"Enter"a basıp içeriğe geçin

Ahlak Felsefesi | Objektif Ahlâk Mümkün mü?

Ahlak Felsefesi | Objektif Ahlâk Mümkün mü?

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=MwxDvkXzsq0.

Ahlak Hoş geldiniz. Bu videoda ahlak üzerine konuşacağız. Ahlak nedir? Ahlakı temellendirebilir miyiz? Ahlak bizim için neyi ifade eder? Veya bir dine inanmadan da ahlaklı olabilir miyiz? Birçok konu var ve bunların hepsi ciddi konular. Baya bir konuşacağız. Öncelikle ahlak sadece insanozgü bir şey değildir. Ahlak kelimesi, bu tanım bize aittir.
Ama ahlaklı hareket dediğimiz hareketler doğada zaten varlar. Biz aramızdaki anlaşmalara, bireyler arasındaki ilişkilere, toplumsal kurallara ahlak diyoruz. Bir takım tanımlamalar yapıyoruz ve bunların hepsini dediğim üzere hayvanlar aleminde görebiliyoruz. Mesela ahlak dediğimiz şey eğer yardımlaşma demekse, empati demekse, başkasının iyiliğini istemekse, bu yine var. Örneğin iki tane köpek alın, bunlardan birine mama verin, besleyin, diğerini de aç bırakın, öyle kalsın. Bu maması olan köpek, diğeri aç kaldığı için, üzüldüğü için, ona yardım edecektir, kendi mamasını onunla paylaşacaktır. Bunu yaparken iki amacı olabilir. Bir, kendi türünü korumak, kendisi gibi olan bir varlığa yardımcı olmak, ki bu empatidir, yardımlaşma özelliğidir. İki, yarın öbür gün belki de ben aç kalırım, bunun maması olur, o zaman da o bana yardım eder diye kendini garantiye almak, ki yine burada kendine yardım etmek, karşındakine empati yapmak,
o duruma düşebileceğini hesaplamak var, ki muhtemelen bunu yapmıyorlar. Ama yapsalar da bir şey değişmezdi. Çünkü bebeklerde bile, çok küçük ve konuşmayı bilmeyen bu canlılarda bile, eğer iki tane bebekten birine oyuncak verirseniz ve diğerine vermezseniz, bebek elindeki oyuncağı diğeriyle paylaşacaktır. Çünkü ağlamasını istemeyecektir, bu yine empatik bir harekettir. Sadece bu değil, nasıl ki bizde zihinsel veya bedensel engelli insanlar varsa, hayvanlar aleminde de böyle hayvanlar var.
Yani en kaba tabiriyle engelliler var. Biz nasıl ki bir engelliği gördüğümüzde yardım ediyorsak, yardımlaşma duygumuz ortaya çıkıyorsa, empati yapıyorsak, aynı şey hayvanlarda da var. Mesela bir sürü de, eğer engelli bir hayvan varsa, sürü bu hayvana inisiyatif kullanır. Herkesin günde bir tane kuş getirme veya bilmem ne yakalama gibi bir görevi varsa, bir yükümlülüğü varsa, bu hayvan da yoktur. Sen yapmasan da olur derler ve o hayvana bakarlar, beslerler. Ki normalde böyle hayvanlar zayıf halkadır ve elenmeleri gerekir ama hayvanlar aleminde gördüğümüz üzere böyle bir şey yok. Bakın burada hayvanlar eğer kendi çıkarları için yani içten pazarlıklı bir şekilde yardım ediyorlarsa bile, yine bir şey değişmiyor. Çünkü zaten bütün hareketlerimizin altında aynı bu mantık yatıyor. Biz de böyleyiz. Mesela birisine yardım ediyoruz diyelim, sevdiğimiz bir kişi kötü duruma düşmesin diye yardım ediyoruzdur. Çünkü onun kötü durumda olması bizi üzecektir.
Dolayısıyla üzülmeyelim diye, vicdan azabı çekmeyelim diye yardım ediyoruzdur. Veya kendimizi mutlu etmek için, ya ben ne kadar iyi bir insanım baksana yardım ettim diyerek kendimizi sevindirmek için, iyi hissetmek için bunu yapıyoruzdur. Ya da cennet için yardım ediyoruzdur. Şöhret için, gösteriş yapmak için, çevreye iyi görünmek ve takdir edilmek için iyi davranıyoruzdur. Ya da tabiatımız iyidir, iyi davranmaktan keyif alıyoruzdur. Bu da bir çıkardır.
Yani yaptığımız bütün hareketlerde zaten bir çıkar vardır. Biz sadece bu çıkarları gizleyip, bunun üstünü yalanlarla örtmeye ve kendimizi ahlak dediğimiz şeyle donatmaya çalışıyoruz. Hayvanlarsa bunu yapmıyor, gayet doğal bir şekilde ne yapıyorsa yapıyorlar. Mesela bugün birisi beleşçi ise, eli ayağı tuttuğu halde, durumu olduğu halde, hiçbir şey yapmıyorsa, yatıyorsa, sürekli başkalarının üzerinden geçinmeye çalışıyorsa, herkese bir şey kitlemeye çalışıyorsa, böyle bir adamla arkadaşlık yapmıyoruz. Ahlaksız diyoruz, karaktersiz diyoruz, değişik bir tip diyoruz ve dışlıyoruz. Ve hayvanlar da bu konuda bizimle aynı fikirde. Mesela dediğim gibi, eğer her gün bir tane kuş getirme gibi bir göreviniz varsa ve birisi getirmiyorsa, bedava takılmaya çalışıyorsa bu kişiyi dışlıyorlar. Ya da kişi kuşu getiriyordur ama paylaşmıyordur, yine dışlıyorlar. Çünkü efendi, ahlaklı, düzgün bir birey olacaksın, süreye katkıda bulunacaksın ve kurallara uyacaksın. Yani biz nasıl yaşıyorsak, ne istiyorsak, onun gibi olacaksın, yoksa bizimle bir işin yok. Yani bir bakıma karşılıklı fayda. Sen benim sırtımı kaşı, ben senin sırtını kaşıyım, böyle devam edelim. Zaten bu gibi örnekleri, yani sen bana yardım et, ben sana yardım edeyim şeklindeki hayvanlar arasındaki ticareti, enayi kuş, kazıkçı kuş muhabbetini Fixed Action Patterns videosunda, yani DNA videosunda anlatmıştım. Dileyenler ona bakabilir,
ben tekrar düşmemek adına acımak duygusundan devam ediyorum. Nasıl ki paylaşmak, yardım etmek, bunlar ahlaklı şeylerse, acımak, yaptığın hatadan pişman olmak veya yas tutmakta, yeni duygulara bakan ve ahlaklı olan şeylerdir. Hayvanlar aleminde de bunun örneğini şöyle görebiliyoruz. Çok belgesel izleyenler zaten denk geliyordur. Bir aslan, diyelim ki bir Ceylan’ı öldürür ve sonra Ceylan’ın hamile olduğunu fark eder. Bakar ki karnında bebek var, aslan o esnada şok olur, pişmanlıktan kalbi durur ve ölür. Veya yine bir geyiği, bir Ceylan’ı öldürmüştür, sonra arkadan ufacık bir yavru çıkar, o yavruyu görünce yine pişmanlıktan öldürmüş olmasına rağmen o avı yemez, orada bırakır gider. Yani hayvanlar da başkası adına üzülebilen de yas tutabilen varlıklardır. Ki birçok hayvan bir yakını öldüğünde çığlık atar, ağlar, mezarı başında bekler, bunlar olan şeylerdir.
Aynı şekilde siz bir maymunu bir ağaca bağlayın ve o ağacın etrafından bazı hayvanlar geçiyor olsun. Eğer o maymunu yiyecek vahşilikte olan bir hayvan geçmezse, yani başka bir maymun veya kedi, köpek falan geçerse, bu ağaca bağladığımız ipleri kemirmeye ve çözmeye çalışacaktır. Yani maymunu kurtarmaya çalışacaktır. Bu tip şeyler hayvanlar aleminde sürekli yaşanıyor çünkü hayvanlar zaten yardımlaşarak hayatta kalıyorlar. İnsanlar da bir bakıma zaten bu şekilde bugünlere kadar geldiler. Yani hayvanlar da en az bizim kadar hisli ve bizim kadar ahlaklı. Çünkü bu içimizde olan bir şey. Doğada kazanılan bir şey yani evrimsel süreçle alakalı bir şey. Çünkü tek başına hayatta kalamıyoruz. Doğa çok büyük ve birçok tehdit var. Mecburen kabile halinde yaşamak lazım ve kabileyi korumak için de yardımlaşmak lazım. Bu şekilde ilerledikçe kabile arasındaki hareketlere bu yardımlaşmaya veya kabileye zarar veren şeylere ahlaki veya ahlak dışı hareketler demeye başladık ve kendimizce birtakım tanımlamalar yaptık. Bu tanımlamaları yapmak için de öyle ariste olmaya gerek yoktu. Yani çok derin felsefe yapmasak da olur. Çünkü zaten içimizde var. Zaten iyiyi ve kötüyü ayırt edebiliyoruz. Karşımızdaki varlıkların durumunu idrak edebiliyoruz. Siz bugün hayvanlar aleminde bir maymunu alın. Yine aynı örnekten devam edeyim. Bu maymuna işkence yapın veya öldürün. Bunu gören diğer maymunlar korkmaya, ağlamaya, çığlık atmaya başlayacaklar ve kaçacaklar. Bunu o maymuna zarar geldiği için yapıyor da olabilirler. Yani üzülüyorlardır veya kendileri için korkuyorlardır. Ya bana da yaparsa diye. Ama sonuçta bunu anlıyorlar. Bunun kötü bir şey olduğunu biliyorlar. Aynı şekilde bu empati yeteneği, aynı neuronları vesaire bizim karşımızdaki varlığın durumunu anlamamızı ve bunun doğru veya yanlış olup olmadığını anlayabilmemizi sağladı. Şimdi bir düşünün. Tıpkı bu yanındaki diğer hayvan öldürülüyor diye çığlık atan hayvan gibi veya karşısında birisi bacak arasına tekme yedi diye canı yanan insan gibi dünyadaki herkesi hissediyor olsaydık şu anda öldürülen, dayak yiyen, tecavüze uğrayan, acı çeken herkesi beynimizde böyle hissediyor olsaydık ne yapardık? Beyin kanamasından giderdik yaşayamazdık ki mümkün değil. Bu şekilde hayatta kalmak mümkün değil. Dolayısıyla mecburen bunlarla yaşamayı öğrenmek ve bu güdüleri biraz köreltmek gerekiyor. Bu yüzden hayvanlar aleminde herkes işine yarayacak kadar ahlaklı, işine yarayacak kadar hissiyatlı. Bazen karşımızdakini düşman görmek veya aynı neuronlarıyla mücadele edip karşımızdakini ezmek gerekiyor. Eğer öyle olmasaydı hiçbir hayvan et obur olmazdı. Kimse başka bir varlığı yiyemezdi. Hatta bitkileri bile yiyemezdik. Aynı neuronları demişken ona da bir gireyim çünkü bugün ahlakı aynı neuronlarıyla temellendirmeye çalışanlar var. İşte bak empati yeteneği vardır, bana yapılmasını istemediğimi başkasına yapmam vs. bu yeterlidir diyenler var ama o pek öyle bir şey değil çünkü aynı neuronlarını kandırabiliyoruz. Evet doğru bir yakınımıza veya başka bir insana yolda birisine kırbaç vurulduğunda, işkence yapıldığında üzülüyoruz. Hissediyoruz bunu kötü bir şey olduğunu anlıyoruz ama bu her şey için geçerli değil. Çünkü bazen düşmanımızın ölmesini istiyoruz. Hatta sevmediğimiz birisi ölse zevkten dört keşi oluruz. Böyle bir varlık türüyüz. Bu yüzden mesela hiç tanımadığımız insanların ölmesi bizim için pek de bir şey ifade etmiyor çünkü aynı neuronlarını kandırabiliyoruz.
Ve arenalarda o kadar kişi insanların birbirini kesmesini öldürmesini nasıl izliyordu? Çünkü karşısındakini insan gibi görmüyordu. Bu benden değil bu düşman veya bu köle bu ölsün. Böyle düşünüyorlardı ve alkışlıyorlardı. Yani kimse bizim bugün yapacağımız gibi kafayı çevirmiyordu, iğrenmiyordu, acımıyordu. Yani ahlak son derece esnetilebilir çünkü ahlak son derece kırılgandır.
2000 yıl önce Roma’daki ahlak anlayışıyla bugünkü ahlak anlayışı aynı değil. Bu yüzden zaten kaç bin yıldır hala ahlak tartışıyoruz. Hala net bir şekilde ahlak şöyle temellendirilebilir diyemiyoruz. Çünkü ahlak temellendirilebilen bir şey değil. Eğer ahlakın temellendirilebileceğini iddia ediyorsan ahlak temellendirilebilir ve bu şu yöntemle, şu dinle, şu şekilde olur diyorsan demek ki
diğer yöntemlerle veya başka dinlerle ahlakı temellendirmeye çalışanların hepsini ahlaksız görüyorsun demektir. Yani bir tek benim söylediğim doğru, bir tek ben ahlaklıyım, benim yaptığımı yapmayan herkes it, köpek, şerefsiz vesaire. Zaten bu yüzden kardeş sen Allah’a inanmıyorsun ya kesin anana bacına yan gözle bakıyorsundur falan diyor millet. Çünkü benim yaptığım şekilde ahlakını temellendirmiyorsan demek ki ahlakın yok. Millet böyle düşünüyor. Şimdi bunu bir geçelim. Bir de ahlakı temellendiremeyeceğimizi söyleyen görüşe bakalım ki ben bu görüşteyim. Bu sefer de ahlakı temellendirebilecek bir doktrin sunamıyoruz ve bu pek de bir insanın işine gelmiyor. Çünkü herkes kolaya kaçmak istiyor. Bana bir hap ver ve kurtulayım. Ama dünyanın dört bir yanında birçok ülke var, birçok kültür var ve farklı farklı ahlak anlayışları var.
Dolayısıyla burada temellendireceğin ahlak belki başka bir ülkede o şekilde temellenemeyecek. Biz insan türü olduğumuz için ve düşündüğümüz için, sorguladığımız için ahlak üzerine de yüzlerce kitap yazdık ve bu konuda bayağı kafa yorduk. Ama hayvanlar aleminde bu durum böyle değil yani bahsettik bir sürü örnek verdik. Doğal olan buydu ve ahlak dediğimiz şey toplumun ayakta kalmasını sağlıyordu.
Ama aynı zamanda empati ve empatin azalması demek daha rahat hayatta kalmak demekti. Bu mantıkla baktığınız zaman birisine yardım etmemek veya bizim ahlaklı olmayan davranış dediğimiz davranışlara bakmak, bizi doğaya bakmak raddesine getirecek ve belki de kötülük dediğimiz şey bizim hayatta kalmamızı sağlayacak. Yani esasında ahlak, ahlaksızlıktan çıkmış olacak.
Bir yerde empati yapmıyor olmak, bencil olmak, etobur olmak yani kendinizi düşünmek bizim evrimsel süreçte gelişmemizi ve bu günlere gelmemizi sağladı ve hatta sırf bu yüzden bile medeniyet kurmaya başladık. Bir düşünün bir aslan, kaplan veya başka etçil bir varlık o topur bir hayvanı yediği zaman pişman olmuyor çünkü yemek zorunda. Bu kötü bir şey öldürüyor ama hayatta kalması lazım. O şekilde hayatta kalacak. Döngü bu.
Veya biz balık tuttuğumuzda ya nasıl balık tutarım ben ya ne kadar kötü bir insanım dur geri atayım diye denize fırlatmıyoruz. Çünkü bunu yemek zorundayız. İyi kötü beslenmek zorundayız. Sadece kendimiz için değil ve çocuklarımız, yakınlarımız ve kabile içinde avlanmak zorundayız. İşte bu toplum için, başkaları için avlanmak, başkası için tehlikeye atılmak ve çaba sarf etmek ahlaklı hareket diye yorumlandı. Çünkü dediğim üzere ahlak, toplumun ayakta kalmasını sağlıyordu. Esasında ahlaklı hareket diye bir şey yok onu da söyleyeyim. Bir hareketin ahlaki olarak yorumlanması var. Biz yardımlaşma konusunda had safhaya ulaştığımız için daha egemen bir tür olduk ve dünyayı değiştirmeye başladık. Çünkü birbirimizi koruyorduk ama tezat da burada ortaya çıkıyor. Çünkü yardımlaşma konusunda ne kadar iyiysek savaşma konusunda da bir o kadar iyiyiz.
Zaten bu yüzden savaşlar çıkıyor. Dünya savaşlarıdır, katliamlardır, fetihlerdir veya cihad yapmadır. Bunların sebebi savaşma konusunda da bir o kadar organize olmamızda yatıyor. İlk önce bu savaşları hayvanlara karşı veriyorduk ve kendi türümüzü koruyorduk. Daha sonra doğal yaşamdan ziyade ideolojiler, fikirler, politikalar, ten rengi veya başka etkenlerle sadece kendimizi düşünmeye.
Daha da bencil olmaya başladık ve başka insan türlerine karşı da tahammülsüz olmaya başladık. Yani güçlendikçe, rahat ettikçe rahat battı. Ya ben buna niye oyuncağımı vereyim? Bunun rengi farklı, inandığı din farklı, saçı farklı. Ben buna vermem. Hatta onunkini de alayım bende daha çok olsun. Vesaire vesaire. Bu kafaya girdik ve artık ahlak veya ahlaksızlık diyebileceğimiz şeyleri kendimize göre değiştirmeye başladık.
Ben yapıyorsam doğrudur, bu yapıyorsa yanlıştır veya ben şu durumda şunu yaparsam iyi, bu yaparsa kötü. Yani ahlak ve ahlaksızlık arasındaki sınırı ihtiyaçlarımıza göre belirlemeye başladık ve doğal ve gerekli, doğal fakat gereksiz, hem doğal olmayan hem de gereksiz olan birtakım ihtiyaçlara göre ahlak nerede ahlaktır, nerede değildir, bunu sınıflandırmaya başladık.
Mesela doğal ve gerekli ihtiyaçlarımıza örnek vermek gerekiyorsa su içmek, yemek yemek, bunlara mecburuz. Hem doğal hem de gerekli çünkü bunları yapmadan yaşayamıyoruz ve varsayalım ki çok açız, ölmek üzereyiz. E bu durumda ne yapacağız? Bir iki ekmek çalmak zorunda kalabiliriz ve bu ahlaksız bir hareket olmaz. Çünkü hayatta kalmaya çalışıyoruz. Mecburuz, başka bir çare yok. Fakat doğal ama gereksiz olan ihtiyaçlar da var. Mesela evet açız yemek yemek zorundayız, ekmek yiyip doyabiliriz ama illa da lan karnım aç hadi gideyim de biftek yiyin bari diyerek biftek çalarsak, bu ahlaksızlık olur çünkü burada suçumuzu kabul ediyoruz ve bunu mükemmelleştiriyoruz. Yani kasıtlı bir şekilde hırsızlığımızı daha da iyi hale getiriyoruz ve bu pek de tasvip edilmiyor. Amacın açlıktan kurtulmak değil, keyifle bir şey yemek, zevk almak oluyor ve bu maalesef problemli. Bir de hem doğal olmayan hem de gereksiz ihtiyaçlar var. Mesela şöhret, güç, para, zevk, bunun gibi yani her şeyin aşırısı ve bunlar hiçbir şekilde ahlaki karşılanmıyor. Çünkü bunlara doymak diye bir şey yok. Ne para ne güç ne şöhret bize yetmiyor.
Yetmediği için de bizi yoldan çıkarıyor ve bunları toplum gözünde pek de beğenmiyoruz. Birisi aç gözlüyse, gösteriş yapıyorsa, sürekli daha fazla istiyorsa ve hatta bunu yapmak için başka insanları sömürüyorsa, bu kişi ahlaksız bir kişidir diyoruz çünkü bunlar doğal olmayan ve gereksiz ihtiyaçlar.
Egomuza, nefsimize yani kendimize hizmet eden şeyler ve bizim bu ihtiyaçlara karşı takınabileceğimiz iki tane tavır var. Bir bunları terbiye etmek ki buna hidayete ermek deniyor. Bu tefekkürden geçer, kendini sorgulamaktan ve kontrol sahibi olmaktan geçer. İkincisi bunları kullanmak. Doğal ama gereksiz ihtiyaçlar bir bakıma terbiye edilebilir.
Mesela tamam eğlenmek istiyorsundur ama disco disco partizanı gezmeye gerek yoktur ya da araba ihtiyacın vardır illa da Ferrari almazsın. Yemek yiyeceksindir, 30 tane yemek çeşidi koyup bunlardan birkaç tane bakıp sonra çöpe dökmezsin yani müsrif olmazsın, israf yapmazsın. Çünkü onu bulamayan da var. O bilinçte olmak lazım ve gösterişten kaçınmak lazım.
Bunu kırmanın bir yolu mesela zekat vermektir, sadaka vermektir, paylaşım yapmaktır. Çünkü siz elinizdekini başka birisiyle paylaştığınız zaman bir bakıma vazgeçebilmeyi öğreniyorsunuz. Yani maddiyata körü körüne bağlanmıyorsunuz. Bunu bu şekilde doyurduk fakat hem doğal olmayan hem de gereksiz olan ihtiyaçları dediğim üzere doyuramıyoruz.
Çünkü güçten bahsediyorsak diyelim ki çok güçlüsünüz, yine de yetmeyecek, daha güçlü olmak isteyeceksiniz, başka hedefler koyacaksınız. Veya başkaları güçlü olmak isteyince, başkaları yükselince kıskanmaya başlayacaksınız, kendinizi garantiye almak isteyeceksiniz, beni geçmesinler modunda olacaksınız ve güç sarhoşluğu yaşayacaksınız.
Ya da paradan bahsediyorsak, ya bu parayı kaybedersem, ya başkası benden daha zengin olursa ve bu sektörde beni geçerse diye yine rekabete girişeceksiniz. Elinizdeki parayı korumak adına yine çalışmaya, para kazanmaya ve hatta parayı katlamaya devam edeceksiniz. Ünlüsünüzdür, şöhret sahibi olmuşsunuzdur ama başka birisi de ünleniyordur. Yani pıpucunuz dama atılabilir, bu yine problemlidir, daha da ünlü olmaya, sektörde kalmaya uğraşırsınız, yani bunların hiçbirisi bizi doyuracak şeyler değillerdir, tam aksine bizi yıpratırlar. Bu yüzden bu ihtiyaçları doyurmaya çalışanlar ve bu tip hareketlerde bulunanlar kötü diye adlandırılırlar. Sinema sektöründe falan da hep kötüler, kibirli, güçlü, acımasız, bencil, çıkarcı, kendini düşünen kimselerdir. Mesela şeytan niçin kötüdür? Çünkü kendini beğenmiştir. Ben şundan yaratıldım, o bundan yaratıldı vs. Burada bir ego vardır. Böyle anlatılır. Fakat bu zenginliğin, şöhretin veya gücün kötü olduğu anlamına gelmiyor. Bu özelliklerin uygun insanlarda bulunması gerektiği anlamına geliyor çünkü normal bir insanı bu özellikler yoldan çıkarabilir. Tamam bize bunlar yaramıyor olabilir ama belki de çok akıllı, çok zengin, çok güçlü, kendini geliştirmiş bir alim, bir evliya bu güçler tarafından belki de kandırılmaz. Belki de çok geniş gücü olan bir kral, son derece adaletli, merhametli ve iyi birisi olabilir. Peki bu mümkün müdür? Yani bunun bir örneğini görmüyoruz ama Platon’un devletinde baktığınız zaman filozof kral böyle bir kraldır. Çünkü aydınlanmıştır, erdem sahibidir, hata yapmaz, doğru karar verir, egoist değildir, hiçbir şey bilmediğini bilen bir kraldır vs. vs. Gerçekten de böyle bir şey var olabilir mi? Son derece güçlü, bütün kötü özelliklere sahip ama kötü olmayan bir varlık. Dinlere göre evet ve bu kişiler peygamberdir. Bu kişiler hidayete ermişlerdir, tanrı tarafından seçilmişlerdir ve onlar normal insanlar gibi yaşamazlar. Onların ahlak anlayışı normal insanların ahlak anlayışından yukarıdadır. Mesela ben 6 yaşında bir kızla evlensem ahlaksız olurum, belki hapse atılırım ama peygamber yaparsa problem değil. Çünkü o doğrusunu biliyor. Ben evlatlığımın karısına veya kuzenime ya da kardeşimin karısına yengeme göz dikdiğimde ahlaksız olurum, her türlü eleştiriye maruz kalırım ama
Eğer peygamber olsaydım ya da seçilmiş kişi olsaydım bütün akrabalarımın karıları, kızları hepsi bana helal olacaktı. Şimdi doğal olmayan ve gereksiz olan ihtiyaçları elelik. Bunlar ahlaki değiller ve bunları kontrol etmek mümkün değil. Bunları kontrol edebilecek bir kişi üstün bir kişi olabilir, bunlar halka yaramaz. Ne kaldı elimizde? Doğal ve gerekli ve doğal ama gereksiz. Doğal ve gerekliyi de eliyoruz çünkü açlığımıza, bedenimize, tabiatımıza meydan okuyamıyoruz. Son bir seçenek kaldı bu da doğal ama gereksiz olan yani yine gösterişe bakan fazlasını istememizi sağlayan özellik. Bunu da ya doyuracaktık ya terbiye edecektik ama bunu doyurduğumuzda yine ahlaksız olacaktık. Dolayısıyla terbiye etmek gerekiyordu ki dinler de ve yasalar da yani toplum da bunu terbiye etmeye çalışır.
Ve bu terbiye etme yöntemine de etik, ahlak, kural, gelenek vs. birçok şey söyleriz. Elinde fazla mal varsa bunu olmayanla paylaş. Aç gözlü olma, paylaşımcı ol. Komşun aç yatıyorken sen tok yatma. Bunları düşün, çevrene karşı hassasiyetli ol. Ya da niye bu durumdayım, nasıl bu hale geldim deme çünkü bugün sahip olduğun şeylere bir zamanlar sahip değildin
ve bugün bulunduğun konumu bir zamanlar hayal ediyordun yani geldiğin yeri unutma. İşte bizim problem yaşadığımız nokta da tam olarak burası. Biz bu aşırılığı veya tevazuyu nasıl kontrol edeceğiz? Sufist mi olmak lazım, hedonist mi olmak lazım, illa teist mi olmak lazım, ne yapmak lazım? Kimileri bu terbiye yöntemini Allah’la dinle, imanla yapıyor ve hidayet diyor.
Kimileri de öz saygıyla, prestijle veya felsefeyle yapıyor ve erdem diyor, insan olmak diyor. Çünkü ahlak kişiler arasındaki anlaşmalardan ibarettir. Ben senin malını çalmayacağım, sen de benimkini çalma. Ben karına yan gözle bakmayacağım, sen de benimkine bakma. Ben sana bulaşmayacağım, sen de bana bulaşma. Yani ben bana yapılmasını istemediğim şeyi sana yapmayacağım. Bunu yaparsak zaten gül gibi geçinip gideceğiz, hiçbir şeye gerek kalmayacak.
Epikür’ün ideel toplumdaki adaleti tanımlayışı aynen böyleydi. Ve yine M.Ö. 500’lü yıllarda Konfüçyüs’ün bir öğrencisi olan Zigenk ahlakı aynen böyle temellendirmişti. Şimdi istiyorsanız bakış penceremizi biraz değiştirelim ve ahlaka başka açılardan bakmaya çalışalım. Mesela bence ahlak arttırılmış gerçeklik ürünü yani pek de gerçek bir şey değil. Bunu da şöyle örneklendirebilirim.
Biz hayatımızda silahla çatışmaya girmiyoruz, kimseyi öldürmüyoruz ama bilgisayar oyunlarıyla bunu tecrübe ediyoruz. Counter Strike oynuyoruz ve çeşitli tüfeklerle arkadaşlarımızla bir çatışma yaşıyoruz. Nasıl ateş edildiğini, ne olduğunu görmüş oluyoruz. Bu da yetmiyor, gidiyoruz bir savaş filmi izliyoruz. Millet bomba patlayınca ölüyor, kafalar kopuyor, birçok şey yaşanıyor ve çatışma ortamını böyle tasavvur etmeye çalışıyoruz. Demek ki hakikaten böyle olacak vs. Ama gerçekte öyle bir şey yok yani kimse çatışmaya girdiğinde Rambo gibi elinde tüfekle 50 kişiyi taramıyor. Etrafta koşturmuyor. Son derece korkuyorsunuz çünkü can tehlikesi var ve birçok kişi de saklanmak istiyor. Zaten bir tane kurşun yeseniz bütün tecrübe hikaye bitecek dolayısıyla bunu konuşmaya da gerek kalmayacak. Ama oyunlarda ne yapıyoruz? Can barı var, 20 tane kurşun yiyoruz yine de ölmüyoruz ve can azaldıkça panik yapmaya başlıyoruz.
Yani bir bakıma arttırılmış gerçeklikle sanal bir tecrübe yaşamaya çalışıyoruz. İşte aynı şekilde doğaya baktığımızda, adalete baktığımızda da bu adaletten daha iyisini tecrübe etmek istiyoruz. Tanrı yaratıyoruz, din yaratıyoruz, ahiret yaratıyoruz ve daha üstün bir ahlak oluşturuyoruz. Bir bakıma bizim ahlak kurallarımız veya ahlakı tanımlayışımız bu mükemmellik gerçek olmayan ama olmasını istediğimiz bir şey.
Yani sahte görüntüden referans verdiğimiz bir şey. Bir bilgisayar oyunundan, bir filmden gördüğümüz çatışmayı gerçek zannetmemiz gibi. Çünkü gerçekten mutlak bir ahlak örneği görmedik. Sonsuz iyi nedir bunu bilmiyoruz ama sonsuz iyi olmaya çalışıyoruz ve bu iyilikle sonsuz bir ödül almaya çalışıyoruz. Bu ödülü bize kazandıracak olan davranışlara da iyi davranış, sevap, ahlak vs. ediyoruz.
Ve bunu kutsal kitaplarla veya bir dinle yapmaya çalışıyoruz ama bu da pek bir işe yaramıyor. Çünkü o dine baktığımızda da yine bunun bir örneğini görmüyoruz aslında. Mesela Tevrat’ta Davut’un Urya isimli bir askerin karısı olan Bathsheba’yı gördüğünü ve kadını çok beğendiği için çağırtırıp ona sahip olduğu yazıyor. Davut kral olduğu için istediği her şeyi yapabiliyor. Hatta bu Urya isimli askeri sırf karısını beğendiği için ileride problem çıkartmasın mantığıyla ölüme gönderiyor. Bu adamı temizleyin diye yanına mektup veriyor ve bu son derece kötü bir hareket. Bunun bir örneği yine Musa’da vardır. Musa bir Mısırlığı haksız yere öldürür ve sonra adamı gizleyip Mısır’dan kaçar.
Saklanır yani çünkü yaptığı şey bir cinayettir ve bu kaçış esnasında tanrıyla karşılaşır, hidayete erer, peygamber olur vesaire. Yani peygamberlerin de hayatı pek de günahsız değildir. Biz kutsal kitapta bize örnek olması amacıyla adı geçen peygamberlere baktığımızda böyle günahlı anlatımları beğenmedik. Bunlar değiştirilmiştir, bunlar iftiradır dedik ve kusursuz bir peygamber yaratmak istedik.
Mesela Hristiyanlık bunu şöyle yaptı, İsa’yı Tanrı yaptı, Tanrı’nın oğlu, hatta kutsal ruhla yıkanmış logos. Her şeyden önce o vardı, İsa hiçbir şekilde günah işlemedi, İsa son derece kusursuz bir varlıktı ve çarmıhta onu öldürenler için bile dua etti. Tanrım onları affet, ne yaptıklarını bilmiyorlar dedi ve onlar için merhamet diledi. Bu kadar merhametli, bu kadar ahlaklı bir insan örneği verildi bize ve işte bakın eğer ahlaklı düzgün bir insan nasıl olur diye merak ediyorsanız İsa’ya bakın. Yani tamam fıtratımızda var, kötü olabiliriz, bir de şeytan var vesvese veriyor bizi kandırıyor. Dünya acılar dünyası ama üstesinden gelmek mümkün.
Bakın İsa geldi, biz de ona inanır, onun gibi bir yoldan yürürsek biz de onun gibi olacağız ve ahlaklı düzgün bir insan olacağız fikri Hristiyanlığın temeline oturdu. Daha sonra aynı fikri Müslümanlar da aldılar, onlar da kusursuz peygamber yaratmak istediler ve Nuru Muhammediye ve Levlaki hadisiyle alem Muhammed’in yüzü suyu hürmetine yaratıldı. O hatasızdır, mükemmel bir kuldur hatta neredeyse tanrıdır diyenler çıktı. Bunu birçok mezheb kabul etti ve ahlaklı olmak isteyen bir insanın ahlakı nereden alacağı sorusunun cevabını da sünnetle yani peygamberin yaptığını yapmakla cevaplamaya çalıştılar. Ki Fusilet suresinde vesaire birçok yerde Muhammed de normal bir insandır, hiçbir farkı yoktur, yazar. Peygamber zaten kendisi ben de sizler gibiyim yani ben de günahlıyım ben de her şeyi bilmiyorum dedi ama biz bunlarla yetinmiyoruz tabi ki biz tanrı sallaştırmak istiyoruz. Müslümanlıkta ahlaka referans aldığımız kişi Muhammed’dir, Hristiyanlıkta İsa’dır yani Logos’tur ki bir bakıma tanrıdır ama Yahudilikte direkt tanrının kendisidir yani Yahve veya Yehova.
Bu yüzden Yahudiler daha ruhbandır ve daha mistik bir anlayışa sahiplerdir çünkü onlar direkt tanrıya özeniyorlar. Eh Yahudi tanrısı oyun bozan bir tanrı. Tufan gönderiyor, sözünden dönüyor hatta Yahudileri üstün ırk kılıyor başka bir ırkı da köle olmaya layık görüyor.
Yahudilere şu civar köye şehre gidin orayı yağmalayın ve orayı ele geçirin oraya yerleşin diyor yani savaşı emrediyor ve sırf savaşla alakalı bile 20-30 sayfa ayet gönderiyor. Bu da yetmiyor tanrı beden alıyor ve Yakup’la yani Yahudi peygamberiyle güreşiyor ve tanrı bu güreşi kaybediyor. Yani bir Yahudi güreşerek tanrıyı bile yenebiliyor.
Zaten İsrail adı da buradan geliyor çünkü İsrail tanrıyla güreşen demektir ve tanrıyı bile devirebilen bir ırkın herhalde her şeyi yapmaya hakkı vardır. Kafa bu olduğu için zafere giden yolda her şey mubahtır gözüyle bakarlar ve kısasa kısas mantığı vardır yani çok hoşgörülü veya merhametli olmak gibi bir iddiaları yoktur. Hristiyanlık buna tepki vermek için ortaya çıktı ama bu çıkış biraz problemliydi.
İsa’nın öyle yeni bir din getirme iddiası yoktu. O Tevrat’taki gerçek dine dönmeyi öğütlüyordu. Ama başarılı olamadı ve maalesef idam edildi. En azından hikaye böyle. Ve İsa idam edildikten sonra da yaklaşık 300 yıl geçtikten sonra Roma Hristiyanlığı resmi din yaptı ve Hristiyanlık artık başka bir din oldu. Baktığınız zaman öğreti bakımından bile bayağı farklıdır çünkü Plotinus’un suduret anlayışı girmiştir, Budizmin öğretileri yine Hristiyanlığa karışmıştır. Hristiyanlık bir bakıma semavi değil de pagan bir dindir. Hristiyanlıkta İncil ayetlerine baktığınızda bu kısasa kısas mantığı neredeyse hiç yoktur.
Sezar’ın hakkını Sezar’a verin. Ya da birisi sağ yanağınıza tokat atıyorsa sol yanağınızı çevirin. Gibi şeyler vardır. Daha sevgi pıtırcıklığı anlayışı var ki bu laftadır. Daha sonra kilise yeterli güce ulaştığında Engizisyon mahkemeleridir, Haçlı seferleridir. Birçok olay yaşanacak ve hatta Hristiyanlık bir dönem resmen savaş dini haline gelecek. Bütün bunlar insanların ahlak anlayışının değişmesinden ve vahşileşme ihtiyaçlarından çıkacak.
Ki Müslümanlığa baktığınızda bu konuda en azından çok fazla rekabet yaşanmadı. Zaten çöl toplumundan bahsediyoruz. Adamlar yeterince vahşi. Bir de asabiye sistemi var. Arap saçına girmiş artık. Bütün toplumlar birbiriyle mücadele halinde. Net bir kültür oluşmamış. Ve Müslümanlık Tevrat’taki birçok ayeti ve İsrailiyatı olduğu gibi kabul etmiş ve kısasa kısas mantığı geri dönmüş. Ki bu kısasa kısas mantığıdır, hırsızlık yapanın kolunun kesilmesidir. Bunun gibi kurallar zaten ta Hammurabi kanunlarında bile vardı. Yani bu Ortadoğu ve Mezopotamya geleneğine ait ritüeller, birtakım ibadet yöntemleri ve inanç türleri esasında çok da değişmeden günümüze kadar gelmeyi başardı. Özetle Müslümanlık ve Yahudilik birbirine bir bakıma benzer anlayışları yakındır.
Fakat Hristiyanlık burada ayrılır çünkü Hristiyanlık Roma’da ortaya çıkmıştır ve biraz laboratuvar dini gibi bir şeydir. Ama diğer bahsettiğimiz dinler, bunlar Ortadoğu geleneğini devam ettiriyorlar. Zaten bu yüzden de pek anlaşamıyorlar. İnsanlar genellikle kendilerine benzeyenleri severler, sahip çıkarlar fakat ideolojiler böyle değildir. Ideolojiler kendileri gibi olanları yani rakipleri elemeye çalışırlar.
Ve bu yüzden de bugün mesela bir Müslüman birisini laf edeceği zaman, suçlayacağı zaman İsrail ajanı Yahudi projesi falan der. Böyle bir düşmanlaşma başlamış ve önüne gelen Siyonist, önüne gelen Mason veya Sabetahist olmuş. Bütün bu toplumlar gerçek ahlak veya üstün ahlak nedir bunu bilmedikleri için yapay bir ahlak oluşturmaya çalıştılar. Sanal gerçeklik ahlakı veya arttırılmış gerçeklik ahlakı. Nerede bir öğreti varsa bunu biraz daha yorumlayıp ve kendi ortamlarına, ülkelerine, toplumlarına göre Tekrardan yoğurup ortaya attılar ve işte mutlak budur, bu evrenseldir, her şey böyle olmalıdır dediler. Çünkü öğretinin ortasına eğer Tanrı’yı koyuyorsanız o dindeki bütün sözler Tanrı’ya ait olur ve Tanrı hata yapmayacağı ve en doğrusunu söyleyeceği için de tartışmaya açık olmaz.
Dolayısıyla din ahlakı daha kendi içinde çelişen bir ahlaktır çünkü birçok din vardır. Çünkü her dinin ahiret anlayışı farklı, ahlak anlayışı farklı, Tanrı anlayışı bile farklı. Bunu da geçtim tek bir din içinde bile birçok mezhep ortaya çıkıyor ve bunlar kendi aralarında bile mutabık olmuş değiller. Yani oturup da din olmadan ahlak olmaz demek abeste iştigar etmek demektir çünkü din zaten belli bir ahlak sistemi sunamamıştır ki
onlarca mezhep ortaya çıkmak zorunda kalmıştır. Bir mezhebin A dediğine diğerisi B diyor, bir mezhebin helal dediğine öteki haram diyor. Yani bir problem var. Aslında din olmadan da ahlak pek tabi olur çünkü din yokken de ahlak vardı. Bunu hayvanlarda da görüyoruz, bebeklerde de görüyoruz. E vicdanen veya fıtrat din ya da evrimsel süreçte kazanılan bir özellik din, ne diyorsanız din yine kendimizde bunu görüyoruz.
Yani çalmanın veya adam öldürmenin kötü olduğunu bilmek için illa bir taş tablette yazmasına gerek yoktu. Bunu zaten biliyorduk ve bunun yanlış olduğunu öğrenmek için illa da bir dine ihtiyaç duymuyoruz. Din bizi ahlaklı bir birey yapmaz. Sadece şu ahlaklıdır, bu değildir demekle yetinir ve çoğu zaman din bize ahlak kazandıracağı yerde ahlaksızlığı bile sürüpleyebilir. Köleliği normalleştiren veya kadınları ikinci plana atan bir din bize köleciliği veya sınıf farklarını kabul ettirebilir ve bunlar son derece normal gelir. Kadınları aşağılık varlıklar gibi görürüz, bizi cennetten kovduran şeytanlar gibi görürüz. Sadece evde otursun çocuk yapsın kafasıyla bakarız ve bunların hepsi gelenektir, dindir ve ahlaktır.
Çünkü din, toplum ve gelenekler yaşadığımız çevreye, ülkeye ve döneme göre değişmektedir. Dolayısıyla ahlak anlayışımızda sürekli bir oraya bir buraya evrilmektedir. Çünkü nesnel bir ahlak yoktur, evrensel bir ahlak yoktur. Ahlak oyun hamuru gibi bir orada bir burada farklı farklı şekillere girebilir. Örneğin ahlakı erdemlerimiz bedirler fakat erdemlerimiz de sürekli değişir.
Erdem bir ideeldir, bir beklentidir ve her insanda olmasını istediğimiz yüksek bir özelliktir. Bir insan erdemliyse kötü veya cahil olma şansı yoktur. 2000 yıl önceki erdem neydi? İyi bir dövüşçü olmaktı, güzel kılıç sallayabiliyor olmaktı. Çok iyi bir dövüşçüyseniz eğer, kötü kalpli bile olsanız öldüğünüzde, vikingseniz eğer Valhalla’ya gidiyordunuz, antik Yunandaysanız Pantheona katılıyordunuz, yani adam yerine koyuluyordunuz. Ama bugün kimseyi iyi kılıç sallıyor diye adam yerine koymuyoruz. Bugün biz hidayete bakıyoruz. Birisi sevap işliyorsa, iyi kalpliyse, merhametliyse bu adam erdemlidir. Bugünkü mantık bu. Yani 2000 yıl öncesinin erdemiyle bugünkü erdem pek de aynı değil. Bizler hayatı kolaylaştırmak adına seçtiğimiz kurallara ve hareketlerimizin sınırlarına yasalar ve ahlak kuralları diyoruz. Şu şekilde davranacaksın ve toplum tarafından dışlanmayacaksın. Tabi bazen bu kurallar pek uyum sağlamayabilir çünkü ahlak sürekli değişmektedir. Başka bir toplumla, başka bir medeniyetle etkileşime geçtiğinizde, asimile olma ihtimaliniz vardır. Bu durumda da bu geleneği korumak adına ne diyorsunuz? Beyler ben demiyorum, aha bu diyor. Tanrıyı gösteriyorsunuz ve artık olay tartışılmayacak bir hale geliyor.
Fakat tartışsak da tartışmasak da esasında ahlak kuralları ikiye dayanıyor. 1- Sana yapılmasını istemediğini başkasına yapma. 2- Sana yapılmasını istemediğini başkasının istemesini sağla. Yani o buna gönüllü olsun ki yaptığında kötü bir şey yapmış olma. 2- İkincisini dinler yapıyorlar. Beni o kadar sev ki bana o kadar inan ki annenden babandan önce geleyim. Hatta benim adıma adam öldür. Gerekirse öl, kendi hayatından vazgeç. Bak normalde adam öldürmek kötü bir şey ama ben diyorsam iyidir. Yani cihad yap, fetih yap, milletin kafayı kopar. Yeter ki benim adıma yap. Birinciye baktığımızda ise yani bana yapılmasını istemediğimi başkasına yapman muhabbetine girdiğimizde ise, ki bu bayağı popülerdir, bugün ateistler de ahlakı buna dayandırırlar ama bu da kırılgandır. Çünkü bana yapılmasını istemediğim, yani kişiselleştiriyorum burada.
Bireyselleştiriyorum. Ahlak dediğimiz şey benim anlayışımla sınırlanmış oluyor. E belki de ben psikopatım kardeşim, belki de mazoşistim ve bedenime cilet vurmaktan hoşlanıyorum. E bu durumda bana acı çektirilmesi hoşuma gidiyorsa, bana yapılmasını istemediğimi başkasına yapmam lafını, bana yapılmasını istediğim şeyi başkasına da yapayım lafına çeviririm ve gelene geçene cilet vurmaya başlarım.
Sonuçta size bir şey yapılsın istiyorsanız, hoşunuza giden bir şey yapılsın istiyorsunuzdur. Yani size göre iyi bir şeydir. E benim iyiyim de acı çekmekse ben de başkalarına acı çektiririm ve bu da ahlakı olur. Ama olmaz diyoruz. Niye? Çünkü başkasının rızasını almak gerekiyor bu durumda. Adam istemiyorsa ona gidip de iyilik yapmak zorunda değiliz. E adam da belki mazoşist, e bu durumda ne yapacağız?
Tüm toplum böyle olursa Müslüm Gürses konserlerindeki gibi her tarafta cilet gezmeye başlar. İşte bu yüzden ahlakı bireyserleştirmiyoruz. Çünkü ahlak bireyserleştiği zaman dünyada 8 milyar insan varsa 8 milyar ahlak var demektir ve bu şekilde yaşamak pek de kolay değildir. Ahlakı çoğunluğa, topluma göre belirliyoruz ve milletinde mazoşist, sadist veya başka bir ist olmaması için dua ediyoruz. Aynı şekilde dua etmek yetmeyeceği için bunu garantiye alıyoruz. Şunları şunları yapanlar hapse girer, idam edilir, başına şunlar gelir o yüzden yapmayın. Mesela hırsızlık yapmak yasaktır, günahtır, suçtur. Çünkü serbest olursa e bu durumda herkes hırsızlık yapar ve sürekli birbirinden çalan bir toplum ayakta kalamaz. Yani özetlemek gerekiyorsa ahlak toplumun işine gelen şeydir.
Çünkü ahlakı bireyserleştirdiğimiz zaman temellendirmek mümkün değil. Öyle bir ihtimal yok. Bu durumda ne yapıyoruz? Ahlak ve etik arasında bir ayrım yapıyoruz. Etik kişiyi ilgilendiren ahlaki kurallardan ibaret oluyor. Mesela benim mazoşist olmam veya başka bir şey olmam etiğime bakar, kişisel karakterime bakar. Çünkü ben toplumu, yasaları çok da umursamıyor olabilirim. Hapse gireceksen gireyim bana ne deyip milleti bilmem ne yapabilirim.
Bu yüzden burada kendimi engellemek adına kişisel gelişmişlik, karakter özelliğin, inandığım din, belki de Tanrı’ya güvenip alacağım ahlak ki onu konuşacağız. Bunlar beni baskılayabilir. Ama ne kadar baskılayacağı da ahlakıma değil etiğime bağlı olur. Aslında niçin kötü olmamalıyım sorusunun cevabını etik veriyor. Fakat etik topluma indirgenemez. Çünkü etik bireyseldir ve bir tek beni ilgilendirir. Benim aldığım eğitim, kişiliğim vs. benim etik anlayışımdır. Ama benim etik anlayışım başka birine göre sapkınlık olabilir. Çünkü kafası o kadar basıyordur. Ahlakın şöyle bir avantajı var. Biz kişisel düşündüğümüz zaman sürekli hesap kitap yapmak, doğruyu bulmak, hakikat peşinde koşmak zorundayız ve bunu herkes yapmıyor. Ama ahlaka baktığınızda zaten bir paket var. Yani o toplumun zaten bir anlayışı var. Politikacılar, devlet zaten bunları belirlemiş. Bir gelenek oluşmuş. Şunu şunu yap, şunu şunu yapma demişler. Ve uyup uymamak kalmış sadece. Ki bu kolay bir şeydir. Mesela bu bizi şöyle avantajlı hale getirir. Ben kendi başıma bir suç işlediğim zaman bu suç olur. Ama devlet adına yaparsam veya bir güruh halinde yaparsak, toplumsal bir harekete girişirsek bu ahlak olur. Hatta bir tek ahlak olmakla kalmaz, adalet olur. Sen kendi başına birini öldürdüğünde hesabını veriyorsun. Hapse giriyorsun. Ama bütün ülke, bütün toplum başka bir ülkeyi katlediğinizde, milyonlarca kişinin kellesini kesip de kule yaptığınızda pek de problem olmuyor. Veya bir akrabanı birisi öldürmüştür ve intikam almak istemişsindir. Kan davası muhabbetine adamı öldürürsün ve hapse atarlar. Ama hükümet bir suçluyu kendi isteğiyle idam ettiğinde herhangi bir problem olmaz. Buna adalet derler. Yani ne ahlaklı ne değil bunu tartışmadan önce ne iyi ne kötü ne adil ne değil bunu konuşmak lazım. Ki bu da baya bir zaman alacak ama ben özetleyerek geçeceğim. Basitçe iyi ve kötü de özneldir. Çünkü bana göre çok iyi mükemmel bir insan başkasına göre şerefsizin teki olabilir. Benim kahramanım karşıya göre düşman, diktatör, katliamcı olabilir. Baktığımız yere göre gördüğümüz şey de değişiyor ve ne iyi ne kötü kesin bir cevabını veremiyoruz. Çünkü bu özneldir, görecelidir. Tıpkı ahlak gibi sürekli değişir. Bizim iyi ve kötü dediğimiz şey toplumun o günkü kararlarına göre değerlerine göre belirleniyor. Diyelim ki benim için iyi olan şey kendi çıkarıma hizmet etmektir.
Kendimi zengin etmektir, kendim için uğraşmaktır ama toplum için iyi olan şey topluma hizmet etmektir. Yani kendi çıkarıma değil başkalarının çıkarına uğraşırsam doğruyu yapmış olurum, iyilik yapmış olurum ve ahlaklı davranmış olurum. Başkalarına iyilik yapan, fedakarlık yapan, başkaları için sürekli ter döken insanlara iyi kalpli, merhametli, cennetlik adam diyoruz. Ama burada bir problem var. Yani başkasının çıkarına hizmet etmek iyi de kendi çıkarıma hizmet etmek niye kötü? Ben insan değil miyim? Bunun da cevabını şöyle veriyorlar genelde. Ya sen şimdi başkasına çalıştın ya, başkasına yardım ettin, fedakarlık yaptın. E bir başkası da sana yapacak. Dolayısıyla zaten başkaları seni düşünecek. Senin kendini düşünmene gerek yok. Sen hayatını başkaları uğrunda harcayacaksın. Zaten başkaları da hayatlarını senin uğrunda harcayacaklar.
Böyle sürekli dönüp duracağız. Ama bu kaçamak bir cevaptır ve ütopyadır. Herkesin kendini başkasına adayacağını nereden biliyoruz? Hiç mi birisi çıkıp da ya kardeşim bana ne ben bunları tanımıyorum demeyecek? İllaki olacak ve bu düzen kırılacak. E bu durumda bu topluma uymayanlara ne yapacağız? Hapse mi atacağız? Sürgün mü edeceğiz? İdam mı edeceğiz? E ahlak nerede kaldı? Sokrates, cahilin ahlakına kötülük, âlimin ahlakına da iyilik demiştir. Çünkü âlim daha doğruyu bileceği için daha iyi bir ahlak getirebilir. Ki bu mantıken doğru. Biz bugün bilgiyi kitaplardan, âlimlerden, evliyalardan vs. oradan buradan öğrendiğimizi düşünüyoruz. E baktığınız zaman kötü kalpli bir evliya var mı? Yani şerefsiz her türlü pisliği yapan bir evliya tanımı var mı? Böyle bir âlim olabilir mi? Hâlâ ak sakallı beyaz kıyafet giyen kendini millete adamış varlıklar görüyoruz değil mi? Çünkü erdemli olmak, ermiş olmak bunlarla ilişkilendirilmiş. Sokrates ahlaksızlığı cahillikle birleştirmiştir. Çünkü bir kişi cahil olduğu için kötülüğü iyi zanneder. Yani iyiliğin ne kadar önemli olduğunu, ne kadar facili olduğunu idrak edememiştir. Ve kendi çıkarı için uğraşmaya başlamıştır. Bu da cahilliktir. Çünkü adam kendini ve kendi kıymetini bilmiyordur. Kötülük yapması, bencillik yapması, hırs veya ihtiras peşinde koşması, aşkı memnu ayağına takılması kendine hakarettir. Dolayısıyla bu adam daha kendini bile tanımayan bir cahildir. Eğer bu cahiller, kötüler iyiliğin ne kadar iyi olduğunu bilselerdi iyi olacaklardı. Ama maalesef o hidayete ermemişler. Ve kişi süper zeka olsa bile yine de iyiliğin cahili olabilir. Yani çok da kötü bir mantık değil ama baktığınızda yobaz mantığına geliyor. Bugün bir dindar da yav Einstein veya Tesla istediği kadar akıllı olsun insanlığa hizmet etmiş olsun. Adam benim dinimden değil demek ki gerizekalı diye düşünüyor. Sokrates’in buradaki farkı şu. Sokrates bir dinle ortaya çıkmıyor. Benim söylediğimi yapmayanlar gerizekalı, kafir, cehennemlik vs demiyor. Sadece iyi ve kötü nedir, ahlak, erdem vs bunları öğrenmeye çalışıyor. Ama bu da bir yere kadar çarpıtılabilir çünkü bazen toplum ahlaksızlığı ahlak diye öğretir. Ben kötü bir şeyi iyi diye öğrendiysem ve sevap işliyorum zannederken günah yapıyorsam ne olacak? Ya da benim ahlak anlayışım tamamen yanlışsa ne olacak? Diyelim ki bir toplum komple köleci ve her gün onlarca kişi kırbaçla öldürülüyor.
Ve ben bu toplumda çıkıp diyorum ki kölecilik yanlıştır bunu yapmayın. Ben bunu söyleyince ahlaksız olacağım. O toplum beni dışlayacak veya bana kötü diyecekler, aptal diyecekler. Şimdi ben köleciliğin faydalarını idrak edemediğim için mi yani bu iyiliğin cahili olduğum için mi ahlaksızlık yapıyorum karşı geliyorum yoksa bu köleci mantığın ahlaksız olduğunu fark ettiğim için mi yapıyorum?
Esasında köleciliğin kötülüğünü fark ettiğim için bunu yapıyorum fakat toplum bana iyiliğini fark edemediğimi, hatta hain olduğumu söyleyecek. Anlayacağınız iş yoruma kalıyor çünkü sürekli yeni bir yorum yapmak ve kendimizi haklı çıkartmak gibi bir özelliğimiz var. Maalesef insan gerçeği arayan değil gerçeği bulduğunu zanneden bir varlıktır ve buldu zannettiği gerçek de bir arayıştan ibarettir.
Çünkü bütün gerçek kavramlarımız tıpkı ahlak kavramlarımız ve kurallarımız gibi yanıltıcıdır. Hayat kendisini sürekli bir aldanış olarak sunar ve biz hayatımızda birçok şeyi önemli zannederiz, peşinden koşarız. Yüksek ideallerimiz vardır, hedeflerimiz vardır ve bu hedeflere ulaştığımızda çok da anlamlı olmadığını görürüz. En yüksek mutluluğun bile etkisi 3-4 gün sonra geçer. En yüksek ahlak da bir gün bitmek zorundadır. Çünkü ahlak tabiatından taviz vermek demektir. Ne kadar taviz veriyorsan ver bu tabiat bir gün ortaya çıkacak. Tıpkı Giges’in Yüzüğü Muhabbeti gibi. Devlet kitabında anlatılır daha önce bir iki videomda örneğini verdim.
Özetle, eğer karşılığını almayacak olsak, yani yakalanmayacak olsak, ceza ödemeyecek olsak, kimse bilmeyecek olsa ve görünmezlik yeteneğimiz olsa, bir politikacıyı öldürmek veya en azından markette bir iki şeyi aşırmak son derece normal olurdu. Çünkü kimse görmeyecek, kimse bilmeyecek ve utanmaya gerek kalmayacak. Eğer öz saygınız da pek yoksa her türlü pisliği yapmak çok daha kolay olacak.
Ki bunun en büyük kanıtı da bu böyle olmadığı halde, yani hapse girdiğimiz, ceza aldığımız, rezil olduğumuz halde, ceza çekeceğimizi bildiğimiz halde kötülük yapıyor olmamız. Bugün birçok kişi sonunu bile bile yine de suç işliyor ve hayatını hapishanelerde harcıyor. Bugün hapishanelere gidin bakın, belki de binde biri bile ateist değildir oradaki insanların. Sorsanız hepsi Elhamdülillah şuyum buyum diyecektir. Bu insanlar hem bu dünyada ceza alıyorlar hem de öldükten sonra yanacaklar. Adam Allah’a iman ettiğini, cehenneme iman ettiğini söyleyerek nasıl oluyor da can alıyor veya tecavüz ediyor. Yani ateşin içine balıklama atlamak nasıl bir delikanlılıktır veya enailiktir. Din bize bir ahlak veriyorsa bu durumda o ahlak kurallarının dışına çıkmak söz konusu bile olamaz. İhtimal yok.
Şöyle düşünün, diyelim ki markettesiniz ve etrafınızda yüzlerce kişi var ve herkes de size bakıyor. Tıpkı bir sahneye çıkmış biri gibi. Yani tamamen ilgi odağı olmuş durumdasınız ve buna rağmen hırsızlık yapmaya çalışıyorsunuz. Çalacağınız şeyi, çaldığınızı herkes görecek. Kameralar, insanlar anında engelleyecekler, rezil olacaksınız yani hiçbir işe yaramayacak.
Yakalanacağınızı bile bile birileri bakıyorken hırsızlık yapar mıydınız? İşte bir dine inandığını söyleyip de yine de günah işlemek aynen böyledir ve bu kadar büyük bir tezatlık barındırır. Çünkü Allah bizi sürekli görüyor ve yaptığımız her şeyin cezasını çekeceğiz veya ödülünü alacağız. Mantık buysa ahlakını Allah’tan alman gerekir ama ahlakını Allah’tan alan biri de günah işlemez. Eğer insanlar inandıkları halde hala günah işliyorlarsa demek ki din ahlak verici bir özelliğe sahip değil. Şimdi buna şöyle iki cevap verilebilir. Bir, hayır insan inanabilir ve yine de günah işleyebilir çünkü insan tabiatı gereği kötü bir varlıktır. Fıtratımız da vardır. Özgür irade bizi bazen farklı yollara götürür. Şeytan bizi kandırır vesaire vesaire. İki, kişi inanır Allah’ına bağlıdır, dinine güvenir ibadetini yapar ve hata yapma hakkına güvenir. Yani bir hata yaptım beni affet der. Birin cevabını şöyle verebiliriz. Şimdi mademki fıtratımız da var tabiatımız kötülük yapmak üzerine kurulu. İnansak da Allah’a güvensek de cezayı bilsek de yine de kötülük yapıyoruz çünkü kendimize hakim olamıyoruz. E bu durumda din bize pek de bir şey katmıyor olur. Çünkü inandığın halde her türlü tabiatına uyum sağlayacaksan ve kötülük yapacaksan inanmasan da yaparsın. Burada inanmak pek bir şey değiştirmiş olmuyor. Sadece kendini kandırmış ve kılıf uydurmuş oluyorsun. Yani Allah olmadan da ahlak mümkündür çünkü Allah varken de pek bir ahlakınız yok. İkinin cevabı ise şöyledir. Yani ben Allah’a güveniyorum, merhamete güveniyorum, tövbe etmeye güveniyorum diyorsanız ve
bu kafayla günah işliyorsanız en azından buna güveniyorsanız e bu durumda bir dine inanmak sizi ahlaklı yapmanın tam tersini ahlaksız yapar. Çünkü nasıl olsa affedilirim kafasıyla izinli olduğunuzu düşünüyorsunuz. Bakın bugün birçok ateist yardım kuruluşuna, derneklere üye olur ve iyilik yapar. Çünkü adam bu iyiliği Allah için veya cennet için yapmaz. Kendi için yapar. Kendini tatmin etmek adına yapar.
Ve birçok hacı hoca da imanlı insan da hacdan döndükten bir ay sonra kiracısı kirayı ödeyemiyor diye evden atar, kapı dışarı bırakır. Bugün 60-70 yaşında insanlar yani bayramda elini öpeceğimiz tipler yolda sokak köpeklerine tecavüz ediyorlar. Bu insanlar cuma namazına gidiyor, ibadet ediyor, dışarıya dindar görünüyor ama içeride öyle değil. Çünkü din kimseye ahlak vermiyor. Arkadaşlar anlayacağınız üzere iş insanlıkta bitiyor. Eğer insan olmayı öğrenmediyseniz hangi dine inanıyorsanız inanın hiçbir işe yaramayacak. Ve insanlıktan nasibinizi almışsanız da hiçbir dine inanmadan da son derece ahlaklı olabileceksiniz. Bakın şu bir gerçektir. Ne olursa olsun öyle İsa gibi ya da Nuru Muhammediye anlayışında olduğu gibi günahsız bir insan olma şansımız yok. İllaki bir yerde bir kötülük yapacağız bu doğru. Zaten bu anlayışı dinlerde de görebiliyoruz. Biz cennetten kovulduk, günahı öğrendik ve günahlı doğuyoruz. Günahlı doğduğumuz için de zaten doğuştan cehennemi hak ediyoruz. Din mantığına göre bu böyledir. Biz bu hayatta cehennemlik olmadığımızı kanıtlamaya çalışıyoruz. Yani cenneti hak etmeye çalışıyoruz. Olay bundan ibaret. İsrailiyat ve Yahudi teolojisi, Hristiyan mantığı bunu anlatır.
Ve cennetlik olduğumuzu kanıtlamak için bu dinler onlara inanma koşulunu öne sürerler. Yani bana tapıyorsan, bana inanıyorsan cennetliksin. Fakat bu hiçbir şeyi değiştirmez. Ki bununla alakalı örnekleri de ver ver bitiremeyeceğiz ve ne kadar örnek verirsek verelim. Hayır onlar gerçek Müslüman değil, hayır onlar gerçek mümin değil o yüzden böyle davranıyorlar diyecekler. Fakat gerçek bir müminler de bunu da hiçbiri gösteremeyecek. Çünkü öyle birini bulmak mümkün değil.
Zaten bu yüzden arttırılmış gerçeklik örneğini verdim ve bilgisayar oyunlarından veya aksiyon filmerinden çatışma ortamını öğrenme örneğinden bahsettim. Biz dinlerden oradan buradan ahlakı ve Allah’ı öğrenmeye çalışıyoruz. Fakat hiçbirimiz doğru dürüst öğrenemiyoruz. Bu yüzden de pek bir işe yaramıyor. Ya tamam güzel konuşuyorsun da işi garantiye almak lazım. Ya varsa o zaman ne yapacağız? Belki de Allah gerçektir. Ben Allah’a inansam ve öldüğümde hiç olsam bir şey kaybetmiyorum. Ama Allah’a inanmazsam ve öldüğümde Allah gerçek çıkarsa ayvayı yedik. O yüzden inanmak daha mantıklı diyenler vardır ki bunun ne kadar saçma olduğunu zaten bir podcast videosunda anlatmıştım bununla alakalı ya varsa sorusu üzerine. 30 dakika civarında konuşmuştum. Şimdi devam edelim. Toplum genellikle geleneklere bağlı olmayı tercih eder ve bu yüzden sorgulamaya yeni fikirlere veya eleştiriye açık değildir. Sus, edepli ol, benim babam ne yaptıysa onu yap. Biz atalardan böyle gördük, doğrusu budur. Sen daha gençsin ne bileceksin ki falan derler ve aynı şekilde yaşamak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. En basitinden bir öğrenci, bir profesörü bir şey öğretemez. Çünkü profesör zamanında öğrendiği şeyleri çoktan dogmalaştırmıştır. Adam oraya öğretmeye gelmiştir zaten. Öğrenciden öğreneceği bir şey yoktur. O daha öğrencidir. Veya bir çocuk babasına akıl veremez çünkü babası oho birçok şey görüp geçirmiştir. O çocuk daha dün doğmuştur. Onun bebekliğini biliyordur. Ne öğrenecektir ki? Ya da halk, toplum onu yönetene baştaki lidere bir şey söyleyemez. Çünkü lider ülkeyi taşıyordur. Halk hiçbir şey bilmiyordur. Tabi bu her yerde böyle değil.
Kimi toplumda liderler çok sert eleştirilir. Kimi toplumdaysa babalar, profesörler, 80 yaşındaki bilmem ne konusunun uzmanları bile yine de 15 yaşındaki birisini açık bir kafayla dinlerler. Çünkü bu kültürle alakalı. Toplum yapısıyla alakalı. Yani eleştiri de bir bakıma kültürüdür, bir bakıma ahlakla alakalıdır. Toplumun kabul ettiği şey yani doğru olarak bildiği şey, eleştiri kabul etmeyecektir. Ve toplum yanlışı doğru diye kabul ettiyse bile bu yanlıştır demek ahlaksızlık olacaktır. Mesela 1000 yıl önce dünya yuvarlaktır demek ahlaksızlıktı. Çünkü din tersini söylüyordu. Veya 1000 yıl önce yav içimize cin şeytan kötü ruh girmiyor. Hasta oluyoruz sadece. Bu gayet doğal bir şey demek ahlaksızlıktı. Çünkü kilise tam tersini iddia ediyordu. Biz bugün korona virüsü var diye ellerimizi yıkıyoruz, maske takıyoruz, bilinçliyiz.
Ama 1000 yıl önce olsaydı buna şeytanların saldırısı, kötü ruhların istilası falan diyeceklerdi. Ve kutsal suyla veya onnispiritus gibi dualarla kendimizi korumaya çalışacaktık. Nitekim kara veba salgınında böyle olmuştu. Cehennemin kapıları açıldığı zebaniler ruhumuzu yemeye geliyor falan diyorlardı ve tersini söyleyince idam ediliyordunuz. Çünkü otoriteye ve genel kabule karşı çıkmak da ahlaksızlıktır. Ahlak bu kadar esnek bir şeydir.
Ahlak dediğimiz şey güçlü ve zayıf arasında bile bir ayrım gösteriyor. Çünkü güçlünün ahlakıyla zayıfın ahlakı aynı değil. Bir bakıma Nietzsche’nin köle ve efendi ahlakı gibi. Normal bir insanın basit birinin kendini feda etmesi, çoğunluk için ölmeyi kabul etmesi erdendir. Güzel bir şeydir. Ama akıllı ve son derece önemli birisinin kendini feda etmesi erdemin israfıdır. Çünkü yönetmek için yaratılmış ve önemli bir pozisyona gelmiş bir insanın toplum için veya başka bir şey için kendini feda etmesi demek bir bakıma görevden kaçması demek. Bu onurlu bir şehitlikten ziyade ona verilen yeteneği ziyan etme terbiyesizliğine dönüşecektir. Dolayısıyla hangi kişilerin fedakâr olacağı ve hangilerin olmayacağı bile bir bakıma ahlaki kurallara bağlıdır. Mesela Atatürk Çanakkara’dayken size ölmeyi emrediyorum dedi ama kendisi de en önden koşup ölseydi ne olacaktı? Muharebe kaybedilecekti belki de savaş gidecekti. Atatürk’ün o emri vermesi ahlaklı ve doğru fakat en önden koşturması, bodoslama dalması ahlaksızlık. Çünkü sen kumandansın ve senin görevin strateji belirlemek, plan yapmak, orduları iyi yönetmek. Kendini en önden koşturmak değil.
Bunun iki tane sebebi var. Bilincisi şu, savaşacak asker her zaman bulunur. Onları 3 ayda 4 ayda eğitirsin ama savaş yönetecek bir general her zaman bulunmaz. Çünkü bu büyük bir eğitim gerektirir ve askeriydi daha da kolay bulunan bir şey değildir. Öte yandan biz bir aşçıdan iyi bir pilot olmasını beklemiyoruz. Hiçbir aşçıya yahu sen nasıl bu teyareyi uçuramadın falan diye laf sokmuyoruz. Çünkü aşçının görevi pilot olmak değil. Ama bir pilot eğer olacaksa iyi bir pilot olmak zorunda. Bir aşçının pilotu varken durun bırakın ben sürerim diye böyle komutayı ele alması ahlaksızlıktır. Çünkü birçok insanın hayatını tehlikeye atmış olacaktır. Aynı bu mantıkla bir kumandanın en ön safta koşturması da ahlaksızlıktır. Hatta hainliktir. Çünkü o adamın ölmesiyle savaş kaybedilir fakat askerin ölmesiyle savaş kazanılır.
Yani ahlak ve etik biz öyle lab diye söylesek de bu kadar basit kelimeler değiller. Hayatımızdaki her hareketi ve koşuulu sürekli olarak ilgilendiriyorlar. Zaten bu yüzden kaç bin yıldır hala bunları tartışmaya devam ediyoruz. Hala net bir şekilde şu ahlaktır, şu değildir diyemiyoruz. Bunları sürekli değiştirmek zorunda kalıyoruz. Çünkü dünya, toplum ve insanlar sürekli değişiyor.
Anlayacağınız üzere ahlak, erdem ve etik bunlar bizim yorumlarımızdan ibaret. Ve biz kusurlu bir varlık olduğumuz için kusurlu bir yorum yapıyoruz. Yani protokorasının dediği gibi insan her şeyin ölçüsüdür fakat insan kusurlu bir varlıktır. Dolayısıyla bu ölçü de yanlış bir ölçüdür. İşte bu kafayla İslam felsefesinde bu mantık değişti.
Gazali dedi ki insan her şeyin ölçüsü olamaz çünkü insan tek başına bir şey ifade etmez. Biz insanın insanla ilişkisine ahlak diyoruz. Ve insan doğuda başka bir insandır, batıda başka bir insandır. Yani bu ilişki, bu ahlak sürekli değişecektir. O yüzden insan her şeyin en iyisini göremez. Ve insanın arasında zeka farkı da var. Birisi cahildir, diğeri alimdir.
Cahilin ahlakı alime uymaz, alimin ahlakını da cahil anlayamaz. Tıpkı zengin ve fakir arasındaki yaşam şartlarının farklı olması gibi veya uzak doğudaki anlayışla batıdaki anlayışın farklı olması gibi insanlar arasında sürekli bir fark olacağı, bir tabaka, kültür ve medeniyet farkı olacağı için insanlar arasında eşit bir ahlak olması da mümkün değildir. Çünkü insan her şeyi bilemez.
Dolayısıyla bu tip kusurlu ve eksik bir varlığın bütün insanlığa uygun bir ahlak anlayışı ortaya koyması mümkün değildir. Her şeyi bilen, her şeyi gören ve her şeyin en doğrusunu anlayabilen bir varlık tarafından bu kurallar belirlenmelidir. Ve insan sadece buna boyun eğmelidir. E her şeyi bilen, her şeyi gören yani bütün olgulara vakıf olan bir varlık var mıdır? İslamiyete göre vardır ve bu varlık Allah’tır. Dolayısıyla ahlakın ölçüsü de Allah olmalıdır. Din böyle der. En azından dini felsefe ile yorumlamaya çalışanlar böyle söylüyorlar. Allah neye iyi diyorsa iyi, neye kötü diyorsa kötü. Allah neyi yap diyorsa yap, neyi yapma diyorsa yapma. Fakat burada bir sıkıntı var. Bu kafayla eğer kutsal kitapta çalmak normaldir yazsaydı, çalmak ahlaklı olacaktı veya tecavüz serbestdir yazsaydı,
tecavüz etmek son derece normal ve ahlaklı bir şey olarak yorulanacaktı. Peki bizim bugün kötü diyebildiğimiz yani günah diyebildiğimiz bu öldürmek, çalmak gibi şeyler gerçekten de günah mı, kötü mü? Yani bunlar kötü olduğu için mi Allah bunlara kötü dedi yoksa Allah kötü dediği için mi biz bugün bunlara kötü diyoruz? Yani ahlakımızı gerçekten de Allah’tan mı alıyoruz? Yani 10 emir gerçekten de ahlakı mı belirliyor yoksa toplumsal kuralları mı koyuyor? Cevap belli. Tevrat’ta yazma sadece de öldürmenin kötü bir şey olduğunu biliyorduk zaten veya çalmanın kötü bir şey olduğunu biliyorduk. Bir önceki videoda konuştuk. Herkesin birbirinden çaldığı bir toplum ayakta kalamaz. Yani bunu görmek için illa da evliya olmaya gerek yok. Din yokken de toplumsal kurallar vardı çünkü din yokken de toplum vardı. Ve bu toplum bir şekilde yaşamalıydı. Nasıl yaşayacağını da belirlemeliydi. Çünkü başka toplumlar da var. Başka bir kabile yani yabancılar da var.
Bunlarla ne yapacağız? Sürekli savaşırsak ayakta kalamayız. Bir anlaşma yapmamız lazım ve bölgemizi, sınırlarımızı çizmemiz lazım. Bu sınırlar bazen dinle olur. Yani benim dinim bu, siz de bu dindensiniz dolayısıyla biz farklıız olurdu. Bazen ten rengi olurdu bu. Bazense sadece kültür olurdu. Yani 10 emirde şunu şunu yapmayın bu kötüdür denmesi insanların bunu o zaman öğrendiği anlamına gelmiyor. Aa kitapta böyle mi yazıyor? E yapmayalım o zaman demedi kimse. Zaten bu yapılmıyordu kötü bir şeydi. Yaptığınız zaman başınıza bir ton bela geliyordu. Dolayısıyla insanlar sadece bu anlaşmaları din ile taçlandırmış oldular. Olay bundan ibaret. Din size bir ahlak getirmiyor. Din olan ahlakı şekillendirmekten ibaret kalıyor. Ki zaten aklı başında erdemli biri buna ihtiyaç da duymayacaktır. O adam zaten toplumda nasıl yaşaması gerektiğini bilecektir. Şimdi aklınıza şu gelecektir. İyi de din bir tek kural vermiyor ki.
Gerçekten de din nasıl yaşayacağını bir yere kadar belirliyor. Yani insanı kötülük yapma konusunda sansürleyebiliyor. Diyelim ki birisi intihar edecek, hayattan bıktı, kafayı yedi, kötü bir hayatı vardı ve bu adam topluma karşı nefret duyuyor. Bu adam eninde sonunda kendini öldürecekse yani zaten kendi canından vazgeçtiyse her şeyi yapar. 10 tane kadını kaçırır, tecavüz eder, kafalarını keser, her şeyi yapar. Çünkü yakalanma korkusu yok.
Yakalansa bile ne olabilir ki? Adam zaten ölmeyi göze almış. Her türlü kötülüğü yaptıktan sonra kendini öldürecek. Dolayısıyla hapse mi girerim ya da beni idam mı ederler diye korkmasına gerek yok. Şimdi bu adamı nasıl engelleyeceksin? Din olmadan bu adamı engelleme şansın yok. Çünkü adam zaten başına geleceklerden korkmuyor. Adam ben öldükten sonra yokluğa gideceğim diye düşünüyorsa yani yaptığı şeyler yanına kar kalacaksa her şeyi yapabilir.
Dolayısıyla bizim bu adamı hayır bak sen şimdi sorumluluktan ve cezadan kaçtığını zannediyorsun. Halbuki öldükten sonra daha büyük bir ceza var. Cehennem var, şu var, bu var yani yaptıkların yanına kar kalmayacak. Hepsinin bedelini ödeyeceksin dersen bu adam intihar edecek olsa bile bu tip kötülükler yapmayabilir. Yani kendi canından vazgeçse bile başka insanlarla oynamak gibi bir riske girmez. Bu tip fikirlere kayan birçok kişi var yani Allah yoksa ben her türlü kötülüğü yapayım, öldükten sonra başıma bir şey gelmeyecekse niçin iyi bir insan oluyorum vesaire. Ki bunu başka bir video da ele alacağım. Burada bunu konuşmanın pek de bir anlamı olmayacaktır. Zaten dinin de ne kadar işlevser olduğuna öyle veya böyle değiniyoruz. Dünyada tek başıma kalsam bile yine de ahlaklı olmalı mıyım? Yani beni yargılayacak hiç kimse yoksa kimse bana hesap sormayacaksa hayvanlara kötülük yapmak, işkence yapmak gibi şeyler yapmaktan kaçınmalı mıyım? Veya hesabını kimseye vermeyeceksem, sadece bir kişiyle karşı karşıya kaldıysam, vahşi ortamlarda olduğu gibi. Bunu öldürmeli veya kötü şeyler yapmalı mıyım? Beni bunu yapmamaktan ne alıkoyabilir, ne engelleyebilir? Din gerçekten de bu konuda işlevsel midir? Zaten bunları konuşacağız. Çünkü esasında buradaki etken din değildir, erdemdir. Peki erdem nedir?
Sokratese göre kendini bilmektir. Antik Yunan’da bir yetenektir. İyi bir savaşçı olmaktır veya çok merhametli birisi olmaktır, fedakâr olmaktır. Uzak doğu mantığında erdem, tanrıyı tanımaktır. Yani niye yaratıldığını, reenkarnasyonu anlamaktır. Veya tasavvufta benliği unutmaktır. Kendini sadece yaratana adamaktır. Ama Kuran’a baktığınızda erdemli olmak demek iyi bir kul olmak demektir.
Çünkü insan Allah’a kul olmak için yaratılmıştır. Dolayısıyla Allah’a ne kadar iyi bir kul oluyorsan o kadar erdemli ve iyi biri oluyorsun. Hidayete ermiş oluyorsun ve cenneti kazanıyorsun. Tabii bunun yorumuna girdiğiniz zaman ve ayetleri açtığınız zaman bu erdemin, bu kulluğun da merhametten veya vicdandan geçtiğini görüyorsunuz. Çünkü ne kadar vicdanlı ve merhametli olursanız zaten o kadar iyi bir kul oluyorsunuz. Şimdi ne demiştik? Kimse eşit değil değil mi? Yani herkes akıl, zenginlik, yaşadığı ülke, çevre, dönem birçok şey tarafından şekillendiriliyor ve burada yaşayan bir insanla dünyanın diğer ucunda yaşayan bir insan aynı hayatı yaşamıyor. Biri alim oluyor, diğeri zalim oluyor. Biri mürit oluyor, diğeri mürşit oluyor. Yani insan nasıl bir hayat yaşadığına göre ahlak anlayışını ve etik anlayışını da şekillendiriyor. Ki bunun için kölecilik örneği çok iyidir. Bugün kölecilik ayıp bir şey değil mi?
Hatta ırkçı olmak bile ayıplanan bir şey. Birisi ırkçıysa, köleciyse, kafatasçıysa veya ne bileyim başka bir ırkı milliyeti sürekli aşağılıyorsa bu adama gerizekalı, cahil, yobaz veya karaktersiz diyoruz. Peki bizim bugün bu tip kavramlara karşı olmamız yani köleciliği savunmuyor olmamız çok karakterli ve iyi bir insan olduğumuz için mi yoksa yaşadığımız dönem ve toplum böyle olduğu için mi?
Yani bu bizim kendi özelliğimiz mi yoksa bize aşılandı mı? Biz eğer 2500 yıl önce Antik Yunan’da yaşasaydık, köleci bir toplum olacaktık ve köleciliği hiç de sorgulamayacaktık. Ama bugün Amerika’da bir polis bir zenciyi vuruyor diye ayaklanma çıkıyor. Resmen millet heykelleri yıkmaya, devlete, hükümete saldırmaya başlıyor.
Fakat bu olaylar yani polisin bir zenciyi vurması vesaire 2000 yıl önce yaşansaydı hiç de problem olmayacaktı çünkü zaten her gün yaşanıyordu ve son derece normal bir şeydi. O kadar filozof geldi, o kadar merhametli, aklı başında insan geldi, devlet lideri geldi geçti ama kimse köleciliği aşağılamadı. Hatta bunu savundular, meşru hale getirdiler çünkü o dönemin o toplumun koşuulu ve ahlak anlayışı böyleydi. Hatta köleci toplumlarda ve dönemlerde gelen kutsal kitaplarda bile kölecilik savunulur. Yani açık açık köle alın denmese bile kölelerinize iyi bakın derler. Köleyi azad edin veya onlar insandır eşitlerdir yazmaz. Köleye güzel davranın, çok da ezmeyin denir. En fazla bu yapılır. Felsefe tarihinde bile böyle olmuştur yani bunun batıyla veya doğuyla alakası yok. Aristo bile köleciliğe karşı değildir.
Şimdi bugünün kafasıyla Aristo’yu eleştirdiğimizde bu nasıl bir cahillik, bu nasıl bir kötülük, bu nasıl bir zalimlikleriz değil mi? Ama bu yaptığımız anakronizmdir yani yanlış bir şeydir. Biz bugünün koşullarıyla, bugünün kültürüyle 2000 yıl öncesini sorguluyoruz. Aristo o dönemde yaşadığı için öyle bir Aristo. Adam bugün de olsaydı, bugünkü teknolojiyi görseydi, bu çevre koşullarıyla yetişseydi, bütün dünyayı bu şekilde tanısaydı, elinde telefon bilgisayarı olsaydı belki de Aristo olmayacaktı. Veya Dostoyevski, çok ağır şeyler yaşadığı için, gerçekten intiharın eşiğine gelmiş birisi olduğu için suç ve ceza gibi kitapları yazabildi. Dostoyevski bugün Amerika’da, New York’ta yaşasaydı, zengin olsaydı veya fakboy gibi takılsaydı suç ve cezayı yazamayacaktı. Çünkü o kitabın yazılmasını sağlayan ve o adama, o karakteri, o ahlakı veren koşullar o dönemin koşulları.
Aristo’yu Aristo yapan koşullar da Antik Yunan’daki felsefe koşulları. İşte aynı bu şekilde bizim iyilik veya ahlak dediğimiz şeyi belirleyen şeyler de onun bulunduğu dönemin koşulları, toplumun koşulları. Bize göre ahlaklı olan bir şey başka bir topluma göre ahlaksızlıktır. Bize göre iyi olan bir şey başkasına göre kötüdür. Bizim kahramanımız, liderimiz başkasına göre deccaldir, diktatördür, şeytandır.
Çünkü hangi açıdan baktığınıza ve hangi koşullarla şekillendiğinize göre ahlak da iyilikle değişecektir. Bugün biz yerde iki damla kan görsek belki midemiz bulanıyor ya da yolda bir trafik kazasıyla karşılaşsak, birileri ölse rüyamıza giriyor, korkuyoruz. Ama 2000 yıl önce gladiyatör arenalarında onlarca kişi birbirini kesiyordu. Millet halkın gözü önünde kafa uçuruyordu ve herkes bunu alkışlıyordu, keyif alıyordu. Çünkü o dönemin koşulu öyleydi. O dönemin ahlak anlayışı aynen buydu. Köleği dövüştürmek ve insanların bağırsaklarının etrafa dökülmesini izlemek, bundan keyif almak. Din de bundan pek farklı değildir. Yani yağma hakkı verir, kılıç hakkı verir, cariye alma, köle alma hakkı verir. Çünkü bunlar vahşiliğiniz karşısında alacağınız ödüllerdir. Büyük balık küçük balığı yiyecektir ve bunu yapması son derece ahlaklı ve doğaldır. En azından tarih boyunca kafa hep bu oldu.
Biz İstanbul’u alırken de bunlar yaşandı. Başka bir toplum bizi fethederken de aynı şeyler yaşandı. Türkler Müslüman olurken de aynı şeyler yaşandı veya antik toplumlarda da yine aynı şeyler yaşandı. Bunlar bir tek insanların değil kültürün ve geleneğin mücadelesi haline geldi ve baskın gelen taraf haklı taraf oldu. Şimdi ben savaştım, riske girdim, ölme ihtimalim vardı ama ölmedim ve bir şeyler kazandım.
Bu durumda ödül olarak köle almam normal. Peki aldığım köle köle olmaya karşı gelecek mi? Bunu nasıl kontrol edeceğim? Bunu da şöyle yapıyoruz. Yani Antik Roma’da şöyle yapılıyordu. Bir domino’sun yani bir sahibin herhangi bir kölesi isyan ettiğinde veya kaçtığında diğer bütün köleler öldürülüyordu. Yani bir kişinin cezası herkese kesiliyordu. Bu durumda köleler ne yapıyordu? Kimsenin kaçmamasını veya isyan etmemesini garantiye alıyorlardı. Yani bir sahibin veya kazanan tarafın insanları özellikle köle olarak tutmak için uğraşmasına gerek yoktu. Köleler köle gibi yaşamayı kabulleneceklerdi ve köle ahlaki oluşacaktı. Bir sahibin şunu şunu yapması son derece normaldir ama aynısını köle yaparsa idam cezası alır. Ve bu son derece normaldir çünkü insanlar yaşadıkları toplum tarafından ve statüye göre şekilleniyorlar.
Tıpkı Aristo’nun şekillendiği gibi, tıpkı bizim bugün şekillendiğimiz gibi. Yani biz sadece Türkiye’de doğduk diye Müslüman olmuyoruz. Bir bakıma Türk kültürüne, Türk töresine ve Türk ahlak yapısına da bağlanmış oluyoruz. Biz dinden çıksak da Türk gibi yaşamaya ve bu toplumun kurallarına bağlı kalmaya devam edeceğiz. Çünkü bu sadece ahlak değil bir bakıma karakter haline geliyor.
Mesela Türkiye’de bekaret bir tabuysa bütün erkekler 20 tane kadınla yatıp ve bununla övünüp ama evlenecekleri zaman bakire kadın istiyorlarsa bu toplumun yapısıyla, kültürüyle, töresiyle alakalıdır. Bunun ateist olmakla veya teist olmakla alakası yoktur ve bunun tersi de geçerlidir. Mesela eskiden vikinglerde eşini paylaşmak vardı. Bir kutlamadan sonra, bir zaferden sonra veya sırf mutlu olduğun için eşini en iyi arkadaşınla veya bir misafirle paylaşıyordum. E bugün bunu yapabilir miyiz? Yani Ahmet ben ateist oldum gel benim karımla takıl diyebilir miyiz? Demeyiz çünkü kültürümüze ters. Veya eski Moğollar’da eşini yine paylaşmak vardır veya kızını. Nasıl ki bizde misafirperverlik anlayışı var, eve misafir geldiğinde en iyi yemekleri veriyoruz, hizmet ediyoruz, ev temizleniyor. Aynı şekilde eski Moğollar da son derece iyi bir hizmet veriyorlar. Hatta gelen misafiri kendi karısıyla veya kızıyla birlikte olma imkanı tanıyorlar.
Ve bu son derece ahlaklı. Üstüne bir de adam kabul etmezse yani yapmazsa, ne yani sen benim kadınlarımı beğenmedin mi? Beni küçümsüyor musun? Hakaret mi ediyorsun gibi görüyorlardı, böyle algılıyorlardı. Ve misafirliğe gittiğiniz yerde birisiyle yatmamak terbiyesizlik oluyordu. E bugün böyle bir şey yapılsa gavatlık deriz, bir sürü küfr ederiz. Biz bugün bekareti bir tabu yapıyoruz, kutsallaştırıyoruz ama Avrupa’da bekaretle alay ediyorlar. Bir kız 20 yaşına geldiğinde hala bir ilişkiye girmediyse küçümsüyorlar veya ne bileyim onu ezik görüyorlar. E bugün bekaret ahlaktır, aile yapısı ahlaktır, cinsellik ahlaktır, bunlar töredir. Fakat bu töreler dünyanın her yerinde böyle değildir anlayacağınız üzere. İşte ahlak ve etik bu kadar değişken, bu kadar esnek ve kötülük ve iyilik de böyledir.
Bu yüzden kimse kimseyi kötü olmakla, ahlaksız olmakla suçlayamaz çünkü bizim ahlakımız burada geçerli. Bir tek bu kadar büyük olgular değil, çok basit konular bile veya hiç aklımıza gelmeyecek şeyler bile yeni ahlaki normlar yaratabilir. Mesela bugün pandemi var, korona virüsü yüzünden herkes elini yıkıyor, maske takıyor, dikkatli davranıyor. Ve varsayalım ki bu uzun bir süre devam etti, herkes maske takmaya başladı.
Maske takılan bir toplumda maske takmamak ahlaksızlık olacaktı. Çünkü biz maskeyi takarken bir tek kendimizi korumuyoruz. Hapşurduğumuz zaman başka insanlara gitmesin diye başkalarını da korumuş oluyoruz. Yani maskeyi bir bakıma toplum için takmış oluyoruz. Herkesin maske taktığı bir toplumda kendimiz hasta olmasak bile, hapşurmayacak olsak bile, yine de maske takmak zorunda kalırdık. Çünkü bunu yapmamak, toplum kurallarına karşı gelmek ve insanları riske atmak olurdu.
En basitinden kendimizi riske atmak olurdu ve bu ahlaksızlık olurdu. Hatta buna ceza kesilirdi, belki hapse bile atılırdık. Veya bunu değiştirelim. Mesela diyelim ki pilotlar yani normal insanlar uçakları %2 kaza yapma riskiyle sürüyorlar. Yani bir insanın kaza yapma oranı 50’de 1, %2.
Ama bir gün bir yapay zeka geliştirilse, otopilotla bu kaza riski %1’e indirilse, yani otopilotlar insanlardan daha güvenli olsa, bu durumda bir pilotun çıkıp da pilotluk yapmaya kalkması ahlaksızlık olur. Çünkü makine ondan daha iyi yapıyor. Makine ondan daha güvenli ve insanları daha az riske atıyor. Bir pilotun çıkıp da hayır kardeşim ben bunun okulunu okudum yıllardır yapıyorum ben kaza yapmam demesi suç olur, terbiyesizlik olur.
Veya bir mucizin aklına bir icat geldiyse o adam tembellik yapamaz. O icadı gerçekleştirmek zorunda, yapmak zorunda. Çünkü bu icat belki de insanlığa fayda sağlayacak. Bunu yapmaması, ona verilen yeteneği israf etmesi ve kendine haksızlık etmesi olacaktır. Bu yüzden de kötü olacaktır ki baktığınız zaman bu mantıkla ahlak bir bakıma topluma faydalı olan şeydir. Ki bizim sevap dediğimiz veya iyi dediğimiz şeyler de hep böyle. Başkasına yardım etmek, fedakarlık yapmak, zekat vermek, kötü durumda olana yardımcı olmak. Yani yardımlaşmak, empati yapmak, kendinden önce başkalarını düşünmek. Bunlar ahlaklı hareketlerdir. En azından toplum ve din böyle söylüyor. Bunun tersine de kötülük diyoruz, bencillik diyoruz.
Kendin için çalışmak, kendi menfaatini düşünmek, bazen yalan söylemek, başka insanları sömürmek kötü hareketlerdir ve ahlaksızlıktır. İyi de kendi çıkarıma hizmet etmek, yani kendimi düşünmek, kendim için uğraşmak ahlaksızlıksa ne yaparsam yapayım ahlaksızlık yapmış olacağım. Çünkü ben başkalarına iyilik yaparken de, yani ahlaklı davranırken de bir bakıma kendime fayda sağlıyorum.
Ya vicdanım rahatlıyor, ya ego tatmini yaşıyorum, ya toplum tarafından iyi biri gibi görülüyorum yani saygı duyuluyorum. Her türlü bir şekilde kendime fayda sağlamış oluyorum. Ben açık açık kendime fayda sağlayınca bu kötü oluyor fakat araya başka bir insan koyunca dolaylı yoldan gizli bir şekilde, hatta kendim farkında olmadan kendime yardım ettiğim zaman ahlaklı oluyor. Bugün öyle bir konuma geldik ki karşılık bekleyerek iyilik yapmak bile bir bakıma iyilik olmaktan çıktı.
Çünkü iyilik yap, denize at mantığıyla bakıyoruz. Karşılık bekleme, kendini düşünme, sadece iyilik yap. Peki bu mümkün mü? Biz en azından bir teşekkür istiyoruz değil mi? Takdir edilmek istiyoruz veya yaptığımız şeyin iyilik olduğunun bilinmesini istiyoruz. Bir fedakarlık yapıyoruz ve bu fedakarlığı yaptığımızı insanlar bilmeli, bir işe yaramalı. Öbür türlü yaptığımız iyilik bile bizi çok da memnun etmiyor. Yani her ne kadar sağ elin verdiğini sol el görmesin desek de bir bakıma böyle yaşamıyoruz. Çünkü bir kahramanlığı kahramanlık cezbeder. O kahraman kendisini insanlar için feda ediyor gibi görünür, savaşlara girer, kendini riske atar fakat bir yandan da kahraman olmak istiyordur. Veya tabiatında kahraman olmak vardır, adam tabiatına boyun eğiyordur. Yani kahramanlık yolunda koşuyordur. Veya bir politikacı ya da devlet lideri.
24 saat halkı için çalışıyor gibi görünür. Bütün yükü sırtlanmıştır, fedakardır, gözleri torba torba olmuştur ama o adam bir bakıma lider olmak için, kahraman olmak için uğraşıyordur. Yani kendisi için çalışıyordur. Bir anne çocuğu için her şeyi feda ediyordur, saçlarını süpürge ediyordur. Burada gerçekten bir fedakarlık vardır fakat bunu yaparken bir yandan da ben nasıl bir anneyim, saçımı süpürge ettim, ben gerçekten iyi bir anneyim, ne anneler var.
Millet cami avlusuna bırakıyor, çocuğunu satıyor, dilendiriyor, ben bunu yapmıyorum diye düşünüyordur. Çocuğu en ufak bir karşılık verdiğinde, kavga ettiklerinde ben şunu şunu yaptım senin için falan diyordur. Çünkü insan yapısı böyledir. Bütün hareketlerimizde esasen böyle davranıyoruz fakat bunu kabul etmediğimiz zaman doğru görünmüş oluyoruz. Yani ben kendi çıkarıma içten pazarlıklı bir şekilde iyilik yapıyorum dediğiniz zaman bu pek de takdir görmüyor. Ama ben kendimi adadım, ben sadece insanlığı düşünüyorum dediğiniz zaman takdir ediliyorsunuz. Peki bu kötü niyetini veya çıkarcılığını en iyi gizleyenler kimdir? Mesela en iyi yalancı hangi yalancıdır? Yalan söylediğinde yakalanmayan yalancıdır. Çünkü birisi eğer yalan söyleyince yakalanıyorsa zaten iyi bir yalancı değildir. Yakalandığı için söylediği yalan da pek işe yaramamıştır. Yani iyi bir yalan söyleyememiştir. Ama en iyi yalancı, en iyi sahtekar hiçbir zaman sahtekarlığı veya yalanları ortaya çıkmayan kişidir. Dolayısıyla en doğru görünmeyi başaran kişidir. Yani en doğru, en ahlaklı, en dürüst görünen insan esasında en yalancı, en şerefsiz, en ahlaksız insan olabilir. Ki genellikle de böyle olur zaten. Değilse bile bilme şansımız yok.
Yani yaratılmışların en iyisi diye lanse edilen bir kişi pek tabi dünyadaki en üçkağıtçı, en sahtekar kişi de olabilir. Platon adil bireylerin adil toplumu oluşturduğuna ve her ikisinin de üç ana erdem tarafından yönlendirildiğine karar vermişti. Ölçülülük, bilgelik ve cesaret. Her üçü bir arada olduğu zaman dördüncü erdemle sonuçlanacaktır ki buna da adalet diyoruz. Neticede adaletsizlik de ahlaksızlık demektir. Yani haksızlık demektir.
Dolayısıyla adalete giden yol da ahlaktan ve erdemlerden geçer. Fakat erdemlere ulaşmak herkesin yapabileceği bir şey değil. Yani diğer bir değişle herkes erdemli olamaz. Dolayısıyla herkes ahlaklı da olamaz. Bu durumda ahlak kaliteli insanların sahip olduğu bir erdem olmaktan ibarettir. Şimdi insanı eğer hayvanlardan ayıran şey bilinciyse veya ruhuysa bu durumda bu ruh, bu bilinç bir hediyedir. Ve bu hediyeyi iyi kullanmak gerekir. Yani insan gibi yaşamak gerekir. Öbür türlüsü israf olacaktır. Öte yandan insanda bir özellik daha vardır. Bu da keyfi bilmektir. Yani hazlı almaktır. Yaşadığın şeyin iyiliğini ve kalitesini idrak edebilmektir. Bu durumda da madem insanız ve insana özel bir hazlımız var, hazcı yaşamak gerekir. Ki buna da hedonizm deniliyor. Hedonizm ahlakı şöyle temellendirir. Her şeyden alabildiğin kadar verim al ve her şeyi yapabildiğin kadar iyi yap.
Niçin her şeyi çok iyi yapacağız, niçin haz alacağız? Çünkü hayata bir kere geldik ve bunu kötülüklerle veya kederle heba etmek pek de mantıklı değil. Aynı zamanda bu da hayatın israfı olacak. Dolayısıyla hayatını kaliteli yaşayacaksın. Mesela bunu bu güne vurursak dünyayı gezeceksin, paranı sigaraya alkole değil de kültürlenmeye bir şeyler görmeye adayacaksın vs. Yani hayatını dolduracaksın.
Bu epikürcü mantıklı ve epikür yaşadığı döneme göre en azından son derece hazcı yaşıyordu. Bir de bunların tersi var. Klinikler var. Klinikler der ki insan bir iradeye sahiptir ama aynı zamanda bu iradeyi terbiye etme özelliği de vardır. Biz bu iradeyi terbiye edersek ahlaklı ve erdemli oluruz. Terbiye edemezsek vahşiyleşmiş oluruz. Dolayısıyla insan vahşiyleştirecek şeylerin peşinde koşmamalı yani güç, şöhret, para bunlar önemsizdir. İnsan sadece doğal bir yaratıktır ve doğası gereği yaşamalıdır ve insan elini eteğini dünyevi zevklerden çekmelidir. Ki bir bakıma dünyevi zevkler bize ait özellikler ama biz bunları reddediyoruz bu mantığa göre. Ve gerçekten de bunu yaptılar yani bu sadece lafta kalmadı. Sokakta yaşadılar, dilenci gibi hayat sürdüler, hiçbir zenginlik, hiçbir konfor görmediler ve bundan keyif aldılar. Bu da garip bir şey. Diyojen hikayesi vardır İskender ile isteyenler aratabilir.
Bu kliniklerin bizim daha iyi bileceğimiz versiyonu şöyledir. Skyrim’de veya Game of Thrones’da bazı dizi ve oyunlarda hep septimler vardır. Yani hayatını tanrıya adamış, entariyle gezen, hiçbir şey yiyip içmeyen fakir fukara görünen tipler. Ama son derece yobazlar ve bağnazlar. İşte bu kafa kliniklerden geliyor. Ama kliniklerin tek özelliği adamlar yobaz veya bağnaz değillerdi. Bunun daha da ileri versiyonu asketizmdir. Yani komple artık zevk almayı bıraktık, acı çekerek yaşamaya çalışıyoruz. Acıyla kendimizi terbiye ediyoruz ve her acıyla daha da güçleniyoruz. Bunlar da bir bakıma Ahmet Yesevi gibi kendilerini dergahlara kapatan, belli bir yaştan sonra hayattan komple vazgeçen ve sadece ibadet yapan insanlardır. Uzakdoğu’da bunlar çok yaygındı, bize de tasavvufla geldi. Ama işte bunlar da farklı ahlak yapıları olduğu için tek tek anlatmak istemiyorum. Zaten mantığı anlamışsınızdır.
Ahlak dediğimiz şey beraber yaşamakla birlikte. Aynı zamanda yaşarken hayattan keyif almak, hayatını en iyi kullanmak, belki başkaları için fedakarlık yapmak, belki kendi uğrunda bir şeyleri başarmak. En olmadı Tanrı uğrunda Tanrı ne istiyorsa ona göre yaşamak ve kendini bu sefer başka birisi için değil de Tanrı için feda etmek vs. vs. Çok geniş bir yelpaze var ve hepsini anlatma şansım yok. Ben burada işin basit mantığını anlatayım, kapıları açayım en azından hangi akımları, hangi kişileri araştırmak gerekir. Bunu öğrenmiş olursunuz ve ahlakı kendi kendinize oluşturursunuz çünkü ahlak kişinin beğenindedir. Gerçi ahlak toplumdadır ama ahlakın temsil ettiği değer ve etik ahan da buradadır. Ahlak o kadar ortada bir şey ki bunu istediğimiz şekilde yorumlayıp ahlaklı bir şeye ahlaksızlık, ahlaksız bir şeye de ahlaklılık diyebiliyoruz.
Mesela bir şeyin ahlakiliği onun hissettirdiği şeyle alakalıdır dersek ve iyi olan şey iyi hissettirir, kötü olan şey de kötü hissettirir. Dolayısıyla iyi hissettiren şeyler ahlaklı, kötü hissettirenlerse ahlaksızlıktır dersek bu durumda ahlakı iyi ve kötü ile sınırlandırmış oluyoruz. Bu iyilik ve kötülük de tabi ki bizde yarattığı mutluluk veya mutsuzlukla bağlanacak ve beni mutlu eden şey ahlakidir, iyidir.
Beni mutsuz eden şeyse kötüdür, ahlaksızlıktır diyeceğiz. Peki mutluluk veya mutsuzluk neyle bağlantılı? Haz almakla veya acı çekmekle. Dolayısıyla ahlakı dolaylı yoldan haz almaya, acı çekmeye ve duygulara atfetmiş olduk. E iyi de madem öyle madem ahlak benim duygularıma kaldı benim duygularım sapıtmış olabilir. Mesela ben birini öldürmekten aşırı keyif alıyor olabilirim. Affedersiniz, orgazm oluyor olabilirim yani birisini öldürmek hayattaki en büyük zevkim olabilir.
Bu zevk beni mutlu edecek, dolayısıyla iyi olacak, iyi olduğuna göre de ahlaklı olacak. Peki bu durumda ne yapacağız? Buna şöyle bir eleştiri getirilebilir. Tamam sen çok zevkalı olabilirsin ama öldürdüğün kişi de çok fazla acı çekiyor, ölüm korkusu yaşıyor, hayatı son buluyor yani o daha büyük bir zarara uğruyor. Sen 5 birim fayda edindiysen o 6 birim veya 11 birim zarar edindi.
Dolayısıyla buradaki zevki veya hazzı iyi veya kötü kıyaslarsak onun yaşadığı şey daha kötü. Dolayısıyla yapmış olduğun şey ahlaksızlık. E peki ben bu adam uyuyorken yani hiçbir şeyden haberi yokken onu öldürürsem, öldüğünü bilmezse, acı çekmezse, bu durumda buradaki tek etken benim aldığım zevk olacak ve bu durumda birisini öldürmek eğer haberi yoksa ahlaklı bir şey olacak.
Burada fark ettiyseniz ahlakı iyi ve kötüden aldık ve faydalı olup olmamasına yani aradaki birim farkına getirmeye başladık. Bunu da şöyle örneklendirebiliriz. Mesela ben aşırı fakirim, fakirlikten ölüyorum, hayatım gerçekten berbat ve yakın bir yerde bir adam var, felaket zengin. Adamın 100 tane altın külçesi var yani para içinde yüzüyor.
Ben oradan bir külçe çalsam hayatım kurtulacak, felaket yükseğe erişeceğim ve çok büyük fayda kazanmış olacağım. Ama o adam en fazla yüzde bir kaybetmiş olacak yani o adamdan mal çalmam onu pek de etkilemeyecek. Bu durumda benim edineceğim fayda o adamın edindiği zarardan daha büyük olacak ve hırsızlık yapmam yani zenginden çalmam ahlaklı olacak. Yani ahlak bu kadar problemli bir konu ve ahlak üzerine konuşmaya başlayınca çıkmaza giriyoruz. Çıkmaza girince de yine felsefi olarak yorumlamaya başlıyoruz. Başka açılardan bakıyoruz, başka örnekler veriyoruz ve işi bir bakıma değiştiriyoruz. Bunu nasıl yapıyoruz? Kendimizden çıkıp her şeyi topluma yorumlayarak yani sadece ben yaparsam değil herkes yaparsa nasıl olur mantığıyla yola çıkarak. Bunu da şöyle özetlendirebiliriz. Yani bunun felsefesi şöyledir.
Bazı hazlar diğer hazlardan daha yüksektir ve bazı erdemler diğer erdemlerden de daha büyüktür. Peki bunlar hangileridir? Mesela kendime çalıştığım, kendime hizmet ettiğim bir erdem bütün topluma hizmet ettiğin bir erdemden daha ufaktır çünkü faydası daha ufak olacaktır. Veya sadece kendim aldığım haz çok bir şey değiştirmez. Ama bütün toplum haz alırsa yani bütün toplum iyiye maruz kalırsa bu daha yüksek bir şeydir, daha büyüktür.
Bu bir bakıma fedakarlıktır çünkü bir tek kendinizi değil herkesi düşünmüş oluyorsunuz. Ama aynı zamanda topluma genel bir fayda kazandırdığınız için de yüksek hazlara ve yüksek erdeme erişmiş oluyorsunuz. Çok klasik bir mantıktır aslında. İş yine faydacılığa bakıyor, fedakarlığa bakıyor. Bunu da şöyle anlatabiliriz. Mesela çoğunluk için azınlık feda edilebilir.
Bir ülkeyi fethetmek için, halkını daha zengin etmek için vs. çeşitli sebeplerle küçük bir topluluğu ezmek, onlara katliam yapmak, onları savaşa gönderip öldürtmek veya belirli bir kesimi komple fakir bırakıp başka bir kesimi yükseltmek eğer önemli ise ahlaklı olabilir. Duruma, koşullara ve toplumdaki statüye göre bu değişecektir. Elitlerin, generallerin veya diplomatların daha iyi bir hayat yaşamaları için bazı insanların köle olması normaldir.
Veya bir generalin savaş kazanabilmesi için, bazen bilerek yanlış taktiklerle düşmanı kandırması için gereksiz yere adam feda etmesi yani milleti öldürmüş olması normaldir, ahlakidir. Çünkü sonuçta iş bittikten sonra daha büyük bir kazanç getirecektir. Burada da faydacılığı sonuççu etiğe götürmüş oluyoruz. Bu sonuççulukta da bu sefer yaptığımız her şeyi eleştirmek gerekiyor. Tamam, biz bir ülkeyi fethetmek için 10.000 kişiyi ölüme gönderdik.
Bu 10.000 kişi ölecek ama 10 milyon kişi bundan fayda sağlayacak. E o 10.000 kişi içinde Newton gibi süper zeka bir adam varsa veya mükemmel bir filozof varsa yani yaşasaydı daha büyük faydasız olabilecek birisi varsa bu durumda ne olacak? O adamı göndermeseydik yerine başka bir asker bulabilirdik. Bu durumda bir yandan fayda sağlarken diğer taraftan da zarar elde etmeye başlamış olduk.
Yani bir bakıma yine general ve asker arasındaki ayrıma gidiyoruz çünkü ahlakı ve değeri yüklenilen göreve, mesleğe ve kişinin değerine atfetmiş oluyoruz. 10.000 kişi yine ölsün ama bu önemli kişiler ölmesin. Filozof veya çok iyi bir doktor, çok iyi eğitim almış birisi veya bir politikacı ölmesin. Zaten ölecek adam buluruz ama bu adamları bir daha bulamayız.
Bu kafayla baktığınız zaman da ayrımcılık yapmış oluyorsunuz, bir kesimi diğerinden üstün görmüş oluyorsunuz ve esasında bu da ahlaksızlık oluyor. Ahlak neden bu kadar problemli bir konu? Çünkü ahlak bir ütopya. Mutlak bir ahlak yok. Evrensel bir ahlak yok. Kesinlikle geçerli olabilecek bir ahlak yok. Hangi hareketi ele alırsak alalım bunu topluma atfettiğimizde veya ahlaki açıdan ahlakı eleştirdiğimizde felsefe mantığıyla baktığımızda yine bunun içinde bir ahlaksızlık buluyoruz.
Çünkü şunu şunu yapmak ahlaklıdır ve doğrudur dediğimiz hiçbir sistem, hiçbir yöntem gerçekte işe yaramıyor. Belirli bir süre için yarasa bile zamanla bu değişiyor. Mesela görev ahlakına göre yalan söylemek kötüdür, etik değildir. Aynı zamanda dine göre de yalan söylemek günahtır. Yani iyi bir şey değildir. Ama bazen doğruyu söylemek yalan söylemekten daha büyük zarar getirir. Yani bazen faydacılık mantığına göre yalan söylemek zorundasınızdır.
Pembe yalanlar, beyaz yalanlar, karşımızdakini mutlu eden yalanlar veya söylenmese de olacak şeyler. Bir tek yalan söylemek değil, bir şeyleri eksik anlatmak da yine etik dışıdır. Ama eğer fayda sağlıyorsa ve işe yarıyorsa bu durumda yalan söylemek, çarpıtmak, eksik anlatmak faydacılık mantığına göre ahlaklı olabilir. Peki bunu bütün topluma yorumlarsak ne olacak?
Mesela ben annemi veya kız arkadaşıma veya birisine sırf üzülmesin diye, kiloluysa bile zayıfsın, güzel görünüyorsun dedim. E bunu herkes yaparsa ne olur? Bu durumda herkes birbirine sırf üzülmesinler diye yalan söyler. Ve bir süre sonra kimse kimseye güvenemez. Kimse kimsenin söylediği şeylere inanmaz ve huzursuz bir şekilde yaşamaya başlarız. Çünkü doğru ne, gerçek ne bir türlü anlayamayız.
Ama eğer toplum böyle bir şeyi kabul etmiş olsaydı, yani şu şu durumlarda yalan söyleyebilirsiniz demiş olsaydı, bu durumda yalan söylemek ahlaklı olacaktı. Çünkü ahlak toplumun değer yargılarıdır. Bunun tam tersi de The Invention of Lying filminde olduğu gibi sürekli doğruyu söylemek. Hem de gereğinden fazla doğruyu söylemek. Her gördüğünüze sen şişmansın, sen salaksın, senin saçın şöyle böyle demek ve kalp kırmak ama doğruyu söylemiş olmak. Herkesin her konuda gerçeği bilmesi.
Bu durumda her gün kalbimiz kırılacaktı, kimseyi tam olarak sevmeyecektik, fazla dürüstlük, düşmanlık yaratacaktı ama en azından doğru yapmış olacaktık. Ve eğer toplum bunu kabul etseydi, yani herkes her koşulda sürekli doğru söylemeli, hiçbir şekilde yalan söylenmeyecek deseydi, bu ahlaklı olacaktı. Yani patavatsızlık, hadsizlik veya karşındakini incitici konuşmak en ahlaklı davranış olacaktı. Ama diyelim ki bir katil içeri girdi ve bana şu kişinin yerini söyle, çocuğun nerede, annen nerede vs. dedi. Bu durumda ne yapacağız? Yalan söylemek ahlak dışı, ben en iyisi doğruyu söyleyeyim, o öldürüyorsa öldürsün beni bağlamaz mı diyeceğiz? İnsan türü kabilesini koruma içgüdüsüyle yaşar ve yalan söyleyerek gelişmiştir. Yani öyle her koşulda doğruyu söyleyelim, hiçbir şekilde sahtekarlık yapmayalım demek bize faydasından çok zarar getirecektir.
Yani bu faydacılık anlayışında pek de bir fayda yoktur. Hayat her zaman siyah ve beyaz kadar basit değil, bu yüzden bazen şu durumda iyi olan şey bu durumda kötü olabilir ve bu da bizi gri bir ahlak yapısına götürür çünkü ahlak ikisinin arasındadır. Mesela diyelim ki ben çok iyi silah yapan biriyim, buna hakikaten yeteneğim var ama tövbe ettim yapmıyorum. Silah yapmaya karşıyım, insanların öldürülmesine karşıyım, savaşa karşıyım, tamamen karakterim bu. Son derece humanistim yani ama bir gün ülke müşgal edildi ve beni ele geçirdiler. Bir tane de komşum var, onu da aldılar ve bizi esir kampına götürdüler. İçimizden birisinin silah yapmak için kullanacaklar yani fabrikada silah yapacağız. Şans eseri komşum da gerçekten iyi silah yapan birisi yani yeteneği var. Bu durumda ben ne yapmalıyım? Benim tabiatıma, etik anlayışıma ve kabullerime göre silah yapmam son derece yanlış. Ama ben silah yapmazsam o adamı alırlar ve o gayet patır patır silah yapar ve binlerce insan o adamın yaptığı silahlarla öldürülür. Yani benim burada geri çekilmem, bir bakıma kötülük yapmam demektir. Burada faydacılık mantığına bakacaksak ne yapmam lazım? İşi kabul edeceğim fakat sallana sallana yapacağım. Yani çok iyi bir şekilde yapmayacağım, yavaş yapacağım, problem çıkaracağım. Benden 100 tane silah bekleniyorsa 50 tane yapmış olacağım. Bakın hem yalan söylüyorum, işime eksik yapıyorum hem de tabiatıma ters olan bir iş yapıyorum. Ama bunlar yine de ahlaklı. Etik dışı ama ahlaklı. Bazen iyi bir şey yapıyoruz ama kötü bir sonuç veriyor bazense kötü bir şey yapıyoruz ve iyi bir sonuç veriyor. Çünkü biz tamamen ne olacağını bilemiyoruz. Şöyle bir örnek vereyim. Mesela yürüyorsunuz ve uçurumun kenarında sallanan bir çocuk gördünüz. Düştü düşecek. Çocuğu kurtarma şansınız var, bu son derece iyi bir şey. Yardım etmiş oluyorsunuz. İyilik yapmış oluyorsunuz, sevap kazanmış oluyorsunuz, hayat kurtarıyorsunuz. Ve belki çocuk size minnettar olacak, birçok fayda sağlanacak ama aynı zamanda çocuğun ileri de çok kötü olma ihtimali de var. Siz çocuğu kurtardınız, iyilik yaptınız ama çocuk büyüdü, çocuk tecavüzcüsü oldu. Seri katil oldu. İnsanların kafasını kesti, yapmadık şeyi bırakmadı.
Bu durumda çocuğu kurtarmış olmanız gelecekte daha büyük zarar getirmiş olacak. Siz bunu bilmiyordunuz, nereden bilecektiniz? Çocuğa yardım ettiniz ve başınıza iş almış oldunuz. İyi niyetle bir şey yaptınız fakat kötü sonuçlar verdi ve bu çoğu zaman böyle. Çünkü çok güzel bir laf vardır. Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir. Hayat kurtarmak normal şartlarda ahlakidir fakat ileride şeytanaşacak birini kurtarmak bir bakıma ahlaksızlık olur.
Veya savaş durumunda düşmanınızı kurtarmak, düşmana yardım etmek yine ihanettir, yine ahlak dışıdır. Şuna ahlak dışı, şuna ahlaklı diyoruz ama şunu da söyleyeyim eğer dünyada tek kişi kalmış olsaydınız ahlak diye bir şey kalmış olmayacaktı. Çünkü kimse bir harekete ahlaklı veya ahlaksız diyemeyecekti. Kimse sizi yargılayamayacaktı. Ahlak bitecekti fakat etik devam edecekti. Çünkü etik kafamızın içinde, karakterimizde ve erdemlerimizde. Biz bir yere kadar yaptığımız şeylerin iyi veya kötü olduğu bilincine varıyoruz. Yani ya fıtrat ya vicdan diye bir şey var. Ama önceki videomda da söylemiştim bir seri katilin vicdanıyla normal bir insanın vicdanı arasında fark var. Dolayısıyla gerçekten doğru olan ne bunu bilmiyoruz. Ahlaklı hareket dediğimiz her şeye ahlakiliği biz yediriyoruz. Biz ahlakaatif ediyoruz ve bu ahlak sürekli değişiyor.
Öte yandan bireyin yaptığı işle toplumun yaptığı iş arasında da büyük bir fark var. Kendi başımıza yaptığımız şeyler bir yere kadar eleştirilebilir ama kendi yaptığımızı bütün toplum yaparsa bu durumda oturmak bile ahlaksızlık olabilir. Şöyle düşünün mesela ben iyi bir marangozum ama marangozluk yapmak istemiyorum. Başka bir iş yapmak istiyorum veya tembel tembel yatmak istiyorum. Bunu bir tek ben yaparsam problem değil çünkü illaki başka bir marangoz bulunur.
Ben burada kendi yeteneğimi israf etmiş olurum etik dışı davranmış olurum olur biter. Ama bunu bütün toplum yaparsa, otobüs şoförü otobüsü sürmezse, aşçı yemek yapmazsa, inşaatçı bina yapmazsa, diğer marangozlar çalışmazsa, polis polislik görevini ifa etmezse bu durumda ne yapacağız? Herkes bana ne kardeşim o yatıyor ben de yatayım derse ne olacak? Problem çıkacak. Bunun için tembelliği, işsizliği veya bir yeteneği israf etmeyi de ahlaksız diye adlandırıyoruz ki herkes işini efendi efendi yapsın. Yani bir bakıma şu Allah boş duranı sevmez lafı da buradan geliyor. Ne demiştik? Birine yardım etmek, zor durumda olanı kurtarmak, elimizdekini paylaşmak ahlakidir, iyidir, sevaptır. Neden? Çünkü kimse kimseye yardım etmezse, kimse kimseyle paylaşmazsa, herkes bir tek kendini düşünürse toplum ayakta kalamaz. Baktığınız zaman bütün bu hareketlerin sebebi yine her şeyi topluma vuruyor olmamız. Herkes bireyci olursa toplum parçalanacaktır ve hatta ayrışacaktır. Belki düşmanlık bile çıkacaktır.
Dolayısıyla içinden gelmiyor olsa bile görev mantığıyla, benden bu bekleniyor mantığıyla hem topluma ayak uydurmak hem de tanrıyı memnun etmek adına iyi olmak zorundasın. Görevini yerine getirmek zorundasın. Bu görevi de tabi ki ya din ya da toplum kuralları belirleyecektir ve kendi başına düşünmeni veya çok fazla sorgulamaya gerek kalmayacaktır. Bunun Rahmanlı versiyonuna erdem etiği diyoruz.
Normalde sevapçılıkta bir tek iyilik yapmak, çıkarını gözetmek, cenneti kazanmak adına iyilik yapmak vardı fakat erdem etiğinde durum değişiyor. Kendim için değil, cennet için değil, Allah öyle istediği için iyilik yapmalıyım. Doğrusu bu olduğu için iyilik yapmalıyım. Benden beklenen şey bu olduğu için iyilik yapmalıyım. Yani kendim için değil, kendi isteklerime göre değil, daha büyük bir isteğe göre yaşamalıyım.
Fakat bunun problemi şu, burada Tanrı’nın ahlaklıysa sen de ahlaklı oluyorsun. Yani Tanrı’nın iyi şeyler istiyorsa iyi şeyler yapmış oluyorsun. Belki de inandığın dindeki Tanrı mangalcıdır, herkesi yakıyordur, sadece ona inanıp inanmadığına bakıyordur veya kafa kesmeyi meşru kılmıştır, sana başka toplumları fethetmeni emrediyordur. Bu durumda ne yapacaksın? Bizim kötü diye adlandırdığımız köleciliği, cinayeti ve benzeri şeyleri Tanrı adına ahlaklı bir şekilde yapmış olacaksın.
Hatta bu uğurda kendi canından bile vazgeçeceksin çünkü bu o kadar erdenli olacak. Anlayacağınız ahlakı dine bağlamaya çalıştığımız zaman pek de bir şey çözmüş olmuyoruz. Çünkü yine o dinin ahlakını ahlaklı yapmış oluyoruz. İş sakıza dönüyor ve kendimizi kandırmış oluyoruz. Çünkü ahlak dini bir şey değildir, toplumsal bir şeydir. Toplum neye ahlaklı diyorsa o ahlaklıdır ve hatta toplum dini bile böyle seçer.
Her din her toplumda ayakta kalmaz. Köleci bir toplum köleciliği emreden bir dini kabul edecek. Veya pedofili bir toplum çocuklarla evlenmeyi emreden bir dini kabul edecek. Cihatcı bir toplum cihat yapmayı emreden bir dini kabul edecek. Çünkü din toplumuna göre şekillenmiş olacak. Mesela poligami yani çok eşli olmak Avrupa’ya göre şu anda ahlaksızlık, etik bir şey değil. Ama İslam topraklarına göre son derece normal.
Hatta kendinize harem kurma hakkınız bile var. Paran varsa bakabiliyorsan 20 tane cariyi alabiliyorsun. Bu kültürle alakalı. O toplum onu kabul etmiş. Ve bugün Avrupa poligamiye belki de ahlaksızlık diyor olabilir ama çeşitli koşullarda poligamiyi gerekli bile görebilir. Mesela diyelim ki savaş oldu. Ülkenin erkeklerinin onda dokuzu öldü. Yani kadın nüfusu çok ama erkek nüfusu azınlıkta kaldı. Ve sayı düştü. Ülke güçsüz oldu.
Bu durumda ülkeyi toparlamak nüfusu arttırmak için ne yapmak lazım? Bir erkeğin mecburi olarak birçok eş alması lazım. Bir kadın yılda bir kere doğurabilir. Daha fazlası olmaz ama erkek her gün birini hamile bırakabilir. Bu durumda erkeğin çok eşli olması, çok çocuk yapması, devlet adına bunu başarmış olması ahlaklı olacaktır. Ve hatta fedakarlık olacaktır. Bir erkeğin bunu kabul etmeyip hayır ben bir kişiyle yaşayacağım demesi ahlaksızlıktır.
Terbiyesizliktir hatta suç bile olabilir. Buna vatan hainliği bile derler. Ya da bunu şöyle ahlaki olarak yorumlarlar. Her kadının anne olma hakkı var. Dolayısıyla şu anda erkek azınlıkta yani 10 erkeğin 9’u öldüyse 10 kadının da 9’u boşta mı kalsın? Ne gerek var? Bunları hamile bırakıp çocuk sahibi etmek, onlara bu imkanı tanımak ahlaki bir şeydir. İyilik yapmaktır ve toplum adına bunu yapmak gerekir. Bir kadının bunu kabul etmemesi de ayıptır, suçtur. Böyle bir durumda çok eşli olmamak hem faydacılık mantığına göre zararlıdır hem de fedakarlık yapmadığınız için erdemsizliktir. Maki Dössat şöyle der, Hiçbir eylem yoktur ki ahlaksızlık veya suç olarak adlandırılsın. Sadece eylem vardır ve o eylemi iyi veya kötü diye etiketleyen bir toplum vardır. Olay bundan ibarettir. Bunu da şöyle örneklendirebiliriz. Mesela bizim toplumda adam öldürmek kötüyse suçsa başka bir toplumda kelle sayısı yani kaç kişiyi öldürmüş olduğunuz övünülecek bir şey olabilir. Fark ettiyseniz şimdiye kadar ahlakı hep fedakâr olmakla, başkalarına iyilik yapmakla, başkalarını düşünmekle yani topluma uğraşmakla ilişkilendirmiştik. Fakat böyle olmak zorunda mı? Yani bir şey niye iyidir? Çünkü doğaldır. Doğal olan şey iyidir, öyleyse iyi olmak, ahlaklıdır vesaire diyorlar.
E iyi de kötülük de doğaldır. Kötülük de var doğada. Hayatta bir çok zorluk var, bir çok kötülük var. Burası cennet değil ki bir tek iyi olalım. Burada kötülük de doğal. Dolayısıyla etiği ve ahlakı kötülükle birleştirmekle mümkün. Mesela Makevel’i, zafere giden yolda her şey mübahtır demişti ve bir kişinin yönetimi ele almak için veya idealin başarmak için gerçekleştirmek için her şeyi yapması gerektiğini söylemişti. Çünkü Makevelist anlayışa göre kişi hayattaki en değerli şeydir. Bu dünyada bir tek sen varsın, o görüntüyü, o hayatı bir tek sen tecrübe ediyorsun ve bir tek kendi gözlerinden bakıyorsun. Yani doğal olan şey esasında kendi çıkarına hizmet etmen demek. Niye sürekli başkaları için yaşıyorsun ki? Başkalarının hayatını görmüyorsun ki? Başkaları seni sürekli takdir etmiyor ki? Çoğu kişiye iyilik yapıyorsun ve umrunda bile olmuyor, nankörlük yapıyorlar.
Çoğu kişiye yardımcı olmaya çalışıyorsun, başına bela alıyorsun. Çoğu kişi sana zarar vermeye çalışıyor. Çünkü onlar da bu hayatı kendi gözlerinden görüyorlar. Öyleyse akıllı olacaksın ve bir tek kendin için uğraşacaksın. Daha önce galiba ölüm videosuydu, orada anlatmıştım. Eğer komşun varsa ve sömürebiliyorsan onu sömür çünkü sen sömürmezsen komşun seni sömürmeye kalkacaktır. Bu durumda erken davran ve kârlı çık demiştir. Ve bunlar da erdendir. Yani doğruyu bilmek, ileriyi görmek ve uyanık olmak. Bir bakıma makyabîrist erdemler anti erdem gibidirler çünkü 2003 bin yıldır öğrendiğimiz şeylere tamamen terstirler. İyilik niye erdemli? Çünkü Tanrı iyiydi diyoruz. Tanrı mutlak iyidir, merhametlidir ve Tanrı gibi olmak lazımdır. E iyi de, kötülüğü de Tanrı yaratmıştır, şeytanı da O yaratmıştır. Öyleyse kötü olmak da erdemdir, kötü olmak da doğaldır.
Bugün herkes konfor ister, rahat ister, güzel bir hayat olsun ister, övülmek ister, yani kıymet görmek ister. Kimse vay efendim ben geri zekalı olayım da ben fakirlikten öleyim de demez yani. Makevelist anlayışa göre eğer bunu diyorsanız yani kendinizi feda etmeye veya kuyruk olmaya meraklıysanız zaten öz saygınız yok, zaten yüksek zekalı değilsiniz veya ahlaklı karakterli bir adam değilsiniz eziksiniz demektir.
Kendini keşfeden bilge bir adam sadece kendini düşünecektir ve en doğrusunu da kendi bileceği için kendi bildiğini yapacaktır. E herkes bu kafada olursa ne olacak? Bu durumda sürekli politika yapmak, sürekli diplomasiyle oynamak ve karşınızdakini kandırmak zorunda kalacaksınız. Çünkü ahlaklı ve doğru olan bu olacak. Savaşta bir anlaşma yaparsınız ve anlaşmayı bozarsınız.
Tuzak kurmaya başlarsınız, ateş kes esnasında saldırmaya başlarsınız ve karşınızdaki nigafil avlarsınız ve savaşı kazanmış olursunuz. Savaşı kazandıktan sonra da kahraman olacaksınız ve kimse vay efendim sen böyle bir taktik yaptın demeyecek. Çünkü önemli olan hangi sonuca ulaştırınız olacak. Hani bir laf vardır ya düşmana merhamet vatana ihanettir diye aynen o mantık. Siz bir anlaşma yaptınız ve şerefli bir şekilde anlaşmayı uydunuz ama karşınızdaki bunu yapmadı, oyun çevirdi, gafil avladı ve savaşı kaybettiniz. Bu durumda hem enayi olacaksınız hem de kaybeden taraf olacaksınız ve kimse hakkınızda iyi konuşmayacak. Dolayısıyla ihtimalleri erken görmek lazım ve işi garantiye almak lazım. En kötü ihtimallere göre hazırlık yapmak lazım ve yapabiliyorsak karşınızdakini kandırmak lazım. Bunu ben demiyorum, makeveli diyor, pek de sevdiğim bir adam değildir ama böyle bir erdem anlayışı da vardır. Özetle makevelist anlayış sonuççudur yani ne yaptığın değil hangi sonuca ulaştığın önemlidir ki birçok dinde tanrılar bile makevelisttir. Sizin ne kadar iyi olduğunuza hayatınız boyunca ne yaptığınıza bakmazlar. Benim gönderdiğim dine inanıyor musun inanmıyor musun ona bakarlar. Çok iyi kalpli bir kafir bile olsanız öldüğünüzde eğer hak dinde değilseniz cehenneme gidebiliyorsunuz.
Bu kafayla baktığınız zaman ulaşacağımız sonuç şu ki varoluşcular biraz bu kafada. Bize erdem diye öğretilen şeyler asıl erdemsizliktirler. Tıpkı en iyi yalancının yalanını ifşa etmemesi gibi ortaya çıkartmaması gibi. Bizi 2000 yıldır 2500 yıldır kendini feda et kendini başkalarına ada başkalarını düşün diyerek bunu erdemli diye satarak kandırıyorlar.
Fakat herkes kendi bacağından asılacak ve eğer toplum şartları müsaitse herkes ne istiyorsa onu yapacak. Gelenekler ve bize erdem diye öğretilen şeyler gerçek erdemin ve gerçek ahlakın önünde birer perdedir. Birer seddir ve bizi kandırırlar. Dolayısıyla bunları kaldırmak lazım. Başkalarını bırakıp kendi fikirlerimizle kendi mantığımızla sorgulayıp gerçeği bulmaya çalışarak kendi ahlakımızı oluşturmak lazım. Kimse bir başkasının erdem anlayışını veya ahlak anlayışını kabul etmek zorunda değil. Ki kimse öyle bir şey de yapmıyor zaten ama öyleymiş gibi davranıyor. Çünkü yeri geliyor size erdem diye kabul ettirilen bir şeyi kırıyorsunuz. Günah bildiğiniz bir şeyi yapıyorsunuz. Ben inanıyorum, ben müminim, ben Allah’a güveniyorum diyorsunuz ama hırsızlık, yalan, zina birçok şey yaşıyorsunuz değil mi? Yani işinize geldiği zaman çeşitli bahanelerle ama şu yüzden yaptım diyerek kendinizi haklı göstermeye çalışarak kötü diye adlandırdığımız şeyleri yapıyorsunuz. Hatta bu yaptığınız şeyleri onaylayacak, size hak verecek 5-10 tane adam bulursanız ve bunu bütün topluma yayarsanız bu durumda yaptığınız şey mutlak gerçek oluyor ve ahlaklı oluyor. Yani insanlar zaten kendini kandırıp duruyor ve bunu yaparken başka insanları da kandırıyorlar. Ve bu kandırılma bir kültür haline geliyor ve millet bazen yalan olduğunu bilse bile birtakım değerlere bağlanıyor. Ne demiştik? Kimse aynı hayatı yaşamıyor. Kimisi düşük zekalı doğuyu, kimisi yüksek zekalı doğuyu, kimisi zengin büyüyor, kimisi fakir, kimisi doğuda, kimisi batıda. Yani kimseye eşit hayatı yaşamadığı için kimseye eşit şekilde hitap edecek bir ahlak anlayışı da yok. Bu yüzden toplum ve ahlak sürekli değişiyor ve problemleşiyoruz. Öyleyse herkes kendi ahlak anlayışını oluşturmalı ve yapabiliyorsa bunu topluma kabul ettirmeli. Ama bunu yaparsanız da tabakalaşma oluşacak yani kast sistemi ortaya çıkacak. Çünkü bir kısım diğerinden daha iyi bir şekilde bunu başaracak ve üstün olacak. Yani ahlak ve erdem arasında seviye farkı yaşanacak. Bir kısım altta kalacak, diğeri üste çıkacak. Ve bu durumda üste olanlar altta olanları kullanmak zorunda kalacak. Mesela bir newton yerine 10 tane işçiyi öldüreceksiniz. Hangisini kurtarırdın diye sorsanız newtonu seçmek zorunda kalacaksınız. Çünkü 10 tane işçiyi her türlü buluyorsunuz. Ve üst tabakada olanlar azınlık olacağı veya kıymetli olacağı için alt tabakayı ezmeleri veya kandırmaları da bir bakıma ahlaklı olacaktır. Çünkü faydacılık mantığına göre bu daha faydacıdır ve sonuççu etiğe göre de sonuçları daha iyi olacaktır. Yani şimdiye kadar hep çoğunluk için azınlığın feda edilmesini ahlaklı görüyorduk. Ama artık azınlık için çoğunluğun feda edilmesi ahlaklı olacak. Biraz problemli ve kabul etmesi zor hatta şerefsizlik gibi görünen şeyler ama bir bakıma gerçekler. Ve bunları kabul etmek için de güç gibi, kararlılık gibi, kendinle yüzleşmek gibi şeyleri gerçekleştirmeniz lazım. Bir bakıma bu erdemlere ve yeteneklere de sahip olmanız lazım. Öbür türlü kendini sorgulamayan ve kendine tamamen dürüst davranıp da hatalarını görmeyen bir insan zaten bir bakıma bir ütopya içinde yaşayacaktır ve kendi yalanlarıyla kendini kandıracaktır. Gerçekten ahlaklı ve gerçekten erdemli olmak için, bir bilgi olmak için kötülüğü de iyiliği de iyi bir şekilde bilmek lazım. Çünkü bir tek iyiliği biliyorsak kötülüğü anlayamayız ve belki de kötülükteki iyiliği göremeyiz. Ve bir tek kötülüğü biliyorsak da bu sefer Sokrates’in cahil erdemine sahip olmuş oluruz. Ama gerçek bir bilge, bir tanrı veya üst insan bu ikisine de eşit açıdan bakabiliyor olmalı ve iyi ve kötüyü tamamen iyi bir şekilde ayırt edebiliyor olmalı. Yani Nietzsche’nin söylediği gibi iyinin ve kötünün ötesinde olmalı. Çok da güzel bir kitaptır. Okumanızı tavsiye ediyorum. Gerçek ahlaka ve gerçek erdeme ulaşmak için bütün erdemlere sahip olmak lazımdı ya, yine de yetmiyor.
Çünkü bütün bu erdemlere sahip olsanız bile yine de harekete geçmeyebilirsiniz. Yani üst insan olmayabilirsiniz. Nietzsche’nin bütün felsefesi buna dayanır, harekete geçmeye yönlendirir. Mesela tanrı öldü derken Hristiyanlığın tanrısını öldürüyordur. Çünkü insanlar sürekli hani şeytan beni kandırdı yoldan çıkardı der gibi Allah affeder, tanrı bilir, tanrı bir plan yaptı ben boyun eğiyorum dediler ve hiçbir şeyin sorumluluğunu almadılar. Başlarına kötü bir şey geldiğinde, kötü bir karar verdiklerinde fıtrattır, kaderdir dediler. Yani sorumluluğu tanrıya yüklediler ve Nietzsche tanrı öldü artık sorumluluk yükleyecek birisi yok artık kendinizle yüzleşme zamanı dedi. Çünkü her insan hakikatin dağına tırmanmak zorundadır ve gerçeği bulmak zorundadır. Herkes bunu başaramayabilir, bu tırmanış esnasında birçok kişi düşüp ölebilir ama en azından denemiş olacaktır. Ve bizi öldürmeyen acı güçlendireceği için de bir bakıma bu yolculukta kendimizi geliştirmiş ve doğruya daha da yaklaşmış olacağız. Yani başarmasak da problem değil, bir bakıma iş niyette bitecek. Başınıza gelen kötü şeylerde tanrıyı, toplumu, şeytanı veya çeşitli sebepleri suçlamayı bırakın. Kendiniz de yüzleşin çünkü ne yaşıyorsanız kendiniz yaşıyorsunuz ve başınıza gelen kötü şeyler kötü tercihlerin sonucudur.
Belki doğduğunuz aileyi ve ülkeyi değiştiremiyorsunuz ama hayatınız boyunca yükselme şansınız olacaktır. Bu şansları iyi değerlendirecek kadar aklınız veya erdeminiz yoksa da ahlak veya tanrı üzerine konuşmak haddinizde bile değildir. Yeterince güçlü olur ve kendinize de dürüst davranırsanız eğer gerçek ahlakın ne olduğunu anlayacaksınız ve bu durumda kimseyi ahlaksız olmakla suçlamayacaksınız. Çünkü ahlakı din ile temellendirmeyeceksiniz. Bunun bir yalan olduğunu görmüş olacaksınız çünkü bize göre ahlaklı olan şey başka bir toplumda ahlaksızlık olacak. Çünkü ahlak sürekli değişen bir şey olacak ve kesin bir doğrusu olmayacak. Ahlak bir ilüzyondur fakat bu ilüzyonu kırmak herkesin harcı değildir. Bu yüzden de kıramayanlar kendilerince birtakım yalanlar uydururlar ve doğrusu budur derler.
Bir bakıma Platon’un mağara alegorisi gibi ama zaten bunlardan başka videolarımda bahsettiğim için tekrar düşmek istemiyorum. Şöyle bir örnek vereyim son olarak mesela ahlaklı olmak nedir? Bir patronun işçiye iyi davranması, izin vermesi, onlara tatil yaptırması ahlaklı mıdır? Güzel bir hareket değil mi? Fakat bu hareket sonucunda kötü şeyler getirebilir. Mesela işçiler günde 10 saat çalışıyordu, şikayet etmiyorlardı bunu kabullenmişlerdi.
Ama onlara her gün 1 saat izin verdiniz ve hakları olmadığı halde buna alıştırdınız. 10 gün sonra bir gün onlara izin yaptırmadınız, 1 saat boşluk vermediniz. Normalde zaten izin yapma hakları olmadığı halde izin yapmak isteyecekler. Daha önce yaptıkları için buna alışacaklar ve tepki vermeye başlayacaklar. Hatta bu 1 saatlik izin için grev yapacaklar, size küfredecekler belki de işi bırakacaklar.
Bakın bir yardım ettiğiniz, iyilik yaptığınız ve elinizi verip bir bakıma kolunuzu kaptırmış oldunuz. Bu durumda yaptığınız iyilik sizin için kötülüğe yol açmış oldu. Yani rahat batmış oldu. Ki her zaman böyledir. İnsanları rahat bırakırsak illaki bir yerde sapıtırlar ama insanı sürekli meşgul edersek pek de problem yaratmazlar. Askerde bile böyledir. Askerde erleri boş bırakmıyorsunuz. Ya ot yolsunlar, ya taş boyasınlar toplasınlar, ya yatak düzeltsinler, ya bağcık bağlasınlar, sürekli bir iş yapsınlar. Çünkü askeri boş bırakırsak şikayete başlayacak, kendi arasında kavga edecek ve problem yaşanacak. İnsanı yönetmenin en kolay yolu onu meşgul etmektir ve en büyük ve kolay meşguliyet ise din ile uğraşmaktır. İnsanın alışa geldiği düzenden ve meşguliyetten koparılması, daha iyi veya daha rahat bir sisteme geçirilmesi ona batacağı için ahlaklı bir hareket bile olsa sonucunda ahlaksızlığa yol açacaktır ve bu her zaman için geçerli olacaktır. En yüksek ahlak bile bir gün içinden ahlaksızlığı çıkaracaktır. Çünkü neyin ahlaklı olup olmadığına biz karar veriyoruz. Ve bizler son derece ahlaksız ve kötü olan bir şeyi bile meşrulaştırabiliriz. Köleciliği bile mantıklı hale getirebiliriz. İnsan öldürmek kötüyken bunu Allah için veya cihat mantığıyla yapınca bunu sevap gibi gösterebiliriz.
Kadınları, kocalarını öldürüp kendimize cariye yapmayı mantıklı görebiliriz. Her şeyi yapabiliriz çünkü insanın aklı böyle çalışır ve insan sürekli yalan söylemeye ve kendini kandırmaya programlanmıştır. Bu mantıkla baktığınız zaman hani bugün derler ya Dinsiz bir adam annesine bacısına yan gözle bakar, bunlarda ahlak yoktur, ahlak din olmazsa olmaz, ahlakı bir tek dinle temellendirebiliriz vesaire. Bunu diyenler zaten ahlakı temellendirmediklerini hatta bir ahlaka sahip olmadıklarını kabul etmiş oluyorlar. Çünkü bunu söylüyorlarsa demek ki dinleri olmasaydı her türlü şeyi yapacaklardı. Ki yine yapıyorlar da pek fark etmiyor. Hani Giges’in yüzüğü muhabbetinde 20 kere anlattım onu hatırlayın zaten olay çözülecektir. Kant bununla ilgili şöyle der Hukuki olarak bir insan bir başkasına kötülük yaptığında eyleme geçtiğinde suçlu olur.
Fakat etik açısından baktığımızda bunu düşünmesi bile ahlaksızlıktır ve suçtur. Neden? Çünkü iyi ve kötü, doğru ve yanlış, tanrı ve şeytan buradadır. Bunu gördüğünüz zaman zaten birçok şey açıklığa kavuşacak. Hani Shutter Island da diyordu ya Ahlak diye bir şey yoktur. Benim vahşetimin senin vahşetini yenmesi vardır. Hangimizin şiddeti daha baskın gelirse o şiddet doğru olacaktır. Aynen böyle.
Toplumsal kurallar kalksa, hapise atılmak gibi idam edilmek gibi şeyler yok olsa ve vahşi ortamda karşı karşıya kalsak sizin yemekle aranızda olan tek şey ben olsam benim kafamı taşla ezip o yemeği alırdınız ki binlerce yılda bunu yaptık. Tıpkı Walking Dead de olduğu gibi. Herkesin içinde bir neagın vardır ama pek azı bunu fark eder ve fark edenlerinde pek azı bunu dizginleyebilir.
İster din, ister yasa, isterse toplum bunlar bizim vahşetimizin önünde birer zincirdirler ve bu zincirleri ne kadar kaldırırsak ahlak da o kadar kalkacaktır. Çünkü ahlak diye bir şey yoktur. Her neyse sanırım yeterince konuştuk. O yüzden şimdilik bu kadar. Ben Diamond.
Diğer videolarda görüşmek üzere.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir