dünya tıppında nasıl bir yer tuttu, ne anlam ifade etti. Daha doğrusu Osmanlı tıppının yazımı ile ilgili dünyada karşılaştığımız tavırlar, yaklaşımlar.
Benim en büyük sıkıntılarımdan biri bu. Son birkaç aydır bu konuda bir yazı hazırlıyorum. Biz yurtdışında Osmanlı tıpıyla ilgili yazılanları gereğince takip etmiyoruz ve eleştirmiyoruz.
Onlar da nasıl istiyorlarsa canları istediği gibi yazıyorlar ve çok tuhaf birtakım fikirler, yorumlar yapıyorlar. Yani mesela bir tanesini söyleyeyim size. Bu hıtlar nazariyesi dediğimiz maddi tedavi yani hipokrat tıpı uygulayanlarla işte şifa vericiler arasında bir rekabet olduğu gibi böyle tuhaf tuhaf şeyler ortaya çıkarıyorlar.
Asla böyle bir şey yok. Tabi ki tekkelerde şeyhler dua ederek tedavi ederlerdi ama bu tamamen ruhani bir tedaviydi. Siz bunu dar şifada bulamazsınız. Yoktur. Dar şifada ilaç da tedavi yapılır. Maddi tedavi vardır ve aralarında zaten rekabet asla söz konusu değildir. Yani böyle onların birbirini şikayet etmesi gibi bir şey asla söz konusu değildir.
Çünkü ikisinin yeri ayrıdır. Dolayısıyla böyle garip yaratı… Mesela efendim bu hastanelerin ya da sosyal yardım müessiselerinin kuruluş sebepleri üzerinde son derece böyle bencilce açıklamalar var.
Yani işte yükselmek için ya da toplum üzerine baskı kurmak için ya da ne yapıp ne yapıp cennette girmek için, şöhret için, yapıldı gibi falan böyle niyet yorumu yapan hiçbir belgeye dayanmayan çok garip açıklamalar var.
Ve kanıtsız ve deliçsiz yazılıyor bunlar. Şimdi ben bunlarla mücadele etmeye çalışıyorum. Tek tep gene sizin belgelere dayanarak da onları anlatmaya çalışıyorum doğrusunu. Bu kitabı hazırlamamızın temel sebebi zaten Osmanlı tıbbına dair temel kaynakları ortaya koyalım ki yazımında bu kaynaklar ortaya konulursa daha doğru bir yaklaşım ortaya çıkar diye.
Bununla birlikte bir şey daha sormak istiyorum. Osmanlı tıbbına yapılan tarih yazımındaki Osmanlı tıbbının konumlandırılması ile ilgili aslında haksızlık diyecektin mi acaba bir yargıda mı buluyorum?
Yani çok büyük haksızlık var. Biz de şeyde değinmemiz lazım orda hekimliğine dair bir cümle söyleyip gene çok modern olan ta Çanakkale Savaşı’nda ancak Batı’nın anladığı bir uygulamayı Osmanlı hep uygulamıştır. Çok ilgi çekicidir.
Savaşa giderken bir kere hekim başı saraydaki bazı hekimler, efendim Daşva’daki bazı hekimler yani şöyle söylemek istiyorum. Savaş olmadığı zaman da sus zamanındaki kadro savaşa gidiyor, sefere gidiyor. Yani devam ediyor. Onun yerine dolduran kişiler oluyor tabii geri kalanlarda. Bir bu. İkincisi bir orducu esnafı gidiyor beraber ve bu orducu esnafı sağlıkla ilgili malzemeyi satıyorlar. Bunlar hemen ordugahın arkasına yerleşiyorlar ve ordudan aslında önce gidip yerleşiyorlar. Yani bütün ihtiyaçlar, bütün sağlık ihtiyaçları, tıbbi ihtiyaçlar savaş sahnesinde. Çok ilgi çekici.
Ve aynı zamanda asker eğitiliyor. Askere sağlık bilgisi veriliyor. Çantasına tıbbi birtakım malzemeler konuyor mesela ilk tedaviyi hani kimse olmazsa kendi yapabilsin diye.
Evet. Ben eminim ki bu sağlık teşkilatının bu kadar mükemmel olması birtakım canları kurtarmıştır savaş sırasında. Bunu Çanakkale’de anlıyorlar İngilizler ve Avustralyalılar. Yani bu arka planda hemen geride, hemen beri de sağlık teşkilatının olmasının çok önemli olduğunu, olmazsa olmaz olduğunu Çanakkale Savaşı’nda anlıyorlar ancak. Biz hep bunu uygulamışız. Bir de donanma hekimliği de var. Tabii donanmada da aynı şekilde bütün donanmada gemilerde cerrah var. Yani o cerrah sandıkları var, cerrahî aletler var, ilaçlar var. Tabii buna çok önem vermişler. Bunu da unutmamalıyız. Bir hususu daha ifade yani cevaplandırmanızı, kısaca cevaplandırmanızı rica edeceğim hocam.
Osmanlı tıbbi deyince, tabii Osmanlı bir imparatorluk, 72 milletten insan var ve hiçbir vatandaşına da hor bakmıyor, hepsinden istifade etmeyi tercih ediyor. Bu anlamda da Topkapı Sarayı’nda başka yerlerde Yahudi hekimler var, Ermeni hekimler var, Hırsızlıya hekimler var.
Ama ortaya Osmanlı tıpta aynı yazımda şöyle bir anlayış hakim kılınmaya çalışıyor. Sanki Osmanlı tıplı deyince aslında Türk hekimliği yok gibi veya bir gayrimüslim tıplından söz ediyoruz gibi. Bu konuda ne söylersiniz kısaca? Osmanlı, bakın bütün Anadolu beylikleriyle başlayan bir gelenek var. Bir kere tıpta Türkçeleşme var. Müthiş bir Türk unsuru var ve bir sürü Türk tabip ve cerrah çıkıyor ortaya. Yani onları nasıl göz ardederiz? Yine sizin kitabınızda onların adları var, listeleri var, maaş defterleri var. Açıp görsünler. Çok ilginç ekici yani. Görmek isteyen ediyoruz. Açıp görsünler. Şimdi bir konuya daha program bitmeden değinmek isterim. Avrupalı hakikaten kendi menfaatini çok iyi biliyor. Biz pek kendi menfaatimizi düşünmeyen bir milletiz.
Osmanlı da öyleydi aslında. Yani çıkar ilişkisini düşünmediği için yıkıldı diye ben düşünüyorum. Şimdi bakın Kırım Savaşı’nda daha sonra Rus Savaşı’nda bizim tabibe ve cerrağa ihtiyacımız oluyor.
Ve biz Avrupa’dan bunların bir kısmını ithal ediyoruz ihtiyaçlı olduğu için. Bu gelenlerin bir kısmı, önemli bir kısmı, efendim ikinci sınıf tabip ve cerrahtır.
Yani aslında tıp eğitimini bir kurumda almamış olan, usta çırak usulü, eski usulü yetişmiş olandır. Ama bize Bernard isminde bir tabip geliyor Mektebi Tıbbiye’ye Galatasaray’a 1839’da.
Bir yasa çıkartıyorlar ve diyorlar ki diplomasız hekim çalışamaz. Bu bizim bir felaketimiz oluyor. Çünkü o yüz binlerce o tabip var ya Evliya Çelebi’nin dediği ve cerra. Onların hepsi yasaklanmaya başlıyor. Ve bir tıbbiye de kaç kişi yetiştirebilirsiniz ki? Kendileri yok etmediler kendi tabiplerini. Ama bizimkiler yok oldu.
Yani bizim geleneksel tıbbımızı yok ettiler. Tabi geleneksel tıbbımızla birkaç defa tıpta bulundunuz. Bunu bir müjde olarak burada paylaşıyor değiliz ama tekrarlıyor olalım. Sağlık Bakanı’mı Sayın Fahrettin Koca yaklaşık bir, bir buçuk ay önce tıpta tamamlayıcı unsur olarak geleneksel tıbbın da devreye alındığını ve bizzat Sağlık Bakanlığı’nın eczarete bu çalışmaların yürüyeceğini ifade etti. Evet anladım. O köprüyü tekrar kurmak istiyorlar. Tabi söylenecek çok söz var konuşacak çok konu var belki her bir başlık uzun uzun konuşulacak ama biz bir hatırlatma yapalım istedik. Müsaadenizle ben bu çok konuştuğumuz konulardan birisiyle ilgili bir kitap da okuyucularımıza hatırlatmak isterim. Bu da Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan Osmanlardaki Tıp Ahlakı isimli sizin kitabınız.
Programınızda epeyce bundan söz etmeye çalıştınız. Buraya bakarak aslında Osmanlı Tıp’ında nasıl bir yaklaşım içinde olduğumuzu görürüz. Bu münasipatle bir iki cümleyle şunu cevaplandırmanızı sizden isteyeceğim. Modern tıbın gelişiminde Türkiye’de Osmanlı tıplı, literatür olarak, Türkçeleşme olarak, ahlak ve hastaya muamele olarak ne tür imkanlar barındırıyor? Şimdi 19. yüzyıl bir pozitivizm dönemi dediğimiz yani her şey madde. Yani orada bir işte etiğin ahlakın kayboldu başladığı bir dönem böyle bir dönem. Bu dönemde bizim çok ünlü doktorlarımızın dünya tıbına katkısı var. Mesela bunlardan biri Akil Muhtar Özden. Mesela adıyla anılıyor muhtar. Genel ifade olarak alabilirsek hocam zaman bitti diye hatırlatıyor. Dolayısıyla evet yani tıpta katkı başladığı zaman bu modernleşme döneminin son kısmıdır 19. yüzyıl sonudur. Bugün de Türkiye’de çok teşvik ediliyor buluşlar araştırmalar. Ben eminim ki dünyaya bundan sonra çok daha fazla katkıda da bulunabileceğiz.
Programa veda ederken hocamın da çok da atıfta bulunduğu bu iki ciltlik kitaptan da size birkaç cümleyle bahsetmek istiyorum. Bu iki ciltlik eserin birinci cildi Osmanlı tıppının genel çerçevesini sanat, edebiyat, kültür, literatür, kaynak, ahlak, tedavi, kurum boyutlarıyla ortaya koyarken bu ikinci cildi de yüzlerce Osmanlı arşiv belgesine ihtiva ediyor.
Kulakları çınlasın Ayten Altıntaş Hanım, iyi bir tıp tarihçimizdir. Şu cümleyle teşekkür etmiştir. Çok teşekkür ederiz. Tıp tarihini 60-70 belgeden kurtarıp yüzlerce binlerce belgeyle yazılır hale getirdiniz diye.
Umarım sağlıklı bir hayatla hayatımızı devam ettiririz ve kulaklarımıza küp olsun diye başladığımız gibi Kanuni Sultan Süleyman’ın beytiyle veda edelim sizlere. Halk içinde muhtemel bir nesne yok, devlet gibi. Olmaya devlet cihanda bir nefes, sıhhat gibi. Her daim sağlıkla kalın efendim.
Altyazı M.K.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir