Hz. Muhammed’in Çocukluğu ve Gençliği
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=0V3AWDjvK8M.
Önceki videolarda zaten Abdülmuttalib’in Abdullah’ı kurban etmeye kalkışması ama daha sonra fal oklarıyla ve kâhinin de yardımıyla 100 deve karşılığında Abdullah’ı kurtarması ve hemen ardından kutlama babında Abdullah’ı Amine ile evlendirmesi ve Muhammed Peygamber’in dünyaya gelmesi muhabbetine değinmiştim. Yani bakıldığında Muhammed Peygamber ile alakalı mucizeler bir tek onu değil anne baba hatta bütün toplumu da ilgilendiriyor. Zaten bakıldığında İslam’a göre Mekke kutsal bir şehirdir ve fil vakasında Ebrehe Mekke’ye geldiğinde Ebabil kuşlarıyla veya başka şekillerde zaten Allah Mekke’yi korumuştur.
Yani Peygamber ile alakalı mucize onun bütün toplumuna ve doğduğu şehre kadar sirayet etmiştir. Bu yüzden ben burada başka bir hikayeden bahsedeceğim. Yine Mekke ile alakalı Tüba adında bir hükümdar Mekke’yi fethetmeye geliyor ama edemiyor. İbn-i İsaak’ta şöyle yazıyor.
Tüba memleketleri gezmeye çıkmıştı. Bir gün Mekke’den iki gece uzaklıkta bulunan Cemadan bölgesindeki defa geldi. Burada oturmakta olan Hüseyin bin Müdrike kabilesinden bazı insanlar kendisine gelerek Ey kral! Sana altın, yakut, zebercek dolu bir ev gösterelim mi? Onu ele geçirir, bize de verirsin dediler. O da onur deyince o Mekke’de bir evdir dediler.
Tüba Kabe’yi yıkmaya kararlı bir şekilde yola koyuldu. Fakat Allah Teala ona öyle bir rüzgar gönderdi ki bu rüzgar onun ellerini ve ayaklarını büzdü. Vücudunda yarıklar açtı. Bunun üzerine beraberindeki Yahudilere bir adam gönderip onlara başıma gelen bu şey nedir diye sordu. Onlar bir şey mi söyledin dediler.
Tüba ne söyleyeyim diye karşılık verdi. Yahudiler yoksa gönlünden bir şey mi geçirdin diye sordular. Tüba evet şu gittiğimiz ev halkından bazı kimseler bana gelip o evin altın, yakut ve zebercekle dolu olduğunu söylediler. Ve beni onu yıkmaya ve içindekileri ele geçirip kendilerine de bir şeyler vermeye teşvik ettiler. Bu görüşlerine ben de katıldım ve onu yıkmaya kararlı bir şekilde yola çıktım dedi.
Beraberindeki Yahudiler ona o Allah’ın mukaddes evidir. Kim onu yıkmak isterse helak olur. Değince Tüba onlara içine düştüğün bu halden çıkış yolu nedir diye sordu. Onlar da Mekkelilerin yaptığı gibi o evi tavaf etmeyi, onu giydirmeyi ve ona kurban gönderip kesmeyi gönlünden geçir tavsiyesinde bulundular.
Devamında Tüba bunları yapıyor ve hatta neredeyse Müslüman oluyor. Kabeye bir örtü giydiriyor. Hatta Kabeye örtü giydiren ilk kişi oluyor ve başka başka şeyler. Yani bakıldığında zaten kim Mekke’ye saldırmaya gelse kaybediyor. Başka başka kaynaklarda bu Yahudiler Yahudi değil de Hanifler şeklinde anlatılır ve Hanifler burası Allah’ın Kureyş’ten peygamber göndereceği şehirdir derler.
Yani peygamberin zaten Kureyş’ten geleceği belliymiş gibi bir aktarım yaparlar. Yani daha Muhammed adını vermediğimiz halde onun peygamberliğinden bahsetmek dahi bütün bir orduyu helak etmeye ya da Müslüman yapmaya yetiyor.
Zira Muhammed peygamber normal bir peygamber değildir. Hatta Suyuti de yazdığına göre o yaratılan ilk peygamberdir. Yani Adem’den de evvel yaratılmıştır. Hatta yine Muhammed peygamberin ben hakikatte ilk, bir sette sonuncu peygamberim dediğine dair yani görevlendirmede sonuncu peygamber olduğuna dair birtakım rivayetler ve hadisler vardır.
Söylendiğine göre Allah Adem’le beraber tüm peygamberleri yarattığında ve söyleyin bakayım Rabbiniz kim dediğinde ilk önce Muhammed peygamber uyanmış ve Rabbimiz sensin demiş. İlk cevabı o verdiğinden en kıymetli de o olmuş.
İstiyorsanız direkt kaynağından okuyayım hatta İmam Suyuti el-Hasayi Sülkübra kitabında bende ki birinci cilt şöyle bir şey söylüyor. İmam-ı Ahmet’in Buhari’nin tarihinde Taberani, Hakim, Beyhakî ve Ebu Naim’ın Meyseretül Fecirden rivayet ettiklerine göre o demiştir ki ben ey Allah’ın Resulü sen ne zaman peygamber oldun diye sordum.
Peygamberimiz de buyurdular ki Adem ruh ile ceset arasındayken ben peygamberdim. Yine İmam-ı Ahmet ile Hakim ve Beyhakî İrbaz bin Suriye’den şöyle rivayet ederler. Ben peygamberin bizzat şöyle buyurduklarını duydum. Gerçekten ben Allah indinde Ümmül kitapta bütün peygamberlerin sonuncusu olarak yazıldığım zaman Adem onun yaratılışına esas olan çamur parçası içinde mayası çalınmak üzere yatmaktaydı.
Yani daha Adem peygamber uyanmadan evvel Muhammed zaten yaratılmış, zaten uyanmış ve peygamber olacağı da zaten belliymiş. Hatta yine İslami literatürde şöyle yazar. Adem peygamber cennette o hatayı işlediğinde kovulmadan önce Allah’a şöyle yalvarmış.
Ey Allah’ım Muhammed’in aşkına lütfen beni affet. Allah da sen Muhammed’i nereden biliyorsun diye sormuş. Adem de şöyle cevap vermiş. Ben ilk uyandığımda göğe baktım ve gökte adının yanında Muhammed’en Resulullah yazdığını gördüm. Ve bu Muhammed demek ki o kadar kıymetli ki kendi adının yanına yazdırmışsın diye düşündüm ve şimdi onun hatırı için senden af diliyorum demiş.
Allah da evet doğru görmüşsün hatta eğer Muhammed olmasaydı ben seni yaratmazdım demiş. Ki bunun bir ileri versiyonu levlake levlake lemah halakdü leflak diye geçer. Yani ey Resulüm sen olmasaydın ben alemleri yaratmazdım. Bu da bütün dünyanın tüm evrenin Muhammed’in aşkına yaratıldığı anlamına gelir. Yani bütün yaratılışın imtihanın her şeyin sebebi Allah’ın Muhammed’e duyduğu o aşk veya sevgidir.
Tabi bunun İslamiyet ile ne kadar uyuştuğu ya da Kuran’a ne kadar paralel gittiği tartışmalı ama bakıldığında Hakim İbn-i Abbas’tan sahihdir diye rivayet etmiş. Gerçi bugün televizyonlarda ya o sahih değil aslında ama manası sahih derler. Yani yine reddetmezler bu bağlamda sahih olsa da olmasa da bu türden bir rivayetin varlığı gerçekten enteresandır.
Çünkü bunun Hristiyanlıktaki her şeyden önce söz vardı, söz Tanrı ile birlikteydi şeklindeki ayetlerden ya da İsa’nın Tanrı’nın oğlu olmasından pek de bir farkı yok gibi. Şu Muhammed’in adının arşta yazılı olması fikri size belki enteresan gelmiş olabilir ama İslami camia da epey yaygındır.
Yani bakıldığında İbn-i Asakir cabirden de aynı şeyi alıntılamış ya da Muhammed peygamberin adının cennetin kapısında Allah’ın adıyla beraber yazdığı dahi söylenmektedir. Yine başka bir rivayette şöyle yazar, Adem cennetten kovulduğunda dünyaya yollandığında Cebrail bir ezan okumaya başladı ve ezanda da Muhammed’in adı geçtiğinden Adem, Cebrail’e bu Muhammed kimdir ki Allah’ın adıyla beraber onu bağırıyorsun diye sordu. Fakat bu önceki hadisle çelişiyor çünkü öncekinde Adem kovulmadan evvel zaten Muhammed’den haberdardı ama şimdi bu Muhammed kim yahu diye soruyor. Yani bakıldığında binbir türlü rivayet var ve hangisi doğru ya da doğru olan bir rivayet var mı kestirmek zor. Bununla beraber İslami kaynaklarda Musa peygamberin, İsa peygamberin, İbrahim’in, Nuh’un yani hemen hemen bütün peygamberlerin Muhammed’den bahsettiği, onu bildiği ve onu vaat ettiği yazar hatta eski kitaplarda falan da Muhammed yazarmış ama kesinlikle Yahudiler ya da Hristiyanlar böyle bir iddiayı kabul etmezler.
Ve bakıldığında hani sağlam gibi görünen tek örnek İncil’deki Parakletos ya da Faraklit örneğidir ama Paraklit’in Arapça’da Ahmet anlamına geldiği ve Ahmet’in de Muhammed’in başka bir adı olduğu dolayısıyla İncil’de Muhammed yazdığı gibi iddialar elbette hiçbir Hristiyan tarafından kabul görmüyor. Hristiyanlar Paraklit’in yani işte İsa gittikten sonra aralarında gezecek olan ruhun kutsal ruh olduğunu iddia ederler.
Zaten İsa da inanca göre kurtulma şansı olduğu halde bile bile ölüme gitmiş ve kendini tüm insanlık için feda etmiştir. Yani Paraklit dendiğinde bahsi geçen şey başka bir peygamber değil, bizzat kutsal ruhtur. Yine İslami kaynaklar Muhammed peygamberin her devirde müjdelendiğine örnek vermek amacıyla Nebukad-Nezar’ın, Esar-Haddon’un ya da diğer antik kralların
da Muhammed peygamberi gördüğünü ve Muhammed peygamberin bütün putları yıktığını, bunların da işte korkarak uyandığını ve kendi rüya yorumcularına bu gördüğün rüya ne anlama geliyor diye sorduklarını ve bütün bu yorumcuların da ileride bir peygamber gelecek, bütün putları devirecek ve hak dini getirecek dediğini ve bu gibi şeyleri iddia ederler ama bakıldığında hiçbir antik çağ kaynağında böyle ifadeler görmüyoruz.
Yani İslami camia kendi istediği gibi geçmişi şekillendirmiş olabilir. Ve İbni Kesir’de Muhammed peygamberin şöyle söylediği yazıyor, Ben Abdülmuttalib oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah mahlukatı yarattı, beni yarattıklarının en iyileri arasına kattı. Onları iki kısma ayırdı, beni en hayırlı kısma koydu. Kabileleri yarattı, beni en hayırlı kabileye mensup kıldı.
Onları evler, aileler olarak böldü, beni en hayırlı evden kıldı. Kişilik ve ailece ben sizin en hayırlınızım. Övünmek gibi olmasın fakat ben kıyamet gününde Ademoğulları’nın efendisiyim. Yani bütün şu alemlerin efendisi her şeye rahmet veya yüzü suyu hürmetine bilmem ne muhabbetleri bakıldığında ta en eski kaynaklardan beri zaten geliyor.
Tabii Kur’an’da böyle ifadeler yok. Kur’an onun da bir insan olduğunu, bu yüzden de onda kendinde bir mucize olmadığını, o her ne yapıyorsa Allah’ın dilemesiyle yaptığını ve bu gibi şeyleri söyler. Ama bakıldığında peygamber öldükten sonra onu İsa peygamberden ya da diğer peygamberlerden daha üstün bir yere koymak, daha fazla mucize yaratmak maksadıyla epey bir rivayetin nakledildiğini görüyoruz.
Bunlar binde biri yani hepsinden de bahsetmiyorum. Yani öyle rivayetler var ki ileride Mekke’de Kureyş’ten bir peygamber doğacak, babasının adı Abdullah olacak, babası odağa doğmadan ölecek, dedesinin adı Abdülmuttalib olacak, bu peygamber işte bilmem kaç yaşında Mekke’den Medine’ye hicret yapacak. Yani adamın hayatını sözde odağa doğmadan tamamıyla anlatmışlar zaten.
E bu kadar şey biliniyorsa bu durumda adam ileride peygamberliğini ilan ettiğinde niçin o denli bir muhalefetle karşılaştı? Zaten bütün halk o adamın peygamber olacağını odağa doğmadan evvel öğrenmiş olmalı. Ve bakıldığında eğer böyle bir şey varsa gelen geçen ya peygamber benden doğsun diye kendi oğlunun adını Muhammed Abdullah Abdülmuttalib ve benzeri koyardı. Ki koyduğunu söyleyen kaynaklar da vardır.
Bu okuduğum hemen her kaynakta yazıyor zaten ama yine de örnek vermek gerekiyorsa eğer
Abdülhamit Cüde Es-Sahar’ın siyerinde şöyle yazıyor.
Rahip sordu. Nerelisiniz? Mekkeliyiz. Allah sizin içinizden güçlü bir peygamber gönderecektir. Ona hemen itaat ediniz. Mekkeliler şaşkınlıkla ona bakarak sordular. Peki adı nedir? Muhammed. Rahip tekrar ibadete çekildi. Bu dört adam da oradan ayrılarak yollarına devam ettiler. Hep rahibin söylediği şeyleri düşünüyorlardı.
Her biri de şayet Allah kendilerine bir erkek evlat verirse adını Muhammed koymaya karar verdi. Çünkü hepsi bu beklenen peygamberin kendi soylarından gelmesini istiyorlardı. Yani bakıldığında böyle rivayetler var ve epey de yaygınlar. Ve bakıldığında Muhammed peygamber zamanında ve öncesinde Mekke’de toplamda üç ya da maksimum dokuz kişiye Muhammed adı verilmiş. Ve bizim şu anda konuştuğumuz Muhammed haricinde hiçbiri peygamberlik iddiasında olmamış. Son bir ayrıntı. Videonun başında anlattığım üzere Abdullah fal oklarından kurtulduktan sonra Abdülmuttalip onu Amine ile evlendiriyor. Fakat Amine ile evlendirmeden evvel yolda giderlerken Esedoğullarından Varaka bin Neffelin kız kardeşiyle karşılaşıyorlar. Ve kadın Abdullah’ın suratına baktığında epey bir etkileniyor.
Ve ona ben normalde zina yapacak bir insan değilim ama eğer benle şu an burada birlikte olursan sana yüz deve teklif ediyorum diyor. Abdullah da ben babamla beraberim. O nereye gidiyorsa ben de oraya gidiyorum kusura bakma diyor. Ve ardından Abdülmuttalip Zühre kabilesinin lideri olan Vehbin Abdümenaf’ın kızı Amine ile evlendiriyor. Ve o gece hemen orada gerdeğe giriyorlar ve Amine hamile kalıyor.
Hatta ertesi gün Abdullah geçen gün ona seks teklifinde bulunan kadınla karşılaşıyor ve kadın ona hiç bakmıyor. Abdullah da ne oldu galiba beni istemiyorsun artık diye sorduğunda kadın. Eğer o gece seninle ilişkiye girseydim epey kazançlı olacaktım ama görüyorum ki Onur o özellik seni terk etmiş. Bu saatten sonra hiçbir işime yaramazsın diyor. Bu özellik İbn-i Hişam gibi birçok kaynakta şöyle aktarılır iki gözünün arasında beyaz bir leke vardı bir nur vardı. Hatta bazı kaynaklar adeta avatarenk gibi parlayan bir ışığın olduğunu söylerler ve gerdekten sonra o ışık kayboluyor. Ve bu daha önce Abdullah’ın hayatını kurtarmak maksadıyla feda edilen o yüz devenin aslen Muhammed’i kurtarmak maksadıyla feda edildiğini gösteriyor. Bu arada bütün bu önemli bir adam doğacak iddialarına rağmen Muhammed Peygamberin gerçek doğum tarihi dahi halen belli değil. Bin bir türlü rivayet var ve ekseriyet Fil vakası yaşandığında doğdu diyor ama Fil vakası bile yaşandı mı ayrı bir tartışma konusu. Ekseriyete göre Muhammed Peygamber Fil yılında Rab’ü’l-Evvel ayının 12. gününde Pazartesi günü dünyaya gelmişti. Ki bu bugünkü takvinle 20 Nisan yapıyor ama bakıldığında 17’sinde cuma günü doğduğunu söyleyenler de var ya da 8’inde 10’unda yani başka başka tarihler verenler de var. İbni Kesir zaten kendi eserinde bununla alakalı muhtelif rivayetlerden bahsediyor. Ama genelde ekseriyet Pazartesi günü doğduğunda hemfikir ve bu başka bir amaçla böyle kurgulanmış da olabilir.
Zira Muhammed Peygambere vahiy Pazartesi günü geldi. Miraca Pazartesi günü çıktı. Hicreti Pazartesi günü yaptı ve Pazartesi günü öldü. Yani bakıldığında bir örüntü var. Gerçi bütün bu olaylarla alakalı yani hicretle ya da ilk vahiyle ya da ölümüyle alakalı da başka başka tarihler verenler vardır. Yani onlar da kesin değildir ama genelde hep ulema Pazartesi gününde anlaşmış.
Kaldı ki bırakın günü adamın doğduğu yıl dahi tam anlamıyla belli değil. Yani bugün 571 ya da 570 derler ama 572 de ya da 67 de doğması gerektiğini söyleyen kaynaklar da vardır. Mircea Eliade gibi insanlar zaten bunlardan haberdar ve İslam coğrafyasında da İslam üzerine tahsil yapmış hemen her ilahiyatçı aşağı yukarı bunları öğrenmiştir.
Ne var ki bizzat bir tane versiyon dan haberdar oluyoruz ve o gün doğdu şu gün öldü şu gün şunu yaptı gibi ezbere gidiyoruz. Özetle Abdullah ile Amine evlendiler ve ardından Abdullah Gazze’ye bir ticaret kervanıyla para kazanmak amacıyla gitti. Bu uzun süren bir yolculuktu ve dönerken hastalandı. Medine’de Necaroğullarında bir ay kadar istirahat etmek zorunda kaldı ama kervan devam etti.
Ve kervan Mekke’ye ulaştığında Abdullah’ın hasta olduğunu Abdülmuttalib’e aktardılar. Abdülmuttalib de en büyük oğlu Necari Abdullah’a yardımcı olması ve getirmesi maksadıyla Medine’ye yolladı. Ama Necari Medine’ye vardığında Abdullah’ın çoktan öldüğünü öğrendi. Yani Abdullah daha Muhammed’i görmeden Muhammed anne karnındayken vefat etti ve Muhammed peygamber yetim bir şekilde doğmuş oldu. Ve Abdullah öldüğünde henüz 25 yaşındaydı. Yani epey gençti. Ki Abdullah’ın da ölümüyle alakalı başka başka versiyonlar vardır. Mesela Abdullah’ın Muhammed peygamber doğmadan önce değil de doğduktan sonra öldüğünü söyleyen kaynaklar vardır. 2 aylıkken öldüğünü hatta 28 aylıkken öldüğünü ve vesaire vesaire. Ama taberiye baktığımızda o Muhammed doğmadan 4 ay evvel öldüğünü iddia ediyor. Ve ekseriyette Muhammed daha doğmadan Abdullah’ın öldüğü kanaatinde. Buna mukabil çeşitli ateistler Abdullah’ın Muhammed doğmadan 3-4 yıl önce öldüğünü yani Abdullah’ın Muhammed’in babası olamayacağını da iddia ederler. Gerçi o kadar çok rivayet var ki Muhammed peygamber diye biri gerçekte yaşamadı bütün bunlar daha sonra halk tarafından uyduruldu diyenler de vardır. Ama onlara girmiyor.
Kaynakların yazdığına göre Amine Muhammed doğmadan evvel rüyasında Cebrail’i görmüş ve ondan bir bakıma haber almış. Taberiyi şöyle naklediyor. Ben ne zamanki Resul-i Ekrem’e yüklü kaldım çocuğum 9 aylık olmuştu. Doğacağı gece yaklaşmıştı. Rüyamda şunu gördüm ki bir kişi gökyüzünden aşağı inmekteydi. Bana şöyle söylemekteydi. Senin karnında olan o çocuk halkın ulusu ve biricidir.
Doğunca onun adını Muhammed diye koy. Diğer kaynaklarda buna ekleme de yaparlar. O bütün dünyaya hükmedecektir. O peygamberdir. O şudur. O budur gibi. Benzer bir hikaye Abdülmuttalip için de anlatılıyor. Söylendiğine göre Abdülmuttalip Muhammed doğmadan birkaç gece önce rüyasında yerden göğe kadar yükselen ve komple ışıktan parlayan bembeyaz nurdan bir ağaç görmüş. Ve bu ağaç bütün dünyaya doğuya batıya kuzeye güneye her yere uzanıyormuş. Ama daha sonra Kureyş’ten iki grup ortaya çıkmış ve bir grup ağaca sarılıyorken, onu seviyorken diğer bir grup ağacı kesmeye çalışıyormuş. Yani zarar vermeye çalışıyormuş. Ama sonrasında çok güzel yüzlü biri ortaya çıkmış ve bütün bu ağaca zarar vermek isteyenleri paramparça etmiş. Gözlerini çıkarmış, kollarını koparmış. Epey bir şey yapmış yani.
Ardından da Abdülmuttalip uyandığında epey bir korkmuş ve kâhine gidip bu rüyayı yorumlamasını istemiş ve kâhin de senin soyundan gelen biri bütün dünyaya hükmedecek demiş ve birkaç gün sonra Muhammed doğmuş. Tabi Muhammed doğduktan sonra da mucizeler yaşanmaya devam ediyor.
Hafız Ebu Nuaym, Delâil-i Nübüvvet kitabında Muhammed peygamber doğduğu gece İran’daki Kisra sarayının 14 sütunun ya da balkonunun yıkıldığını iddia ediyor. Bu da yetmiyor. 1000 yıldır yanmakta olan zerdüşlerin kutsal ateşinin o gece söndüğünü rivayet ediyor.
Hatta Muhammed peygamber doğarken Amine’den bir ışık, bir nur çıkmış ve bu nur Şam’daki Busra sarayına kadar neredeyse bütün dünyayı aydınlatmış ve herkes de buna şahit olmuş. Ama İbn-i İsak bu olayın gerçekte değil de rüyada yaşandığını iddia ediyor. Yani söylendiğine göre Amine öyle bir rüya görmüş.
İster gerçekte yaşanmış olsun, isterse rüyada yaşanmış olsun ki genelde gerçekte yaşandığına inanıyorlar. Bu bakıldığında Mahavira gibi ya da zerdüşt ve Buda gibi insanlar içinde iddia edilmiştir. Yani bakıldığında kutsal biri doğduğunda kutsal bir ışığın ana rahminden yükseldiği ve ay gibi parladığı zaten bin bir türlü mitolojide aktarılmıştır. Ki bu önemli de değildir zira bir Müslüman için Muhammed peygambere 10 tane daha mucize koysak da koymasak da ona ne bir şey katmış olursun ne de eksiltmiş olursun. Adam zaten peygamber olduğu için önemli bir adam. Kaldı ki Kur’an’da da Muhammed peygamberin hiçbir mucizeye sahip olmadığı hatta o mucizenin Kur’an olduğu söylenmektedir. Ama insanlar elbette bunlarla yetinmiyorlar başka peygamberlerle bir yarışmak istiyorlar ve ortaya böyle şeyler çıkıyor. Ama işte Muhammed peygamberin hayatından bahsedeceğimiz zaman, çocukluğundan, Mekke zamanından, Medine devrinden ve gördüğü geçirdiği şeylerden bahsedeceğimizde Kur’an’a bakamıyoruz. Zira orada o kadar da ayrıntı yok. Mecburen hadislere ve rivayetlere bakıyoruz ve onlar da ekseriyetle böyle şeylerden bahsediyorlar.
Bu yüzden de ne kadarı doğru ne kadarı yanlış bir şey söyleyemeyeceğim. Zaten sonraki videolarda da Muhammed peygamberin hayatı boyunca hep etrafında bir mucize yaşandığına ya da gökten meleklerin savaşırken yardıma geldiğine falan değineceğiz. Oralarda daha iyi bir şekilde aktarırız. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim. Muhammed Ebu Zehra kendi Siyer kitabında şöyle yazıyor.
Kisra’nın adamlarından biri rüyasında güçlü bir devenin önündeki asil atları gütmekte olduğunu ve o devenin Kisra’nın ülkesindeki Dijle ile Fırat nehirlerini geçtiğini gördü. Gördüğü rüyayı Kisra’ya anlattığında Kisra ürktü. Her ne kadar gerçek olmasa da Metin göründü. Devlet büyüklerini toplayarak şöyle demişti. Sizi buraya neden çağırttığımı biliyor musunuz?
Onlar da biz ne bilelim ancak hükümdarımız bize ne açıklarsa onu öğrenebiliriz diye karşılık verdiler. Onlar toplantı halindeyken kendilerine mecusiilerin ateşinin söndüğüne dair bir mektup geldi. Sonra da Kisra Meşveret Meclisi’nde bulunan adamlarına arkadaşlarından birinin gördüğü bu rüyayı anlattı. O rüyadan ürktüğünü de bildirdi.
Danışma Meclisi’nde bulunanlar o rüyayı ve ateşin sönüşünü Arap beldelerinde muazzam bir olayın vuku bulacağı şeklinde yorumladılar. Bu olay 9-10 farklı şekilde anlatılıyor. Ya İran şahı görmüş, ya veziri görmüş, ya bir adamı görmüş ve aktarmış. Ama her seferinde rüya aynı ve her seferinde adamlar kahine gidiyorlar.
Hatta taberinin tarihine göre İran Arap topraklarından Abdümesih adında 360 yaşındaki bir adamı çağırıyor. Ve bu adam da Muhammed peygamberi müjdeleyip onun bütün dünyaya hakim olacağını söylüyor. Ve yine söylendiğine göre Muhammed doğduğu gece Mekke’de bir Yahudi çığlık atmaya başlamış. Süheylliğinin Hafız Bakı ibn Mahled’in tefsirinden alıntıladığına göre bu Yahudi gökte peygamberlik yıldızını görmüş. Yani tıpkı İsa muhabbetinde olduğu gibi gökte bir peygamberlik yıldızı ortaya çıkmış ve Yahudi peygamber doğdu, peygamber doğdu diye sağda solda koşturmuş. Yine bununla beraber bir Yahudinin 3-4 tane Yahudiyi topladığı ve bu akşam peygamber doğdu, onun sırtında at yelesi gibi kıllardan bir mühür vardır ve o bizim başımıza bela olacaktır şeklinde konuştuğu söylenmektedir. Hatta o gece bu adamlar Abdullah’ın bir oğlu olduğunu öğrendiklerinde korkmaya başlamışlardır. Bu da yetmiyor. Muhammed peygamber doğduğunda iblis acı bir çığlık atıyor ve ağlamaya başlıyor. Hatta bununla alakalı daha ayrıntılı rivayetler vardır. Bir tane okuyayım istiyorsanız. İbn-i Ebi Hatim tefsirinde İkrimeden şöyle nakleder. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem doğduğu zaman yeryüzü nura boyandı. Bundan son derece rahatsız olan iblis bu gece işimizi çok zorlaştıracak birisi dünyaya geldi diye bağırdı. Askerleri de gidip onun aklını karıştırsana dedi. O da aklını karıştırmak maksadıyla peygambere yaklaşmak istedi fakat tam bu sırada Allah Cebrail’i gönderdi. Cebrail iblise bir tekme vurdu. İblis kendini taa Aden’de buldu. Aden dediği cennet bahçesi yani bambaşka bir ortam ve görüldüğü gibi yani kahvehanede kavga anlatan dayı ağzıyla bir koydu bir uçurdu buradan bir gömdü oradan çıktı şeklinde anlatıyorlar. Ayrıca Muhammed Peygamber’in göbek bağı kesik ve sünnetli bir şekilde doğduğunu da söylerler. Hatta bu yüzden Abdülmuttalip bu evlat büyüdüğünde büyük bir adam olacak diyerek birinci haftada onun şerefine bir yemek düzenlemiş.
Fakat bu herkesce kabul görmüyor. Örneğin Ragıp Es-Sercani’yi ya da Safiyürrahman Mubarek Fureyi kendi kitaplarında bu sünnetli doğma muhabbetinin sahih olmadığından bahsediyorlar. Hatta zaten başka insanların da sünnetli doğduğuna dolayısıyla bunun peygamberlik alameti olamayacağına işaret ediyorlar.
Ve kendileri de başka kaynaklardan alıntıyla zaten Muhammed Peygamber’in sünnetini birinci haftada Abdülmuttalip’in tertip ettiğini yazıyorlar. Ki bu daha mantıklı. Yani o doğumundan bir hafta sonra Abdülmuttalip tarafından tertip edilen yemeğin esasen bir sünnet düğünü olması pek de saçma görünmüyor. Ama her kaynak Muhammed’e Muhammed adının o kutlamada verildiğini kabul ediyor. Gerçi nasıl verildiği de tartışmalı.
Bakıldığında Abdülmuttalip geldi ve evladına öyle ilham aldığı için Muhammed adını verdi derler. Ama Es-Sahhar kendi kitabında şöyle yazmış. Abdülmuttalip sevinçle ayağa kalktı. Doğruca Amine’nin yanına gitti. Çocuğu kucağına alarak Kabe’ye götürdü. Ardından çocuğu geri getirdi ve şöyle dedi. Ona Gussam adını verdim.
Abdülmuttalip’in Gussam adında bir çocuğu vardı ve 9 sene önce ölmüştü. Amine’nin bir erkek çocuğu doğurduğunu duyunca ona Gussam adını vererek bu çok sevdiği oğlunun hatırasını yaşatmak istedi. Ama devamında Amine itiraz ediyor ve ben rüyamda gördüm ki bir melek bana ona Muhammed adını vermem gerektiğini söyledi diyor.
Ardından da Muhammed koyuyorlar. Yine Muhammed doğduğunda hem Mekke’de hem de bütün dünyada ne kadar put varsa hepsi devrilmiş. Baş aşağı düşmüş. Hatta Muhammed göğe bakmış, yerden bir avuç toprak almış ve parmağını şöyle havaya kaldırmış. Adeta tekbir der gibi yani.
Ki benzer bir hikaye Oğuz Kaan gibi önemli şahsiyetlerle alakalı da destanlarda aktarılmıştır. Bu da yetmez Muhammed doğduğunda Kabe’nin ayağa kalktığı ve Muhammed’e doğru yürüdüğü söylenmektedir. Bunlar haricinde yine Muhammed’in tıpkı İsa peygamber gibi daha bebekliğinde konuşmaya başladığını ve kendinden haber verdiğini söyleyen kaynaklar vardır. Yani bir sürü rivayet var. Örneğin Beyhaki, Elmiyete’in eserinde Muhammed’in daha doğar doğmaz ayla konuşmaya başladığını ve parmağını nereye hareket ettiriyorsa ayın da oraya doğru yöneldiğini yani Muhammed’in ayı yönettiğini söylüyor. Ama bu rivayetin raviyesi bu konuda destek görmemiştir. Bu yüzden de hadis gariptir diye de ilave ediyor.
Yine de buna rağmen Müslümanlar eğer bir mucize iddiası varsa Muhammed peygamber Allah’ın izniyle her şeyi gerçekleştirebilir. Bu yüzden de bunlar imana açıktır. Yani reddetmek doğru olmaz mantığındalar. Hafız Eba Zekeriya bin Ayiz Mevlid kitabında İbn Abbas’ın şöyle söylediğini yazıyor.
Amine doğum yaptığı güne dair konuşur ve şöyle derdi. Ben büyük bir hayranlık içindeyken ansızın üç kişi geldi. Sanki güneş onların yüzünden doğmuştu. Birinin elinde gümüş bir ibrık vardı. İçinde mis gibi bir koku bulunmaktaydı. İkincinin elinde dört köşeli ve yeşil zümrükten bir tepsi vardı ve her köşesinde beyaz inciler bulunmaktaydı.
Biri ansızın şöyle diyordu. İşte dünya, bütün denizleri ve karası, doğusu ve batısıyla. Ey Allah’ın Resulü! Ne tarafını almak istiyorsan al. Ben bu sırada Resulullah’ın hangi tarafı tutacağını görmek için baktım ve gördüm ki o tepsinin tam ortasından kavrayıp aldı.
Biri şöyle nida etti. Hiç şüphesiz Muhammed Kabe’yi ve onun işaret ettiği manayı almıştır. Sımsıkı tevhide tutunmuştur. Şüphesiz Allah Kabe’yi ona kıble olarak vermiş ve ona mübarek bir makam kılmıştır. O gelen güneş yüzlü zatlardan üçüncüsünün elinde ise iyice durulmuş beyaz bir ipek vardı. Onu açtı ve içinden bir mühür çıkardı.
Mühür görenleri hayretler içinde bırakacak güzellikte ve parlaklıktaydı. Sonra o zat bana doğru yaklaştı ve elindeki mührü elinde tepsi tutmakta olan zata verdi. Bu sırada elinde gümüş ibrik tutmakta olan zat ibriği dökerek mührü yedi defa yıkadılar. Sonra Resulullah’ın iki omuzu arasında mühürlediler. Yani zaten daha Muhammed doğduğu anda gökten melekler gelmiş ve Muhammed’in peygamber olduğunu açıkça ilan etmişler. Veya Ebu Nuaym’ın Amr bin Kuteybe’den naklettiğine göre Muhammed doğduğunda güneş daha parlak bir hale gelmiş. Gökte 70.000 huri Muhammed’i izleyip şarkılar söylemeye başlamış ve bununla beraber bütün ağaçlarda meyveler çıkmaya başlamış. Hatta bu da yetmemiş. O gece doğuran bütün kadınlar erkek doğurmuşlar. Hatta Muhammed doğduğunda Lat ve Uzza putlarından yazık kureyişe, çünkü el emin geldi, gibi feryatlar yükselmiş. Yani nasıl oluyorsa bu putlar herhalde gerçekten de tanrıymış veya konuşabiliyorlarmış. Ve yine Muhammed doğarken gökten yeşil bir melek inmiş ve şeytan zelil oldu, çünkü el emin geldi diye bağırmış.
Bu da enteresan bir şey. Yani herkes el emin lakabını duyduğu halde ileride Muhammed’e el emin lakabını veriyorlar. Ama Muhammed’in peygamber olduğuna inanmıyorlar. Yani onca mucize, onca melek, onca haber, onca rivayet var, onca alim bu adamın peygamber olduğunu daha o doğmadan evvel söylemiş. Ama Muhammed 40 yaşına geldiğinde ve ben peygamberim ya doğru söylüyorlar dediğinde kimse inanmamış.
Ya zaten Muhammed’den başka herkes Muhammed’in peygamber olduğunu o güne kadar söylemişler. E o doğrudur deyince niye kimse kabul etmiyor? Zira Muhammed’in kendinde de birtakım özellikler olduğunu iddia ediyorlar. Mesela İbni Adi’nin rivayet ettiğine göre Muhammed gece vakti de gündüz gördüğü gibi aynı aydınlıkta görürmüş. Yani adamda termal kamera, gece görüşü ya da ne bileyim öyle bir şey varmış herhalde.
Bu yüzden de karanlıkta da mükemmel bir şekilde görebiliyormuş. Ya da Müslüman Enes’ten rivayet ettiğine göre Muhammed hem önünü hem de arkasını görebiliyormuş. 360 derece her yeri görebilen kameralar gibi. Bununla beraber esasen Muhammed orta boyluydu ama yanına ondan daha uzun insanlar geldiğinde o onlardan daha uzun görünüyordu. Yani kimse onun yanında ondan daha uzun görünemiyordu şeklinde anlatımlar var. Ya da Muhammed peygamberin duruma göre boyu uzayan, kısalan, yeri geldiğinde 2 metre üzerine çıkan bir adam olduğu anlamına geliyor. Tabi bu rivayetlerde mecaz yapılmış olma ihtimali de var. Yani Muhammed aslen uzun boylu bir insan değildi ama öyle heybetli bir adamdı ki daha uzun boylu birisi yanına geldiği halde o daha büyük, daha cüstele görünüyordu. Ya da Muhammed çok uyanıktı, her yerde gözü vardı, arkasından yapılan işlerin de farkındaydı.
Ama bakıldığında öyle yazmadığı belli. Yani açık açık adamı tanrısal bir şey yapmışlar. Yine Muhammed’in koltuk altının bembeyaz olduğu, koltuk altında hiç kıl olmadığı ve Muhammed’in hayatı boyunca hiç esnemediği söyleniyor. Ya da onun terinin mükemmel koktuğu ve herkesin o terliyken vıcık vıcık ona sarılmak için sıraya girdiği falan söyleniyor. Hatta yere düşen ter damlalarını şişelere koyup parfüm diye kullanıyorlarmış. Ya da Muhammed peygamber sümkürdüğünde yerden sümüünü alıp şifa olsun diye vücutlarına sürüyorlarmış. Zaten sümüü küs şerif diye arattığınızda karşınıza çıkacaktır. Yine Ebu Nuaym’ın Rüzeyne’den naklettiğine göre peygamberin tükürüğü de elf peksimeti gibi böyle bir lokma aldığında tüm gün tok tutan gayet doyurucu şifalı bir şeymiş. Bu yüzden de Muhammed peygamber yemek kalmadığında çocukların ağzına tükürüğünü sürermiş. Bu da yetmiyor. Biraz enteresan gelecek ama İbn-i Asakir’in Ebu Cafer’den rivayet ettiğine göre peygamber bir gün Hasan’la beraberken Hasan epey susamış ve peygamber etrafta su aramış ama bulamamış ve en sonunda dilini Hasan’ın ağzına sokmuş. Hasan da böylece susuzluktan kurtulmuş falan. Yine peygamberin bir gölgeye sahip olmadığını söylerler. Yani hem gündüz hem de gece hiçbir şekilde arkasında gölgesi görünmezmiş. Ya da peygamber normal yürüse dahi herkesten hızlı gidermiş. Hatta yer onun ayaklarının altında onun isteğine göre ezilip, büzülüp, hızlanıp onu taşırmış. Bu yüzden de siz koşsanız dahi o normal yürüdüğü halde yetişemezmişsiniz. İşin enteresan yanı Müslüman Cabir bin Semuradan naklediğine göre peygamber kırmızı gözlüymüş. Ki bu başka başka kitaplarda falan da yazıyor denk geldim yani. Ve bu garip bir şey. Kırmızı gözlü, gölgesi olmayan adeta drakula gibi neredeyse aynaya baksa görünmeyecek ve toprak ayağının altında ilerleyen, adeta hıp hızlı giden gelen, başkalarına göre boyu uzayan, kısalan enteresan bir adamla karşı karşıyayız. Yani bugün böyle bir kişiyle karşılaşsak peygamber mi deriz başka bir şey mi deriz bilmiyorum. Muhafaza ve Muhafaza’nın Bildiğiniz gibi Muhammed yetim doğmuştu ve Abdullah o doğmadan evvel öldüğünden dolayı ona pek bir şey bırakamamıştı. Zaten 25 yaşında genç bir adamdı ve kaynakların yazdığı kadarıyla Muhammed’e bir tane köle, 5 tane deve ve birkaç tane de koyun bırakabilmişti.
Dolayısıyla Muhammed o kadar da zengin ve rahat bir hayat yaşayamamıştı zira ona doğru düzgün bir miras kalmamıştı. Ama bu pek de makul görünmüyor. Zira hem Abdülmuttalib’in Mekke reisi olduğunu söylüyorlar hem de Abdülmuttalib’in en sevdiği evladının Abdullah olduğunu iddia ediyorlar. E Mekke’nin en büyük adamının en sevdiği oğlu fakir fukara mıydı da kendi evladına bir şey bırakamadı. Bu da enteresan bir şey.
Ama neyse ben devam edeyim. Gördüğümüz kadarıyla Muhammed doğduktan sonra hemen bir süt anneye verilmiş zira Amine yeteri kadar süt veremiyormuş. Ki bu süt anne tutma olayı Araplarda epey bir yaygındır ve dünyada da rönesansın sonuna kadar devam etmiştir. Bunda birkaç tane sebep vardır. Özellikle zenginler çocuklarını hemen süt anneye bırakırlar zira doğurur doğurmaz ikinciye hamile kalmak isterler.
Bebek ölümleri epey yaygın olduğundan dolayı bir bebeği sütle emziriyorken sonra gelecek olan bebeğin rızkından kuvvetinden çaldıklarını varsayıyorlardı. Bu yüzden de ikinci doğacak olan sakat doğmasın ya da kuvvetsiz doğmasın diye kendi sütlerini bebeklerine harcamıyorlardı. Bu yüzden de parasıyla bir süt anne tutup o süt anneye baktırıyorlardı.
Süt anneler de tabi ki bir bebek alacakları zaman kocası olan, parası olan yani hali vakti yerinde ve güvenebilecekleri insanları tercih ediyorlardı ki öyle bir yıl iki yıl baktıktan sonra paramızı alamazsak boşu boşuna zarara girmeyelim. Ve bakıldığında süt anneye verme olayının Araplardaki diğer bir sebebi ise şu. Kadın bebeği doğurduktan sonra ona fazla ilgi göstermesi gerekeceğinden kocasını boşlayacaktır ve ilişkileri belki sallantiye düşecektir ya da adam kuma almak isteyecektir. Bu yüzden hani her yıl başka biriyle evlenmeyelim evlilik daha düzgün olsun diye kadın vaktini enerjisini kocasına harcayabilsin diye süt anneye vermek daha mantıklı görülmüş.
En azından Ravdül Ünf’ün müellifi böyle bir sebep göstermiş ama her halükarda Amine’ye baktığımızda Amine ne yeni bir koca aldı ve ona vakit ayırması gerekiyordu ne de bakıldığında ikinci bir çocuk doğurdu. Bu yüzden de süt anneye vermesi için herhangi bir sebep yoktu kendi başına bakabilirdi.
Ama süt veremediğinden belki üzüntüsünden belki başka sebeplerden dolayı Muhammed’i bir süt anneye vermek gerekti ve Muhammed’e bir tane değil birkaç tane süt anne baktı. Ve bunlardan ilki Ebu Leheb’in bir cariyesi olan Süveybe adındaki bir kadındı. Ebu Leheb Muhammed doğduğunda çok sevinmiş aşırı mutlu olmuş ve ona bu haberi veren Süveybe’yi azat etmiş.
Süveybe de özgür kalmasının sebebi Muhammed olduğundan dolayı ona bir minnet duymuş ve birkaç gün boyunca onu emzirmiş. Ki bu da enteresan bir şeydir. Zira Ebu Leheb ileride Muhammed’in en büyük düşmanlarından birisi olacak ve Kur’an’da da Tebbet suresinde Ebu Leheb’i lanetleyen ayetler inecek.
Ve daha sonra hadislerde şöyle bir şey rivayet edilir. Ebu Leheb sırf bu cariyesini serbest bıraktığından ve o cariye Muhammed’e birkaç günlüğüne süt verdiğinden dolayı cehennemde küçük bir lütfa mazhar olmuş. O da şu. Baş parmağıyla işaret parmağı arasındaki boşluktan ona su içirilmiş.
Yani adam cehennemde yanarken bin bir türlü işkence görüyorken en azından Muhammed’e böyle bir hayrı dokunduğundan dolayı su içmesine müsaade etmişler. Tabi genel Müslüman inancına göre henüz cennet veya cehennem kurulmadı ya da kimse oraya gitmedi. Zira daha bakıldığında mahşer yerine toplanmadı, kıyamet kopmadı, tartı, terazi muhabbetleri yapılmadı.
Ama zaten hadislerde ve özellikle rivayet külliyatında cennetle, cehennemle oraya giren ve çıkanlarla alakalı bin bir türlü hikaye vardır. Süt anne muhabbetinden devam edersek. Şimdi Araplarda süt anne muhabbeti öyle arada bir gelen ve bebeği emziren bir kadından ibaret değil. Genelde bebek yatılı bir şekilde o aileye bırakılıyor ve o aile aldığı bebeği kendi evinde, kendi kabilesinde yaşadığı ortamda en az iki yıl boyunca büyütüyor. Bundaki sebep şu. Hem Mekke şehrinde veya hangi şehirdeyse, şehir ortamından uzak kalması, daha sağlıklı, daha temiz havayla, daha iyi bir ortamda büyümesi, hem de yanında kaldığı aileden birtakım ilimler öğrenmesi. Yani bebek hem başka ortamlara da adapte olacak ve daha sağlıklı bir şekilde gelecek, hem de oradan bir şeyler öğrenmiş olacak, işine yarayacak, bir vasıf kazanacak.
Bu bağlamda Muhammed’in Sadoğulları’nda kalması ki Sadoğulları en iyi Arapça konuşan kabileymiş öyle anlatıyorlar, bir ayrıntıdır, bir avantajdır. Hatta bununla alakalı da şöyle bir hadis vardır. İbni Sa’d Yahya bin Yezid es-Sa’d’dan rivayet ediyor.
O şöyle demiştir, Peygamber Efendimiz buyurdular ki, sizin en iyi ve düzgün konuşanınız benim. Ben Kureyşten’im ve benim lisanım Sadoğulları’nın lisanıdır. Yani bakıldığında işte ben olabilecek her türlü hitabet yeteneğini zaten bedavadan kazandım gibi bir şey.
Bu bağlamda Kur’an’daki o hadibi benzerini getirin de görelim şeklindeki ayetler bir meydan okumadır ama o meydan okumayı yapan Allah mıdır yoksa Muhammed midir tartışmalı. Peki Muhammed, Sadoğulları’ndan bir süt anneyi nasıl buldu? Söylendiğine göre amine hem duldu hem de parası yoktu. Zaten bununla alakalı hikaye İbni İsa’kta veya bütün İbnilerde her kitapta yazar.
Hevazin kabilesinden Halime bint El-Haris adındaki bir kadın diğer kadınlarla beraber Mekke’ye süt annelik yapmak amacıyla geliyor. Ve diğer tüm kadınlar süt annelik yapacak bir çocuk buluyorlar ama Halime kimseyi bulamıyor ve en sonunda mecburen Muhammed’e razı geliyor. Daha sonra Muhammed büyüdüğünde büyük adam olduğunda Halime diğer insanlara, ya ona bebekken ben bakmıştım hatta şöyle gidip almıştım şeklinde hikayeyi anlatıyor ve bu hikaye dilden dili bugüne kadar geliyor. Rivayetin tamamı şöyle. Bizim bir çocuğumuz ve bir de yaşlı bir devemiz vardı. Allah’a yemin ederim ki bu dişi deve bir damla süt bile vermiyordu. Ne benim mememde ne de dişi devenin memesinde bir damla süt bulunurdu ki çocuğa içirelim de uyusun. Fakat biz yağmurların yağacağını ve bolluğa kavuşup genişliğe çıkacağımızı umuyorduk.
Bineğim ağır yürüdüğü için yol arkadaşların beni beklemek mecburiyetinde kalıyor ve zahmet çekiyorlardı. Nihayet Mekke’ye vardık. Allah’a yemin ederim ki Resulullah bizden hangi süt anneye sunulduysa, onun öksüz olduğu söylendiğinde hepsi onu almaktan kaçındı. Hiçbirimiz emzirmek için onu kabullenmedik ve emzirmek için onu alsak annesi bize ne verebilir ki? Biz sadece babası olan bir çocuktan bir fayda olabiliriz.
Annesi bize bir şey veremez ki dedik. Benimle birlikte gelen kadın arkadaşlarımın tamamı emzirmek için birer çocuk buldu. Sadece ben emzirmek için bir çocuk bulamamıştım. Geri dönmeye karar verdik ve herkes bir çocuk bulmuşken benim bulamıyor olmam hoşuma gitmediğinden o öksüz çocuğu almaya karar verdim. Onu alır almaz arkadaşlarımın yanına getirip yola çıktık. O emmeye başlayınca memelerim onu bol süt vermeye başladı.
Kana kana içti, süt kardeşi de kana kana içti ve doydular. Yolculuk esnasında Sad oğulları kabilesinin yaşadığı yere vardık. Orası diyarın en kıtlık bölgesiydi. Herkesin devesi aç halde geri dönüyordu. Ama bizim devemiz nereye gitse ot buluyor ve memeleri dolu tok bir şekilde yanımıza geliyordu. Resulullah iki yıl boyunca yanımızda kaldı ve diğer çocuklara benzemeyen farklı bir çocuk olarak büyüdü. Onu annesine götürdük. Fakat onda gördüğümüz bereket dolayısıyla onu teslim etmek istemiyorduk. Annesine izin ver de bu çocuk bir sene daha yanımızda kalsın. Çünkü onun Mekke’deki salgına yakalanmasından korkuyoruz dedik. Annesi de tamam dedi. Şimdi bu hikayeyle alakalı bir takım eklemeler yapmam lazım. Zira ben özetini verdim ve hemen her kitapta geçiyor olsa da bir iki tane ayrıntı ekleyip çıkardıklarından dolayı onları seslendirme kısmına koymadım.
Görüldüğü kadarıyla Halime Mekke’ye giderken devesi arka planda kalan, hızlı gidemeyen, pek de işe yaramayan bir deveymiş. Ama Muhammed’i aldıktan sonra en önde gitmeye başlamış. Hepsini arkada bırakmış. Hatta diğer insanlar da ”Ya Halime bu senin geldiğin deve değil mi? Bu en arkada gidiyordu. Bunda bir iş var ha” falan diye şüphelenmeye başlamışlar. Halime’nin de deve’nin de memeleri sütle dolmuş ve bereketlenmişler. Yani Muhammed aileye fayda sağlamış.
Hatta bölgenin en kurak ortamında dahi diğer bütün deve ve hayvanlar aç kalıyorken ot bulamıyorken Halime’nin devesi her daim kafasını nereye uzatıyorsa ot buluyormuş. Ki bu çeşitli kaynaklarda kafasını uzattığı yerde anında otlar çıkardı. Yani sanki sıfırdan yoktan biterlerdi gibi mucizevi bir şekilde aktarılmıştır.
Ve diğer insanlar da ”Ya bizim hayvanlar hep aç kaldı. Siz aptal mısınız? En azından Halime’nin devesi nereye gidiyorsa oraya gönderin. Onlar da yesinler” mantığıyla kendi hayvanlarını Halime’nin hayvanının arkasından göndermeye başlamışlar. O hayvanlar da çıkan otları yemeye başlamışlar ama hiçbir işe yaramamış. Yani o hayvanlar ne kadar yerlerse yesinler süt vermeleri mümkün olmamış. Dolayısıyla Muhammed’in bereketi diğer hiçbir aileye fayda sağlamamış ki bu da enteresandır. Zira kaynaklar ne diyordu? Amine dul olduğundan dolayı kimse ona güvenmedi. Bize ne verebilir ki mantığıyla Muhammed’i almak istemediler. Hatta yine birçok kaynakta Abdülmuttalib’in dahi kefil olduğu ve ”Ya parasını ben vereceğim yeter ki alın” dediği ama ona rağmen yaşlı bir adamla dul bir kadından pek bir hayır gelmez mantığıyla kimsenin almadığı yazıyor.
E hani Abdülmuttalib Mekke reisiydi? Mekke’deki en kuvvetli adamdı, en saygın adamdı. Hatta söylendiğine göre Abdülmuttalib öldüğünde bütün Mekke yaz tutmuş ve bir yıl boyunca herhangi bir kutlama festival yapılmamış. Yani o kadar da önemli bir adammış. Ama bu adam Mekke’deki en kuvvetli kişi kendi torununa kefil olduğu halde kimse ciddiyeyi almıyor. Bu pek de mantıklı görünmüyor.
Bu durumda ya Abdülmuttalib söylendiği kadar kuvvetli, yüce, saygı duyulan bir adam değilmiş ya da böyle bir olay hiç yaşanmamış. En azından bu tür bir çıkarım yapmak mümkündür. Ya da İslami camianın anlattığı gibi cahiliye Arapları gerçekten de gerizekalı, akılsız, hiçbir şekilde kafayı çalıştıramayan enteresan tiplermiş ki bu da gerçek tarihle uyuşmuyor.
Ha şöyle diyenler de var, olay güvenmek ya da para almak değil ama dul kadınlar itibar görmezlerdi. Bu yüzden de kimse dul bir kadının evladına bakmak istemezdi. Olay buydu. E hadi diyelim ki öyle. Hadi kadına dul diye saygı göstermiyorsun. E ölmüş olan Abdullah hani en sevilen evlattı. Ölüye de mi saygın yok? Hani Mekkeliler ataya tapan, ölüye tapan kimselerdi. Abdullah’ın hatırı ve Abdülmuttalib’in kefilliği varken nasıl oldu da kimse Muhammed’i ciddiye almadı. Hele bir de doğumunda bin tane mucize yaşanmışken. Melek geliyor, bin tane Yahudi peygamber doğdu falan diye bağırıyor, gökte yıldız beliriyor, Kabe yürümeye başlıyor, putlar devriliyor, varoğlu var yani. Dolayısıyla şu süt anne muhabbeti ne kadar doğru bir şey diyemeyeceğim.
Her neyse görüldüğü kadarıyla öyle veya böyle Muhammed’i bu süt anneye vermişler. Ve Muhammed’e bazen Halime bakmış, bazense Huzafe binti Haris yani es-Şeyma diye bildiğimiz Muhammed’in kız süt kardeşi bakmış. Hatta ileride Muhammed büyüdüğünde ve sefere çıktığında es-Şeyma ile karşılaşacak ve Şeyma ona zamanında ben sana bakmıştım büyütmüştüm. Şimdi de sen bana yardımcı ol diyecek ve Muhammed ona iyi davranacak. Muhammed süt ailesinde iki yıl kadar kalacak ve kaldığı esnada hem hayvanlar bereketlenecek, hem tohumlar büyüyecek. Yani aile gerçekten de mutlu mesut yaşayacak ve öyle ki Muhammed’i vermek istemeyecekler. Mekkeye gittiklerinde ya bizde bir yıl daha kalsın belki burada başına bir şey gelir, biz çok mutluyuz, çok seviyoruz. Ve benzeri şeylerle Amine’yi ikna edecekler ve Muhammed’in bir yıl daha kalması için geri dönecekler.
Ama üç ay sonra feci bir olay yaşanacak ve bu aile Muhammed’i hemen teslim etmek isteyecekler. Bu olay şakkı sadır diye geçer. Söylendiğine göre Muhammed melekler tarafından ameliyat edilir. Halime şöyle anlatıyor. Aradan iki üç ay geçmişti. Bir ara Resulullah ile oğlum evimizin arka kısmında koyunlarımızı otlatmaktayken süt kardeşi koşarak yanıma gelip
şu kureyşli kardeşime beyaz elbiseli iki adam geldi. Onu yere yatırıp karnını yardılar dedi. Bu olay daha sonra da Muhammed tarafından tekrarlanmıştır. Bir gün sahabeler Muhammed’e bize kendinden bahsetmişlerdir ve Muhammed de doğumundan itibaren yaşanmış olan bazı mucizelerden bahsedip sonunda da şakkı sadır olayından bahsetmiştir. Hayvanlarımızı otlatmaktayken beyaz elbiseli iki adam yanıma geldi. Yanlarında içi kar dolu altın bir leğen vardı. Beni yere yatırdılar ve karnımı yardılar. Sonra kalbimi çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp attılar. Sonra kalbimi ve karnımı o karla yıkadılar. Kalbimi tertemiz ettiklerinde onu yerine koyup karnımı eski haline döndürdüler.
Bu işi tamamladıklarında o iki kişiden biri diğerine onu ümmetinden on kişiyle tart dedi. O da beni on kişiyle tarttı. Ben o on kişiye denk geldim. Sonra onu ümmetinden yüz kişiyle tart dedi. O da beni yüz kişiyle tarttı. Ben o yüz kişiye de denk geldim. Ve sonra onu ümmetinden bin kişiyle tart dedi.
O da beni bin kişiyle tarttı. Ben yine o bin kişiye denk geldim. Sonunda bırak onu. Eğer onu ümmetinin tümüyle de tartsan o yine muhakkak onlara denk gelir dedi. Peki bu olayın rüya olması ihtimali var mıdır? Belki de Muhammed peygamber bir kabus gördü, bir rüya gördü ve onu anlattı.
Hayır. Zira İslami anlatıya göre Enes bin Malik Muhammed peygamberin göğsünde o dikiş izlerini görmüş ve bunu nakletmiş. Ayrı yeten Kur’an’da da biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi şeklinde ifadeler var. Burada göğsünü genişletmek yani ona merhamet vermek, onu daha iyi bir insan yapmak gibi bir yorum yapmak da mümkündür. Ama bakıldığında şu Şakkı Sadr muhabbeti bütün İslam camiasında kabul görmüştür. Ayrıca diğer insanların beyanı da yani koş Muhammed’i öldürüyorlar işte karnını yardılar gibi bir takım ifadeler bunun fiziken yaşandığını gösteriyor. En azından İslami camia öyle kabul ediyor. Yoksa eğer böyle şeylere inanmıyorsanız bin kişi de söylese hiçbir anlam ifade etmez.
Ama bu, bu rivayette problemler olmadığı anlamına gelmiyor. Her şeyden önce Muhammed diyordu ki benim karnımı eski haline çevirdiler. E eski haline geldiyse orada dikiş izi kalması pek de mantıklı değil. Ayrı yeten melekler hakikaten neşterle bıçakla falan muamelyat yapıyorlar yani. Niye dikiş var orada? Bir tane hokus pokus yapıp tamamen iyileştirme şansları varken niçin dikişle uğraşıyorlar?
İki, orada kalbin zemzem suyuyla yıkandığı söyleniyor. İyi de o suyun zemzem suyu olduğunu nereden biliyoruz? Zemzem kuyusu Mekke’deydi, epey uzaktaydı. Eğer bir adam Cebrail’in o kuyuya indiğini, oradan su çıkardığını ve uçarak taa oraya kadar geldiğini bütün yol boyunca Cebrail’i takip ederek görmediyse bu durumda o suyun zemzem suyu olduğunu söylemek bir yakıştırmadır.
Müslümanların öyle olmasını istediğinden, öyle uygun gördüğünden, öyle eklediği bir ayrıntıdır. Yine bakıldığında bu olayın bir kereliğe mahsus olmadığı, başka başka dönemlerde de yaşanmış olabileceğine dair hadisler ve rivayetler olduğu malum. Mesela bakıldığında Muhammed’in hayatında bu karnını açma veya temizleme olayının üç defa yaşandığı söyleniyor.
Bir, bu anlattığımız. İki, Mekke’den Medine’ye hicret yaparken. Üç, Miraç olayında. Miraç’tayken Allah’la görüşeceği için tamamen temizlenmiş ve yine melekler aynı şeyleri yapmışlar. Mekke’den Medine’ye giderken de kedi yüzlü iki tane melek yine beyaz kıyafetlerle Muhammed’i bayıltıp ameliyat yapmışlar.
Ama Muhammed bu sefer ruh formuyla dışarıdan izlemiş. Yani kendisi ruhani bir bedende, yerde kendi bedenine ameliyat yapılmasını seyretmiş. Ardından da melekler Muhammed’in sırtına peygamberlik mührünü yapıştırmışlar ve o saatten sonra tam anlamıyla peygamber olmuş. Ve burada görüldüğü kadarıyla onun peygamberlik mührüyle doğduğunu söyleyen, ya da çocukluğunda işte sırtına bakıp da mührü keşfedip onun peygamber olduğunu anlayan insanlara dair rivayetler anlamını kaybediyor. Zira görüldüğü kadarıyla peygamberlik mührü 40 yaşından sonra veriliyor. İşte muhtemelen ya bunlardan bir tanesi doğru ve diğerleri daha sonra öyle ekleme yoluyla ortaya atılmışlar. Ya da hepsi doğru ya da hiçbiri doğru değil.
Ki fark etmişsenizdir zaten rivayetler çoğaldıkça rivayetlerin Araplara özgü havası da kaybolmaya başladı. Yani kedi yüzlü iki tane melek adeta kerubimler ya da beyaz kıyafetler, altın çanaklar, bilmemmeler, zümrütler, yağkutlar, ruhun dışarıdan bakması ve bu gibi şeyler.
Bakıldığında bunlar daha ziyade Roma ya da Yunan figürleri gibi veya bakıldığında Enok kitabında geçen o melek tasvirleri buraya da sirayet etmiş. Kötülüğün şeytanın kalpten çıkarılması bir pıhtı olması fikri de zaten Hristiyanlık’ta var olan bir şey. Bu bakımdan hani bunların Muhammed peygamberden çok sonra Hristiyanlık’la rekabet edebilmek amacıyla ortaya atıldığını varsaymak pek de yanlış olmayacaktır.
Gerçi en eski rivayetlerde de amine doğuruyorken bir nur çıkması her tarafın aydınlanması falan bunlar da sanki Meryem ana gibi ya da Isis gibi yani doğurgan Tanrıça figürlerinde olduğu gibi benzer motifleri barındırıyor.
Ezoterizm perspektifinden bakıldığında ise bu iki tane beyaz kıyafetli adam ya iki doktordur ya da astronotlardır ve Muhammed peygamberin kalbini temizliyorken pıhtıyı çıkarıyorken bir yandan da ona bir takip cihazı, bir çip veya onu takip etmelerini sağlayacak bir şey koymuşlardır. Ayrıyeten Muhammed peygamberin de tamamen ameliyat olması bir bakıma genetiyle oynanması demektir. Belki de bu adamlar gökten gelmişlerdir, uzaylı varlıklardır ya da gelecekten zaman yolculuğuyla Muhammed peygamberi ziyaret etmiş ve onu evrimleştirmişlerdir. Bakın bunlar benim kendi inancım değil öyle inanmıyorum yani yanlış anlamayın ama spiritualizm camiasında tekamül maksadıyla üst boyut varlıklarının bazı insanlarla irtibat kurduğu ve onları bir üst boyuta çıkardığı, onlara birtakım işlemler yaptığı söyleniyor.
Bu bakımdan peygamberler de mistik bir cemiyete Atlantistan, Mu’dan kalma, Nakaller’den kalma birtakım oluşumlara hizmet ediyorlar. Kalbi yarma olayından sonra da Muhammed peygamberle alakalı tutum ve tavır değişmeye başlamış. Halime onu biraz daha kendi yanında tutmak için o kadar yalvarıyorken bir anda korkuyla hemen Mekke’ye teslim etmek istemiş. Hatta Amine de ne oldu ya epey hevesliydin yani niye veriyorsun ki diye sorduğunda olayı anlatmış ve Amine ha yani sen Muhammed’e şeytanın musallat olduğuna inandın bu yüzden korktun. Halbuki korkmana gerek yok ona ne şeytan ne başka bir şey musallat olamaz. O seçilmiştir özel biridir vesaire vesaire diyerek o doğururken gördüğü rüyayı anlatmaya başlamıştır. Ama bu olayın da birkaç tane varyantı var yani bir tane versiyon yok mesela ikinci versiyonda taberide şöyle yazıyor Halime korkuyor ve çocuğu bir kahine götürüyor kahinse şöyle bir tepki veriyor. Kahin bu haberi öğrenince ayağa kalktı. Ey Arap bu sizin din düşmanınızdır sizin putlarınızı kıracaktır dedi. Bunun üzerine o halk türlü türlü sözler söylediler ve bunu öldürün diye bağrıştılar. Halime kızdı sonra peygamberi evine götürdü. Anlaşılacağı üzere bu versiyonda kahin sadece Muhammed ile alakalı bir haber vermiş ve halk galeyana geldiğinden Halime korkup çocuğu annesine götürmeye karar vermiş. Ama üçüncü versiyonda olay iyice abartılıyor ve kahin gerekiyorsa beni de öldürün kanımı helal ediyorum ama bu çocuğu mutlaka öldürün diye bağırmaya başlamış. Yani kendi canını ortaya koyacak kadar Muhammed’in tehlikeli bir adam olduğunu bağırmış ve Halime anında hızlı bir şekilde çocuğu kapıp ilk iş Amine’ye gitmiş. Bütün bu versiyonlarda Muhammed’in ameliyat olmasıyla Halime korkuyordu ve bir kahine gidiyordu ama Abdülhamid Cüde-es-Sahar bütün bu ameliyat muhabbetine atlayıp başka bir rivayetten hareketle olayı şöyle aktarıyor. Ukkas Panayırı kurulmuştu. Araplar burada toplanarak üstün özelliklerini anlatıp birbirlerine karşı övünürlerdi. Birçok sihirbaz da bu panayıra gelir, insanlar onların çevresinde toplanarak gelecekleri hakkında soru sorarlardı. Halime bu panayıra gitmek istedi. Panayırda gezerken Muhammed’i bir sihirbazın yanına verdi. Kendisine dikkatlice bakan sihirbaz bağırmaya başladı. Ey Araplar, ey Araplar! İnsanlar telaşla çevresine toplandığında tekrar bağırmaya başladı. Öldürün şu çocuğu! Ancak etraftan baktığında çocuğu bulamadı. Halime onu almış ve kaçmıştı. İnsanlar hangi çocuk diye sordular. Sihirbaz, bir çocuk gördüm. İlahların adına yemin ederim ki o sizin dindaşlarınızı öldürecek, ilahlarınızı parçalayacak ve size hükmedecek dedi.
Yani bakıldığında herhangi bir ameliyat yok. Direkt, spontane bir şekilde etrafta geziyorken bir festivaldeyken Muhammed’in ileride din savaşı başlatacağına dair bir kehanet ortaya çıkıyor. Başka bir versiyona göre ise ki bu İbni Hişam’da geçer, olay şöyledir. Süt annesini peygamberimizi özannesine vermeye iten nedenler arasında şu da anlatılır. Habeşli bir grup Hristiyan sütten kesildiği sırada peygamberimizi süt annesiyle birlikte görmüşler ve çocuğu ilgiyle inceledikten sonra şunu demişlerdir. Bu çocuğu kesinlikle alıp kendi memleketimize götürmeliyiz. Çünkü onun büyük bir şanı olacağını biliyoruz. Süt annesi onu adamların elinden zorlukla kurtarabilmiştir.
Görüldüğü gibi birçok farklı anlatım var ve hangisi doğru bilmek mümkün değil. Belki de hiçbiri doğru değildir. O da bir ihtimal yani. Zaten bakıldığında Muhammed’in süt annesinde toplam ne kadar kaldığı da tam anlamıyla bilinmiyor. Ekseriyet 5 yaşına kadar orada kaldığını söylüyor ama bütün kaynaklarda 2 yıl 3 ay kadar kaldığı yazıyor. Bu durumda Muhammed ya 2.5 yaşındayken süt anneye verilmiş ki süt anneye vermek için epey geç bir yaş
ya da Muhammed hadi birkaç aylıkken verildiyse 2.5 yıl da orada kaldıysa maksimum 3 yaşındayken Mekke’ye gelmiş. Hatta bu yüzden bu aradaki yaş hatasını çözmek maksadıyla şöyle bir iddia ortaya atarlar. Aslında Muhammed süt annesinde aralıksız bir şekilde o kadar kalmadı. 6 ay onda kaldı sonra bir 6 ay Mekke’de kaldı ara ara böyle gitti geldi. Bu yüzden toplamda 2 yıl 3 ay kaldı. Ama bakıldığında aslen 5 yıl boyunca bir orada bir burada yaşamına devam etti. Fakat bununla alakalı da net bir kaynağımız yok. Hatta işe daha fazla ayrıntı koymak ve bunu daha gerçekçi yapmak adına ortaya atılan bazı rivayetlerde örneğin Muhammed Ebu Zehra’nın siyer kitaplarında şöyle bir ifade görüyoruz. Rivayete göre Halime hatun Muhammed’i Mekke’ye getirdiğinde ailesine götürmek üzereyken yolda kaybetmişti.
Aramış ama bulamamıştı. Dedesi Abdülmuttalib’in yanına giderek şöyle demişti. Bu gece Muhammed’i Mekke’ye getirdim ancak Mekke’nin üst taraflarındaki kimi insanlar onu bana kaybettirdiler. Allah’a and olsun ki şimdi onun nerede olduğunu bilmiyorum. Abdülmuttalib Muhammed’i kendilerine vermesi için Allah’a dua etti ve neticede Varaka bin Neffel bin Esed ile Kureyçlilerden bir adam Muhammed’i bulup Abdülmuttalib’e getirdiler. Peki bu Muhammed kaç yaşındayken yaşandı? Bildiğimiz kadarıyla iki yıl boyunca yanında kalmıştı ve Halime ne olur bir yıl daha kalsın diye yalvarıyordu. Ve Muhammed o esnada iki yaşındaydı. Ya da diyelim ki klasik anlatıya uydurmak maksadıyla dört yaşındaydı. E bu durumda daha sonra üç ay yanında kaldı ve bu Şakk-ı Sadr muhabbetinden sonra Halime Mekke’ye geri getirdi ve ondan sonra da bir daha aldığına dair bir şey okumadım.
Ya bin tane kitaba baktım öyle bir şey yazmıyor. Dolayısıyla hangi Aralık’ta, hangi devirde Muhammed kaybolmuşta onu Varaka bin Neffel bulmuş. Ki Varaka bin Neffel Muhammed büyüdüğünde de peygamberliğini ilan ettiğinde de ona ilk inanacak insanlardan biri. Yani bakıldığında bunlar aslında bir çerçeveyi oturtmak maksadıyla eklenmişler gibi bir intiba bıraktı bende. Ama tabi ki net bir şey söyleyemeyeceğim zira dine saldırıyor, inancıma küfrediyor, bilmem ne yapıyor derler. O yüzden ben kaynaklarda ne yazıyorsa onları anlatmaya devam ediyorum. Ve her ne kadar matematik hesabı yaptığımızda Muhammed’in üç yaşında annesine teslim edildiğini görüyor olsak da beş yaşında teslim edildiğine dair o popüler rivayeti kabul ediyorum, ona göre ilerliyorum.
Eğer durum böyleyse Muhammed’in bedevî kültürüne aşina olması gayet doğaldır. Zira bedevilerle şehirde yaşayanlar arasında epey bir fark vardır. Ve Muhammed’e de bütün orientalist kitaplarda bedevî diye hitap edilir. Zira bedeviler çölde yaşayan ve çöl kültürüyle büyüyenlerdir. Gerçi alt tarafı beş yaşına kadar çölde büyümüş, beş yaşından sonra da tamamen şehirdeymiş. Bu bakımdan ne kadar bedevidir orası tartışılır.
Ama bakıldığında Muhammed’in hayatında hep onun ya bedevî diye ya da kureyşli diye dışlandığını görmek mümkündür. Örneğin Mekke’deyken ona Halime’nin oğlu yani bedevî’nin oğlu şeklinde bulaşıyorlarmış. Ama aynı şekilde Halime’nin anlattığı rivayetlerde de kureyşli kardeşim ya da kureyşi diye çağrıldığına denk geliyoruz. Bu da Muhammed’in ne tam anlamıyla Mekke’ye ne de tam anlamıyla çöle ait olmadığı anlamına geliyor. Diğer bir ifadeyle Muhammed hayatı boyunca esasen yalnızlık çekmiş. Ve zaten öksüz ve yetim olacağından, hayatı boyunca hep başkalarının altında yaşayacağından, belki de bu onda bedevî kültürüyle şehir kültürünü birleştirecek ve kendine yardımcılar ya da onu tamamen kabul edecek bir toplum yaratma ihtiyacı doğurmuş olabilir. Zaten bakıldığında babasız büyümüş, dolayısıyla hayatı boyunca babam yapar babam eder diye güveneceği ve her daim arkasında duracağı bir insan olmamış. Bu yüzden de Ebu Talip ya da Abdülmuttalip korusa dahi kendi başına kalmış ve bu insanda yalnızlık ya da güven problemi yaratabiliyor. Yani illa da Freud’çuluk oynamaya gerek yok ama çocukken bu şekilde büyüyen bir insan elbette büyüdüğünde kendine özel bir topluma ya da bir cemiyete ihtiyaç duyacaktır. Örneğin bir kardeşi olmayan tek başına büyüyen çocuklar hep arkadaşlara ihtiyaç duyarlar. Hep arkadaşlarına kardeş gözüyle bakar, fazla güvenir ve her şeylerini paylaşırlar. Ama 5 tane 10 tane kardeşi olanlar yabancılara o kadar da ehemmiyet göstermezler. Bir de babasızlığı kattığında ve örnek alacağı bir adam olmadığından kendisi örnek alınacak bir adama dönüşmek istemiş olabilir.
Babasız büyüyen çocukların daha sert bir mizaca sahip olması ya da daha yalnız takılmaları ya da önemli insanların çoğunun babasız çocuklardan ortaya çıkması tesadüf değil. Yani bakıldığında Marcus Aurelius, Confucius, Einstein, Newton ya da Atatürk dahi babasız büyümüşlerdir. Ve bu babasız insanlar büyüdüklerinde bir toplumun ya da bir dalın babası haline gelmişlerdir.
Örneğin Newton ile Einstein bilim dendiğinde ilk akla gelen kimselerdir. Ya da Atatürk Türklerin babası olmuştur. Atatürk olmuştur. E Muhammed peygamber de Arap imparatorluğunun temellerini atan ve tüm Arapların saygı duyduğu hatta taptığı bir adam olmuştur. Her neyse fazla uzatmayayım. Özetle Muhammed peygamber Mekke’ye teslim edildikten sonra kısa süre içerisinde babasını görmek istemiş.
Ben babamın mezarını görmek istiyorum diye Abdülmuttalip’ten izin almış, ona baskı yapmış ve en sonunda Abdülmuttalip, Amine ile beraber onları Medine’ye göndermiş. Zaten Medine’de dayıları vardı yani kalabileceği bir ortam vardı ve kimi kaynaklarda Medine’ye Abdülmuttalip’in de onlarla beraber geldiği söyleniyor. Ama o yaşta bir adamın öyle bir yolculuğa kalkışması bana pek de makul gelmiyor.
Zaten bu yolculuğun da babayı görmek maksadıyla mı olduğu yoksa Amine’nin çok Mekke’de destek göremeyip de en azından Medine’den mimete tunduğu tartışmalı. Yani bu bakımdan net bir şey söylemek doğru olmayacaktır. Söylendiğine göre Muhammed Medine’de annesiyle beraber bir yıl kadar kalmış ve orada epey mutluymuş.
Hatta bir kuyu varmış, epey geniş havuz gibi geniş bir kuyuymuş ve Muhammed orada sürekli yüzüyormuş ve bir gün yüzerken Yahudinin biri sırtındaki mührü görmüş ve adını sormuş. Muhammed de Ahmet deyince Yahudi eyvahlar olsun Mesih Araplardan çıktı falan diye bağırıp etrafta Muhammed’in peygamber olduğuna dair haberler yaymaya başlamış ve Amine çocuğun başına bir şey gelmesinden korktuğu için Muhammed’i almış ve
Mekke’ye geri dönmeye karar vermiş. Ya da oryantalistlerin iddia ettiği üzere Medine’deyken de pek bir yardım görmemiş, dayılardan pek bir hayır gelmemiş ve en sonunda kadın mecburiyetten Abdülmuttalib’e geri dönmek zorunda kalmış.
Artık hangisi doğruysa ve görüldüğü kadarıyla Amine bu yolculuktan sağ çıkamamış. Mekke ve Medine arasındaki Evva köyünde bir şekilde hayata veda etmiş ve Muhammed 6 yaşındayken hem annesiz hem de babasız kalmış. Gerçi Martin Ninks, Amine öldüğünde Muhammed 4 yaşındaydı diyor. Muhtemelen burada o az önce anlattığım süt anne muhabbetinden hesap yapıyor. Birkaç aylıkken verilse 2 yıl 3 ay onlar da kalsa, sonra birkaç ay Mekke’de kalsa 3 yaşında olur.
E bir yılda Medine’de kalmış 4 olur. Demek ki 4 yaşındayken annesi ölmüş demektir. Ama genel kabul bu olay yaşandığında Muhammed’in 6 yaşında olduğu şeklinde ve kaynaklar genelde Amine orada gömüldü derler ama Leslie Hazlet’ın ve bazı oryantalistler cesedin Mekke’ye kadar taşındığını iddia ediyorlar.
Yani böyle baktığında o çöl sıcağında Muhammed ölmüş annesiyle beraber günlerce yolculuk yaptıysa eğer bu onda epey bir tesir bırakmış olmalı. Yani travma yaşar, psikolojisi bozulur, bilmiyorum bir sürü ihtimal var. Dünümüz kadarıyla Abdullah’tan miras kalan Ümmü Eymen adındaki Habeşli cariye bütün bu yolculuklarda Muhammed ile berabermiş ve annesi öldükten sonra da bütün kervan yolculuğu boyunca Muhammed’e o bakmış.
Hatta ondan sonra da Muhammed’e annelik yapmaya başlamış ve bu yüzden çocuklar Muhammed ile siyahi’nin oğlu şeklinde alay etmeye başlamışlar. Ve bu önemli bir ayrıntı zira Habeşiyeler genelde köleydi ve Araplar Habeşi kölelere çok fazla saygı duymazlardı.
Ama Muhammed en büyük yardımları Habeşli bir köleden görmüştü. Bu yüzden de büyüdüğünde üstünlük ırkta veya Araplıkta değil bulunduğun yolda ve takvadadır şeklinde bir anlayış geliştirmiş olabilir.
Çeşitli kaynaklar Muhammed’in peygamberliğini ilan ettikten ve fetih yapmaya başladıktan sonra annesinin mezarına gittiğini ve o mezarda ağlamaya başladığını ve Allah’tan annesi için af dilediğini ama o esnada Cebrail’in gökten geldiğini ve Muhammed’in göğsüne vurduğunu ve bir müşrik için af dileme dediğini ve Muhammed’in de ağlamayı ve dua etmeyi bıraktığını görüyoruz.
Hatta bu olaydan sonra İbn-i Kesir’de yazdığına göre ki o da başkalarından rivayet ediyor, şöyle bir şey yazıyor. Müslüm Enes bin Mali’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. Adamın biri gelip, ey Allah’ın Resulü! Babam nerede? diye sordu. O da baban ateştedir dedi. Adam dönüp gidecek olunca onu çağırıp, doğrusu senin baban da benim babam da ateştedir dedi. Gayriyeten hem anne hem de babasının ateşte yani cehennemde olduğunu söylediğini iddia eden rivayetler de vardır ki bu da enteresandır. Ve daha sonra şöyle bir rivayet de var. Söylendiğine göre Muhammed, anne babası cehennemde yandığından dolayı epey rahatsız olmuş ve Allah onun dualarını kabul etmiş. Anne babası orada diriltilmiş ve Müslüman yapılmışlar.
Ardından da cennetlik olmuşlar. Şöyle yazıyor. Anam babam sana feda olsun ya Resulullah. Sen benim yanımdan inip mezara giderken hüzünlü ve gamlı bir şekilde ağlıyordun. Ağlamandan dolayı ben de ağladım. Ama şimdi sevinçli ve güler yüzlü bir halde yanıma döndün.
Bunun sebebi nedir ya Resulullah? Bana şöyle cevap verdi. Annemin mezarına gittim. Onu diriltmesini Cenabı Allah’tan diledim ve Allah da onu diriltti ve amine bana iman etti.
Muhammed, annesi öldükten sonra dedesi Abdülmuttalib’in himayesine girdi ve İslami kaynakların yazdığına göre Abdülmuttalib, Muhammed’e epey iyi davrandı. Yetimlik hissetmesin diye ona gerçekten özel bir alaka gösterdi.
Hatta Abdülmuttalib’in kendi evlatları dahi ona saygıda kusur etmemek için epey bir uğraşıyorken Muhammed Abdülmuttalib’in minderine dahi oturabiliyordu. Benzer şekilde Ebu Talib’in de Muhammed’e özel bir alaka gösterdiği ve hatta kendi evlatlarından dahi daha fazla sevdiği söylenmektedir.
Zira Muhammed hayatı boyunca hep müjdelenmiş, gelen geçenin bu çocuk ileride büyük bir adam olacak dediği kıymetli bir evlatmış. Hatta bir gün Abdülmuttalib’e Hristiyan bir rahip gelmiş ve demiş ki bu çocuk ileride peygamber olacak bu yüzden de ona iyi bak.
Bir örnek vermek gerekiyorsa eğer İbni Kesir’in siyerinde şöyle bir ifade var. Abdülmuttalib bir defasında peygamberin dadılığını yapan Ümmü Eymen’e ey bereke! Oğlundan gözlerini ayırma! Doğrusu onu sidreye yakın çocuklarla beraber gördüm. Sidreye yakın çocuklar melekler demektir. Yani öyle inanmışlardı. Dolayısıyla Muhammed’i meleklerle beraber görmüş. Devam ediyorum. Ehli kitap kimseler oğlumun bu ümmetin peygamberi olacağına inanmaktadırlar dedi.
Yine söylendiğine göre Abdülmuttalib yanında Muhammed yokken yemek dahi yemezmiş. Oğlumu getirin o olmadan bir lokma yemem şeklinde itirazlar yaparmış ve diğer bütün çocuklar gözleri çapaklı saçları dağınık bir şekilde uyanıyorken Muhammed her daim tertemiz bir yüzle ve düzgün saçlarla uyanmaktaymış.
Gözleri de sürmeliymiş ve bakıldığında Muhammed peygamber Abdülmuttalib zamanında gerçekten de rahat bir hayat yaşamış ama bu pek de uzun sürmeyecek. Zira çok geçmeden Muhammed 8 yaşındayken Abdülmuttalib ölecek ve Muhammed’i de Ebu Talib’e miras bırakacak. Daha ziyade vasiyet edecek hani benden sonra sen bak diyecek.
Zira Abdullah ile Ebu Talib aynı anneden doğmuşlardı. Bu yüzden de Muhammed’e bakma görevi Ebu Talib’indi. Bu arada Ebu Talib’in gerçek adı Abdümen Haftır ve Abdülmuttalib’in de tam hangi yaşta öldüğü bilinmemektedir.
Hayati Ülkü İslam Tarihi Kitabında Abdülmuttalib öldüğünde 88 yaşındaydı yazmış ama Filiberi Ahmet Hilmi Efendi kendi İslam Tarihi Kitabında Abdülmuttalib’in öldüğünde 100 yaşını çoktan geçtiğini söylemiş. Bu yüzden net bir şey söylemek mümkün değil.
Bu arada Muhammed’in Abdülmuttalib öldüğünde 8 yaşında değil de 10 yaşında olduğunu ya da 6 yaşında olduğunu söyleyen başka kaynaklar da vardır. Haliyle net bir şey söylemek epey zordur. Ama ekseriyet 8 yaşında olduğunu söylüyor biz de öyle varsayacağız. Ve her halükarda Abdülmuttalib’den sonra Haşimi Reisliğine Ebu Talib’in geçtiği belli. En azından bu konuda bir şaibe yok.
Ama eğer İslami kitaplara güveneceksek bu reisliğin ne kadar önemli olduğu tartışmalı. Zira bakıldığında Ebu Talib fukaralıktan ölmemiş ama hemen her İslam Tarihi Kitabında işte geçim sıkıntıları yaşayan, çok parası olmayan, zengin olmayan bir adam gibi nakledilmiş. Halbuki bu adam reisliğe yükselmiş. Yani o kadar da problem yaşıyor olması pek de mantıklı değil. Tam tersi zenginleşmiş olması lazım. Söylendiğine göre Ebu Talib Muhammed’e az önce anlattığım gibi ilgi gösteren, onu kendi evlatlarından ayırmayan hatta daha fazla seven bir insanmış. Öyle ki Muhammed peygamberi kendi yatmaya götürüyormuş ve bazen de beraber uyuyorlarmış. Yani adam gerçekten de kardeşinin evladına kendi evladı gözüyle bakmış ve o da Abdülmuttalib’in yaptığı gibi Muhammed sofrada olmayınca yemek yememiş.
Zaten Muhammed sofrada yokken ne kadar yerlerse yesinler doymuyorlarmış. Yemeğin bir bereketi kalmıyormuş ama Muhammed geldiğinde bir lokma dahi yeseler herkes tok karına kalkıyormuş. Tıpkı Halime’nin devesi muhabbetinde anlattığımız gibi.
Yani Muhammed varsa her şey bereketleniyor ama Muhammed yoksa hiçbir şeyin kıymeti kalmıyor ve bu da esasen spekülasyona maruz kalmış olabilir. Belki de burada kastedilen şey hani Muhammed geldiğinde bir lokma bile felaket karnımızı doyurmuştu değil de Muhammed yokken fukaraydık.
Pek iyi değildik hani ağzımıza pek bir yemek girmezdi ama Muhammed geldikten sonra işler yoluna girdi, zenginleştik, rahata erdik gibi bir şeydir. Ama böyle bir şey varsa dahi bu Muhammed’in gelmesiyle değil reisliğe yükselmekle gelmiş olmalı. Her neyse söylendiği kadarıyla Ebu Talip zamanında Mekke’de sağlam bir kuraklık baş göstermiş ve herkes tam anlamıyla perişan olmuş. Öyle ki en sonunda yağmur duasına çıkmaya karar vermişler ve Ebu Talip de bu yağmur duasına Muhammed’i de götürmüş.
Ama ne hikmetse Muhammed yağmur duası esnasında elini Kabe’ye yaslamış ve bir parmağını da yukarı kaldırmış dua etmeye başlamış ve Muhammed dua ettiğinde hemen gökte hiç bulut olmadığı halde bir anda her taraf bulutlarla dolmuş ve adeta sel olacak kadar yağmur yağmış. Ki bazı kaynaklar yağmurun gökten değil de Muhammed’in parmağından geldiğini söylerler. Yani adeta Muhammed parmağından su fışkırtmaya başlamış. Ama bu bana pek de konsepte uygun gelmedi ve bakıldığında Muhammed’in hayatı boyunca hep ense bilen herkesin taptığı bir evlat olduğu fikri de o kadar inandırıcı gelmiyor.
Ne de olsa çocuk sofraya koyacağınız ekstra bir tabak demek ve Ebu Talip de muhtemelen hani çevre baskısından millet laf etmesin diye ya da basiyet olduğundan istese de istemese de Muhammed’e bakmak zorunda kalmış.
Bakıldığında annesi yok babası yok ve söylendiğine göre babasından da bir miras kalmamış. Dolayısıyla Muhammed’in bir fayda sağlaması mümkün değil. Zaten bu yüzden kaynaklar hemen erken yaşlarda işlere verildiğini söylüyorlar.
Yani çobanlık yapmış, hayvanların peşinden koşmuş. Tabi tam tersi çalışmak için Muhammed’in özellikle baskı yaptığı, yediği lokmayı kendi hak etmek istediğine dair Müslüman kaynaklar da vardır. Bir şey diyemeyeceğim.
Bu mükemmelen bunlar konduramıyor olmaktan kaynaklanıyor. Yani hayatı boyunca popülerdi, herkesin sevdiği bir insandı, mükemmeldi, herkes ona tapardı, kimseye yük olmadı gibi gibi bu böyle gidiyor ki bu normaldir.
Ama insanın gözünüzde fazla büyüdüğünde onun hata yapabileceğini ya da istenmeyen evlat olabileceğini ya da problemler çıkarabileceğini varsaymak ya da ona mükemmel olmayan şeyleri vakıf etmek pek de yakışı kalmıyor. Şimdi size Atatürk’ün sınıf üçüncüsü olarak mezun olduğunu söylesem bir çoğunuzun zoruna gidecektir. Yani adamın her daim birinci olmak zorunda olduğuna dair bir algı var çünkü. Birçok insan yakıştıramayacaktır.
İşte benzer bir mantık da Muhammed peygamberin hayatında karşımıza çıkmaktadır. Tıpkı onun peygamber olduğuna dair ortaya atılan o bin bir türlü rivayette olduğu gibi.
Bakıldığında hikaye aynı, kehanet aynı. Ama kâhinler, mekanlar ve zamanlar değişiyor. Mesela bakıldığında bir gün Ebu Talip Muhammed’i bir kâhine götürmüş. Bu kâhin lihboynu mensup ve epey meşhur bir adammış ve çocuklara baktığında büyüdüklerinde ne olacaklarıyla alakalı çok tutarlı kehanetlerde bulunuyormuş.
Ve bir gün bu kâhin Mekke’ye geldiğinde, herkes evladını ona götürdüğünde, az önce anlattığım üzere Ebu Talip de Muhammed’i götürmeye karar vermiş. Ama kâhin Muhammed’e baktığında onun çok büyük bir adam olacağını, putları yıkacağını, savaş çıkaracağını ve bu gibi şeyleri söylemiş. Ebu Talip de korkup hemen Muhammed’i almış kaçmış. Ve kâhin de arkadan bu çocukta bir iş var diye bağırmaya devam etmiş.
Yine benzer bir hikaye Satih adındaki başka bir kâhinle alakalı anlatılır. Satih epey meşhur bir kâhinmiş ve adam hiçbir kemiği olmayan, adeta lastik gibi yatalak halde yaşayan ve yardımcıları tarafından kolu bacağı katlanmak suretiyle ve onlar tarafından taşınarak bir yerden bir yere gidebilen, dilinden başka hiçbir yeri oynamayan, enteresan bir adammış.
Ve bu adam bir gün beni Mekke’ye götürün, Mekke’ye götürün diye adeta bağırmaya başlamış ve adamı Mekke’ye götürmüşler. Bu adam da kişiye baktığında yine onun gelecekte ne yapacağıyla, hatta çoluğuyla, çocuğuyla, bütün bin kuşa ile alakalı çok tutarlı kehanetlerde bulunmaktaymış. Mekke’ye geldiğinde işte Araplardan bir adam çıkacak, putları devirecek, hatta yeni bir din getirecek ve ondan sonra da sırasıyla hilafet şunlara geçecek, ardından İslam camiası bölünecek, bunlar savaşacaklar, şu hanedanlık kurulacak, şu olacak, şurayı fethedecekler, şu halife suikastte kurban gidecek vs. her şeyden bahsetmiş. Yani İslam tarihinde gördüğümüz ne varsa bir bir daha yaşanmadan anlatmış.
Tabii bunlar muhtemelen bütün bu olaylar yaşandıktan sonra tarihi yeniden kurgulamak maksadıyla sonradan oluşturulmuş rivayetlerdir. Zira bu türden rivayetler zaten Muhammed Peygamberi öldükten 150-200 yıl sonra kaleme alınmaya başlanmışlar ve dolayısıyla adamlar ne yaşandığına bakmış ve ona göre aktarmışlar.
Ardından da aha gördünüz mü bak tamamen tutmuş aniden böyle yaşanmış işte bu bir mucizedir şeklinde lanse etmişler. Şöyle anlatayım daha iyi anlayın. Mesela diyelim ki ben bugün Atatürk’ün hayatıyla alakalı bir kitap yazdım ve Atatürk’ün hayatını da epey bir okudum, öğrendim. Aşağı yukarı ne yaşadığını harfi harfini bilmekteyim ve kitapta kehanet formatında bir anlatımda bulundum.
1881’de Selanik’te Mustafa adında bir çocuk doğacak, bu asker olacak ve 1919’da 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkacak, ardından da cumhuriyeti kuracak ve 1938’de ölecek. Ve bunlar kesinlikle 1500’lerden 1400’lerden kalma rivayetlerdir. Yani Atatürk daha doğmadan evvel zaten onun hayata anlatılmıştır.
Bakın bu bir mucizedir ama 1500’lerden ya da 1600’lerden yani Atatürk daha doğmadan evvel bu tür olayların aktarıldığı kaynaklardan bahsetmiyorum ve herhangi bir belge ya da rapor ya da hatıratla göstermiyorum. Sadece böyle bir şeyin olduğunu söylüyorum. Şu anda kimse inanmaz zira tonla belge, belgesel, kitap, rapor var.
Yani bu hiçbir şey ifade etmez ama 1400 yıl önce yazım kültürü olmayan bir toplumda okuma yazmanın o kadar da yaygınlaşmadığı bir coğrafyada hele herkesin zaten babadan kalma rivayetlerle, hikayelerle yaşadığı bir ortamda 15 tane 20 tane muhaddis çıksa ve devlet desteğiyle böyle bir hikaye kurgulasa bütün bir halkı inandırmaları mümkündür.
Yani ya böyle olmuştur mutlaka böyle yaşanmıştır diyemem ama en azından böyle bir ihtimalin olduğundan da bahsetmek lazım. Bu arada Muhammed’in ticaret hayatına atılmasına kadar geçen süreç esnasında iki defa günah işleyebileceği bir ortama girdiği ama ikisinde de günah işlemekten korunduğu yazıyor.
Bir tanesinde hayvanlarını otlatmaktaymış ve bir düğün varmış o da sürüyü arkadaşına emanet etmiş ve ben bir düğüne gideyim bir eğleneyim demiş. Diğerinde ise adeta bir parti varmış işte alkol eğlence gençler vesaire vesaire ve oraya gitmiş ama ikisinde de Allah tarafından ona ağır bir uyku yollanmış ve Muhammed hiçbir şey yapamadan olduğu yerde uyuyakalmış. Ve güneş doğana kadar yani parti bitene kadar uyanamamış. Diğer bir ifade ile Allah Muhammed’i her daim günah işlemekten korumuş. Bu durumda 40 yaşına kadar hiç günah işlemediği şeklindeki rivayetler kader kavramıyla çelişmektedir. Zira işleyecek olsa dahi Allah zaten izin vermemiş. Bu bakımdan bize niye izin veriyor da biz günah işliyoruz bu da bambaşka bir soru. Peki Muhammed hayatı boyunca çobanlık mı yaptı?
Elbette hayır. Az önce anlattığım üzere bir yaştan sonra ticarete başladı ve ilk ticari faaliyetini de Ebu Talip ile beraber gerçekleştirdi. İbn-i İsaac şöyle anlatıyor. Bir ara Ebu Talip ticaret yapmak maksadıyla bir kervanla birlikte Şam’a gitmeye karar verdi. Sefer hazırlığını tamamlayıp tam yola çıkacağı sırada Resulullah, devesinin yularından tutarak ey amca beni kime bırakıyorsun benim anam yok babam yok dedi.
Bunun üzerine Ebu Talip onun bu haline çok acıdı ve sonra Allah’a yemin olsun ki onu da beraberimde götüreceğim. Ebediyen o benden ayrılmayacak ben de ondan ayrılmayacağım dedi veya buna benzer bir şey söyledi. Gerçekten de öyle hayatı boyunca ölene kadar Muhammed’e destek olmaya devam etti. Nihayetinde Muhammed ile Ebu Talip yola çıktılar ve Muhammed bu yolculukta Ebu Talip’in asistanlığını yaptı.
Ayak işleriyle uğraştı. Ne lazımsa yaptı yani o yaşta bir çocuğun yapabileceği her şeyi yaptı. Hayvanlara baktı, sürüye göz kulak oldu, yeri geldi, haber iletti, haber getirdi bu türden şeyler. Ve kervan Şam topraklarındaki bu sura denilen bir yerde konaklamaya karar verdi ve bu surada Bahira adındaki kendine ait bir tapınağı olan meşhur bir rahiple karşılaştılar.
Ve Bahira normalde hiç öyle kervanlarla ilgilenmeyen hatta kimseyle konuşmayan ketun bir adamdı ama Muhammed’i gördüğünde her şey değişti. Zira söylendiğine göre Muhammed üstünde bir bulutla gezen, ağaçların ona gölge yapmak için eğildiği, adeta bütün tabiatın ona secde ettiği enteresan bir çocuktu. Ve Bahira balkonundan bakarken bu olayı keşfettiğinde Muhammed’in özel bir evlat olduğunu anladı ve sırf onunla tanışabilmek için bir yemek düzenletti. Bütün Kureyş kabilesini de bu yemeğe davet etti. Size bir sofra hazırlattım, akşam bana misafirliğe gelin dedi. İnsanlar da şaşırdı. Ya sen böyle şeyler yapmazdın ne oldu falan diye sordular. Bahira da yav gönlümden koptu gibisinden bir cevap verdi.
Ve akşam bütün Kureyş Bahira’nın düzenlediği yemeğe iştirak etti. Ama Muhammed’i dışarıda kervana gözcülük yapsın diye bıraktılar. Bahira da Muhammed’in orada olmadığını anlayınca herkes geldi değil mi diye sordu. Ya bir tane çocuk vardı onu da işte öyle bekçilik yapsın diye bıraktık dediler. Olur mu o da gelsin herkes gelsin şeklinde Bahira baskı yaptı.
Ve Muhammed’i çağırdılar. Yemek yendi, sohbetler yapıldı. Bahira Muhammed’i bir süzdü. Onda bir şeyler olduğuna daha da emin oldu. Ve herkes dağılıyorken Muhammed’le baş başa kısa bir sohbet yaptı. Söylendiğine göre Bahira önce Muhammed’e Lat ve Uzza aşkına lütfen sana soracağım sorulara cevap ver dedi. Ama Muhammed Lat ve Uzza aşkına bana bir şey sorma zira onlar kadar nefret ettiğim başka bir şey yok dedi.
Bahira da peki Allah aşkına sorsam o zaman ne yaparsın dedi. Muhammed de öyleyse sor dedi. Ve ardından Bahira Muhammed’in uyku düzeni, kişiliği, karakteri, putlara bakışı ve ne yiyip ne içtiği ile alakalı birtakım sorular sordu. Ve bu milakattan sonra Muhammed’in gerçekten de vaat edilen peygamber olduğuna inandı. Zira söylendiğine göre Bahira’da bir kitap vardı ve o kitapta yazan tüm alametler Muhammed’de görünmekteydi. Ve Bahira Ebu Talib’e bu çocuk senin neyin oluyor diye sordu. Ebu Talib de oğlumdur dedi. Ama Bahira bu yalandır zira bu çocuğun babası hayatta olamaz ölmüş olması lazım dedi. Ebu Talib de hakikaten de öyle. Bu kardeşimin oğludur ve babası da o daha anne karnındayken vefat etmiştir dedi.
Bahira da işte şimdi doğruyu söylüyorsun dedi. Yani söylendiğine göre Abdullah’ın daha Muhammed doğmadan öleceği fikri zaten peygamberliğin bir alametiydi. Ve ardından Bahira Ebu Talib’i sıkıca tembihledi. Bak bu çocuğu kimseye gösterme bunu hemen Mekke’ye geri götür. Zira başka Yahudiler de bu çocuğa bakar ve benim gördüğüm şeyleri görürlerse onu öldürmek isterler dedi.
Yani Muhammed de zaten bakan bilgili herhangi bir insanın keşfedeceği kadar alamet bulunmaktaydı. Ebu Talib de Bahira’yı dinledi ve Muhammed’i hemen geri gönderdi. Hatta söylendiğine göre bazı kaynaklar Ebu Talib’in de Muhammed de beraber döndüğünü yazarlar. Evet hikaye özetle bu kadardı. Herhangi bir ekleme yapmadım. Olduğu gibi anlattım. Ama tabi ki tek rivayet bu değil, tek versiyon bu değil. Daha başka başka bir çok anlatım var ve Bahira hikayesinde de bir çok pürüzle karşı karşıyayız. Evvela Bahira’nın hangi dinin rahibi olduğuyla alakalı net bir kaynağımız yok. Bazı Müslümanlar o bir Hanifti derler ama bununla alakalı kaynak gösteremezler.
İbn-i İsa’taysa bir Hristiyan rahibiydi diye yazar. Lakin başka kaynaklarda, örneğin Zührî’nin es-Siyerî’nden alıntı yapan Süheyli’nin kitabında onun bir Yahudi olduğu yazmaktadır. Yine Mes’udî de kendi eserinde Bahira’nın Abdülkays kabilesine mensup bir Yahudi olduğunu ve asıl adının da Cercis olduğunu söylemiştir.
Ki bu da bir problemdir. Zira eğer Bahira bir Yahudi ise ve söylendiğine göre Yahudi kitabından hareketle Muhammed’in peygamber olduğunu anlamışsa, Bahira niçin Muhammed’i öldürmek istemiyor da diğer Yahudiler öldürmek istiyorlar. Ya Bahira tam anlamıyla Yahudi değil ya da elindeki kitap tam anlamıyla Yahudi kitabı değil.
Bu problemden hareketle bazı kaynaklarda Bahira’nın orada Muhammed’i koruyun dediği kişilerin Yahudiler değil de Roma askerleri olduğu da yazmaktadır. Söylendiğine göre Roma o esnada peygamberlik yıldızı parladığından Arap topraklarında peygamber avına çıkmıştır ve her bölgeye askerler yollanmıştır. Bu yüzden de her kervan ya da her yerleşim yeri Roma askerleri tarafından teftiş edilmiştir. Hatta tam da o sırada kervan bu sırada konakladığı esnada bir grup Roma askeri oraya teftişe gelmiş ve Bahira ile Ebu Talip Muhammed’i gizlemişler. Fakat bu da pek tutarlı bir hikayeye benzemiyor. Zira o dönemdeki Roma imparatorluğuyla alakalı kaynaklar epey açıktır ve Roma’nın iç savaşla darbelerle bir yandan da İran imparatorluğuyla ve batıdan gelen göçebe halklarla mücadele ettiği zaten belli.
Adamlar onca problem arasında aha yıldız gördük dur Arap topraklarında bir de peygamber avına çıkak diyemezler. Deseler dahi her bölgeye asker yollayacak kadar rahat değiller. Bu arada Bahira’nın gerçek adının Cercis olduğundan bahsettim ki bu da bir kafa karışıklığına yol açabiliyor zira bazı kaynaklarda Georgius ya da Servius şeklinde de tercüme edebiliyorlar.
E millet bakıyor bir kitapta Bahira diğer kitapta Georgius Servius aha bunlar başka adamlarmış diyor. Halbuki aynı insanlar bir fark yok lehçeye ve dile göre hitabet değişebiliyor. Yani Abraham’ın İbrahim ya da Avram olması gibi. Örneğin müseyleme ile Yemenli Rahman da aynı insanlardır başka başka kişiler değillerdir. Ve Muhammed’in de en eski kaynaklarda verilen adı Mahomet’dir. Yani Mısır’a özgü bir tavırla hitap etmişlerdir. Ve Muhammed çokça hamd eden anlamına geliyorken Bahira’da seçilen kişi ya da seçen kişi anlamına gelmektedir. Ya ben Bahira ile Buhari’yi karıştıranları gördüm yani o yüzden söylüyorum. Ve devam edeyim taberide Bahira’nın 70 yıl boyunca o manastırda Muhammed’i gözlediği yani hayatını zaten Muhammed’e adadığı söyleniyor.
Ki bu zaten bir meslekmiş yani ondan önce de başka bir rahip 70 yıl boyunca peygamberi beklemiş. Eğer Bahira devrinde gelmeseydi ondan sonraki rahip de yıllar boyunca Muhammed’i bekleyecekti. Ve bunlar az önce anlattığım gibi bir kitaba sahiplerdi. Rahipten rahibe babadan oğula mantığıyla bu kitap nesilden nesle korunmuştu. Ama bu kitapta Muhammed’in özellikleri yazdığına göre bu İncil veya Tevrat değildir.
Zira İncil’de veya Tevrat’ta Muhammed ile alakalı net bir anlatım yoktur. Parakletos muhabbetinden zaten bahsetmiştim bunun net bir şekilde Muhammed ile alakası yok. Ve bakıldığında eğer böyle bir kitap gerçekten varsa muhtemelen bu apokrif İncillerden bir tanesidir. Hani Barnabas İncili, Thomas İncili ya da Meryem İncili gibi.
Genel camianın kabul etmediği, yok saydığı, şeytani diye adlandırdığı ama bazı tarikatlar tarafından korunan ve nesilden nesle devam ettirilen gizli bir öğreti. Bu bağlamda Bahira ister Hristiyan isterse Yahudi olsun, hani o kitabın doğrultusunda Muhammed’i korumak istemesi de belki bir mantığa oturabilir. Bununla beraber 70 yıl boyunca, hayatı boyunca bir manastıra kapanmış, sabah akşam ibadet eden, dünyevi zevklerden uzaklaşmış ve kendini tefekkürü adamış, Tanrı’yı düşünmeye adamış bir mistik rahip motifi de Muhammed’e ilham vermiş olabilir. Hatta bazı müsteşrikler İslam’ın asıl mimarının Bahira ve Baraka bin Neflal olduğunu söylerler.
Söylendiğine göre bunlar, mistik bir cemiyetin üyesiydiler ve mistik kitaplara ya da öğretilere sahiplerdi, tıpkı Esseniler tarikatı gibi ve bunlar genel din anlayışından uzaklaşmış, daha ezoterik, daha okültist bir anlayışa sahiplerdi. Hatta söylendiğine göre bunlar kendi aralarında yeterince başarılı olanları peygamberlik iddiasıyla dışarıya gönderiyorlardı.
İsa da, Musa da, Üzeyir de bunlardan biriydi. He her peygamber başarıya ulaşamıyordu elbette ama ulaşabilenler de epey bir ses getiriyordu. Ve bunlar genelde dini otoriteye ya da putperestyeye karşı epey bir mücadele vermişlerdi. Bu yüzden de Babil tapınağında, Mısır tapınağında, hatta antik Yunan’da dahi bazı peygamberlik örnekleri vardı. Yani burada iş, hermetizme ve pisagorculuğa bağlanıyor hatta bütün bu haniflik mezhebinin de esasen okült bir tarikat olduğu söyleniyor. Yine bununla beraber Muhammed’in daha çocukluk yaşından itibaren Bahira tarafından eğitildiği ve 20’li yaşlarından sonra da Barakabin’in efel tarafından tamamen devrime hazırlandığı iddia ediliyor. Hatta Kur’an’ı da söylendiğine göre bu insanlar yazmışlar.
Hatta bu yüzden Bahira daha erkenden Muhammed’in peygamber olduğunu söylemiş ve Barakabin’in efel de Muhammed peygamberliğini ilan ettiğinde ilk kabul eden kişilerden birisi olmuş. Hatta Hatice zaten Barakabin’in efelinde akrabasıdır ve bu bağlamda Muhammed 20’li yaşlarından beri Barakabin’in efelden eğitim almış olabilir.
Kendi elindeki apokrif kitaplardan hareketli Muhammed’e diğer inançlardan bahsetmiş, onu hılfülfüdüle katmış ve yeterli koşullar sağlandığında Muhammed’i bir proje gibi ortaya sürmüş olabilir. Bakın ben demiyorum öyle diyenler var diyorum ve bunu da okültist ya da spiritualist herhangi bir kitabı okuyan zaten görür.
Muhammed’in antik bir tarikata üye olduğu, onlardan eğitim aldığı ve Kuran’ın da Muhammed’in kendi ürünü değil bu tarikatın bir meyvesi olduğu söylenmektedir. Hatta bugünkü Kuran’ın da çoktan değiştirilmiş orijinal Kuran’la alakası olmayan emevi ürünü bir şey olduğu söylenmektedir. Gerçi herkes her şeyi diyor zaten yani bakıldığında özellikle inanmayanlar bu rivayetlerden hareketle Muhammed’in bir sahtekar olduğunu ve İslam’ı da tamamen Barakabin’in efelden ve Bahira’dan çaldığını söylerler. Ama eğer öyleyse Muhammed, Bahira’yla daha çocukluk yaşında karşılaştığı için bu argümana itibar etmek epey bir zorlaşır. Zira bu durumda Muhammed peygamberliğini ilan etmek için 20 küsür yıl beklemiş demektir. Ve hatta Barakabin’in efel hayattayken peygamberliğini ilan ettiğine göre zaten korkacağı bir şey yok. Gerçi şöyle bir tez de var Muhammed Hatice ile evlendikten sonra Barakabin’in efel ile arayı iyice sıkı tutuyor ve Barakabin’in efel de Bahira’yla Muhammed’i tanıştırıyor. Yani Muhammed çocukluğunda değil de 25-30 yaşlarındayken Bahira’yla karşılaşıyor. Dolayısıyla işte eğitim alması, hazırlanması, Bahira’nın ölmesi derken ancak 40 yaşına geldiğinde yeterli koşullar sağlanıyor. Lakin bununla alakalı da net bir kaynak göstermek ya da bu hipotezi desteklemek mümkün değildir. Gerçi Muhammed’in Bahira’yla tanıştığında tam hangi yaşta olduğunu da zaten bilmiyoruz. Yani ister 25 deyin, ister başka bir şey deyin net bir kaynak yok. Bakıldığında Safiürrahman el-Mibarekfuri kendi kitabında Muhammed’in Bahira’yla tanıştığında 12 yaşında olduğunu söylemiş. Ama Hişam bin Muhammed Muhammed’in Bahira’yla tanıştığında 9 yaşında olduğunu yazıyor. Daha ziyade bu kervan yolculuğuna çıktıklarında 9 yaşındaydı diyor.
Muhammed de bu yolculukta yıllar boyunca kalmadı zaten kervan da kısa bir kervandı birkaç ayda geldiler haliyle Muhammed bu kaynağa göre Bahira’yla 9 yaşında karşılaşmış olmalı. Buna mukabil Bahira diye birisi hiç yaşamadı bu sonradan uydurulan bir şeydir diyen birçok İslam âlimi vardır. Hatta İbn-i İsaq kendi siyerinde buna yer vermiştir.
Şöyle yazıyor. Bu asırda yaşayan siyer âlimlerinin çoğu tarihi olarak Bahira’nın şahsen var olduğunu kabul etmemektedirler. Onunla ilgili olarak rivayet edilen haberlerin de tasarlanmış şeyler olduğu düşüncesindedirler. Raviler onları peygamberlerin hayatlarıyla ilgili olarak peygamberliklerine bir müjde olmak üzere katiplere ve başkalarına yazdırmışlardır.
Yani Bahira muhabbeti tamamen kurgudur ki ister kurgu isterse gerçek olsun zaten Bahira ile alakalı bin bir türlü rivayet vardır. Mesela az önce okuduğumuzda ne görmüştük? Bahira yukarıda gezerken damda veya terasta veya balkonda her neyse kabileyi görüyor ve orada Muhammed’e işte ağacın eğildiği, üstünde bulut gezdiği, tabiatın ona secde ettiği vesaire bu tür şeylere tanık oluyor ve emin olmak maksadıyla bir yemek tertip ediyor. Herkesi de davet ediyor. Ama taberide yazdığına göre Bahira Muhammed’i görmüş ve hemen aralarına koşmuş, Muhammed ile konuşmuş ve onun peygamber olduğunu adeta herkese müjdelemiş.
Şöyle yazıyor, bana Abbas bin Muhammed söyledi, ona ve arkadaşlarına Ebu Nuh, onlara da Yunus bin Ebu İssak söylemiş. O Ebu Bekir bin Musa’dan, o da Ebu Musa’dan şunu rivayet eder. Bu normaldir. Hadisler babadan oğula ya da kulaktan kulağa geçtiği için herkes bana o söylediği, ona da şu söylemiş, ona da bu söylemiş gibi kendi kaynağına aktarıyor.
Hikaye şöyle, Ebu Talip yanında Tanrı elçisi olduğu halde Şam’a gitmek üzere yola çıktı. Kureyş’in ileri gelen ihtiyarları bu sefere katılmışlardı. Onlar Rahip Bahira’nın manastırı yakınına gelerek oraya indiler. Rahip de onların yanına geldi. Halbuki bundan önceleri bu rahip onların yanına inmez ve iltifatta bulunmazdı. Rahip yüklerini indirirken onların arasında dolaşmaya başladı.
Peygamberin yanına geldiğinde onun elinden tutarak, işte bu çocuk âlemler Rabbinin elçisidir. Tanrı bu çocuğu âlemlere rahmet olmak üzere gönderecektir dedi. Ardından da insanlar nereden biliyorsun diye sorduğunda işte ağaç eğildi, bulut vardı bunlardan bahsediyor ve yemeğe çağırıyor. Yine mübarek Furi’de de aynı hikaye anlatılmaktadır.
Bahira görür görmez aralarına koşmuş, Muhammed’in peygamber olduğunu herkese bağırmış ve ardından bildiğimiz şeyler yaşanmış. Şimdi eğer bu gerçekten yaşandıysa bu büyük bir problemdir. Zira o kadar insanın önünde Bahira bas bas bu adamın peygamber olduğunu bağırmış. Ve Bahira 70 yıldır peygamber bekleyen bir adammış ve herkes de Bahira’ya saygı gösteriyor. Yani deli ya da aklını kaybetmiş bir adam değil. E o halde bu adam Muhammed’i bas bas bağırmışsa ve herkes de buna şahit olmuşsa, yarın öbür gün Muhammed peygamberliğini ilan ettiğinde nasıl oluyor da kimse kalkıp ya zaten zamanında Bahira söylemişti. Hatırlamıyor musunuz diye sormuyor. En azından 3-5 kişi hatırlardı ve derdi ki ya bu adama bebekliğinden beri 1000 kişi peygamber olduğunu söyledi. E biz de 5000 tane kâhinden aynı muhabbeti duyduk. Yani bir gerçekliği olabilir herhalde ama kimse dememiş. Enteresan yani bir şey diyemeyeceğim. Lakin şu başının üstünde bulut vardı muhabbeti hemen her kaynakta yazıyor ve bu çocukluğundan beri zaten var olan bir şeymiş gibi aktarılıyor. Mesela Muhammed Ebu Zehra kendi kitabında şöyle bir olaydan bahsediyor. Muhammed’in Halime’de kaldığı yani daha 3-4 yaşlarındayken yaşanmış bir olaydan bahsediyoruz. Bir defasında Muhammed ile süt kardeşini aramak için Halime hatun dışarıya çıkmıştı. Çok sıcak bir havada ikisi de öğlen uykusuna dalmışlardı. Ancak Muhammed’in süt kardeşi şöyle diyordu. Sıcaklığı hissetmiyorduk. Çünkü Muhammed’in gittiği her yere tepesinin üstünde bir bulut gidiyor ve onu gölgeliyordu.
Yine Bahira’nın Muhammed’in peygamberlik mührünü gördüğü ve mührü gördükten sonra Muhammed’in peygamber olduğuna tam anlamıyla kaniyolduğu söyleniyor. Ki şu mührü görme ve peygamber olduğunu anlama muhabbeti zaten bin defa yaşandı. Epey de yaygın bir hikayedir. Kimi rivayetlerde bu mühür bir et beni şeklinde, çıkıntılı bir ettir. Kimi rivayetlerde ise tamamen kıl lakaplı, enteresan bir şeydir.
Kimi rivayetler elma şeklinde olduğunu söylerler. Kimi rivayetler ise bir ceylan boynu biçiminde olduğunu yazarlar. Şu mühür muhabbeti uzak doğuda falan da epey yaygın bir şey. Bakıldığında Dalaylamada da benzer bir şekilde iki omzunun arasında bir mühür vardır. Ve hem kahramanlık hem de peygamberlik efsanelerinde zaten baktığında kişiyi tanıyabileceğin bir mühürden ya da bir sembolden bir özellikten bahsederler. Bu epey yaygın bir şey.
Neyse devam edelim. Bahira, Ebu Talib’i uyardı. Onu kimseye göstermeye hemen götür dedi ve Ebu Talib de götürdü. Ama söylendiğine göre Zülmecaz bölgesine denk geldiklerinde niyeyse Ebu Talib, Muhammed’i bir kahine göstermeye karar verdi. Herhalde emin olmak istediği veya Bahira’ya inanmadı.
Ve Muhammed’i gören kahin de bu çocuk putlarımızı yıkacak, dinimizi bölecek, bizimle savaşacak, kan dökecek diye bağırmaya başladı ve bu çocuğu öldürün diye çığlıklar attı. Ebu Talib de hemen korkuyla Muhammed’i aldı ve kaçtı. Ondan sonra da başka bir kahine göstermedi. Bir hatırlamaya çalışın Halime de şakkı sadır muhabbetinden sonra Muhammed’i bir kahine götürmüştü ve kahin de bu çocuğu öldürün veee falan diye bağırmaya başlamıştı.
Tıp atıp aynı hikaye. Bir de şuna değinmem lazım bu hemen her siyer kitabında karşılaştığım bir problem. Genelde Muhammed’le alakalı eğer Kur’an’dan bir örnek vereceklerse sure, ayet, cüz her şeyden bahsediyorlar. Ya da bir rivayetten bir hadistan bahsedeceklerinde az önce okuduk zaten 10 tane senet 10 tane kaynak gösteriyorlar. Yani şu şuna söylediği bu da buna söylediği oradan bana geldi gibi.
Ama Hristiyanlıktan, Yahudilikten, İncil’den, Tevrat’tan bahsedeceklerinde hiçbir kaynak göstermiyorlar. İşte İncil’de yazar ki Muhammed peygamber gelecektir. Ya da Tevrat’ta yazar ki Muhammed peygamber diye bir peygamber çıkacaktır. Ya da işte şu peygamber demiştir ki bir gün Araplardan şöyle bir adam vesaire vesaire. Ama ayet yok, kaynak yok, belge yok. Hiçbir şey yok.
Bu yüzden de bakmak, kontrol etmek ya da işte İncil’i açtığında öyle bir ayet bulmak mümkün değil. Bütün gün uğraşman lazım. Ve genelde Muhammed ile alakası olmayan ayetleri dahi Muhammed’den bahsediyor diye lanse ediyorlar. Örneğin Musa demiştir ki benden sonra Rabbiniz İbrahim oğullarından bir peygamber gönderecektir. Aha gördünüz mü işte Muhammed’den bahsediyor. İyi de ne alaka.
Musa’dan sonra eğer gerçekten yaşamışsa zaten bin tane peygamber gelmiş. Süleyman gelmiş, Davut gelmiş, Üzeyir gelmiş, başka başka adamlar gelmiş. Niçin aradaki o yüz tane peygamberi görmeyip de hemen bin küsur yıl sonra doğmuş olan Muhammed’i örnek gösteriyorsunuz? Bakıldığında bunu destekleyecek hiçbir şey yok. Zaten bu yüzden net bir şekilde ayet numarası paylaşılmıyor. Ve canları istediğinde Tevrat’tan, İncil’den kapalı bir şekilde alıntı yapıyorlar. Ama işlerine gelmediğinde yahu zaten Tevrat’la İncil tahrif edilmişti. Orada her yazan doğru değildir. Biz gerçekte yazanları yani tahrif edilmemiş olan gerçek vahiyleri söylüyoruz. Bu yüzden de hani siz baktığınızda İncil’de veya Tevrat’ta öyle bir şey yazmıyor olabilir. Ama gerçeğinde yazıyordu. E iyi de elinde gerçek bir İncil, değiştirilmemiş orijinal bir Tevrat var mı? Bir kaynağın var mı? Neye dayanarak böyle bir şeyden bahsediyorsun?
O kafayla bakarsak ben de değiştirilmemiş Tevrat’ta orijinal metinde 2022’de Diamond Tama adında bir YouTuber, internet denilen bir mecrada videolar paylaşacaktır. Yazıyordu. Da diyebilirim yani ve herhangi bir kanıt göstermem gerekmez. Neyse bir iki ayrıntıya daha değineyim ve videoyu bitirelim. Şimdi Bahira muhabbetinde ne gördük?
Bahira Lat ve Uzza aşkına Muhammed’e soru sordu ve Muhammed onlar kadar nefret ettiğim bir şey yok deyip cevap vermeyi reddetti. İşte insanlar bunu Muhammed’in daha anadan doğma Müslüman olduğunu asla putperestliğe bulaşmadığını göstermek maksadıyla örnek diye gösteriyorlar. Hatta beyhaki Muhammed’in tavaf ederken İsaf ve Nail adındaki putlara bile el sürmediği, dokunmadığı ve onlara tapmadığını söylüyor. Yani tüm Araplar namaz kılarken, hac yaparken ya da oruç tutarken Muhammed de bunları yaptığı halde o putlara tapmayı reddetmiş. Hatta hayatı boyunca bir defa bile hiçbir puta dokunmamış. Bunun da en sağlam örneği işte bu Bahira’ya verdiği cevapmış. Lakin bakıldığında taberiği kendi kitabında bu put muhabbetini atlamış. Yani öyle putlar aşkına soru sormak ve Muhammed’in de putperestliği reddetmesi bu kaynakta geçmiyor. Hadi diyelim ki bendeki tercümede geçmiyor, bende bir eksiklik var, hata var, orijinalde yazıyor. E yine başka birçok kaynakta bu muhabbetle alakalı hiçbir şey yok. Hatta dediğim gibi zaten Bahira’nın dahi yaşamadığı ve bütün bu olayın kurgu olduğuna dair çağdaş ulemanın savunduğu bir görüş var. Ve öyle her yerde yazan şeye güveneceksek mesela taberiği de Bahira Ebu Talib’i uyarıyorken şöyle bir şey söylüyor. Ben kitapta şöyle okumuştum ki o bir avulu zehirli oğlak yemekten zarar görecektir. Birkaç yıl sonra da dünyadan ayrılacaktır. Yani buraya baktığımızda Muhammed zehirlenecek ve zehirlendikten sonra da ölecek şeklinde bir anlatım var. E o halde Muhammed zehirlendi mi? Ya da bir suikaste mi kurban gitti? Ki öyle olduğunu söyleyenler de vardır.
Bakıldığında Muhammed öldüğünde insanlar cenaze ile ilgilenmek yerine hilafet kavgasına düşmüşler. Öyle ki bir tek Ali Muhammed ile ilgilenmiş. Ama bunun zehirli oğlak yemekle bir alakası var mı emin değilim. Neticede yiyecek ve birkaç yıl sonra da ölecek diyor. E bu nasıl bir zehirmiş ki birkaç yıl sonra da tesir etmiş. Belki de bazı insanlar Muhammed’i öldürdü ve ardından da o zaten zamanında zehirlenmişti şeklinde rivayetler ortaya attılar.
Bu da bir ihtimaldir. Yani arkadaşlar elimi nereye atsam adeta matruşka gibi başka başka şeyler çıktığını görüyorum ve eksik kalmasın her yönüyle anlatayım. Mukaeseli bir şekilde bir şu rivayetten bir bu rivayetten bir de tersini söyleyenlerden örnek vereyim dedikçe iş Arap saçına dönüyor. Belki de bir Arap’tan bahsettiğimizdendir. Bilmiyorum.
Ebu Talip Muhammed’e kılıç ve ok eğitimi verdi. Zira çocuk büyümekteydi ve dövüşmeyi öğrenmesi lazımdı. Belki savaşlara katılacaktı. Bu yüzden de Muhammed uzun bir süre eğitim aldı ve aldığı eğitimde Hamza gibi daha sonra göreceğimiz karakterler de onunla beraberdi.
Ama Muhammed kılıç dövüşünde o kadar da iyi değildi. Bütün kaynakların ittifak ettiği üzere Muhammed gözleri çok iyi gören ve ok atmada epey başarılı olan lakin kılıç dövüşünde ortalamanın altında kalan bir adamdı. Tabi bu esnada Muhammed bir tek eğitim almakla kalmıyor. Ticaret yapmaya kervanlarla gezmeye bir oraya bir buraya gitmeye ve dünyayı görmeye devam ediyor.
Bununla alakalı bir tane kaynak okuyayım istiyorsanız Cevdet Paşa’nın yazdığı siyerin 36. sayfası şöyle yazıyor. 17 yaşındayken amcası Zübeyr bin Abdülmuttalip ile birlikte Yemen’e gidip geldi. Bu seferinde de kendisinden olağanüstü haller göründü. Mekke’ye dönüşlerinde yol arkadaşları bu halleri anlattıklarından Kureyş içinde bu zâtın şanı ve namı büyük olacak diye söylenmeye başlandı. Yine İmam Suyuti’nin El-Hasay Sülkübra kitabında 1. ciltte sayfa 187’de şöyle yazıyor. Ticaret malını satarken birisi kendisine Lat ve Uzza adına yemin eder misin diye yemin vermek istedi. Peygamberimiz bunu kesinlikle reddetti. Adam da Meysere’ye dönüp, bilesin ki bu zat peygamber olacaktır. Bizim rahiplerimiz okuduğu kitaplarda bunu böyle bulmaktadırlar. Dedi. Bu Meysere daha sonra göreceğimiz bir karakter zaten bir sonraki videoda anlatacağım. Esasen bu Muhammed’in peygamber olduğunun bağırılması, herkesin onun büyük bir adam olacağını söylemesi ve bu gibi şeyler hem önceki rivayetlerde ki anlattık hem de sonraki rivayetlerde karşımıza sıkça çıkmaktadır.
Yani görüldüğü kadarıyla Muhammed hariç etrafındaki herkes bu adamın peygamber olduğunu veya büyük bir adam olacağını anlamış ama Muhammed 40 yaşına gelene kadar hiç peygamberlikle alakalı bir bilgiye veya ön seziye vakıf olmamış. Muhammed’in gittiği kervanlarla alakalı bir alıntı daha okuyalım. Margolyov kendi yazdığı eserde şöyle diyor. Sayfa 66 ve 67. Muhammed’in farklı güzergahlara giden Mekke kervanlarına eşlik ettiğine dair bir şüphe yoktur. Mekke’nin ileri gelenleri birçok askeri becerinin sergilenebileceği bu kervanlarla sürekli olarak meşgul olmuşlardır. Bu kervanlar düzenli olarak Suriye ve Yemen’i ziyaret etmiş, zaman zamanda Mısır, Habeşistan ve İran’daki pazarlara yolculuk etmişlerdi.
Hristiyan Hire krallığı da Mekkeli tacirler tarafından ziyaret edilmekteydi. İleride adını çok duyacağımız Hint binti utbenin bir aşığının Hire kralının maiyetindekilerden birisi olduğu söylenmiş olup evlilikle ilgili işlerde onun yardımını istemişti. Peygamber bir hadisinde Medine’den gördüğü Hire’nin beyaz saraylarından bahsetmektedir. O tuzlu suyun yanı sıra tatlı suyu da bilmekte ve tatlı suya Fırat adını vermektedir. İkisinin biset yoluyla birbirine karışmasının engellendiğini varsaymaktadır. Mısırla alakalı söylediklerinden kendisinin orada bulunduğu sonucuna varılmaktadır. Ayrıca kendisinin Kızıldeniz’i görmüş olduğunu varsaymak için de sebepler mevcuttur. Muhammed’in bu yolculuklarda kendisine daha sonra faydalı olabilecek kişilerle tanışmış olması muhtemeldir ki kendisinin bazı yabancı ya da taşralı arkadaşlarının isimlerini bilmekteyiz.
Habeşli bir dostunun adının Halid bin Havariy olduğu söylenir. Bu şahsın babasının adının ait olduğu diyelekt bu ifadenin doğru olduğunu göstermektedir. Bir diğer dostu olarak da Mücaşih kabilesinden Yad bin Himar anılmaktadır. Ayrıca Muhammed’in Bursra’ya ve Şam’a zaten gitmiş olduğunu söylemiştik. Daha sonra da bir daha gidecek ve Bursra Kudüs’e yakın olan bir bölgede.
Bu bağlamda Muhammed’in de en azından Kudüs’ü veya çevresini görmüş olması muhtemeldir. Daha bir çok kaynaktan bir çok alıntı okunabilir. Hem oryantalistlerden hem Müslüman alimlerden ama bence gerek yok. Zaten videonun başlığı da Muhammed’in ticari hayatı falan değil. Ve madem bunlar ana konuda yoktu niye anlattım?
Aslında sebep şu çünkü insanlar genelde Muhammed’i aşırı cahil, hiç böyle etrafı görmemiş, hiçbir şey bilmeyen, okuma yazması olmamakla beraber hiçbir konuda, hiçbir kitapla alakalı da bilgiye vakıf olmayan, ortalamanın altında bir insan gibi göstermek niyetindeler. Zira Muhammed ne kadar cahil olursa, Kur’an da bir o kadar mucizeviyi, bir o kadar dolu görünecektir ve Muhammed’in Kur’anı yazmış olması imkansızdır.
Diyerek ateistlere cevap vermiş olacaklardır. Lakin görüldüğü üzere Muhammed baya bir gezmiş, tozmuş, ticaret yapmış, bağlantı kurmuş, oradan oraya her yeri görmüş bir adamdır. Ki işi ticaret yapmak olan bir adamın da zaten böyle olması lazımdır. Bu anormal bir şey değildir.
Ve Muhammed yaptığı ticaretlerde kazık atmadan, milleti kandırmadan, haram yemeden, başkalarının parasına konmadan düzgün bir şekilde alsat yapmış, bazen aracı olmuş, bazen başkalarının kervanlarına bakmış ve bir şekilde halkın da, diğer tüccarların da saygısını kazanmış ve Muhammed-ül Emin yani Güvenilir Muhammed lakabını almış. Zira gelen geçen ona malını, mülkünü emanet edebiliyormuş. Bu nişamsa, ya Muhammed kimseyle kavga etmeyen, tatlı dilli, anlayışlı, iyi bir insandı. Bu yüzden de herkes onu sever ve saygı gösterirdi ve ondan yanlış beklemez derdi. Eh, Muhammed-ül Emin adı da bu yüzden verilmişti diyor. Diğer bazı kaynaklarda bu lakabı veya bu mahlası Ebu Cehil’in verdiği yazar. Ebu Cehil’in de asıl mahlası Ebu’l-Hakam adaletin ya da bilgeliğin babasıdır.
Ebu Cehil bu cehaletin babası ünvanını çok sonra alacaktır. Zaten bununla alakalı bir videom vardı ve Muhammed gördüğümüz kadarıyla ileride Mekke’deki en zengin kadın olan ve en büyük tüccarlardan biri olan Hatice ile evlenecektir ve Hatice’nin de kervanlarına mal varlığına o bakmaya başlayacaktır. Böylece Mekke’deki ticaretin de dış şehirlerle, dış tüccarlarla veya dış valilerle irtibatın da en çok Muhammed ile sağlanacağı ve Muhammed’in birçok şeye hakim olacağı bellidir. Zaten Hatice ile evlenme ve onun kervanlarına bakma muhabbeti bir sonraki videoda ele alınacak. Şimdi böyle anlatınca her şey mükemmel, Muhammed para kazanıyor, geziyor, tozuyor, oh gibi bir hava var. Lakin öyle değil. Görüldüğü kadarıyla Muhammed’in çocukluğunda başlayan ve o 20’li yaşlara ulaştığında bile halen daha devam eden Ficar Savaşı diye adlandırdığımız uzun süren bir savaş başlamış ve Mekke bu esnada gerçekten de birçok problem yaşamış. İbn-i Hişam şöyle anlatıyor, Peygamberimiz 14-15 yaşına bastığında Kureyş ve Kinane kabilelerinden müttefiklerle Kays-Aylan kabilesi arasında Ficar Savaşı çıkmıştır. Nedeni şudur, Hevazinli Urve-Rihal bin Utbe, Numan bin Münzire ait kervanın himayesine üstlenmişti. Kinane oğullarından Berraz bin Kays ona Kinane’ye karşı onu mu koruyorsun diye sordu. Urve evet bütün insanlığa karşı cevabını verdi. Teymen’de Zıt-ı Lal mevkiine vardıklarında Urve’nin bir anlık gafletinden yararlanmış olan Berraz onu öldürdü. Bu olay Haramay’da gerçekleştiği için Ficar yani Günah, Yasak ismini almıştır. Hadisenin hemen ardından biri Kureyş’e gelerek Berraz’ın Urve’yi Haramay’da öldürdüğünü haber verir.
Kureyş ve ardından Hevazin kabilesi harekete geçip Harem bölgesinden geride savaşa tutuşurlar. Peygamberimiz savaşın bir bölümüne amcalarıyla birlikte katılmış, onlara ok desteğinde bulunmuştur. Bu sırada onun 10 yaşında olduğunu söyleyenler de vardır. Şimdi standart hikaye bu ama elbette tek versiyon bu değil. Hemen her kitapta başka türlü ayrıntılar ve başka türlü aktarımlar var.
Mesela burada Muhammed savaşa katıldı ama ok desteğinde bulundu ifadesi var. Bu ok desteğinin ok atmak ve bir şeyler yapmak anlamında mı olduğu yoksa başka bir anlamda mı olduğu İbn-i Hişam’da aktarılmamış. Ama diğer kaynaklarda Muhammed yerden ok topluyordu ve yere düşen okları amcalarına veriyordu. Yani kimseyi öldürmedi ama en azından yardımcı olmuş oldu, yazar.
Bununla beraber savaş tam hangi yılda başladı, Muhammed tam hangi savaşa katıldı, savaş ne kadar sürdü. Bu da kesin değil Maksud oğlu 14-15 yaşlarındaydı diye ifade ediyor. E diğer kaynaklara baktığımızda Hayati Ülkü 20 yaşında olduğunu söylemiş. Yine bunun gibi 21’di, 17’di, 12’di bir sürü aktarım var.
Tabii kaynaklar bu savaş 10 yıl devam etti derler, Martin Lings ise en fazla 3-4 yıl devam etti ama toplasan 5 gün anca savaşıldı. Muhammed de katılsa katılsa hani 4.ye anca katıldı veya sonuncuya yani 5.ye diyor. Ve bu adamların hepsi Müslüman, bu adamların hepsi din alimi Martin Lings dahil yani Müslüman olmuş bir adam.
Dolayısıyla hepsi bir kaynağa referans veriyor ama genelde tabii kaynaklar hemen her şeyde olduğu gibi tezatlık barındırıyor. Bazı kaynaklar bu savaş 4 defa yapıldı ve Muhammed 4. oğlana katıldı yani 4 tane farklı sebeplerle meydana gelen ficar savaşı vardı. Her biri aynı savaş değildi diyorlar bu daha mantıklı.
Bir de Martin Lings Muhammed ok attı okçuluk yaptı derken Muhammed Hamidullah mızrakla adam deldi hatta çok meşhur birkaç tane savaşçıyı da yaralamıştı diyor. Yani kimi kaynak Muhammed hiç katılmadı kimisi katıldı ama yerden ok topladı öteki ok attı adam vurdu diğerleri ise mızrakla adam deşti diyor. Bu yüzden hangisi gerçek hangisi yaşandı veya herhangi biri yaşandı mı bir şey diyemiyorum.
Burada birbirinden farklı birçok aktarımda bulunuyor olman ve diğer videolarda da 9-10 tane rivayet veriyor olman bu yüzden zaten zira bir tane kitap okuyunca olmuyor. Bir tane kitap okuyup aaa Muhammed’in hayatı buymuş ne güzel diyorsunuz başka bir alimin kitabını okuduğunuzda bambaşka bir hayat var bambaşka bir anlatım var. E hangisi gerçek? Bu yüzden bir tane okuyup da hakikat bu demek çok kolay kaçmak olur.
Eğer gerçekten siyer tarihini öğrenmek lazımsa en azından bir 15-20 tane kitap okumak lazım ve 15-20 tane başka başka yazarlardan. Arada 3-4 tane orientaliste bakmak lazım başka bir kafa olsun diye ama genelde Müslüman kaynaklar da yeterince ayrıntılı. Ben de bu yüzden okuduğumda karşıma çıkan farklı aktarımları derliyorum ki hani ben böyle okumuştum Diamond sen böyle diyorsun ama bir de şöyle bir şey var diyenler çıkmasın. Ben her haliyle anlatayım isteyen istediğini alır zira baktığında hepsi sahih kaynak dolayısıyla aha İslam tarihi bu. Ama nihayetinde Ficar Savaşı ister öyle ister böyle olsun Muhammed ister savaşa katılmış olsun isterse katılmasın. Baya bir süre devam etmiş ve en sonunda tarafların anlaşmaları suretiyle tatlıya bağlanmış.
Daha fazla adam öldüren taraf öldürdüğü adamlar karşılığında fidye vermiş ve bir daha öldürmemek koşuluyla anlaşmışlar. Tabi bu esnada uzun yıllar boyunca ticaret destekte uğramış asayişte epey problemliymiş. Mekke baya yaşanılmaz bir yer haline gelmiş. Buradan sonrasını yine kaynağından okuyalım Cevdet Paşa şöyle anlatmış. Resulullah efendimize peygamberlik gelmeden önce Mekke’de asayiş ve düzen altüst olmuş. Yabancılar ve koruyucusuz kimseler için can, mal, namus güvenliği ortadan kalkmıştı. İşler iyice çığırından çıkmış, meydan zalimlere ve güçlülere kalmıştı. Yabancı satıcıların malları alınır fakat bedeli ödenmezdi.
Mekke’ye ziyarete gelen turistlerin hoşa giden kadın ve kızlarına zorla el konur, feryat ve figanlarına aldırış etmek sizin gözler önünde tecavüz edilirdi. Buna benzer pek çok rezil işler, toplumda gizleme gereği bile duyulmayan işler olmuştu. Tabi canım muhakkak. Bu karışıklık sonucunda halk toplanıyor ve adaleti tesis etmek maksadıyla bir oluşum veya bir dernek, bir örgüt kurmaya başlıyor.
Bu örgüte de hılf-ül fidûl diyoruz ki daha önce de hılf-ül fidûl adında başka bir dernek vardı. Hayati Ülkü İslam Tarihi kitabında şöyle anlatıyor. Cürhümlüler zamanında ahlak bozulmaya yüz tutunca zulüm artmış, zayıflar himayesiz kalmış ve haksızlık her yerde almış yürümüştü.
Bu hale bir son vermek için cürhüm ve katura kabileleri reislerinden üç kişi gizlice toplanmış ve Mekke’deki zalimlerle mücadele edeceklerine dair aralarında yemin etmişlerdi. Bu üç reisin ismi de Fadıl’dı. Fadıl bin Füdağle, Fadıl bin Vedat’e ve Fadıl bin Harz. Bu yüzden de bu toplantıya hılf-ül fidûl, Fadıl’ların yemini adı verilmişti.
Daha sonraları bu iyi teşkilat dağılmış fakat yalnız adı ve şöhreti kalmıştı. İşte Muhammed devrinde de Ficar Savaşı’ndan sonra Mekke’de önde gelen bazı şahsiyetler haksızlığa, adaletsizliğe veya suç artışına son vermek maksadıyla önceki örgüte gönderme yapmak babında hılf-ül fidûl adında yeni bir oluşum kurmuşlardı. Muhammed Hamidullah şöyle anlatıyor. Savaşın çok basit bir nedeni vardı ama çok kan dökülmesine yol açmıştı. Sadece kendi kabilesini savaşa sürüklemekle kalmayıp bu münasebetle Mekkeli kurmaylar içinde savaşa etkin bir rol üstlenmiş olan Resulullah’ın amcalarından Zübeyir bu durumdan pişman gibiydi. Çünkü bin defa deniyavî amaçlarla kurulmuş olan hılf-ül fidûl teşkilatının kurulmasına o ayak olmuştu. Yaşlılardan ve gençlerden oluşan çok sayıda Mekkeli, zengin ve saygın bir insan olan Abdullah İbn-i Cüdân’ın evinde düzenlenen törene katılarak şu yemin etmişlerdi. Allah’a and olsun ki biz hepimiz zulmeden zulmettiği kişiye hakkını geri verinceye kadar zulmedene karşı zulme uğrayanla birlikte tek bir el gibi olacağız. Şimdi Maksud oğlu hılf-ül fidûlü kuran kişi Muhammed’in bir amcası olan Zübeyir’di diyor.
Cevdet Paşa bu Ebu Talip’di diyor. Diğer bazı kaynaklarsa Muhammed’di diyor. En azından Muhammed kurmadıysa dahi kurma konusunda ön ayak oldu, fikir verdi, insanları gazladı, epey bir çaba sarf etti ve bu sayede bu teşkilat kuruldu diyorlar. Dolayısıyla isimler değişiyor, Kur’an değişiyor ama amaç aynı. Tabii bu grubun kurulması için son bir taşın düşmesi lazımdı.
O da şu, hemen okuyalım Muhammed Ebu Zehra’dan okuyorum. Raviyelerin anlattıklarına göre hılf-ül fidûl anlaşmasının yapılmasına sebep olan olay şuydu. Zebit kabilesinden bir adam Mekke’ye mal getirmişti. Malını As bin Vail satın almış ama karşılığını ödememişti. Mal sahibi As bin Vail’e karşı Abdüddâr, Mahzun ve Cemha kabileleriyle diğerlerinden yardım istedi. Fakat kimse ona yardıma yanaşmadı. Adamcağız hakkının zayi olduğunu görünce güneş doğarken Ebu Kubeyz dağına çıktı. Kureyşliler o esnada kâbenin etrafında gruplar halinde oturmuşlardı. Dağa çıkan mal sahibi yüksek sesle şu şiiri okumaya başladı. Ey Fihir ailesi! Bir adamın malı kayboldu. O adam Mekke’de zulme uğradı.
Evinden dostlarından ve toprağından uzakta, ihramını ve yol tozunu da üzerinde taşımaktadır. Henüz umresini eda edememiştir. Ey ileri gelen şahıslar! Hatim ile Hacer-i Esvet arasında emniyetli yerde malım zayi oldu. Demek ki kanunlar soylular içinmiş. Yabancı tüccarlar için koruyucu yasalar yokmuş. İşte adam böyle ağlayınca, zırlayınca, millette yatar artık bir şeyler yapmak lazım.
Bak Mekke’ye laf geliyor. Bin tane kabileyiz. Hepimiz zan altında kalıyoruz diye toplanmışlar. İyi de yapmışlar. Hatta Muhammed bununla alakalı ileride şöyle bir şey söylüyor. Vakti zamanında şöyle şöyle bir oluşuma katılmıştım. Gayet de memnundum. Öyle bir oluşuma katılmak 20 tane kırmızı deve’den daha kıymetli bir şeydir. Vallahi şu anda İslam geldiği halde yine öyle bir şeye davet edilsem, yine hiç düşünmeden giderdim.
Bu da bizi şu sonuca götürüyor. Şimdi hılf-ülfüdûl’da önde gelenler, alimler, ulemalar, zenginler, kabile reisleri yani önemli adamlar vardı. Ve Muhammed de bu kuruluşa katıldığında 20 yaşlarındaydı. Yani genç bir adam için orada öğrenecek çok şey vardı ve örnek alacak da epey bir insan bulunmaktaydı. Ayrıca Muhammed İslam gelmiş olduğu halde şimdi bile çağrılsam giderdim diyerek eğer amaç iyilik yapmaksa, hak savunmaksa, müşriklerle ya da başka dinden insanlarla dahi ortak hareket etmekte bir problem yoktur, gibi bir imaj da vermiş olur ki bu bence iyi bir mantıktır. Keşke herkes o kafayla baksa. Ve bakıldığında hılf-ülfüdûl cemiyeti görebildiğimiz kadarıyla tam anlamıyla insan haklarını koruma cemiyeti idi. Bu bağlamda Arabistan tarihimizde böyle bir şey vardı diyerek övünmeye hak kazanmıştır. Hılf-ülfüdûlün gerçekleştirdiği yardımlardan ve yaptığı iyiliklerden birçok kaynak bahseder ama genelde yarım yamalak bahsederler.
En azından Hamidullah bunları alt alta güzel bir şekilde koymuş, ben de kafadan anlatmayayım derli toplu bir şekilde kaynağından okuyayım diye, sayfa 61 ve 62’den alıntı yapacağım. Hassam kabilesinden bir Yemenli kızıyla birlikte hac için Mekke’ye gelmişti. Mekke’nin kudretli kişilerinden Nubeyh ibn el-Haccaj bu kızı zorla alıkoydu. Kızın babasına yardım etmesi için hılf-ülfüdûl’e başvurmasını tavsiye ettiler. Derhal Nubeyh’in evi kuşatıldı, kendisini savunamayacağını anlayan saldırgan, gönlünü çalan bu güzel kızla hiç olmazsa bir gece birlikte olmalarına izin verilmesi için yalvardı. Hiçbir şey hılfüdûl mensuplarının kararlılığını bozamadı ve Nubeyh daha fazla gecikmeden kızı babasına teslim etti. Yine Sumale ya da Est kabilesinden bir başka yabancı, ticaret mallarından bir bölümünü Mekke’nin ileri gelen reislerinden Ubey ibn-i Halep’e satmış.
Ama bu kişi anlaştıkları parayı vermek istememişti. Çaresiz kalan Sumaleli, fidûl teşkilatına başvurdu. Onlar da şöyle dedi, ”Ubey’e git ve ona fidûlîlerin yanından geldiğini eğer derhal sana ödemeyi yapmazsa bizim gelişimizi beklemesini söyle.” Bu kez Ubey söz konusu parayı ödemekte gecikmedi. Ne olursa olsun Mekkeliler, uzun yıllar boyunca birçok kez ara buluculuk görevi üstlenmiş olan bu kurumla gurur duymuşlardır. Peki hılf-ül fidûl madem bu kadar iyi bir cemiyetti neden dağıldı? Aslında sebep bir tane. Bu adamlar en başında bir oluşum kurmuşlar ama daha sonra yeni bir üye almamışlar. Niyeyse bunda inat etmişler ve en sonunda tüm üyeler öldüğünde yeni bir üye gelmediği için grup dağılmış.
Aynı zamanda İslamiyet hâkim olmaya başladığından, zaten bir şeriat geldiğinden, düzeni de halifeler ve onların askerleri sağlamaya başladığından hılf-ül fidûla gerek kalmamış. Halifeler devrinde, emeviler vaktinde veya daha sonra abbâsîler döneminde yapılan haksızlıkların hepsi engellenebildi mi ya da öcü alınabildi mi veya bizzat devlet, halife veya adamları bir haksızlık yaptığında bu telafi edilebildi mi, onları da sorgulayacak bir hılf-ül fidûl var mıydı? O da bambaşka bir konu. Ama özetle bu cemiyet iyi bir cemiyetti ve Muhammed de Muhammed-ül Emin nakabıyla bu cemiyette uzun bir süre yer aldı. Bu hılf-ül fidûl mümkün mü? O andan itibaren Muhammed gördüğümüz kadarıyla ticaret yapmaya devam etti, birtakım bağlantılar kurdu ve yıllar geçti ve bir gün Muhammed, Ebu Talib’in Fatih’e adındaki bir kızına talip oldu. Bu enteresan gelebilir çünkü Muhammed, Ebu Talib’in adeta evlatlıydı. Yani o kızlarla beraber büyümüş olması lazım. Nasıl oldu da yan gözle baktı diye merak edenler çıkar.
Aslında yan gözle bakmak demeyelim zaten akraba evliliği yapmak Araplarda epey yaygın bir şey ve görüldüğü kadarıyla Fatih’e de Muhammed’e karşı bir şeyler hissediyordu. Ama Ebu Talib maalesef Fatih’e’yi Muhammed’e vermedi.
Ya layık görmediğinden ya da Muhammed o esnada yeterince para kazanmadığından, yeterince kuvvetli olmadığından veya başka sebeplerden Ümmühani adıyla da bildiğimiz Fatih’e’yi mahzum kabilesinden Hubeyre adındaki bir adama vermeyi tercih etmiş. Ki bu gerçekten enteresan bir şey zira bütün kaynaklar Ebu Talib Muhammed’i çok severdi hatta kendi öz evlatlarından bile daha çok sever ve saygı duyardı gibi şeyler söylüyorlar. Zaten önceki videolarda anlattım ve Muhammed de hayatı boyunca onu gören herkes tarafından kutsanmış bu büyük bir adam olacak denmiş bir adam. Yani Ebu Talib Muhammed’e vermeyecek de kime verecek? Ama görüldüğü kadarıyla sebep şu. Ebu Talib Muhammed ona sorduğunda neden bana vermedin de başka bir adama verdin dediğinde ya bu adamlar da zamanında bize kız vermişlerdi cevabını veriyor. Verilen kız da annesi zaten. Ama bu pek doğru bir yanıt değil aslında çünkü Ebu Talib zaten daha önce iki tane kızını aynı kabileye vermişti. Dolayısıyla ödeşmiş derdi. Bu kızlar Atike ve Berre adıyla bilinmekte ve Fatih’e ile beraber Ebu Talib mahzum kabilesine toplamda üç tane kız vermiş oldu ve bu kabile de akrabaydı zaten. Hubeyre de bir akrabaydı. Dolayısıyla o akrabaya vereceğine Muhammed’e ver daha iyi ama öyle olmamış. Orientalist kitaplara baktığımızda genelde Muhammed bu evreden sonra demek ki ben evlenmeye layık bir adam değilim. Öyleyse para kazanayım iyice büyüyüm ve ne istiyorsam yapayım demeye başlamış. Ama ne kadar doğru bilmiyoruz.
Bunlar bir yandan da niyet okumaya giriyor çünkü. Hem Muhammed zaten ticaretle uğraşmış bir adamdı. Dolayısıyla bu konuda net bir şey söyleyemeyeceğim. Ama tam da o esnada Hatice adında Mekke’de epey meşhur olan ve epey zengin olan bir kadın kendine bir tüccar aramaya başlıyor.
Hatice daha önce iki defa evlenmiş olan fakat iki kocası da ölmüş bir kadındı ve hem kendisi zengindi hem de kocalarından kalan mallarla beraber epey büyük bir konuma erişmişti. Hatta Mekke’de eğer bin tane deve çıkıyorsa bir kervana veya ticarete bunlardan en az 500 tanesi Hatice’ye aitti. Dolayısıyla Hatice kendi başına kervanlarla yolculuk yapacak ve oradan oraya gidecek bir insan değildi.
O tüccarlar tutardı ve her tüccar ayrı bir kafileye veya ayrı bir kervana bakardı ve kardan pay alırdı. İşte Hatice tam da bu şekilde ona yardımcı olacak ve bir yerde ticaret ortağı olacak bir adam arıyordu. Ama güvenilir bir adama ihtiyacı vardı ve bu durumda Ebu Talip Muhammed’e git Hatice ile konuş. O zaten adam arıyor. E sen de herkesin bildiği bir adamsın. İyi olur para kazanmış olursun diyor.
Ama Muhammed bunu kendine pek de yediremiyor. Yani iş arama konusunda nedense bir çabası yokmuş. Ve Ebu Talip de çocuk işsiz kalmasın veya iş başkasına gitmesin diye gidip kendisi başvurmuş. Benim şöyle şöyle bir yeğenim var. Zaten o meşhur bir adamdır Muhammed Ül Emin. Onu yanında işe alırsan iyi olur demiş. Ki aslında bu kadar uzun bir konuşmaya da gerek yok.
Zaten Hatice ile Muhammed akrabalar. Dolayısıyla Hatice Muhammed’in çocukluğundan itibaren nasıl bir adam olduğunu biliyor olmalı. Hatice de bu yüzden hem Muhammed’i bildiğinden hem de Ebu Talip’e saygı duyduğundan ve güvendiğinden başkalarına verdiğimin iki katını vereceğim diyor ve Muhammed’i işe alıyor. Müslümanlar işte Muhammed o kadar önemli bir adamdı ki başkalarının aldığı ücretin iki katını alıyordu diyorlar.
Lakin bu iki katını veririm muhabbetiyle alakalı başka başka rivayetler de var. Mesela işte Ebu Talip’in Hatice’ye gittiğini ve duydum ki şu adamlara iki deve veriyormuşsun. Muhammed bunlardan katbekat daha kalifiye bir adam. Dört deveden aşağı razı gelmeyiz. Bu şekilde bir ticaret döndüğünü pazarlık yapıldığını ve Hatice’nin de madem öyle sen iste sekiz tane de veririm dediğini ve Muhammed’i işe aldığını söylerler.
Böyle veya böyle Muhammed Hatice ile iş ortağı olmaya başlıyor ve onun gönderdiği bir kervanın başında yolculuğa çıkıyor. Bu kervan üç ay sürecek bir kervandır ve Hatice Meysere adında bir köleyi Muhammed’i gözlemesi ve nasıl bir adam olduğunu anlaması yani onun hakkında bilgi toplaması ve döndüğünde Hatice’ye bunları anlatması maksadıyla gönderiyor. Fakat bu kervanda epey önemli şeyler yaşanıyor.
Mesela daha yolculuğa çıktıkları anda develer epey bir yorulmaya, arkada kalmaya ve ilerleyememeye başlıyorlar. Ama Muhammed onların topuklarını ovmaya ve masaj yapmaya başlıyor ve anında develer en önde gitmeye başlıyorlar yani adeta aşağı kalkıyorlar. Bu daha önce Halime ile alakalı da anlatılmıştı. Muhammed süt anneye verilmişti ve süt annenin sahip olduğu develer en arkada giden, en dandik develerdi.
Ama Muhammed süt emmeye başladığında o develer en önde giden en kuvvetli develer haline gelmişlerdi. Yani aynı hikaye bir bakıma tekrarlanmış ve gördüğümüz kadarıyla bu kervanda Muhammed bütün malları satmış ve gerçekten de iyi bir fiyata satmış, epey kar elde etmiş ve dönerken de başka başka olaylar yaşanmış. Bunu hemen kaynağından okuyalım. Komple kafadan anlatmayayım. Cevdet Paşa’nın yazdığı siyerde şöyle yazıyor. Peygamberimiz Şam kafilesiyle giderken Bahira’nın kilisesi önüne geldiler. Meysere ile birlikte bir ağaçaltına kondular. Bahira bir süre önce vefat etmiş olduğundan yerine geçen Nestura adlı rahip yanlarına geldi. Meysere ile eskiden tanışıklığı olduğundan onunla görüştü ve Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed’in son peygamber olduğuna kesin inancını belirttikten sonra ”Ey Meysere, Hz. İsa’nın haber verdiği son peygamber işte budur. Şam’a gitmeyin. Yahudi kahinleri onu görür görmez tanırlar ve ihanet teşebbüsünde bulunurlar.” dedi. Bunun üzerine Meysere, Peygamberimizi Şam’a gitmekten vazgeçirdi. Şimdi burada Bahira ölmüştü bu yüzden de Nestura adlı bir rahip vardı diyor ama daha birçok kaynak o esnada Bahira’nın hayatta olduğundan ve hatta 15 yıl sonra Muhammed’e peygamberlik geldiğinde dahi Bahira’ya danışıldığından bahseder. Yani Bahira öldü mü veya yerini Nestura’ya mı bıraktı bu konuda net bir şey bilmiyoruz ve zaten tam da bu muhabbetin yıllar önce Bahira ile birebir yaşandığını biliyoruz. Ama zaten bu Nestura muhabbetinin de başka başka versiyonları var.
Mesela Maksud oğlu şöyle anlatıyor ”Nestura balkona çıktı ve oradan ağacın altında oturan Muhammed’i gördü. Ağaç Muhammed’e eğilmiş ve gölge yapmıştı ve oradan Muhammed’in bir peygamber olduğunu anlamıştı.” Ama taberi de şöyle yazıyor ”Şam’a erişildiği zaman bir ağaçlıkta bir rahibin manastırının yanına kondular. Ne zaman ki Şam’a erişildi, bir zaman geldi ki ağacın gölgesi gitti. Resulün üstüne güneş ışıkları düştü.
O zaman ağaç ona o kadar yakın eğildi ve dallarını o yana doğru öyle uzattı ki peygambere gölgeler yaydı. Manastırın rahibi mabetten baktı. Bu hali gördü, aşağıya indi. Kevan başı Meysere’ye geldi ve ona ”Sen onu ortaklık ve tüccar gözüyle görme. O ki Allah’ın hak peygamberi olacaktır.” dedi.
Ne zaman ki Şam’da alışveriş yapıldı, sonra yine Mekke’ye döndüler. Her bir akçe sermaye 10 akçeye yükseldi. Şimdi bu aktardıklarında aşağı yukarı hikaye aynı idi ama Nestura yukarıdan iniyor ve Meysere’nin yanına geliyordu. Yani ağacın altında onlarla sohbet ediyordu ve hatta Muhammed’in yanında Muhammed’in bir peygamber olduğunu da söylüyordu.
Fakat Martin Lings başka türlü anlatıyor. O diyor ki ”Balkonda konuştu ve bu adam kimdir?” diye sordu. Meysere de ”O işte Kureyşli bir tüccardır.” dedi. Nestura ise ”Hayır, o ağacın altında peygamberden başkası oturmuyor.” dedi. E madem biliyorsun niye soruyorsun kardeşim? İbn-i İsaktaysa bu muhabbet şöyle. ”Hayır, o ağacın altında peygamberden başkası oturmadı. Ya da o ağacın altında yalnızca peygamber oturmuştu.
Ama bu bana pek de mantıklı gelmedi. Çünkü çölün ortasında ve kervanların geçtiği bir yerde güneşin altında gölge yapan bir ağaç var ve yıllar boyunca o ağacın altında bir tek Muhammed oturacak. Yani hiçbir tüccar, hiçbir insan ”Şu güneşin altında yanıyorum, piştim ama dur şu ağacın altında gölgelenmeyeyim.” demez herhalde.
Muhtemelen burada Allah insanların kalbini, gözünü veya isteğini mühürlüyor ve o ağacı gördükleri halde kimse ağacın altında dinlenmeye geçmiyor. Herkes öyle güneşte pişerek bekliyor.” Ebu Zehra’da hikaye şöyle anlatılıyor.
”Rivayete göre Rahip Mastura, Peygamber efendimizi ağacın altında dinlenmekteyken görünce yanına yaklaşıp başını ve ayaklarını öpmüş, sonra da ona şöyle demiş, ”Sana iman ettim. İsa Peygamber’in göndermiş olduğu ümmi peygamberin sen olduğuna, Allah’ın göndermiş olduğu elçisi olduğuna şehadet ederim.”
Yani yine Muhammed’in yanına giden ve ona peygamber olduğunu ilan eden, açıkça bunu söyleyen ve ayaklarını öpen ve hatta ”Ümmi bir peygamber gelecekti, o da senmişsin.” diyen bir adamla karşılaşıyoruz. Ama ne Tevrat’ta, ne Zebur’da, hatta ne de Talmud’ta ”Ümmi peygamber gelecek, okuma yazma bilmeyecek.” diyen bir şey yok. Öyle bir şey yazmıyor.
Ha, diyelim ki yazıyordu ama insanlar dini saptırdı, bu yüzden de kimse bunları bilmiyordu. E bu adamlar nereden biliyordu? O dönemde İncil, Tevrat çoktan toplanmıştı, kitap haline gelmişti zaten. Ve o günkü İncil ve Tevrat’la, bu günkü İncil ve Tevrat aynı şeyler. E en fazla bir iki tane apokrif metinden böyle bir şey görmüşlerdir diyeceğim. E bunun da hangi apokrif kaynakta yazdığı meçhul. Ve en önemli ayrıntı daha önce de ifade ettiğim gibi Muhammed’in peygamber olduğunu zaten birçok kişiden açık bir şekilde duymuş olması.
E bir adam hayatı boyunca 40 defa peygamber olduğunu duyarsa, zaten peygamber gibi davranmaya başlar. E ne olmadı bir merak eder, gider bu kaynaklara bakar, sorar, peygamberliğin ne olduğunu öğrenmeye kalkar ve önceki dinlerden de haberdar olmaya başlar. Bu durumda ileride Mekkeli müşrikler Muhammed’e karşı ”İyi de sen zaten bildiğimiz şeyleri anlatıyorsun. Yani bunlar eskilerin masalları.” dediklerinde pek de haksız olmazlar. İşte bu yüzden Müslüman kaynaklar şöyle anlatıyor. Muhammed, çocukluğundan beri peygamber olacağını zaten biliyordu, öğrenmişti ama peygamberliğin ne olduğunu bilmiyordu. Yani peygamber kavramından, kutsal kitap kavramından haberdar değildi. Bu yüzden de kalbi kirlenmemişti. Yani kendi kendine gelin güvey olup da erken yaşta peygamberliğe soyunmamıştı.
Anca Cebrail geldiği zaman peygamberliğin ne olduğunu anlayabilmişti. Ama bu da pek mantıklı gelmiyor çünkü Mekke zaten içinde bin tane put olan, bin tane inanç olan ve Hristiyanların, Yahudilerin veya Haniflerin dolaştığı bir şehir.
E Muhammed illaki bir merak etmiş sormuş olmalı. Sormasa dahi biliyor olmalı çünkü Kabe dahi İbrahim peygamberle İsmail peygambere dayandırılmış. Yani peygamberlik muhabbetinden zaten haberinin olması lazım bu adamın ve ilk peygamber Muhammed de değil. Hem Muhammed’den önce hem de Muhammed hayattayken başka başka peygamberlik iddialarında bulunan adamlar var. Ama bunlar başka videoların konusu.
Neyse devam edelim. Muhammed yanında Meysere ile beraber Mekke’ye dönmeye başlıyor fakat dönerken de yolda epey acayip şeyler yaşanıyor. Söylendiğine göre Muhammed’in başı üstünde iki tane melek veya iki tane kuş veya iki tane bulut sürekli ona gölge yapıyorlar. Ve bunu kervandaki diğer insanlar da görüyor.
Meysere de görüyor ve korkuyor ama bir şey söylemiyor ve bunlar yani kafile Mekke’ye dönerken Hatice ve diğer kadınlar kervanın yolunu gözlüyorlar ve onlar da Muhammed’in başının üstünde iki tane melek görüyorlar. Yani bütün şehir Muhammed’i koruyan iki tane meleğe tanık oluyor ama bir tek Muhammed bundan haberdar değil. Ama dediğim gibi rivayetler çeşitli.
Bir tane alıntı okuyalım. Salih Sürüç şöyle yazmış. Kervan sıcak kumlar üzerinde Mekke’ye doğru yol alıyordu. Kızgın güneş ateşten oklarını yere saplamaktaydı. Fakat bu da ne? Meysere gözlerine inanamıyordu. Tekrar tekrar açıp kapatıyordu. Acaba yanlış mı görüyordu? Ama hayır. Gördüğü ne hayal ne de gözlerindeki bir yanılmanın eseriydi.
Tamamıyla gerçekti. İki melek, kavurucu sıcaktan rahatsız olmaması için bulut tarzında kainatın efendisi üzerinde gölgelik ediyorlardı. Şimdi bir dakika. İki tane melek vardı yazıyor ama bulut şeklinde gölgelik ediyorlardı diyor. Eğer bulut şeklindeyse iki tane melek görmemiş demektir.
Bu durumda bulutları meleğe yormuş veya melek saymış anlamına geliyor bu. E o zaman kendi kendinize alamet, keramet veya mucize uyduruyorsunuz demektir. Eğer melek görmediysen neden melek vardı diyorsun kardeşim? Yani bu yüzden işte bin tane aktarım var. Ya kuş vardı, ya bulut vardı, ya bir tane ejderha geziyordu veya ne bileyim süpermen gelmişti.
Bu tür kaynaklar yüzünden ki bu da başka kaynaklar kullanıyor yani adam kendi uydurmamış İslam tarihinde hadis külliyatında bin tane rivayet var. Millet ya mucize uydurmaya başlıyor ya da normal bir şekilde anlatayım derken bu sefer anlatacak bir şey bulamıyor. Biz de bin tane kaynak okuyup hangisine inanacağımızı bilemez hale geliyoruz. Yani şu gördüğünüz kitap altı yüzden fazla baskı yapmış ve mebin önerisiyle yani devlet desteğiyle satılmış. Bu kitap her baskıda iki bin tane kitap çıkarmış olsa ki devlet desteğiyle yapmışsa en az beş bin tane vardır ama iki bin diyelim bir buçuk milyon civarında satmış demektir.
Yani millet buna inanmış demektir. Dolayısıyla bu kitap herhalde Türkiye’de en az her seksen kişiden birinin evinde var ve muhtemelen hiçbiri okumuyor ama insanlar içinde yazanlara inanmışlar. Yani kitabın başlığında bile kainatın efendisi falan filan yazıyor. Ben kainatın efendisi Allah zannediyordu. Bunlar demek ki başka bir İslam’a inanmışlar.
İşte bu gibi kitaplar yüzünden biz de ne anlatırsak anlatalım. Millet diyor ki sağdan soldan gördüğün saçma sapan şeyleri anlatıyorsun biz bunlara inanmıyoruz. İyi de ülke buna inanmış devlet bunu satmış ve kitabın kaynak gösterme şekli falan da epey bir saçma. Bu hari sayfa 105 diyor mesela.
İyi de hangi baskı, hangi tercüme veya hangi başlık, hangi hadis numarası yani eğer devlet bu kitapları önerdiyse ve bu kitaplar milyon sattıysa ve millet de İslamiyet’i bunlardan öğrendiyse eh milletin inandığı halde dini neden bu kadar az bildiği ve bana da her videomun altında aptalca kopyalı yapıştır bu kadar çok yorumun neden geldiği belli olmuş olur.
Neyse devam edelim. Hem Hatice Muhammed’in başının üstünde bir şeyler görüyor hem de Meysere geldiğinde Muhammed’le alakalı rapor veriyorken develeri ovdu, şöyle bir mucize yarattı, 10 katı pahalıya sattı her şeyi çok güzel kar ettik. Bir yandan da Nestura efendi şöyle şöyle şeyler söyledi bu adam peygam vermiş.
Bunları tek tek anlatıyor ve Hatice elbette Muhammed’e ilgi duymaya başlıyor zira karşında adeta bir süper kahraman var. Bu arada Hatice öyle erkek gördüğünde düşen bir kadın değil yanlış anlaşılmasın. Hatta epey namuslu ve temiz bir kadınmış bu yüzden de Tahire lakabını almış. Bir yandan da ticaretle uğraştığından ve kadın olduğundan tacire diyenler de vardır ve Hatice o güne kadar dediğim gibi bin bir türlü evlenme teklifi almıştır. Ama kimseyle evlenmemiştir. Ne var ki iş Muhammed olduğunda durum değişmiştir. Tabi bu konuda gazlanmış olmasının da epey bir payı var. Söylendiğine göre Hatice Muhammed’le alakalı rüyalar görmeye başlamış ve bu rüyaları kuzeni Varaka bin Neffeli anlattığında Varaka eğer bunlar doğruysa demek ki Muhammed bir peygambermiş ve sen de peygamber karısı olacaksın. Onunla evlenmelisin demiş. Yani kadına zaten bu fikri vermişler. Başka rivayetlerde ise Varaka ile değil de Bahira ile konuştuğu aktarılıyor. Yani Bahira hala hayatta ve Mekke’ye geldiğinde meleklerle gezdiğinden bahsettiğinde Bahira eğer bunlar doğruysa demek ki Muhammed bir peygambermiş diyor.
Lakin Bahira zaten 10 sene önce Muhammed’in peygamber olduğunu görmüş, tasdik etmiş ve ilan etmiş bir adamdı. Dolayısıyla eğer bunlar doğruysa falan demesi pek de mantıklı gelmiyor.
Diğer bir rivayet ise Bahira ile değil de Nestura ile konuşmuştu der ve Nestura eğer bunlar doğruysa demek ki bu adam peygamberdir demiş olur. Lakin Nestura zaten daha az önce Tapınaan orada Muhammed’in ayaklarına kapanmış bir adamdı. Dolayısıyla hikaye pek de tutarlı değil.
İbn-i Hişam Bahira idi diyor, diğer kaynaklar Nestura idi diyor, başkaları Varaka bin Neffel idi diyor. Ya bunlardan hiç biri yaşanmadı ya da bu 10 sene önce Bahira ile yaşanmış olan muhabbetten hareketle bir daha kurgulandı. Yani bir tane motif, bir tane hikaye bulmuşlar ve bunu da Muhammed’in hayatına her 10 yılda bir eklemişler. Çünkü kâhinlerden gelen kehanetlerle alakalı da birbirinin tamamen benzeri olan 10 tane örnek gördük.
Buna tarih literatüründe Vaticinum post eventum derler. Yani bir olayın olay yaşandıktan sonra kehanet biçiminde tekrar kurgulanması. Neyse, kaynaklarda genelde Hatice’nin bu ilk kervandan sonra Muhammed ile artık iş ortağı olmaktan ziyade hayat ortağı olmak istediği ve ona evlenme teklifinde bulunduğu yazıyor.
Hani bugün derler ya kanka Avrupa’da kızlar teklif ediyormuş. İşte demek ki Araplarda da kızlar teklif ediyormuş. Öyle. Ve Hatice Meysere’yi gönderiyor. Yani direkt kendisi gelmiyor. Meysere de Muhammed’in ağzını yokluyor. Ya genç adamsın niye evlenmiyorsun diyor. Muhammed de evlenecek param yok. Durumum yeterince iyi değil hazır değilim diyor. Peki ya son derece saygın parası olan yani parana ihtiyacı olmayan sana saygı duyduğundan seninle evlenmek isteyen bir kadın çıksaydı o zaman ne yapardın diyor. Muhammed de öyle bir kadın mı varmış diyor ve Meysere işte Hatice diyor. Muhammed de yav olur mu ki acaba ister mi falan gerçekten derken Meysere sen bana bırak ben ayarlayacağım diyor ve Hatice’ye durumu anlatıyor.
Tabi bazı kaynaklarda gönderilen kişinin Meysere değil de Nefise adında Hatice ile yakın arkadaş bir kadın olduğu da söyleniyor. Bu konuda net bir şey söyleyemeyeceğim ama Hatice en sonunda Muhammed de konuşup ona ey amcamın oğlu ben sana para veya pul için değil sana duyduğum saygıdan sevgiden itibarından dolayı evlenme teklif ettim diyor.
Yani arada hem mantığa dayalı hem de saygıya dayalı bir evlenme muhabbeti var ve Hatice’nin evinde belirlenmiş olan tarihte nikah yapılıyor. Tabi bununla alakalı da tonla rivayet var.
Mesela kaynakların çoğu Muhammed’in gittiği ilk kervandan sonra döner dönmez iki ay sonra evlenmişlerdi diyor ama diğer kaynaklar bu öyle bir anda apar topar olmadı Muhammed birkaç tane daha kervana gitti ki her kervan zaten aşağı yukarı iki üç ay süren bir şeydir. Dolayısıyla Muhammed Hatice’nin evine geldi tanıştılar sohbet ettiler aradan zaman geçti bir güven bağı oluştu ve çok sonra evlendiler diyorlar.
Yine kız alıp verme muhabbetinde veya sözlenme durumunda da bazı problemler var. Kimi kaynaklar? Hatice’nin babası nikahı kıymıştı ama kıymak istemiyordu. Yani o kadar önemli adamlar varken ben bir tane tüccara mı seni vereceğim diyordu. Bu yüzden de epey bir karşı gelmişti. Hatice bunu önlemek maksadıyla babasını gerçekten sarhoş etti adam kafayı buldu ve sarhoş halde nikahı kıydı ve uyandığında da itiraz etti kavga çıktı derler.
Lakin Hatice’nin babası Ficar Savaşı’ndan önce ölmüş bir adam yani o dönemde hayatta olma şansı yok. Neye güvenip de babası diyorlar bilmiyorum. Bu yüzden de taberi gibi kimi kaynaklar? Esasen bu sarhoş etme muhabbeti amcasına karşı yapılmıştı. Yani babaya değil de kız tarafını temsile gelmiş olan Amr bin Esed’e karşı böyle bir oyun yapmışlardı diyor. Diğer kimi kaynaklarsa ya koskoca kadın böyle bir oyun yapmaya ihtiyacı mı var evleneceğim der evlenir diyorlar. Yani bu konuda tam bir netlik yok ama en azından Muhammed tarafında gelen kişinin Ebu Talip olduğu ve nihayetinde nikahı Baraka bin Neffel’in kıydığı hemen her kaynakta yazmakta.
Bu arada Muhammed ne kadar mehir vermişti bu da belli değil. Hayati ülkü 500 altın vermişti diyor. Diğer kaynaklar 480 dirhem vermişti diyorlar. Bununla beraber 20 tane dişi deve verdi diyenler de vardır ya da Ebu Zehra 12.5 okka altın vermişti yazmış ki nasıl verdiği de zaten bir soru işareti.
Zira hep Muhammed’in parasının olmadığı fakir olduğu evlenmeye uygun olmadığı söyleniyordu. Hatta Muhammed Meysere’ye zaten durumum yok demişti. Ve Ebu Talip de muhtemelen bu yüzden kendi kızını ona vermemişti ama şimdi adamdan 500 tane altın veya 20 tane deve alıyorlar. Yani zor bir şey. Bu yüzden de oryantalistler şöyle diyor. Acaba bu para muhabbetini Hatice kendimi sağlamıştı. Yani formalite icabı öyle para verilmiş gibi mi yapılmıştı. Çünkü evlendiklerinde zaten Muhammed iç güveyisi yaşayacak ve yine hemen her ayrıntıda olduğu gibi kaç yaşında evlendikleri de belli değil.
Yani ekseriyet Muhammed 25 yaşındaydı Hatice de 40 yaşındaydı diyor ama İbn-i Cüreyç Muhammed’in evlendiğinde 37 yaşında olduğunu söylemiş. Yine Muhammed’in 21, 30 veya 40 yaşında olduğunu söyleyenler bile var ama eğer böyle ise Muhammed’e peygamberlik geldiğinde adamın o yıl evlenmiş olması lazım. Ve bu diğer tarihi aktarımlarla uyuşmaz çünkü Muhammed’e peygamberlik geldiğinde adam zaten çocuk sahibi olmuştu. Hatice söz konusu olduğundaysa İbn-i Habib Hatice evlendiğinde 28 yaşındaydı diyor ve beyhakinin yaptığı nakle baktığımızda Hatice ya 35 ya da 25 yaşındaymış gibi görünüyor ki 35’i neyse anlayacağım da 25 yaşındaysa eğer bu durumda Muhammed’le aynı yaştaymış. Ve bunca rivayeti öyle din düşmanı İslam karşıtı adamlar çıkarmıyor ortaya tam tersi bütün bunlar İslam tarihinden İslam kaynaklarından geliyor ve bunları aktaranlar da günde 5 vakit namaz kılan, hayatını İslamiyete adayan, İslam uleması, alimi, önde geleni diye tanıdığımız büyük şahsiyetler. Hadi bir iki tanesi sahih değil diyelim veya yanlış yaptı yanlış öğrendi diyelim e kalanlar.
Dolayısıyla bizim öyle kabul ettiğimiz ve okulda öyle öğrendik veya kalabalık öyle söylüyor diye öyle inandığımız şeyler o kadar da sağlam temellere dayanmıyorlar.
Her neyse gördüğümüz kadarıyla Muhammed Hatice ile evlenmiş ve Hatice’nin kervanlarına bakmaya devam ederken gayet rahat bir hayat sürerken bir yandan da kendi işiyle uğraşmış. Hem bağlantı kurmuş hem tanınmış hem gayet önemli bir adam haline gelmiş hem de diğer peygamberlik adaylığında bulunan Ümeyye İbni Ebi Salt gibi insanlara karşı epey avantajlı bir pozisyondaymış.
Ama bunu tabi ki Muhammed Hatice’den para yiyordu işte mükemmel bir rahatlığı vardı anlamında demiyorum. Zira Hatice’nin de böyle bir adama ihtiyacı vardı. Kadın o kadar zengin ve onca malı var onca kervan gönderiyor güvenebileceği, sevebileceği, saygı duyabileceği ve belki de ufak yaşta olduğundan kontrol edebileceği bir adama ihtiyacı vardı.
Öyle ileri gelen kabile reisleriyle evlenmektense Muhammed de evlenmek hele bir de Muhammed-ül Eminse bu adam gayet mantıklı bir şey. Müslüman yazarlar Muhammed’in Hatice’ye aşık olduğunu parası için evlenmediğini söyleyebilmek maksadıyla Muhammed Hatice ölene kadar kimseyle evlenmedi başka bir kadın almadı derler. Lakin bu bence sadaketin bir göstergesi olmaktan ziyade dominantlığın bir göstergesi de olabilir. Zira Hatice, Seyyidatül Nisa yani kadınların efendisi lakabını almış 40 yaşında bir kadın. Yani Muhammed kalkıp da öyle ya bir tane kadın bana yetmiyor ben birkaç tane daha almak istiyorum diyebilecek konumda bir adam değil. Zira Hatice de öyle evde oturacak dizini kıracak al beyim ne istiyorsan yap diyecek bir kadın değil. Dolayısıyla bana ne o Müslümanların anlattığı muhteşem aşk hikayesi mantıklı geliyor ne de Maksim Rodinson gibi orientalistlerin anlattığı Muhammed paragözdü şu girmama lazımdı ondan evlendi hikayesi mantıklı geliyor.
Bence ikisi de tam anlamıyla doğru değil. He bakıldığında frolkculuk oynamaya kalkıp da ya Muhammed annesiz büyümüş bir adamdı Hatice de ondan büyüktü ve dominant bir kadındı bu yüzden de Hatice’yi anne yerine koymuş olabilir diyorlar ama o kadar da abartmaya gerek yok bence. Ve tamam Muhammed aşık mıydı bilmiyoruz ama en azından ciddi bir saygı duyduğu belli çünkü sahip olduğu birçok şeyi o kadın sayesinde kazanmış hem de kadın saygı duyulacak bir kadınmış. Zaten Hatice öldükten sonra da Hatice’yi sürekli diğer kadınlara karşı koruması ve hakkında iyi konuşması da buna bir gösterge bence.
Mesela Muhammed’in küçük karısı Ayşe daha sonra Muhammed’e yıllar oldu öldü gitti halen daha şu Mekkeli yaşlı kadınla alakalı konuşup duruyorsun dediğinde Muhammed hiçbiriniz onun gibi olamazsınız şeklinde cevaplar veriyormuş. Ya da Ayşe kıskançlık edip de en güzel karın benim değil mi dediğinde Muhammed o herkesten hepinizden güzeldi yanına bile yaklaşamazsınız şeklinde cevaplar veriyormuş. He bu arada Hatice’nin Muhammed’den önce yaptığı iki evlilikten kalma iki tane evladı vardı ama bunlarla alakalı net bir şey söylemiyorlar. Kimi kaynaklar bunlardan bir tanesi daha sonra İslamiyet’e geçti ve şehit oldu diyor. Kimi kaynaklarsa sadece araları iyiydi ama pek de alakaları yoktu diyor. O yüzden bir şey söyleyemeyeceğim.
Hatice’nin Muhammed’den olma evlatlarına geldiğimizde ise ilk önce Kasım adında bir erkek evlatları olduğunu görüyoruz. Hatta Muhammed’e bu yüzden Arap adeti gereğince Ebu’l-Kasım yani Kasım’ın babası lakabını takmışlar ama Kasım çok büyümeden böyle iki üç yaşındayken ölmüş. Ardından da Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatma adında kız evlatları olacak.
Hatta Fatma, Muhammed’in en sevdiği evladı olacak. Ve daha sonra gördüğümüz kadarıyla bir de Maria adında bir Kıpti-i Cariye’den, Mısırlı bir kadından Abdullah adında bir evladı olacak ama Abdullah da pek uzun süre yaşamayacak. Allah Allah, Muhammed başka bir kadından da erkek evlat mı yapmış diye merak edenler vardır. Yani bu Maria kimdir diye soranlar vardır. Bu konuda da elbette başka başka rivayetler var.
Mesela söylendiğine göre, hicretin yedinci yılında Muhammed etrafa mektup göndermeye ve insanları İslamiyete davet etmeye başlıyor ve Şah-ı Muvavkıs’a bir mektup gönderiyor. Şah-ı Muvavkıs bu mektubu okuduğunda İslamiyetten epey bir etkileniyor ve elçiyi de bir hafta sarayında misafir ediyor. En sonunda elçiyi Muhammed’e gönderirken hem birkaç tane hazine hem de Cariye babında Maria ile kardeşi Sirin’i gönderiyor.
Bu birinci iddiaydı. İkinci iddiaya göre ise Maria, Muhammed’in yaptığı savaşlarda ele geçirilen Muhammed’e Cariye yapılan bir kadın. Hangisi doğru bilmiyoruz tabi ki ama zaten Maria tek kadında değil yani Muhammed 7, 8, 9 epey bir kadınla evlenecek. Tabi Müslümanlar bu evlenme muhabbetini işte hepsi duldu veya hepsi kocası ölmüş, boşta kalmış kadınlardı.
Bu yüzden de Muhammed onları korumak maksadıyla evlenmişti diyorlar ama diğer kaynaklara baktığımızda pek de öyle bir hikaye yok. Yani Muhammed cinsel bir amaçla evlenmedi ve dokunmadı gayet yardım amaçlı evlendi hikayesi İslami kaynaklarda dahi pek de tutarlı görünmüyor. Zira bakıldığında Muhammed’in bir gecede bütün kadınlarını tek tek dolaşacak kadar cinsi kuvveti vardı falan diyorlar.
Ya da Muhammed’in kendi evlatlığının karısıyla dahi evlendiğini söyleyen hatta bunu Kur’an’dan ayetlerle destekleyen kuvvetlendiren, haklı gösteren kaynaklar vardır. Öte yanda oryantalistler Muhammed’i seks düşkünü, azgın, doymayan bir adam gibi gösteriyorlar. Haliyle hangi kaynağa bakarsak bakalım iki türlü de Muhammed belki Hatice ile evli olduğu dönemde başkasıyla evlenmemiş olabilir.
Ama Hatice’den sonra bu boşluğu telafi ettiği bellidir. Bu bağlamda oryantalistler o kadar da objektif değiller, kötü niyetle yazıyorlar diyenler çıkabilir. Ama dediğim gibi onların kullandığı kaynaklar da İslami kaynaklar. Yani İmam Suyuti’de bile Muhammed 30 erkek gücündeydi. Şöyle şöyle neyse anlatmayayım. Ben size gayet ehli sünnet, gayet mümin, gayet saygılı, hoşgörülü, entelektüel bir Müslüman profesör kardeşimizden bir alıntı yapayım. Yani böyle ehli sünnet hocalar gerçekten çok önemli. Allah uzun ömürler versin inşallah. Mehmet Maksud oğlu Muhammed’in hayatı, kitap daha ilk sayfadan evrim teorisi ispatlanmamış bir iddiadır, yanlıştır gibi sözlerle başlıyor.
Yani adam bir yandan bilime de hakim, öyle boş konuşmuyor. Bravo valla. Şöyle yazıyor. Hz. Muhammed Hatice’nin sağlığında başka eş almadı. Diğer evlilikleri ise Hatice’nin vefatından ve yaşı 53’ü geçtikten sonra ileride anlatılacağı üzere içtimai ve siyasi sebeplerle olmuştur.
Bu evliliklerin beyni batılla yıkanmış ön yargılı, ciddi görünüşlü soytarı oryantalistlerin göstermek istedikleri gibi kadın düşkünlüğüyle hiçbir alakası yoktur. Bakın bunu ben düzgün okudum. Kadın düşkünlüğü ile ilgisi hiçbir yoktur yazıyor. Yani yazarken de yanlış yazmışlar. Ve kitabın yaklaşık bir 10 milyon bölümünde işte soytarı, ucuz, aşağılık, yalancı, sahtekar bu gibi ifadeler var. Yani batılı kaynakların komple yanlış olduğu söyleniyor. E yani o kafada olabilir bir şey diyemiyorum ama bu kaynağın da komple doğru olmadığı belli. Hani bizim kaynaklar oryantalistler komple soytarıdır, istamofobiktir derler. Ama bizimkiler de görüldüğü kadarıyla gayrimüslimfobik falanlar yani yabancılara veya müslüman olmayanlara karşı hiç tahammülleri yok. Devam edersek Muhammed’in iki tane erkek evladının olduğu ama ikisinin de yaşamadığı söylendi. Bu niye böyle diye sorulduğunda şöyle bir yorum yapılmış. Eğer Muhammed’in bir oğlu olsaydı o öldüğünde hemen evladını ikinci peygamber yaparlardı veya halife yaparlardı. Soy ondan devam ederdi ve bu karışıklığa yola çağırdı. Bu yüzden de Allah hani öyle bir problem çıkmasın diye bu evlatların büyümesine izin vermedi diyorlar. Lakin madem öyle hiç doğmasalardı daha iyiydi. Adamın zaten dört tane kızı olmuş yani. Hani erkek evladı olmuyor demesinler diye örnek olması maksadıyla bir tane doğacaksa da bir tane doğması yeterliydi.
İkincisi niye öldü ki bunlar haricinde daha sonra Tayyip ve Tahir adında başka erkek evlatlarının da olduğu söyleniyor ve bunlar da yaşayamadı diyorlar. Yani bir tane iki tane değil dört tane erkek evladı olmuş ve dördü de daha bebek yaşlarda ölmüşler.
Tabi Tahir ve Tayyip’in esasen Abdullah’ın göbek adı olduğunu bu yüzden de dört tane erkek evlattan ziyade iki tane evladı olduğunu ama isim karışıklığı yaşandığını söyleyenler de vardır. Ama Ragıp Es-Sercanî’ye İbni Kesir’e veya İbni İsak’a baktığınızda hayır Tayyip ve Tahir kesin yaşamışlardı. Onlar öyle göbek adı falan değildi diyorlar. Yani yarı yarıya net bir şey söyleyemiyorum.
Bir sonraki videoda muhtemelen Muhammed 35 yaşlarındayken Kabe’nin yıkılması ve yeniden yapılmasıyla alakalı konuşacağız. Ondan sonra da Muhammed’e vahiy gelecek ve peygamberlik başlayacak.
Ama şimdilik bu kadar. Ben Diamond. Diğer videolarda görüşmek üzere.
İlk Yorumu Siz Yapın