Antik Mısır Hakkında Bilinmesi Gereken Her Şey!
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=b7Lkdu56H6c.
Bu video, Mısır tarihi üzerine daha önce paylaşmış olduğum 8 videonun tek videoda düzenlenmiş bir versiyonudur. Birinci Bölüm Antik Mısır Kültürü Öncelikle İsa’dan veya Sezar’dan bugüne kadar toplamda 2000 yıldan fazla bir süre geçti. Ve bu 2000 yılda bir sürü şey yaşandı.
Rönesans, Orta Çağ, Sanayi Devrimi, Fransız Devrimi, Osmanlı kuruldu yıkıldı veya Müslümanlık ortaya çıktı. Bir sürü olay var. Bu 2000 yılda dünya epey bir değişim gösterdi ve dünya savaşları yaşandı. Öyle ki son 100 yılda bile Türkiye epey bir değişti. Fakat biz 100 yıldan veya 2000 yıldan değil, 3000 yıl ayakta kalan bir imparatorluktan bahsediyoruz. Bu kadar uzun süre ayakta kalan bir imparatorluk elbette savaşacak, çökecek, bir daha kurulacak, birtakım değişimler gösterecek, kültürü, dini, hemen her şeyi değişim gösterecek. Ve bu yüzden bir dönem için geçerli olan ahlak kuralları veya yönetim mekanizması başka bir dönemde, başka bir krallık devrinde geçerli olmayacak.
Bu da epey kafa karıştırıcı bir şey çünkü biz Mısır deyince 3000 yıl boyunca hiç bozulmadan hep aynı devam eden bir sistem görüyoruz. Halbuki öyle bir şey yok. Mısır halkı gerek din anlayışları, gerek sanatları, gerek kültürleri, gerekse hayat görüşleriyle, bugün bile insanlarda hayranlık ve merak uyandıracak kadar ilgi çekici bir imparatorluk oluşturmayı başardı. Fakat bu imparatorluk dışarıdan göründüğü kadar mistik ve güvenli değildi. Mısır medeniyeti, gerek saray entrikaları, gerek fetihler, gerekse istilacılara karşı verilen mücadeleler sonucunda birçok defa yıkılmanın eşiğine geldi. Ve bu sebeple eski krallık, orta krallık ve yeni krallık gibi çeşitli dönemlere ayrıldı. Kuruluştan yıkılışa kadar geçen 3000 yıl esnasında Mısır imparatorluğu sırasıyla 30 hanedan tarafından yönetildi ve her hanedan ardında çeşitli miraslar bıraktı. Bu arada tarihçi Maneto’ya göre bu hanedanların sayısı 30 değil 31 ama bu ihtilafa daha sonra değineceğiz. Öncelikle şunu belirtmem lazım. M.Ö. 664’ten geriye gittiğimizde yeni krallık için 10 ila 20 yıl ve erken hanedan dönemi içinse 50 ila 100 yıla kadar çıkan bir hata payı bulunmakta. Toby Wilkinson’un Eski Mısır kitabında bir firavun için M.Ö. 1090’da doğdu diyorsa Eric Hornung’un Mısır Tarihi kitabında 1085 diyebiliyor.
Ve bu eski Mısır’la alakalı bütün kitaplar için geçerli çünkü herkes 1 yıl 2 yıl veya 5 yıl 10 yıl kadar bir hata payı barındırıyor ve ona göre anlatım yapıyor. Başka kaynaklara bakarak Münferit araştırmalarla yeni bir tarihlendirme yapıyor. Ben de bu videoda en son akademik uzdaşıyı yansıtacak şekilde yani en az hata payını barındıracak şekilde bir tarihlendirme yapmaya çalışacağım.
Ama bunlar garanti kesin tarihler değiller illaki 5 yıl 10 yıl oynayabilir. Ayrıca yeni kronoloji diye bir teori var yani antik çağlarla alakalı bilgilerimizin tamamen yalan olduğu aslında M.Ö.’yla alakalı pek bir şey bilmediğimiz yönünde. Fakat bu bir komplo teorisi ve bilimsel ya da akademik bir değeri yok. O yüzden yeni kronoloji iddiasını bu videolara dahil etmiyorum. Bu videoyu ve sonraki videoları izlerken göz ardı etmemeniz gereken iki husus var. Birincisi Mısır Firavun yani evrensel tabiriyle Tharo. Türkçe tercümesiyle Büyük Ev diye bilinen krallar tarafından yönetilmişti. Ve ilk Firavunlar ideolojinin ve onun görsel ortağı olan ikonografinin farklı insanları birleştirmekte ve devlete bağlı kalmalarını sağlamakta özel bir güce sahip olduğunu hemen anlamışlardı.
Ayrıntılı makam göstergeleri, hükümdarı halktan ayırması için koreografisi dikkatli biçimde düzenlenmiş halkın önüne çıkma sahneleri, bağlılığı kuvvetlendirmek için önemli devlet günlerinde resmi törenler, sözel ve görsel olarak ifade edilen yurtseverlik coşkusu ve dahası.
Ne var ki Firavunlar ve danışmanları siyasi propaganda, yabancı düşmanlığı, halkın sıkı biçimde gözetlenmesi ve muhalefetin merhametsizce bastırılması gibi yöntemlerin de iktidarı ellerinde tutmalarında yardımcı olacağını biliyorlardı. Dolayısıyla hemen her Firavun çeşitli hilelere ve bazen de şiddete başvurmak zorunda kalmıştı. Yani antik Mısır tabiri caizse güllük gülistanlık değildi.
Bu birinci husustu. İkinci hususta şu. Bilim adamları ve benzer şekilde tarih meraklıları ki buna ben de dahilim, Firavun kültürüne hülyalı bir gözle, bir hayranlıkla bakma eğilimindeler.
Bizler de piramitlere baktığımızda bunu olanaklı kılan sistem hakkında düşünmeden bir diktatörü, bir rejimi, 40 yıl 50 yıl piramit yapmayı, sürekli taş taşımayı hayal etmeden o büyük yapılara bakarak bir hayranlık duyuyoruz. Yine antik dünyaya baktığımızda o dönemde halkın nasıl yaşadığını, savaşları, vahşeti, yoksulluğu veya kötü durumları görmüyoruz.
Sadece bazı savaşlardan etkileniyoruz. Örneğin 3. Tutmosis’in Megiddo Savaşı’ndaki zaferi veya Kadesh Savaşı’nda 2. Ramses. Bunlara bakmak bizi keyiflendiriyor. Ya da kafir kral Akhenato’nun din devrimi bizi heyecanlandırıyor. Ne büyük adammış falan diyoruz. Halbuki böyle despot, tiran, baskıcı, diktatör bir adamın rejimi altında yaşamanın ne olduğunu pek de umursamıyoruz.
Maalesef çok eski bir tarihe baktığımız ve pek de belge karıştırmadığımız için böyle antik medeniyetlere baktığımızda genellikle objektif olamıyoruz. Ve hangi imparatorluğa bakarsak bakalım bize dışarıdan mistik, havalı ve gayet ilgi çekici görünen şeyler derine indikçe son derece normalleşiyor ve bütün o figürler, bütün o putlar kırılıyor. Ben de bu videoyu izlerken sizden şunu rica ediyorum. Lütfen gerçekten o dönemde yaşıyormuşsunuz gibi düşünmeye çalışın ve kendinizi o dönemdeki halkın yerine koymaya çalışın. Böylece daha anlaşılır, daha doğru bir gözde en azından Mısır tarihini öğrenmiş oluruz. Hangi imparatorluk olursa olsun öyle bir tane iki tane tanrı kralla veya kahraman figürüyle bir tarihi anlamaya çalışmak doğru değil. Her neyse sanırım yeterince temennide bulunduk. Şimdi Mısır imparatorluğunun doğduğu bölgenin coğrafi koşullarına bakalım çünkü bütün imparatorlukları hatta dinleri bile genellikle mevcut oldukları coğrafya gayet iyi bir şekilde izah ediyor. Ve zaten bir imparatorluğu veya bir dini bunun karakterini de o coğrafya belirliyor.
Zaten bu yüzden Herodot Mısır için Nil’in armağanı diyor çünkü dediğim gibi her imparatorluk bulunduğu coğrafyanın bir ürünüdür, bir meyvesidir. Dünyanın en büyük nehri olan Nil’in 6.695 km’lik suları Afrika’nın içinden Akdeniz’e dek uzanıyor.
Ve beyaz Nil, Ekvatoral Afrika’nın göller bölgesinden çıkarak Sudan’ın baş şehri Hartum’a yaklaşık 2 km uzaklıktaki Etiyopya Dağlık bölgesinde mavi Nil ile birleşiyor. Bundan sonra Atabara Nehri Nil ile birleşerek ve şiddetli bir akıntıyla kuzey yönünde devam ederek çeşitli şelaleler oluşturuyor. Bu şelalelerin sonuncusu Azvan’dadır ve firavunların milattan önce 1550’den itibaren kuş adını verdikleri Nübya’ya karşı eski zamanlardan beri Mısır’ın doğal sınırını oluşturuyor. Nil Nehri ülkeyi üç parçaya ayırıyor. Dağların seyrekleşmeye başladığı yerden Azvan’ın yaklaşık 900 km kuzeyine kadar uzanan dar Nil şeridi yukarı Mısır olarak anılıyor.
Kuzey boyunca giden nehir yatağındaysa yani orta Mısır’daysa Nil’den sıra dağlarla ayrılan yerde firavunlar tarihinde önemli bir merkez haline gelen göller bölgesi Fayyum bulunuyor. Eski dönemlerde bir kanal sistemiyle Nil’e bağlanarak nehrin suyuyla doldurulan bu yerde kalıntıları bugün hala deniz seviyesinden 40 metre aşağıdaki bir ket karunu oluşturan büyük bir göl bulunmaktaydı. Ayrıca Nil bugünkü Kahire metropolünün yakınlarındaki eski menfisin kuzeyinde yedi kola ayrılarak Akdeniz’e dökülmekteydi. Bu kollar arasında kalan alüvyonlu topraklar bir üçgen biçimi yani delta oluşturuyordu ve bu bölge aşağı Mısır diye tanımlanmaktaydı. Anlaşılacağı üzere yukarı Mısır dediğimiz bölge düşündüğümüzün aksine aşağı taraftaydı ve aşağı Mısır bize göre yukarı tarafta bulunuyorlardı.
Maalesef Nil’in yedi kolundan bu güne sadece Batıda Reşit şehrinden, doğudaysa Dimyat bölgesinden denize dökülen iki kolu kaldı ve görüldüğü kadarıyla Nil’in Mısır halkı için önemi çok büyüktü. Çünkü Mısır’daki hayat Nil’e bağlıydı. Tropikal bölgelerde ve Etiyopya platosunda yazın sürekli yağın muson yağmurları mavi Nil ve atabaranın her yıl şiddetli bir biçimde kabarmasına sebep oluyor.
Haziran sonunda yavaş yavaş yükselmeye başlayan nehir, Ekim ayına kadar Mısır topraklarına taşarak kıyılarda verimli balçıklar biriktiriyordu ve böylece Nil Nehri son derece bereketli bir tarım yapılmasını sağlıyordu. Nehrin taşması yılın en büyük olayı sayılıyordu ve insanlar bundan epey bir fayda sağlıyordu. Tabi taşan su şehirlere zarar vermesin diye kenarlar bentlerle çevrilmişti ve daha önceden su taştığında biriktirelim diye açılan havuzlarla sular depolanmıştı. Ayrıca suyu bölmek ve kontrol altına almak için epey bir tünel kazılmıştı, kanal sistemi oluşturulmuştu ve bu örgütlü çalışmalar bir kabile dayanışmasından ziyade bir toplum bilincini yaratmıştı. Çünkü herkes bir işin ucundan tutmak zorundaydı ve bu homojen kültür ileride Mısır medeniyetini doğurdu. Mısır’ın çöl ortasındaki coğrafi konumu kuzeyde denizde sınırlıydı ve Sina yarımadasına dar bir geçidi vardı. Bu durum Mısır’ı komşularından ayırıyor ve kendi ihtiyaçlarını karşılamak zorunda bırakıyordu. Dolayısıyla etkileşim az olduğu için asimilasyon da epeyce azdı.
Bu sayede Mısır herhangi bir dış etkiye maruz kalmadan uzun yıllar boyunca kültürünü korumayı, biriktirmeyi ve geliştirmeyi başardı. Zaten bugün bile hala Mısır medeniyeti, Mısır kültürü konuşuyor olmamızın sebebi bu. Çünkü adamlar eşi benzeri olmayan bir şey yaptılar. Mısır ekonomisine değinmek gerekirse
Mısır halkı tarım ve hayvancılıkla uğraşıyordu ama aynı zamanda değerli taşlar açısından son derece zenginlerdi. Ve basit araç gereçlerle bu taşları kırmak, parçalamak ve bunları hükmetmek konusunda çok erken çağlardan biri bir tecrübe kazanmışlardı. Bu da kabartmalar, heykeller, sürahiler, vazolar yapmanın ve ileride tapınak benzeri piramit türünde şeyler yapmalarının temelini atmıştı. Mısır ve Suudan’ın altın yatakları bakımından ne kadar zengin olduğu, bugüne kadar tespit etmiş olduğumuz 150-160 civarı maden işletme ocağından anlaşılabilir. Mısır bu maden zenginliği sayesinde komşu ülkelere galip gelmiştir. Ve tabii yapılan fetihler, elde edilen ganimetler, yağmalar, bunlar da Mısır ekonomisine epey bir katkı sağlamıştır. Şimdi bir de kraliyet öncesi dönem diye ifade edilen ve milattan önce 3000 liraya kadar uzanan, pek bir belgeyle ve kaynakla ifade edilmemiş, aydınlığa kavuşturulamamış olan çağa bakmak lazım. Ki pek bir belge yok demiş olsam da esasında birçok kaynağımız var ve bu kaynaklar Mısır imparatorluğunun nasıl kurulduğunu bize gösteriyorlar.
Mısır’da paleolitik çağdan beri insanlar yaşamıştı ve paleolitik kültürlerin izleri günümüzden 500.000 yıl önceye kadar gidiyor. Bugün vadinin yarısından fazlasını kaplayan Nil Nehri o dönemde tüm vadiği kaplıyordu ve bu sayede daha sonraları çöl haline gelecek olan yerlerde bile insanlara özgü yerleşim yerleri oluşmuştu. Günümüzden 12.000 yıl önce sahranın kuraklaşması ve çölleşmesi sonucunda bu bölgede avcılık ve toplayıcılıkla geçinenler delta bölgesine ve Nil Vadisi’ne göç etmek zorunda kalmışlardı. Bu kişiler geçen binlerce yıllık zaman içerisinde ilk köyleri oluşturdular ve diğer medeniyetlerde de yaşanan birtakım gelişmeler yaşadılar.
Avusturyalı Mısır bilimci Herman Janker, 1928’de Batı Deltasına yaptığı keşif gezisinde, Merem’de, Beni Salame’de geniş kapsamlı bir tarih öncesi yerleşim merkezi buldu. Neolitik çağa ait ve zaman olarak milattan önce 5000’lere dek giden köyün kalıntıları buluntu yerine göre Merem’de kültürü olarak tanımlandı.
Kısmen avcı, balıkçı ve toplayıcı, kısmen de yerleşik köylülerden oluşan bu kültür, örülmüş sazdan evler yaparak ve tahı lambarları inşa ederek kalabalıklaşmıştır. Bu gelişmelerin haricinde Janker’dan yaklaşık yarım yüzyıl önce İngiliz arkeolog Flinders Petrie, Luxor şehrinin 27 km kuzeyindeki Negade’de veya Nakada’da tarih öncesine ait büyük bir mezarlık keşfetmişti.
Buluntular Petrie’nin Negade 1 ve Negade 2 olarak adlandırdığı iki katmana işaret ediyor. Yani milattan önce 4000’den, milattan önce 3200’e kadar olan bir süreç. Daha sonra buna Negade 3 seviyesi de ekleniyor ve milattan önce 3200’den, milattan önce 2950’ye kadar olan süreç, Mısır kültürünün ve Mısır imparatorluğunun net olarak doğduğu dönemi ifade ediyor.
Orta Mısır’daki küçük bir yerleşim merkezi olan Badari’de Negade kültürünün kalıntıları haricinde açıkça Negade 1 çağının öncesi sayılabilecek mezarlar ve kenarları siyah lekeli, kırmızı cilalı, seramik eşyalar bulundu. Bu çağda yaşayan Mısır halkı ağırlıklı olarak yerleşik olmayan ve ölülerin defnedilmesi için yerleşke benzeri tören yerleri inşa eden çobanlardan ve hayvancılıkla uğraşan göçebelerden oluşuyordu. Bu görüşü destekleyecek birçok kalıntı bulmuş durumdayız.
Fakat Negade 1’den Negade 2’ye geçişin hangi süreçlerle geliştiğini tam olarak bilemiyoruz. Bu dönemde kırmızı boyalı kapkacaklarda sadece dağlar arasından parlayan güneş ve çeşitli hayvan motifleri işlendiği, savaşçılıkla alakalı bitimlemeler yapılmadığı için bu dönemin barış içinde geçtiğini varsayabiliriz. Mısır’da tarih öncesi gelişimin son aşaması olan Negade 3 döneminde ise boyalı kapkacak yapımından vazgeçilmiş ve artık kabile şeflerinin adlarını yazarak kaydetmenin ilk denemeleri yapılmıştır. Bu adlar öncelikle balık, fil, boğa, leylek gibi hayvan adlarından oluşuyordu. Örneğin akrep kral gibi.
Negade 3’de insan figürlerinden oluşan yuvarlak biçim ve heykel çalışmalarının haricinde yapı ve uygulamada artık yaklaşmakta olan firavun sanatının tüm özellikleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Artan nüfus daha fazla boğazı doyurmak ve kontrol etmek ihtiyacı doğuruyor ve böylece daha fazla tarım, daha fazla hayvancılık ve mecburen ticaret yapmak gerekiyor.
Mısır’da Negade 1’den Negade 3’e kadar geçen süre esnasında birçok kabile ortaya çıktığı ve birçok eyalet oluştuğu yani Nome meydana geldiği biliniyor. Bu Nomeler kendilerine has bir tanrıya veya tanrıçaya sahiplerdi ve yaklaşık 50 Nome birleştiğinde bu tanrılar da birleştiler. Ayrıca Mısır bu dönemde üç ayrı krallığı bölündü. Böylece diğer krallıklardan ve saldırılardan korunmak amacıyla kaleler, duvarlar ve kasabalar oluşmaya başladı. Bu açıdan Mısır’ın o dönemde bir medeniyete ulaştığını söyleyebiliriz. Çünkü medeniyet kelimesi Medine kelimesinden geliyor ve Medine şehir demek. Yani medeniyet deyince şehirleşmiş bölgeyi kastediyorsunuz.
Az önce bahsettiğim üç krallıkla alakalı bilgi vermek gerekiyorsa bunlardan birinin merkezi Nübye’den ve Sarha vahalarından gelen ticaret yollarının Nil Vadisi ile buluştuğu Tiyeni Kasabasıydı. İkinci krallık ise Hammamat Vadisi üzerinden altın yollarını, altın yataklarını denetim altında tutan ve adı da altın anlamına gelen Nup’t Krallığıydı. Üçüncü krallığa baktığımızda ise bu diğer krallıkların bir miksisi gibi. Hem Tiyeni Kasabası gibi vahalara giden yolları tutuyor yani çölle alakalı bir denetim sahibi hem de Nup’t Krallığı gibi Doğu çölündeki altın yataklarına hakim. Yani iki gücü de elinde barındırıyor ve buna Neken Krallığı diyoruz. Gerçi krallık diyorum ama pek de krallık demek mümkün değil. Daha çok bir yerleşim bunlar ama başlarında liderler var, siyasi bir otorite var ve askerler var. Bu üç otorite yani üç lider kendi aralarında sürekli bir mücadele halinde oldular ve otoritelerini gerek iktisadi, gerek siyasi, gerekse dini çalışmalarla ortaya koymaya çalıştılar. İster Mısır çöllerinden birtakım değerli taşlar ve madenler elde etmek yoluyla, örneğin altın çıkartmak yoluyla, isterse diğer ülkelerden egzotik mallar sipariş etmekle yani örneğin yakın doğudan zeytinyağı veya Afganistan’dan lacivert taşı, lapis lazuli gibi şeyler getirmek suretiyle, Mısır’da çok canlı bir iç ve dış ticaret oluşmuştu çünkü insanlar gerçekten de böyle süslü şeylere meraklılardı. Bu tür malları dolaşımdan çıkartma etkisi ve bunlara sahip olmak, bunlarla oynayabilmek bir bakıma zenginliğin ve ayrıcalığın bir göstergesiydi.
Bu yüzden zamanla insanlar kendi sınıfsal bölümlerini ve yetkilerini gösterebilmek adına mezarlarını oldukça süslü, taşlarla bezeli ve gösterişli bir şekilde inşa ettirmeye başlamışlardı. Hatta bu yüzden üstlerinde de sürekli bir süs vardı, kollarında 50 tane altın bilezik geziyordu, böyle gidiyordu. Ve bunun daha abartılı versiyonunu, en abartılmış versiyonunu ileride Firavun mezarlarında göreceğiz.
Çünkü Firavun en ayrıcalıklı, en üstün, en zengin, en önemli olduğuna göre halktan biri gibi gömülemezdi değil mi? Onun mezarı ve cenazesi en abartılı olmalıydı. Zaten bu yüzden ileride Firavun mezarı olarak tapınaklar veya piramitler inşa edilecekti. Ayrıca duvarlara kabartma resimler çizme ve Firavunların savaş başarılarını resmetme geleneği de yine eyaletler döneminden kalma bir uygulamadır. Oldukça verimli geçen avların resmedildiği veya çok büyük sürülere sahip çobanların bile bu tip kabartmalar yaptırdığı biliniyor. Mısır’da M.Ö. 3400’den sonra krallıklar birleşti ve Aşağı Mısır Krallığı ile Yukarı Mısır Krallığı olmak üzere iki krallık oluştu. Aşağı Mısır’ın başkenti Buto, Yukarı Mısır’ın başkenti ise Hyarakonpolis oldu. Geçen uzun yıllar içerisinde ise başkentlerde bir değişime gidildi ve kuzeyde Sais, güneyde ise Tiniz ya da Abidos başkent yapıldı. Bu krallıkların koruyucu tanrıları Yukarı Mısır’da Set, Aşağı Mısır’da ise Güneş Tanrısı Horus olarak seçildi. Buna uygun şekilde Aşağı Mısır Krallığı kırmızı, Yukarı Mısır Krallığı ise beyaz bir taç takarak hükümdarlıklarını resmiyleştirdiler.
Kırmızı taç, arkadan gelen uzun, sivri bir çıkıntının ve bu çıkıntının ön cephesine bağlanan, arı hortumunu anımsatan kıvırık bir kabartmanın bulunduğu kısa, kare şeklinde bir başlıktı. Beyaz taç ise ucu soğana benzeyen uzun ve koni biçimli bir yapıya sahipti. Şimdi bir de Mısır’daki bilime ve yazıya bakmak lazım.
Tespit edildiği kadarıyla Mısır’da, milattan önce 3000’den itibaren hierografi, yani kutsal yazı diye bilinen hieroglif türü kullanılıyordu. Hieroglif, binden fazla farklı yazı işaretiyle, Arapça ve İbranice’de olduğu gibi sadece ünsüzlerle yazılıyordu. Bu yazı Hamitosemitik dil kabilesine ait ve kalıcı hale gelmiş en eski yazısıdır ve yaklaşık 500 yıl boyunca genellikle kral ve memurları hakkında kısa bilgiler vermek, örneğin kral mezarları için ayrılan malların adet ve fiyatını yazmak için kullanılmıştır. M.Ö. 2500’lerden sonra ise Mısır’da, din, edebiyat ve bilimde de yazılı bir gelenek oluşmaya başlamıştır. Devlet işlerinde kullanılan yazı, zamanla hiyeratik, yani rahiplere özgü dediğimiz, güzel yazıya benzeyen ve kullanımı daha kolay bi biçime dönüşmüştür. Mısır’da üçüncü bir yazı tipi olarak karşımıza demotik yazı çıkmaktadır. Bu yazı türü ise M.Ö. 700’lerden beri kullanılan, hiyeratik yazıdan geliştirilen kısa yazılar olarak bilinmektedir. İmparatorluğun son yıllarında bu yazı günlük yaşamın alışılmış yazı biçimi olmuştur. Mısır’da yazı aleti olarak uca doğru incelen ve çiğnemek suretiyle bir tür fırça haline getirilen saskamışıyla bir palet üzerinde su ile karıştırılan kırmızı ve siyah mürekkep kullanılmıştır. Önemli yazılar papir üstlere yazılmış, basit metinler içinse her yerde kolayca bulunan kireç taşı parçaları tercih edilmiştir. Bu kireç taşı parçalarına Yunanca çömlek kırığı anlamına gelen Ostraca adı verilmiştir. Mısır’da yazıya son derece önem verildiği için yazıcı okulları da açılmıştır çünkü memurların okuma yazma bilmesi en önemli şarttı ve bunun eğitimi 12 yıla kadar çıkabiliyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse Mısır yazıları ne tam bir fonetik yazı ne de tam bir resim yazısı değildirdir ve ayrıca karakterler bir tek bir nesneyi temsil etmekle kalmazlar, telaffuzunu da gösterirler. Bu sebeple Mısır dilini tam anlamıyla telaffuz etme şansımız yok. Çünkü sesli harfleri dilin son evresi olan Kıpti dilinden biliyoruz ve bu yeterli değil. Bu yüzden zaten birçok çevirde kral adları bile farklı veriliyor ve genellikle akademik camiada Yunanca tercümeye bakılıyor. Bugün YouTube’da veya bir yerlerde antik Mısır dili ve bugünkü telaffuzu şeklinde bazı yabancı videolar var ama bunlar dediğim üzere Kıpti dilinden hareketle bir yorum yapmaya çalışıyorlar. Ayrıca sadece kral isimleri değil başkent isimlerinin bile Yunanca olmasının sebebi bu eksiklik. Hani hiera kompolis vs. bu yüzden. Pek bilinmez ama dünyanın en eski haritası Mısır’a ait olan 4. Ramses döneminden kalma Hammamat vadisi haritasıdır. Bu harita altın yataklarının ve taş ocaklarının yerini göstermek amacıyla çizilmiştir. Ayrıca Mısırlılar daha birçok haritaya coğrafi keşifler yaparken gittikleri yerleri ve fethettikleri bölgeleri de kaydetmişlerdir. Bu sayede Mısır, Mezopotamya’ya ciddi ölçüde egemen olmuştur. Ve felsefeyi başlatan filozof diye de bildiğimiz Thales, meşhur olmasını sağlayan birçok öğretiyi esasında Mısır’dan almıştı. Örneğin her şey sudur öğretisi esasında zaten Mısır’da vardı. Ayrıca Thales’in büyük keşfi esasında bir keşif değildi. Söylendiğine göre Thales, milattan önce 585 yılında bir güneş tutulmasını doğru hesaplamayı başarmıştı. Thales’in güneş tutulmasını doğru hesaplamayı başarması ve örneğin yarın tamamen doğal sebeplerle güneş tutulacak demesi bunun tanrı işi olmadığını göstermişti ve böylece her şeyi tanrılara dayandırma geleneği kırılmıştı. Ve bu sayede doğa bilimi diye ifade ettiğimiz şey başlamıştı ki felsefe de zaten bu yüzden doğmuştu. En azından klasik tarih böyle anlatıyor.
Halbuki Mısır’daki rahipler yine Thales’ten yüzlerce yıl önce bu tür şeyleri hesaplamayı öğrenmişlerdi. Fakat onlar bu tür şeyleri halkı korkutmak için kullanmışlardı. Örneğin yarın sizin günahlarınız yüzünden güneş kapanacak ve eğer tapınağa yeterince bağış yapmazsanız daha sonra başımıza bin bir türlü felaket gelecek. İşte bu tür şeyler söylendiğinde ve yarın gerçekten de güneş kapandığında halk, dine daha da bağlanıyordu ve tapınağa daha fazla bağış yapıyordu. Ayrıca Mısır’daki ruhban din anlayışı ve inisyasyon mantığı da Mısır’daki tıbbın ve bilimin gizli kalmasına ve önemli bazı rahipler de öldükten sonra tamamen unutulmasına sebebiyet verdi.
Mısır takvimine göre bir yılda taşkın, ekin ve hasat olmak üzere dörder aylık üç mevsim bulunuyor ve Mısırlılar buna dayanarak bir yılı 30 günlük 12 aya bölmüşlerdi. Sonrasındaysa buna 5 gün daha ekleyerek 365 günlük bir güneş takvimi geliştirmişlerdi. Fakat fazladan 6 saat gibi bir payı hesaplayamadıkları için takvimleri bizim takvime göre her 4 yılda bir gün geri kalıyordu. Daha sonra bu takvim Mısır ele geçirildikten sonra Sezar tarafından güncellendi ve daha da sonrasındaysa küçük bir iki düzeltme ile Papa Gregorius tarafından miladi takvim olarak ortaya koyuldu. Yani aslında bizim bugün kullandığımız takvim Antik Mısır’dakinin biraz düzeltilmiş versiyonu. Peki nasıl oldu da bunca şeye rağmen Mısır’da bilimsel bir sıçrama yaşanmadı. Şöyle Mısır’da matematik, piramit yapımında ve arazi ölçümünde kullanıldı. Yani sadece uygulama amaçlıydı. Bilinen kurallar kuramsal delillerle ve formüllerle desteklenmeye çalışılmadı. Mısır astronomisi de takvimin uygulamadaki talepleri ile sınırlı kaldı. Herhangi bir astrolojik kurguya gidilmedi. Mısır’da eski krallık döneminde bile tıpta uzmanlık dallarının oluştuğu ve terminolojiler geliştiği biliniyor.
Örneğin cerrahi ile ilgili mükemmel teşhisler içeren Edwin Smith papirüsü bunun en önemli belgelerinden biri. Ama bütün bu bilgiye rağmen Mısırlı hekimler tedavide büyüye başvurmayı tercih ettiler. Yani fizikle metafizik epeyce birbirine girmişti ve doğal ve doğa üstü ayrımı yapılmamıştı. Mısır İmparatorluğu hemen her şeyini Nil Vadisi’ne borçlu olduğu ve insan yaşamı da suya ihtiyaç duyduğu için bu önem halkın mitolojisine de yansımıştı. Mısır anlayışında Kozmogony yani evren doğumuna ilişkin yaratılışa ilişkin en eski açıklamaya göre başlangıçta yalnızca Tanrı Nun olarak kişiselleştirilen bir su kaosu vardı ve bu şöyle ifade ediliyor. Kendisini yaratan büyük Tanrı o sudur. O nundur. Tanrıların babasıdır. Bu anlayış diğer mitolojilere de yansımış bulunuyor. Örneğin Tevrat’ın yaratılış kitabı şöyle başlıyor.
Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu. Yeryüzü şekilleri yoktu. Engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın ruhu suların üzerinde hareket ediyordu. Yine başka örnek vermek gerekirse Nun mitini Altay Yaratılış Destanında Tanrı Ülgen’in hiçbir şey yaratılmamışken boşlukta suların üzerinde yüzmesiyle veya Yunan inancındaki Okeanos mitosuyla bile ilişkilendirebiliriz.
Ayrıca Mısır inancında yaşamın temeli olan nun ileride Nuh tufanına benzer bir kıyameti de yine su yoluyla getirecek olan bir varlıktır ve bu da Tevrat’taki Yahve’nin yani Tanrı’nın yarattığıma pişman oldum. Diyerek kendi yarattıklarını bir su taşkını ile yok etmeye karar vermesine benzetilebilir.
Mısır, Mezopotamya’daki hemen her uygarlığa yansıyan bir imparatorluk olduğu için daha sonra bu fikirlerden yola çıkılarak Gılgamış veya Atrahatsiz efsaneleri oluşturulmuş olabilir. Belki de bu su yoluyla gelen kıyamet Mısır halkına can veren Nil Nehri’nin bir gün kontrolsüz bir taşkınla canlarını alacağı şeklindeki bir inancın göstergesi olabilir. Canı veren de alan da Nil olacaktır. Anlaşılacağı üzere din Mısır kültürünün tümünü kapsamaktadır.
Örneğin hanedanlar öncesi dönemde yani milattan önce 3000 ve öncesinde Mısır kültüründe hayvan biçimli tanrılar bulunmaktaydı. Muhtemelen bu figürler totemcilik anlayışından kaynaklanıyordu. Zira her totem belli bir hayvanı temsil ediyordu ve her kabiyle kendine özel bir hayvana ve tanrıya sahipti.
Bu totemler zamanla eyaletlerin tanrıları düzeyine yükseldiler ve daha sonra da tanrılar insan biçiminde yani antropomorfik bir şekilde düşünülmeye başlandığı zaman hayvan totemlerinin bazı uzuvları insan vücuduna eklendi. İşte bu şekilde hayvan başlı insan vücutlu tanrı bitimlemeleri ortaya çıktı. Tabi hayvan başlı insan figürleriyle alakalı başka başka teoriler de var. Örneğin şaman kültürünü yaşayan toplumlarda şamanlar bir hayvan postu giyerek doğu ruhlarını temsil ediyorlardı ve duvarlara resmedilirken de hayvan biçimli bir şekilde resmediliyorlardı. Bu açıdan antik Mısır tanrılarını antik Mısır’ın daha antik dönemden kalma şamanları gibi görebiliriz. Ki buna şamanizm video serisinde değinmiştik zaten. Mısır Panteonu hakkında kısa bir bilgilendirme yapmak gerekirse belli başlı Mısır tanrıları şunlardır.
Gökyüzü tanrısı Şahin başlı Horus, Güneş tanrıları Ra, Amon ve Aton, Yaban Eşeği başlı Düzensizliğin, Çöllerin ve Savaşın tanrısı Set, Mumyalamayla ilgili Çakal başlı tanrı Anubis ve Ölüm ve Öbür Dünya tanrısı Osiris. Bu tanrılar Mısır tarihi boyunca karşımıza en çok çıkan ve en çok tasviri yapılan tanrılardır.
Tabii bunların haricinde Kedi başlı tanrıça Bastet veya Bilgelip tanrısı Todd gibi önemli başka tanrılar da var. Mısır inancının ölümden sonrasıyla alakalı sunduklarının toplumsal yaşama etkilerine gelince, Mısır’da yaşam süresi kısa olduğu için insanlar 20 yaşına ulaştıkları anda mezarlarını planlamaya başlarlardı. Mısır inancına göre ölen kişi ölümden sonra bir duruşmaya katılırdı.
Bu duruşma tanrılar katında yapılırdı ve duruşmaya Tanrı Osiris başkanlık yapardı. Ölen kişi 542 ilahtan oluşan bir konseyin karşısına çıkar ve Anubis meşhur terazi merasimini gerçekleştirirdi. Bu merasim, Mısır Ölüler kitabında öte dünyaya giden birinin durumunu anlatan çok uzun ve ayrıntılı bir şiirle gayet hoş bir dua ile ifade edilmiştir.
Şimdi bu duanın son kısmını Shock Voice’dan alıntılayalım ve ardından terazi merasimini inceleyelim.
Size şükürler olsun, ey amenti kapılarının ardında yaşayan Osiris peştemalları giymiş Tanrılar. Siz ki benzerlerini öldürdükten, mabetlerin avlularındaki hayvanları çaldıkları, yalnızlıklarında saf olmadıkları veya nehrin sularını pislettikleri için organları çürüyüp kokanları tanırsınız. Tanrısal ruhlar, köpek başlı ruhlar, sizlere ebediyen şükürler olsun.
Ben ki karşınıza çıkmadan ölmüş ve yeniden doğmuş bedenimin yıkanıp, sargılara sarıldığını gözlerime antimuan sürüldüğünü görmüştüm. Bilirsiniz ki yumurtayı oluşurken kırmamışım. Mendez teknesi üzerinde yemin etmemiş, Abydost’a Ptahtatenin adını almamıştım. Beni kurtarınız, beni yanınızda tutun. Çünkü nefesim saf, kalbim saf, ellerim saftır ve beni görenler şöyle der. Ey saf olan sen, hoş geldin. Ruhun aşağı dünyada sükunet içinde olsun. Hoş gelmiş ol. Çünkü iç organlarını mağat gönünde yıkadın. Ey saf olan sen, Osiris’in karşısına çıkabilirsin. İşte bu Osiris’in karşısına çıkıştan sonra terazi merasimi yaşanıyor. Bu merasim şöyle.
Terazinin bir tarafına ölen kişinin kalbi, diğer tarafına dürüstlüğü sembolize eden bir tüy koyuluyor ve kalp tüyden hafifse kişi Ma’keru oluyor. Yani iyi bir hayat geçirmiş sayılıyor ve yeni hayatına gitmesine izin veriliyor. Fakat eğer kalp tüyden daha ağır gelirse bu onun günahkar olduğu anlamına geliyor ve kalp bir canavar tarafından yutuluyor. Kişi sonsuz bir azaba mahkum ediliyor.
Bu esnada olup bitenleri ise Tanrıların katibi Thot kaydediyor ve not alıyor. Tıpkı İslamiyet’teki kiramen katibin gibi. Neyse biraz da başka şeylerden bahsetmek lazım. Örneğin Mısır halkı nasıl yaşıyordu veya en önemli aktiviteleri neydi? Ki bunu deyince aklımıza genelde mumyalama geliyor. Zira Mısır mumyalarıyla biliniyor. Ki bu da epey ciddi bir konu. O yüzden buraya biraz zaman ayırmayı planlıyorum. Öncelikle mumyalamanın bir felsefesi bir mantığı vardı çünkü mumya bedeni korurdu. Beden niye lazımdı? Çünkü Mısır inancına göre ruh ölümsüz olduğu için sonsuzlukta varlığını sürdürürken bir noktadan sonra yine bedene geri dönmek isteyebilirdi. Özellikle firavunların bir gün dirileceğine inandıkları için ilk mumyalar firavunlarla ortaya çıktılar. Daha sonra halkın parasına, durumuna göre ve o dönemdeki şartlara göre memurlar, generaller ve hatta bir süre sonra en basit köylüler bile mumya yapılmaya başlandılar. Bir süre sonra bu inanç halkın da inancı olduğu için bir bakıma mumyalama Mısır’ın hem sanatı hem de kültürü haline geldi. Ve aynı zamanda mumya sizin ahirete gitmenizi garantiye alıyordu.
Çünkü beden yok olduğu takdirde ahirete gitme şansınız kalmıyordu inanca göre ve bu yüzden birine yapabileceğiniz en büyük kötülük de onu yaktırmaktı. Diğer bir değişle mumya kültürü hem Mısır’ı hem de Mısır inancını temsil ediyordu. Mısır’da birisi öldüğünde ev ahalisi yüzlerini çamura bularlar ve cesedi evde bırakıp dışarı çıkarlar.
Dışarıda kadınlar göğüsleri çıplak bir şekilde dövünürler ve aynı şekilde erkekler de onlara katılırlar. Bir süre sonra ceset mumyalanmak üzere evden çıkarılır ve tapınağa götürüldüğünde de bu ritüel biter. Ardından mumyalama işlemi başlar. Mısır’da üç ayrı kalitede mumyalama tarzı vardır. Kişi öldüğünde ailesine hangi modeli istediği sorulur. Yani parası hangisine yetiyor o öğrenilir. Birinci sınıf mumyalama en pahalı yöntemdir. Bu yöntemde burnuna sokulan demir bir kanca yardımıyla ölüden beyin çıkarılır. Kancanın yetişemediği bölge ise ilaçla yıkanarak temizlenir. Ardından taştan yapılmış keskin bir bıçakla ceset açılır ve iç organlar dışarıya çıkarılır. Sonrasında karın boşluğuna hurma şarabı ve güzel kokular sürülür. Bu işlemin ardından kesilen yerler dikilir ve tuzlama işlemine geçilir.
Ceset 70 gün boyunca tuza gömülmüş bir şekilde kapalı bir kap içinde bırakılır ve 70 gün sonra kaptan çıkarılarak baştan aşağı yıkanır. Yıkama işleminden sonra beden şerit halinde kesilen keten sargılarla sarılır ve bundan sonra cesedin sahipleri cesedi insan vücudu biçiminde dar bir tabuta koyarlar ve mezar odasında duvara dayalı halde bırakırlar. Bu genelde zengin tabakanın tercih ettiği bir mumyalama türüdür.
Çoğunlukla tüccarlar, generaller ve özellikle bütün firavunlar bu şekilde mumyalanmışlardır. İkinci seviye mumyalamadaysa ceset yarılmaz ve iç organlar dışarıya çıkarılmaz. Vücuda şırınga yardımıyla sedir yağı verilir ve ardından ceset tuzlanır. 70 günlük bekleme süresi bittikten sonraysa sedir yağı gibi vücuda zarar veren diğer asidik maddeler cesedin iç organlarının tamamen erimesini sağlamış olurlar ve ceset tuvaletini yapar gibi içindeki sıvılaşmış organları dışarıya çıkarır. Ceset uzun süre tuza yatırıldığı için vücudundaki kaslar tamamen erimiş olur ve ceset tam anlamıyla bir deri bir kemik kalır. Ardından ölü ailesine teslim edilir. Bu genelde memurların uyguladığı bir mumyalama yöntemidir. Üçüncü sınıf mumyalamaysa en ucuz mumyalamadır ve cesede tuzlama haricinde hiçbir işlem yapılmaz. Birinci ve ikinci mumyalama türünde bedene aşı boyası sürülüyordu ve dudaklar renklendiriliyordu. Yani pek de ceset görüntüsü verilmemeye çalışılıyordu. Ayrıca içi boş görünmesin diye içine kum dolduruluyordu. Böylece daha doğal bir görüntü sağlanmış oluyordu. Bir de şöyle bir olay vardı. Mumyacıların güzel kadınlara tecavüz ettiğiyle yani ölü bedenlerle nekrofili ilişki yaşadığı ile alakalı birtakım rivayetler vardı. Bu yüzden insanlar eğer genç bir kadın öldüyse en az bir beş altı gün ceset çürüyene kadar bekliyorlardı. Yani hemen mumyalamaya götürmüyorlardı ki fena bir şeyler yaşanmasın. Ayrıca bir de şöyle bir ayrıntı var. Eğer birisi nehirde boğulursa yani suda ölürse bu durumda oraya en yakın bölgede olan rahipler cesetle ilgilenmek zorundadır. Cesede hiç ne ailesi ne akrabası kimse dokunamaz. Hiçbir köylü elleyemez. Rahipler gelecek, cesedi alacaklar ve mumyalayacaklar. Yani eğer birisi boğulduysa o saatten sonra tapınağın malı olmuştur. Mısırlılar insanların yedikleri yiyeceklerden zehirlendiğine ve hastalığın da yiyecekle geçtiğine inanıyorlardı ve bu yüzden temizlenmek adına ayda üç defa yani on günde bir kusuyorlardı. Kusarken içlerindeki kötülüğün, hastalığın, kötü ruhun ve günahların da gittiğine inanmışlardı ve esasında gerçek anlamda Mısır halkı temizliğe, sağlıktan, görüntüden ve hemen her şeyden daha fazla önem veriyordu. Ki bu da inanç gereğiydi yani Mısır’da bir bakıma temizlik imandan geliyordu. Öyle ki rahipler tıpkı abdest alır gibi iki gündüz iki gece olmak üzere yani günde dört kere yıkanıyorlardı. Ayrıca Nil Nehri kutsal olduğu için nehirden çıkan hiçbir varlığı işte balıktır vesaredir yemiyorlardı. Mısırlılar tarlaları sürmek için saban veya kazma gibi bir takım aletler kullanmıyorlardı. Hatta kaz gücüne bile yer vermiyorlardı öyle söyleyeyim. Şöyle bir taktikleri vardı. Nil Nehri çekildiği zaman toprak balçığa dönüşüyordu ve bu insanlar balçığın üstüne bir sürü tohum serpiyorlardı. Daha sonra domuz gibi bir takım toynaklı hayvanları çamurda oynaması için serbest bırakıyorlardı ve hayvanlar oynarken zaten tohumlar yerin altına geçiyordu. Yani Mısır halkı bir bakıma bu işi bedavaya getirmeyi öğrenmiş ve pratik zekasıyla gayet de mantıklı bir sistem kurmuş. Şimdi bir de Mısır kültürü ve devlet yapısına bakmak lazım. Mısır’da Firavun bütün gücü elinde toplamıştır ve Mısır’da teokrasi hakimdir yani Tanrı egemenliği. Bu yüzden Firavun da Tanrı veya Tanrı tarafından özellikle yaratılmış bir varlık gibi görülmüştür ve bir dönem Firavun Tanrı’nın oğlu diye kabul edilmiştir. Kaynaklara baktığımızda her türlü kült eylemini ve dolayısıyla askeri başarıları tek başına kral yapmış, kral başarmış gibi görüyoruz. Çünkü öyle gösteriliyor. Bu yüzden Roma dönemine kadar kral bütün tapınak içi çizimlerde ya tek başına bir orduyu yenerken ya da tek başına Tanrı’ya dua ederken gösterilmiştir. Bunun tek istisnaları şenliklerdir, kutlamalardır. Bu tür tasvirlerde kral genellikle hizmetçileriyle veya yardımcılarıyla beraber gösterilmiştir. Çünkü mantıken her ne kadar inançla öyle olsa da bütün devleti her şeyi tek başına bir adamın yönetmesi mümkün değildir. İllaki bazı askerlere, din adamlarına, valilere yani başkalarına ihtiyacı olacaktır. İşte bu şekilde kral zamanla yetkisini etrafındaki insanlarla paylaşmaya başladı ve memurluk sistemi de böyle oluştu. Zaten bu en eski tasvirlerde bile gösteriliyor ve genellikle memurluk ikiye ayrılıyor. Birincisi kralın kişisel görüntüsünden, sağlığından, onun tanrısallığından, halkın önüne çıkarken daha tanrısal görünmesini sağlamaktan yani şovlardan sorumlu, yakın memurlardı.
Diğerleri ise yani ikinci grupsa sözcü gibi kral adına konuşan veya kraldan aldıkları emri diğer bölgelerde kral adına uygulayan kişilerdi. İkinci grup yönetmekle ve yaptırımlarla ilgilendiği için önemli mevkileri barındırıyordu ve bu yüzden ikinci gruba sadece kralla akraba olan prensler, akrabalar, yakınlar bunlar gönderiliyordu.
Çünkü kraldan direkt emir almak ve uygulamak, onun karşısında ölmeden kalmak mümkün değil. Dolayısıyla bu tanrısal güce ancak tanrısala yakın kişiler ulaşabilir ve dayanabilir. Bu sebeple bu kişiler soylulardır ve bu inançla beraber eyalet reislikleri yani valilikler ve daha sonra belki bölünmeler meydana geliyor. Mısır’da memurluğun en yüksek seviyesi vezirlikti ve vezir ülkede kraldan sonra en büyük etkiye sahip olan kişiydi. Dolayısıyla o da krala yakın bir kişi oluyordu. Yönetme, yargı, ticaret, askeriye, din hemen her şeyle vezir ilgilenmekteydi ve bu yüzden çoğu zaman yeni hanedanı kuran yani devrim yapan veya ülkeyi kurtarmaya çalışan kişiler vezirlerdi. Örneğin Amenemhet bunlardan biriydi. Vezir sadece kraldan emir alıyordu ve sadece krala hesap veriyordu. Bu yüzden aslında vezir de bir bakıma firavun gibiydi. M.Ö. 1550’lerden sonra bu vezirlik görevi ikiye bölündü ve aşağı Mısır veziri ve yukarı Mısır veziri olmak üzere iki vezir hüküm sürmeye başladı. Ülkede güç sahibi olan diğer bir kesimse, beklendiği üzere rahiplerdi. Ve Mısır inancına göre baş rahip yani peygamber son derece önemliydi. Öyle ki ülke çöküşe geçtiğinde yani ara dönem diye ifade ettiğimiz dönemlerde genellikle yönetim rahiplere kalıyordu ve ülke tamamen şeriatla yönetiliyordu. Hatta bu yüzden çoğu zaman bir vezir veya bir general darbe yapmak zorunda kalıyordu. Zaten söylemiş oldum aslında ama askerlerin de önemli mevkilere geldiğini belirtmek lazım.
Özellikle M.Ö. 2000’den sonra at arabaları, çeşitli savaş teknikleri ve birtakım ekipmanların gelişmesiyle beraber askerlik mesleği son derece önemli hale geldi. Ve askerler zamanla firavun üzerinde söz sahibi olmaya başladılar. Öyle ki bazen isyana kalkıştıkları bile oldu. Yani yeniçeri ocağı gibi bir güce sahip olduklarını söyleyebiliriz.
Özel mülkiyete gelince Mısır’da çok ufak bir kesimin, çok ufak bir bölümün yani ayrıcalıklı insanların özel mülkiyet sahibi olma, bir arazi veya ev alma şansları vardı. Mısır halkının büyük çoğunu çoban, çiftçi veya esnaftı ve bunlar yüksek mertebeye gelemedikleri için genellikle firavunun görevli bir memuru ile konuşurlardı ve şikayetlerini bu yolla iletirlerdi. Ayrıca yüksek miktarda vergi öderlerdi ve özellikle işçi sınıfı tamamen karın tokluğuna çalışıyordu. Sabah güneş doğduğunda kalk, işe başla, akşam güneş battığında yat. Ama rahipler epey rahattı. Hatta sadece tapınağa yapılan bağışlarla bile lüks içinde yaşamaları kolaydı. Ve rahipler dini bilgiye sahip olan tek sınıftı. Halk dinin içeriğini bilmez ve öğrenemezdi. Bu açıdan rahipler Mısır kültürünün bel kemiği olmuşlardı. Ayrıca sadece dini imetinler değil, tarihi imetinler de genellikle tapınaklarda saklanırdı. Bu açıdan baktığımız zaman Mısır’da rahipler epey önemliydi çünkü hem tarih onlarda hem de bir bakıma tanrı onlarda. Askerliğe baktığımızdaysa bunun en önemli meslek olduğunu görüyoruz. Öyle ki Mısır’da askerlere gerçek anlamda yüklü miktarda maaş ödenir ve onlara vergiden muaf topraklar teslim edilirdi. Yani askerler bir bakıma kral gibiydi. Bu açıdan askerlik son derece kıymetli ve istenmesi gereken bir meslek ama Mısır halkı tam tersine asker olmamak için her şeyi yapıyor. Hatta fakirliği askerliğe tercih ediyor çünkü kimse ölmek istemiyor. E bütün firavunlar fetih yapmışlar. Oraya saldır buraya saldır sürekli birileri ölmüş. Kimse böyle bir şeyle karşı karşıya kalmak istemiyor. Hani bizde şey mantığı vardır ya, sırtını devlete daya rahatsın ondan sonrasını boş ver. İşte Mısır’da da askerlikten yırttın mı tamamdır. Gerisini boş ver mantığı vardı. Sonuçta o zamanki askerlik bugünkü gibi değil yani elde tüfekle tabancayla gezmiyorsun.
Hayatın boyunca eğitim yapman lazım, günde 10 saat spor yapman lazım ve 20 yıl boyunca eğitim alsan da 2 tane kılıç darbesi geldiği zaman ölüyorsun. E hemen her firavunun fetih yaptığı bir imparatorlukta askersiz ayakta kalmak mümkün mü? Hayır. Bu yüzden Mısır 100 binlerce köylüyü kanal projelerinde, piramit inşaatında veya tarım ve hayvancılıkta kullandığı için
askerlerinin büyük bir çoğunluğunu başka ülkelerden temin ediyordu. Yani paralı asker tutuyordu. Özellikle yeni krallıktan itibaren paralı asker sistemi epey bir yerleşmişti. Önce Libyalı ve Nübiyeli askerler, sonra da Yunan askerler Mısır ordusunun bel kemiği olmuşlardı. Hatta bu paralı askerlerden bazıları generalliğe kadar yükselmişlerdi.
Yerleşime baktığımızda genellikle halkın evi kerpiçten veya güneşte kurutulmuş tuğladan inşa edilmiştir ve hiçbir odası yoktur. Yani dikdörtgen sadece salondan ibaret bir bölüm. İçinde herhangi bir mobilya yok, en fazla yatak var ve bir iki tane tanrı heykelci yani put var. Ama zenginlere baktığımızda onlar dört beş odalı, iki katlı veya bahçeli, üstelik cilalanmış taştan yani kaliteli malzemeden yapılma evlerde oturuyorlar ve bir bakıma gösteriş yapmayı seviyorlar. Mısır’da Mısır vatandaşı bilgisi ve görüntüsüyle gerçek bir insan sayılırdı ve dışarıya da şüpheyle bakılırdı. Bu durum son derece güvenlikli bir ortamın oluşmasını sağlamıştı çünkü herkes yabancıya karşı temkinliydi. Örneğin Mısırlılar, tasvirlerde halkı dört ırka ayırmış ve bunu renklerle belirtmişlerdir. Sarı Asyalı, beyaz Libyalı, siyah Afrikalı ve kızıl kahverengi de Mısırlıydı. Milli kimlik duygusunu aşılamak ve beslemek için bütün yabancıları düşman göstermek Mısır’ın çok iyi yaptığı bir iştir ve bu bugün bile devam ediyor.
Örneğin eğer hükümet bir konuda çuvalladıysa suçu hemen dış ülkelere, dış güçlere atar ve ekonomi kötü ise, hayır ekonomi kötü değil, Yahudi ajanları bizi bölmeye çalışıyor, dış mihraklar üzerimize oynuyor der. Hükümet, halk bir konuda şikayet etmeye başladığı zaman hemen, yok hiç problem yok, Avrupa bizi kıskanıyor, biz çok iyi durumdayız falan der. Yani bunlar baya eski kafalar. Tanıdık gelmiştir herhalde hani Venezuela’da Mozambik’te birçok ülkede böyle biliyorsunuz. Mısırlıların farklı inançlarından biri de her şeyin çift yaratıldığı inancıdır. Onlar, yaratılıştan önceki hiçlik zamanını bile henüz iki objenin olmadığı zaman diye ifade ederler ve Mısır ülkesine verdikleri ad da iki ülke veya iki kıyıdır.
Zaten kral da daha önce söylediğim üzere aşağı Mısır ve yukarı Mısır olmak üzere iki tane taç takardı. Hatta Mısır’da öyle bir inanç vardı ki sonsuzluk bile iki taraflıydı. Birisi doğrusal, diyet, diğeri dairesel yani nene. E insanda dişil ve eril olmak üzere ikiye ayrılıyor biliyorsunuz ve Mısır’da da bu inanç böyleydi ve onlar enteresan bir şekilde kadın ve erkeği eşit görmüşlerdi.
He, kadın evde oturur, ev işi yapar, çocuğa bakar, erkek çalışır para getirir yani iş ortamı öyledir ama hukuk önünde kadın ve erkek eşittir. Hatta Amon’un Tanrıça eşi diye bildiğimiz ve bazı kitaplarda Tanrı’nın zevcesi diye ifade edilen bir makam kadınlara özgü bir makamdır ve teb bölgesinde baş rahip kadar kıymet görür. Yani kadınlar devlet işlerine kadar karışabilir ve zaten Mısır’da bir kadın kocası hangi meslektense hangi mertebedense aynı mertebeye aynı mesleğe yükselme şansına sahiptir. He, elbette tam bir eşitlikten bahsetme şansımız yok ama hiç değilse semavi dinlerdeki o mizojeniyi veya ateerkil mantaliteyi Mısır aşmayı başarmış. Yani bu açıdan baya bir ileri gitmiş çünkü bugün bile gidemediğimiz yerler var biliyorsunuz. Herodot’un aktardığı bilgilere baktığımızda biraz enteresan ve muhtemelen de uydurma şeyler görüyoruz. Örneğin Herodot şöyle bir şey aktarıyor. Mısır’da kadınlar dışarı çıkar ve çalışır eve bakar, erkeklerse evde oturur ve örgü örerler. Erkekler çömelerek tuvalet yapar, kadınlar ise işlerini ayakta görürler.
Muhtemelen iftiradır ama öyle yazıyor. Devam edersek Mısır’da coğrafya yüzünden bolluk tamamen bolluk, kıtlıksa tamamen kıtlık olabiliyordu. Ve bu yüzden bunlar yıllarca devam edebildiği için hep erzak depolanmak zorunda kalınıyordu ve halk arasında şöyle bir söylem bile vardı. Yedi yıl bolluk, yedi yıl kıtlık ki bu kutsal kitaplara kadar yansıyan bir şey biliyorsunuz.
Yine keten dokumacılığı deyince Mısır en önde gelen isimdir. Hatta biz Mısır’ın keten dokumacılığındaki kalitesini 20. yüzyıla kadar aşamadık. Ve bu dericilikte, altın işlemeciliğinde ve hemen her şeyde böyle. Mısır var olduğu dönemdeki diğer kavimleri gerçek anlamda arkada bırakıyor ve hatta tenekeyle bakırı karıştırıp tunç yapmayı bulan ilk kavim oluyor.
Yine yetmiyor saç boyası, oje, allık, ruj, far, göz kalemi, hatta peruk. Yani hemen her şey yine Mısır’da bulundu ve bunlar daha sonra bugün bile olduğu üzere başka kavimlerde kullanıldılar. Zaten biraz önce işaret etmiştim, Mısır’ın felsefeye de etkisi epey bir büyük.
Hatta bizim hofra diye bildiğimiz ama kaynaklarda amasist diye geçen bir firavun, gerçek anlamda Solon ve Clistenes gibi Yunan coğrafyasındaki çok önemli reformculara bir bakıma ilham olmuştur. Eğer Mısır bu kadar da teokratik olmasaydı ve firavun tanrı kral haline gelmeseydi, hiç olmadı bir düşünce özgürlüğü falan gelişmiş olsaydı belki de bugün ulaştığımız bu teknoloji seviyesini 1000 yıl önce yakalamış olacaktık.
Ama maalesef öyle olmadı. Ve başa geçen firavun iyi olduğu zaman ülke yükseldi, buluşlar yapıldı, kötü olduğu zamansa ülke çöktü. Zaten bu yüzden Mısır tarihini dönemlere ayırıyoruz. 3000 yıl boyunca bu sistem devam ettiği için elbette krallıkların da birçok çeşidi var.
Önce erken hanedan ve ilk sülaleler, ondan sonra eski krallık, sonra birinci kargaşa, sonra orta krallık ve ikinci kargaşa, sonra yeni krallık ve son kargaşa, ardından geç krallık ve pers istilası, o bitiyor, Putelemeos hanedanı geliyor, ondan sonra Roma geliyor, ondan sonra Araplar geliyor, varoğlu var, bitmiyor.
Ve Mısır bu kadar uzun süre esnasında birçok şey bulmuş olsa da esasında bunları pek de iyi kullanamıyor. Yani bir bakıma Mısır her şeyin ilacını buluyor, herkesi iyileştiriyor ama bir tek kendini iyileştiremiyor. Bir hatırlatma yapayım. Firavun kelimesi büyük ev diye tercüme edilir. Fakat bu basit bir tercümedir. Çünkü Mısır anlayışına göre Tharo kelimesi tüm insanların içinde yaşadığı büyük yuva demektir. Zira firavun aynı zamanda tanrıdır ve krallığın kendisidir. Yani firavun vatanı temsil eder. Lakin bu firavun gücü son dönemlerde dağıldı. Örneğin Mısır’ın köleleştirdiği Nubya ve Libyalılar, üçüncü Ara dönem yani son kargaşa devrinde Mısır’ı böldüler ve yeni hanedanlar kurdular. Yani Mısır’a aynı anda birden fazla firavunun hükmettiği zamanlar da oldu. Hatta bu firavunların bazıları zenciydi.
Maalesef zamanında Mısır’dan kaçan yani Mısır’a sırtını dönen gruplar bile Mısır’ın zayıflığında geri dönüp ona hükmetmeyi, bir hanedan kurmayı ve başa geçmeyi başardılar. Ki bunlardan biri Etiyopya Hanedanıdır. Şöyle aktarayım. Bugünkü Habeşistan’da Efyafya yani Kaçaklar diye bildiğimiz bir grup yaşardı. Ve bunlara azmaklar da denirdi ki bu kralın solunda duranlar anlamına gelir. Bunlar Deniz Halkı İstilasında yani yeni krallığın çöktüğü zaman da Mısır’ın en ihtiyaç duyduğu, en muhtaç olduğu anda Mısır’dan kaçtılar ve Habeşistan’a yerleştiler. Ama daha sonra 8. yüzyılda Asur İmparatorluğu kuvvet kazanmaya başlayınca ve bir tehdit haline gelince
yeniden Mısır’a döndüler ve yeni bir hanedan kurdular. Ama bu hanedan da pek uzun ömürlü olamadı. Aslında Mısır’la alakalı çok güzel hikayeler var yani sadece böyle bilgiler yok ama bu hikayeler ne kadar doğru ne kadar yanlış bilmiyoruz. Örneğin şöyle bir hikaye var. Mısır Kralı Psamtek sözde dünyanın en eski kavminin Mısır olduğuna inanıyormuş. Ve bizden daha eski bir millet veya bizim dilden daha eski bir dil yoktur diyormuş. Daha sonra bununla alakalı tonlarca araştırma yapmış ama hiçbir sonuca ulaşamamış ve en sonunda şöyle bir yöntem denemiş. İki tane yeni doğmuş bebeği bir çobana vermiş ve çobana bebeklerin yanında hiçbir şekilde konuşmaması gerektiğini söylemiş. Yani bebekler hiçbir dilde hiçbir şey duymayacaklar ve büyüdükleri zaman hangi dili konuşacaklar bu görülecek. Böylece tabiatımızda içimizde yani insan ırkında doğal dil doğal konuşma tarzı neymiş bu anlaşılacak. Söylendiğine göre bu deney yapılıyor ve çocuklardan bir tanesi iki yaşına geldiğinde bekos diyor. Çoban bunu dikkate almıyor ama çocuk birkaç kere daha bekos bekos deyince gelip bunu firavuna söylüyor. Firavun da yaptırdığı araştırmalarda bekosun frigya dilinde ekmek anlamına geldiğini öğreniyor ve öyleyse dünyanın en eski kavmi ve en eski dili frigya’ya ait diyerek bir bakıma bayrağı onlara veriyor. Tabii ki bu bilimsel bir deney değil ve gerçekte böyle bir şey yaşandığımı bilmiyoruz ama bence güzel şeyler ki böyle onlarca hikaye var ama videoyu uzatmaya gerek görmüyor. Ve işin kötüsü biz böyle şeylerden haberdar değildik yani bilmiyorduk. Çünkü Mısır 200 yıl öncesine kadar tamamen kapalı kutuydu ve hakkında hiçbir araştırma yapılamıyordu. Biz esasında Mısır’ı Napolyon sayesinde öğrenmiş olduk.
Şöyle ki Napolyon zamanında Papa Mısır’daki mezarlarla, tarihi eserlerle ve altınlarla epey bir ilgilenmeye başlamıştı ve birçok cizvit rahibini Mısır’a araştırma yapması ve bir bakıma ganimet toplaması için göndermişti. E sonuçta Mısır’da henüz keşfedilmemiş onlarca mezarın olduğu bilinen bir şeydi. Papalığın Mısır’a olan yoğun ilgisi bütün dünyanın dikkatini çekti ve Napolyon da bu yüzden Mısır’ı fethetmeye gittiğinde yanında bir araştırma heyeti götürdü. İşte Mısır’ın asıl keşfi de böyle başladı. Çünkü Napolyon’un adamları 1798’de üzerinde hem Yunanca hem Demotik hem de Hiyaroglif türünde yazılar bulunan Rosetta taşını buldular. Rosetta taşı Putolemios Hanedanından kalma bir taştır ve bu taş aynı metni üç farklı şekilde aktardığı için bir sözlük görevi görmüştür. Yıllar süren çalışmalarla önemli dil bilimcileri bu taş üzerinden Mısır alfabesini çözmeyi başarmış ve takip eden yaklaşık 150 yıl boyunca elimizdeki okunamayan bütün Mısır metinlerini tercüme etmişlerdir.
Işığın dalga teorisi keşfiyle ünlenmiş olan Thomas Young, İsveçli Doğu Bilimci Johann David Akerblad ve Jean-Franç-Hoyse Champollion gibi insanlar Mısır dilini çözmeye çalıştılar ve Kıpti dilinden hareketle bir alfabe çıkarmayı başardılar.
Sözünüzü Kıpti dili olmasaydı işimiz epey bir zor olacaktı ama neyse ki Napoleon ve adamlarından sonra 100 yıl içinde 19 kitaplık baya geniş bir Mısır tarihi serisi yazılabildi ve birçok önemli belge binlercesi tercüme edilebildi.
Tabii bu esnada Mısır baya bir yağmalandı, baya bir talan edildi. Bu kitaplar yok satınca, herkes bunu öğrenince mezar hırsızlığıdır veya diğer ülkelerden gelen araştırma heyetleri, arkeoloji grupları ve bir bakıma kara borsada satmak için veya zenginlerin koleksiyonlarına süs olsun diye yüksek fiyattan vermek için yapılan hırsızlıklardır. Birçok amaçla Mısır’ın altı üstüne getirildi. Mezarları soymaya çalışan birçok kişi bu bir tuza ile öldü ama zaten onlara gelene kadar Mısır halkı kendisi bunlara zarar verdi. Bütün tanrı heykellerine, bütün resimlere bunlar puttur, bunlar din dışıdır, bunlar haramdır diyerek zarar verdiler, tahrip ettiler ve bir bakıma 5000 yıllık mirasa hakaret ettiler.
Yaklaşık 100 yıl boyunca gelen geçen Mısır’ı talan etti. Kazılmadık mezar kalmadı, yıkılmadık mabet bırakılmadı. Onlarca anıt soyuldu ve harabeye çevirildi. Hatta Kavalalı Mehmed Ali Paşa gibi Mısır hedivi olan birisi bile Avrupalılara para karşılığında yardım etti. Zaten bu olaylardan önce de Memlükler, büyük Sfengs heykelini atış talimi için kullanmışlardı ve yüzünü paramparça etmişlerdi. Ayrıca bütün çizimlerdeki firavun yüzlerini de tahrip etmişlerdi. Eh üstüne bir de böyle şeyler yaşanınca maalesef 3000 yıllık medeniyetin içine etmiş olduk. Bu da neden bütün kabartmalarda, neden bütün resimlerde surat parçalanmış veya niçin burun kırılmış gibi soruları galiba cevaplıyordur.
Yani olay burada din. Bir fotoğraf, bir görsel, bir heykel tamamen Tanrı’ya şirk koşmak veya bir şey yaratmaya çalışmak yani günaha girmek gibi görüldüğü için koskoca firavunların görselleri 2-3 tane düşük aykı yolu geri zekalı tarafından paramparça edildi. Tamam son 200 yılda elbette bir sürü şey öğrendik, bir sürü şeyi ortaya çıkardık ama ortaya çıkanların da yarısından çoğunu heba ettiğimizi ve
bazen de nankörlük ettiğimizi kabul etmek gerekiyor. Ama hiç zarar görmeyen ve mükemmel bir biçimde ilk hali neyse bugüne kadar gelmeyi başarmış olan bir takım eserler var. Örneğin firavun Tutankamun’un mezarı. Bu 3000 yıllık mezar en mükemmel haliyle elimize ulaştı. Tutankamun, kafir kral Akenato’nun oğluydu ve çocuk yaşta tahta geçmişti, 20 yaşını göremeden de ölmüştü.
Yani önemli bir adam olamamıştı. Bu yüzden de sonraki firavunlar onun mezarını pek de ciddiye almayarak üstüne kat çıkarak kendi mezarlarını yaptırmışlardı. E bu 4 kere 5 kere yapılınca bir bakıma Tutankamun’un mezarı gizli bir mezar haline geldi ve sonraki mezar soyguncuları Tutankamun’un mezarından hiç haberdar bile olamadılar. Onlar sonraki kralların mezarlarını soydular.
Önemsiz bir firavun olmasına rağmen Tutankamun’un mezarında büyük boyutta 36 adet şarap küpü, 350 litre zeytinyağı, onlarca vazo koku ve kozmetik ve çeşitli meyvelerin bulunduğu 116 sepet ve tonlarca altın vardı. Örneğin sırf Tutankamun’un tabutu bile 900 kilo som altından oluşuyordu. Biraz paranormal gelecek ama bir kişi hariç, mezarı açanların hepsi kısa süre sonra öldüler.
Örneğin mezarı keşfeden Lord Carnarvon hemen ardından bilinmeyen bir hastalığa yakalandı ve öldü. Ölmeden önce de akıl sağlığını yitirmiş durumdaydı. Öyle ki şizofrenik bir şekilde Tutankamun diye haykırıyordu. Son sözleri de Tutankamun oldu. Hatta ona bakan hemşire bile öldü ve niye öldüğünü bilmiyoruz. Yine albay Aubrey Herbert mumyayı görür görmez hemen hemen o anda toprağa verildi. Mezarın açılışında bulunanların çocukları bile öldüler. Yine mezara ilk girenlerden birisi olan Dr. Evelyn White de artık ne yaşadıysa gidip intihar etti. Bakın bu olaylar o kadar yankı yarattı ki mumya filmini bile ilham oldu. Zira mumya filminde de binlerce yıldır kimsenin haberi olmayan bir mezar odası açılıyor ve mezarı açan herkes bir bir ölüyor.
Devam edersek yine Tutankamun’un mumyasını inceleyen Archibald Douglas Reeve bilinmeyen bir hastalığa yakalandı ve aniden öldü. Bu kadar ölümden sonra hükümet de şüphelendi ve bir hükümet görevlisi yanına bir iki yardımcı alarak mezarı araştırmaya gitti. Ama Otto Newbert’in anlattığına göre bunlar da öldüler. Uydurma gibi geliyor ama değil. Çünkü Tutankamun’la ilişkisi olan, mezarına giren, eşyalara dokunan ve bu işe karışan herkes örneğin Prof. Brastead, Winlock, Hacknes ve Sir Alan Gardiner gibi saysam sıkılacağınız adı sanı belli olan diğer 17 kişi de anlamsız bir şekilde arka arkaya öldüler. Bu firavun ve laneti dünyanın gündemine oturdu ve herhangi bir başarısı olmadığı halde Tutankamun 2. Ramses kadar ün kazandı. Mısır’ın tarih bilincinden bahsetmek gerekirse Mısırlıların tarih yazımının bizim bugünkü tarih yazımımızdan son derece farklı olduğunu söyleyebiliriz. Mısır tarihinde yıllar numerik sayımlarla ifade edilmemiş genellikle bir askeri zafer ya da bir tapınağın inşası gibi özel olaylara göre adlandırılmışlardır.
Eski krallıkta iki yıllık aralıklarla ülkede vergilendirme amaçlı hayvan sayımı yapıldığından bu vergi değerlendirmesi kraliyet adıyla ilişkilendirilmiştir ve bu şekilde bir tarihlendirme olanağı elde edilmiştir. Örneğin Kral Pepi zamanındaki 2. Sayım yılı gibi. Bu yüzden Mısır’daki tarihsel metinler hep kralla alakalıdır. Bu amaçla oluşturulan ve taşa yazılmış kayıtlardan geriye ne yazık ki sadece oldukça harap olmuş birkaç örnek kalmıştır. Bu parçaların en büyüğü Palermo Müzesinde korunmaktadır ve bu nedenle Palermo Taşı diyebilinmektedir. Ama iş Mısır tarihini araştırmak olduğu zaman temel kaynaklar modern tarihçilere kronolojik açıdan sağlam bir çatı sunuyorlar. Tüm dönemlere ait sayısız belge ile beraber erken dönem ve eski krallıkla alakalı bazen de eski Mısır dönemine tarihlenmiş ve diğer anıtlarla bağdaşan kronolojik kayıtların parçaları bugün hala duruyor.
Ayrıca bugün Torino Müzesinde korunan papirüstler gibi tabletler ve kral listeleri de büyük ölçüde elimize ulaştılar. Son olarak Rahip Maneton’un M.Ö. 280’de Kral 2. Ptolemaios için Yunanca yazdığı Mısır tarihi de oldukça önemli bir eserdir. Onun eseri üzerinden geriye gidilerek hükümdar aileleri 31 sülale veya hanedana bölünmüştür. Fakat birçok tarihçi 31. Hanedanı Mısır tarihine dahil etmiyor. Zaten başta söylemiştik ve ne yazık ki Maneton’un eserini sadece Yahudi tarihçi Flavius Josephus’un ve geç dönem antik Hristiyan yazarların kitaplarındaki birkaç alıntı sayesinde bilebiliyoruz. Mısır zaman dizini kültürel başarılara yani Taş Çağı, Tunt Çağı, Demir Çağı gibi dönemlere odaklanmaktansa krallara dayanan bir şema kullandığı için
ve büyük bir çoğunluğuna sahip olsak da bütün kaynaklar eksiksiz bir şekilde elimize ulaşmadığı için en başta söylediğim üzere çeşitli yazarların kitaplarında çeşitli tarihlendirmeler bulabiliyoruz. Kral 1. Setos’un bugün hala Abydos’taki tapınağında duran krallar listesi Maneton’un da kendi Mısır tarihinin başlangıcına koyduğu gibi Mısır’ın ilk tarihsel kralını Meni, Yunancasıyla Menes diye tanıtıyor. Son yapılan bilimsel çalışmalar Maneton’un kimi hanedanlarla örneğin 7. Hanedan ile ilgili verdiği bilgilerin antik tapınak kayıtlarını yanlış anlaması sebebiyle bütünüyle yanlış olduğunu ve 9. ve 10. Hanedanların aslında iki tane değil de yalnızca bir tane hanedanı temsil ettiğini söylüyor. Ama bu düzeltmeler dışında Manetos sisteminin etkileyici biçimde sağlam ve doğru olduğunu biliyoruz. Ayrıca çeşitli arkeolojik kazılarla ortaya çıkarılan kral mezarları ve paletler de örneğin Narmer paleti bize Mısır tarihini anlamamız için büyük bir ışık tuttular. Tabii ki bu ışık Mısırlıların bizim görmemizi istedikleri şeyleri göstermekten daha ileri gidemiyor. Çünkü eski Mısır’da tarih yazımı logosun değil mitosun işiydi. Mısırlılar tarihlerini olduğu gibi değil görünmesini istedikleri gibi kaydetmişlerdi. Tarihin gördüğü bütün totaliter hükümdarlar gibi Mısır krallarının da statülerini yansıtmak için tasarlanmış devasa yapılara saplantıları vardı. Mısır kralları M.Ö. 3000’lerde kerpiçten yapılan ve mastaba yani merdiven adı verilen mezarlara gömülmüşlerdi. Mastabalarda dik bir kuyu içinde zemin seviyesi altında bir mezar odası bulunmakta ve ana mezar odasının tam üzerinde ise zemin seviyesinde dik dörtgen planlı kerpiç ya da taştan inşa edilmiş bir yapı yer almaktaydı. Eski Mısır’da bu yapının doğu yüzüne ölen kişinin ruhunun yani kânın geçebileceği düşünülen sahte bir kapı yapılır ve kapının üzerine de ölen kişinin ünvanı ve adı yazılırdı. Görüldüğü kadarıyla 3. Hanedan zamanında ana oda genişletilmiş 4. Hanedan zamanında ise odanın içine bir sunak eklenmiştir.
Bu sunak üzerine yiyecek maddelerini sembolize eden maddeler ya da gerçek yiyecekler bırakılarak ayrıca eğer ölen kişinin mumyası bozulursa ruhun bu heykellerden birine gireceğine inanıldığı için odaya ölen kişinin heykel ve heykelcikleri konularak birtakım ritüeller gerçekleştirilmiştir. Bu açıdan mastabalar hem mezar hem de tapınak niyetine kullanılmışlardır ve zamanla üzerlerine kat çıkıldığı için bir süre sonra basamaklı piramitlere dönüştürülmüşlerdir.
Fakat orta krallık döneminde piramit ve mezar soyguncularının çoğalması yüzünden piramit yaptırmak yerine kaya mezarları yapılmaya başlanmıştır. Ve bunlar da krallar vadisinde gizli koridorlar, gizli geçitler, sahte mezar odaları ve gerçek mezar odalarını içeren karmaşık yapılara dönüşmüşlerdir. Eski krallık zamanında yapılmış tapınakların en güzel örnekleri Güneş Tanrısı Ra için yapılanlardır. 5. Hanedan krallarından Neuserre tarafından Abugurap’ta yaptırılan Güneş Tapınağı en öne çıkan tapınaklardandır. Tapınağın en belirgin özelliği içinde bir sunağın bulunduğu açık avlu ve Güneş Tanrısını simgeleyen kalın bir dikilitaştır. Bu tapınakta tapınağı sınırlayan duvarların dışında pişmiş topraktan bir kayık da bulundurulmuştur. Çünkü eski Mısırlılar Güneş Tanrısı Ra’nın gece bu kaya binerek yolculuğa çıktığına inanmışlardır. 5. Hanedanın bütün firavunları bu tür Güneş Tapınaklarını piramitlerinin yanı başına yaptırmışlardır. Fakat ne yazık ki orta krallık zamanından kalan tapınakların çoğu günümüze kadar orijinal planlarını koruyamamış, harap olmuşlardır. Bunların bazıları Hixoslar tarafından tahrip edilmiş, bazıları da 18. Hanedan kralları tarafından geliştirilmişlerdir. Örneğin Deir el-Bahri’de bulunan Montuhotep Tapınakı orta krallık zamanından günümüze kadar bozulmadan gelebilen tapınaklardan biri olarak gösterilmektedir. Kayalık bir dağın yamacına yapılan bu tapınak, diğer tapınaklar gibi çoğunlukla ölen insanlar için yapılan ayinlerde kullanılan ölümle alakalı bir tapınaktır. Bir başka deyişle Mısır’da tapınaklar ölü kültüne hizmet etmişlerdir. Zaten genellikle Mısır’da bütün mimari faaliyetler ölüm kültüyle, ölülerle alakalı. Yani adamlar ölüme hakikaten kafayı takmışlar. Her şeyleri ölüm ve ahirete dayalı. Bu o kadar uç noktalara varıyor ki, 1. Hanedan zamanında Firavun’la beraber maiyetini de gömüyorlar. Yani bir Firavun öldüğünde onun hizmetçileri, metresleri, hatta hayvanları bile Firavun’la beraber gömülüyor.
Tabii bununla alakalı da bazı rivayetler var. Yani kimileri şöyle söylüyor. Firavun ölünce onun maiyeti de kendini kurban ediyordu. Hani öteki dünyada da ona hizmet edelim mantığıyla kendilerini öldürüyorlardı. Böyle diyenler var ama genellikle akıl ve mantık ve çoğunluk şunu söylüyor. Hayır, Firavun ölünce onun maiyeti ona kurban ediliyordu. Çünkü Mısır inancına göre Firavun’a bu dünyada hizmet edenler öteki dünyada da hizmet edeceklerdi. E öyleyse Firavun ölünce onların ölmemesi Firavun’un öteki dünyada hizmetçisiz kalacağı anlamına gelirdi. Dolayısıyla isteseler de istemeseler de Firavun’la beraber onun bütün hizmetçileri öldürülüyordu. Bu yüzden 1. ve 2. Hanedan mezarlarında genellikle yerlerde bir sürü kemik, kuru kafa, iskelet bulunur.
Çünkü gerçekten de millet kralla beraber öldürülmüştür. Ve bu daha sonra da Vikinglerde veya başka toplumlarda görülen bir şeydir. Ama gönüllü yapılan bir şeydir. Örneğin bir lord öldüyse onun metresi kendisini onunla beraber öldürür. Öte yandan bu politik bir önlem de olabilir. Yani mantığken eğer hizmet ettiğiniz Firavun öldüğünde siz de ölecekseniz bu durumda adam ölmesin diye her şeyi yapmanız lazım.
Ona iyi bakmanız lazım. Ona darbe yapılmaması lazım, koruyabilmeniz lazım. Hiçbir şekilde içinizde bir ajan olmaması lazım. Vesaire vesaire. Dolayısıyla bu taktik bir bakıma Firavun’un da hükümdarlığını garantiye alıyor. Kaynakların gösterdiği kadarıyla milattan önce 3000 ila 2950 yılları arasında Tieni bölgesi hükümdarı olan Narmer,
ki Narmer Aha veya Menes adıyla da biliniyor, o zamana kadar ayrı krallıklar olduğu düşünülen Aşağı Mısır ve Yukarı Mısır birleştirmeyi başarmıştı. Tabi Narmer Mısır’daki ilk kral değil, onu söylemek lazım yani bir yanlış anlaşılma olmasın. Mısır’da 50’ye yakın eyalet vardı yani Nome ve bunlar birleştiler ve Aşağı Mısır, Orta Mısır ve Yukarı Mısır olmak üzere üç ayrı krallık oluştu.
Yani zaten kraliye sistemi vardı ve bir süre sonra bir tek Aşağı Mısır ve Yukarı Mısır kaldı ve bunlar mücadeleye başladı. Zaten arkeolojik buluntular da bunu gösteriyor. Örneğin Abidos’ta 12 mezar odasından oluşan bazı kalıntılar ortaya çıktı ve burada görüldüğü üzere milattan önce 3150’de güney Mısır’ın başkenti olan Hierakonpolis’te Akrep Kral adında biri hüküm sürmekteydi.
Ve bu Akrep Kral kuzeye karşı yani Kuzey Mısır’a karşı bir savaş açtı, onları yendi ve bunu gayet şaşalı bir şekilde resmettirdi. Hatta yine o mezar odasında birtakım fil dişi kolyeler, birtakım tablet ve heykeller ve yine zaferi sembolize eden şeyler bulundu. Yani krallık sistemi zaten oturmuştu. Fakat Akrep Kral bir bölgenin kralıydı yani o kadar. Ama Kral Narmer veya Menes bütün Mısır’ın kralıydı ve Aşağı Mısır’la Yukarı Mısır’ı birleştirmişti. Yani resmi bir şekilde bir imparatorluk oluşturmuştu. Hierakonpolis’te bulunmuş olan tapınağa adak olarak sunulmuş Narmer Levhası adı verilen levhadaki kabartmalarda, Kral Narmer’in Yukarı Mısır’ın tacını giymiş vaziyette delta bölgesini ele geçirişi ve bir bölge reisini esir alışı betimlenmiştir. Levha’nın diğer tarafındaysa Kral’ın Aşağı Mısır’ın tacını giymiş bir şekilde resmedildiğini yani iki ülkenin de tacına sahip olduğunu görüyoruz. Bu da Narmer’in Mısır İmparatorluğu’nun kurucusu olduğunu en azından iki bölgeye de hükmetmiş olan en eski Kral olduğunu kanıtlıyor. Anlaşıldığı kadarıyla Narmer döneminde merkeziyleşme sistemi oturmuş ve aynı zamanda kıyı boyunca yapılan düzenli gemi seferleri, değerli çam ağaçlarının alındığı ön Asya’dan Lübnan bölgesine kadar uzanan sıkı bir ticaret ilişkisinin gelişmesini sağlamıştı. Kral Narmer yeni kalesini ve konutunu Yukarı ve Aşağı Mısır’ın sınır bölgesinde yani daha sonra Memphis şehrinin yayılacağı ara yüzeyde inşa ettirmişti. Narmer paletinde ayrıca düşmanların kafalarının ve cinsel organlarının kesildiğini, Narmer’in ise bunlara bakarak gürzünü kaldırdığını görebiliyoruz.
Bu da bize sünnet geleneğinin kökeniyle alakalı ilginç bir ipucu veriyor. Görüldüğü kadarıyla bu Mısır’daki köleyi veya düşmanı erkeklik organını komple keserek yani hadım ederek işaretleme, damgalama ve böyle aşağılama anlayışı, zamanla çok fazla can kaybına yol açtığı için ve pek de kârlı olmadığı için komple kesmekten ziyade bir bölümünü kesmek ve o şekilde işaret atmak,
yani köle olduğunu öyle belli etmek anlayışına dönüştü ve zamanla bu köle grupları Mısır’dan çıktıklarında yani azad olduklarında bu köleciliği ifade eden işareti bir bakıma kurtuluşun bir nişanesi gibi görmeye başladılar ve hatta kutsal kitaplarında bile örneğin Tevrat’ta sünnetin tanrıyla bir anlaşma olduğu ve ancak sünnet olanların kurtuluşa erebileceği şeklindeki ayetlerle bunu kalıcı hale getirdiler. Yani dileyenler aşağılık psikolojisi diyebilir, dileyenlerse tarihe bir gönderme olarak anlayabilirler, o size kalmış. Kraldan devam edersek, az önce kralın hem aşağı mısır hem de yukarı mısır tacını takmış olduğunu söyledik. Ayrıca Narmel levhasıyla kralların efsanevi bir görüntüsüne yani temsiliğine değinmiş olduk. Fark etmişsinizdir kocaman bir görüntü, dev boyutlarında cüsseli bir kral, süslü bir kıyafet, elinde bir asa veya gürs ve bütün düşmanlarını dize getirmiş. Yani adeta bir insan değil de bir tanrı. Ama bu çok da yabancı olduğumuz bir şey değil çünkü zaten dünyanın hemen her bölgesinde krallar ya çok süslü giyiniyorlar, ya taç takıyorlar ya da birtakım sembollerle kendilerini halktan soyutluyorlar.
Yani büyük bir sarık takmak veya sümerde zengin olan tarafın başörtüsü giymesi veya bunun gibi şeyler bütün dünyada var. Fakat antik Mısır’da krallar başlık ve cübbe haricinde asa da kullandılar ve bu asa kullanma anlayışı antik Mısır’dan dünyaya gitti. Hatta İngiltere’de bile krallık devir teslim törenlerinde krallar ufak bir asayı teslim ederek yani gücü teslim ederek krallığı devrediyorlardı.
Peki Mısır’da niçin firavunlar asa kullanmaya başladılar? Çünkü firavunlar insan değildi yani inanca göre onlar tanrının beden almış hâliydiler ve kutsal oldukları için kutsiyetin, büyünün, insanüstü gücün temsili olan asayı da her zaman yanlarında bulunduruyorlardı.
Nasıl ki İslam coğrafyasında sarığı büyük olan hoca daha büyük bir ilme sahip kabul ediliyorsa, sarık ilmin sembolü olduysa Mısır’da da süslü ve büyük bir asa yetkin gücün sembolü olmuştu. Zaten bu yüzden Narmer levhasında kral asaya benzeyen bir gürzle düşmanlarını ezer biçimde tasvir edilmişti.
Mısır’da asalar o kadar önemli olmuştu ki hieroglif göstergede hükümdar sözcüğü bir asa şeklinde gösterilmişti. Deyim yerinde ise tıpkı bir çobanın değneğiyle sürüsünü kontrol etmesi gibi hükümdar da asasıyla halkını kontrol ediyordu.
Evet sıfır Hanedan dönemiyle alakalı bence yeterince bilgi verdik. Yani illaki söylenmesi gereken başka şeyler de var ama bence erken Hanedan dönemi diye ifade edilen, milattan önce 3000’den 2657’ye kadar geçen dönemi incelemek yani birinci ve ikinci sülaleye bakmak ardından eski krallığa geçiş yapmak daha mantıklı olacaktır.
Erken Hanedan’daki ilk kral az önce bahsettiğimiz Narmer’dir ve Narmer yaklaşık 50 yıllık hüküm süresinden sonra ölmüştür ve tahta Diyar yani Zapt eden geçmiştir. Kral Diyar da yine yarım asır kadar Mısır’a hükmetmiştir ve hükümdarlık döneminde Delta’nın batı kıyısındaki istilacı Libyalı kabilelere karşı savaşmakla meşgul olmuştur.
Diyar ayrıca P bölgesinde bir saray inşa ettirdi ve ölen krallara ölümlerinden sonra da yiyecek sağlanabilmesi için birtakım tarım kompleksleri kurdurdu. Tabii bunların haricinde devlet yapısını da epey bir kuvvetlendirdi ve bu sayede 3000 yıl sonra bile saygıyla anılan ve sevilen bir kral olarak hatırlandı. Zaten Diyar’ın krallar odası da yani mezar odası da 1. Hanedan dönemindeki en süslü ve en önemli odaydı. Öyle ki 18. Hanedan döneminde yani yeni krallık çağında Diyar’ın mezar odası Tanrı Osiris’in mezar odası sayıldı ve bir tapınma aracı olarak kullanıldı.
Yani bir bakıma Türbe’ye dönüştü. 1. Hanedan da dikkati çeken bir diğer kişi Kral Dendir ve Den aşağı ve yukarı Mısır’ın kralı ünvanını resmi olarak levhalara yazdıran ilk kraldır ve onun doğuya bir sefer yaptığı ve Sina yarımadasındaki bedevileri yendiği, böylece bir kahraman haline geldiği yıllık levhalarda anlatılır.
Kral Den, Abydos’taki mezarının zeminini kırmızı granitle kaplattı ve o zamana kadar yalnızca kapkacak yapımında kullanılan bu soylu ve sert malzemenin binalarda da kullanılmasını sağladı.
Mısır’da Hanedan’dan Hanedan’a geçiş, genellikle sık sık göreceğimiz üzere bir vezirin veya kralın bir akrabasının yine kralla akrabalığı olan birisiyle evlenmesiyle yani kutsal kandan birisiyle evlenerek meşruiyet kazanmasıyla oluyordu ve genellikle yeni Hanedan’ı kuran kişi önceki Hanedan’ın son kralının kızıyla veya annesiyle veya karısıyla evleniyordu.
Yani Hanedan komple değişse, devrim yapılsa veya önceki Firavun öldürülse bile Firavun’un kızına veya karısına kimse dokunmuyordu çünkü onlarla evlenmek meşruiyet kazanmak demektir. Kraliçe nerede yaşadıysa mezarı orada yapılıyordu ama kral hem aşağı Mısır’da hem de yukarı Mısır’da olmak üzere iki tane mezara sahipti. Fakat 2800’lerin başında yani ikinci Hanedan’la beraber Abidos’ta ikinci bir mezar yaptırma geleneği bir süreliğine reddedildi. Bunun anlamı yukarı Mısır’daki merkezin ihmal edildiğidir ve bu birkaç kuşak sonra yukarı Mısır’da devletin birliğini tehdit eden bir tepkiye yolaşmıştır. Fakat bu tepkiden önce kral Ninecher yine neredeyse yarım yüzyıl kadar hüküm sürmüştür ve bir kralın adının verildiği ilk set şenliği heykeli de ona aittir. Ninecher’in ölümünden sonra Abidos ihmale uğradığı için çıkan tepkiler iyice büyüdü ve milattan önce 2715’te ikinci Hanedan’ın beşinci kralı Peripsen çok önemli bir harekete kalkıştı. Normalde Mısır’da başa geçen krallar kutsal tanrı Horus’un adını öne alırlardı ve bu kraliyet adıyla bilinirlerdi fakat Peripsen, Horus yerine kötülük tanrısı Setin adını almayı tercih etti ve bu durum halkta büyük bir bölünme yarattı. Ülke gerçek anlamda Horusçular ve Setçiler diyebileceğimiz şekilde ikiye bölündü.
Setin ve eski kult merkezi Abidos’un bu kadar öne çıkarılması Peripsenin iktidarının daha çok yukarı Mısır’da güçlü olduğuna, aşağı Mısır’daysa başka bir Horus kralının hüküm sürdüğüne işaret ediyor. Bu hareketten sonra ikinci Hanedan’ın son kralı ülkedeki parçalanmaya son vermek adına Set ünvanını Horus’a bağladı ve her iki tanrıya da atıfta bulunarak kendisine iki güç göründü anlamına gelen Kaksek Hemi adını verdi.
Dilden dile değişmekle beraber Kaksek Hemi’ye Hasemhevi diyenler de var. Çekişme dolu bir dönemden ve muhtemelen bütün rakiplerini imha ettikten sonra Kaksek Hemi, ülkeyi ve devlet bütünlüğünü tekrardan oluşturmayı başardı. Onun döneminde Kalay ve Tunç işçiliği iyice yaygınlaştırıldı ve geliştirildi ve ülke ekonomisi kalkındı.
Bu sayede Abidosta ve Hierakonpolis’te taştan ve mimari materyallerden oluşan birtakım önemli yapılar inşa edildi. Kaksek Hemi bir tek öyle lafta Horus’u ve Set’i birleştirmekle kalmadı. O aynı zamanda bu iki zıt gücü barıştırmış ve dini bir bütünlük sağlamış oldu. Daha sonra bu dini bir bütünlük mimari yapılara da yansıtıldı ve üçüncü Hanedan’a en önemli miras olarak kaldı.
Ve üçüncü Hanedan’la beraber bizim Eski Krallık adını verdiğimiz o muhteşem dönem başlamış oldu. Eski Krallık milattan önce 2657’den 2160’a kadar ayakta kaldı yani neredeyse 500 yıl. Ve bu 500 yılda bizim bugünkü meşhur piramitler inşa edildi. Bu dönem gelişen tarım, en parlak devrini yaşayan zanaatkârlık, matematik ve astronominin haricinde
muazzam bir ekonomik ve bilimsel kalkınma ile biçimlendi ve ek olarak eşsiz yapılar, heykeller ve düz resimler de bu dönemde oluşturuldu. Üçüncü Hanedan’ın kurucusu, ikinci Hanedan’ın son hükümdarının kızıyla evlenen Kral Nepka oldu. Hüküm dönemi fazlasıyla karanlıkta kalmıştır ancak Halifi Zoser oldukça ünlüdür ve Neccariket yani tanrısallığın en tanrısalı, adıyla da bilinir. Ünlü olmasını sağlayan en büyük sebeplerden biri basamaklı piramit inşasının onun döneminde başlamış olmasıydı. Ölen kralın bu basamaklardan gökyüzüne çıkacağı düşünüldüğü için ondan sonra gelen kralların da bazıları hükümdarlıklarının simgesi olarak piramit inşa etmeye devam etmişlerdi. Neccariket’in tapınağının mimarı ve inşaat mühendisi ise aynı zamanda vezirdi ve imhotep yani barış içinde gelen adıyla bilinmekteydi. İmhotep çok büyük bir ün kazanmış ve sonraki çağlarda büyük bir bilge ve tanrı pıtağın oğlu olarak kabul edilmişti. Ayrıca Yunanlar tarafından sağlık tanrısı Askleipios ile eşit tutulmuştu. Erken dönemin bütün yapı kültürü ve teknikleri imhotep’e aitti. Diğer bir değişle imhotep piramitler çağını başlatmıştı. Bu sebeple imhotep’in adı basamaklı piramidin sütunlarına Kralı Neccariket ile birlikte yazılmıştı. Bu epey büyük bir şereftir ve imhotep’in adı halen saygıyla anılmaktadır. İmhotep’in buluşlarıyla Mısır’da birtakım tapınaklar ve piramitler inşa ediliyorken aynı zamanda piramitler de Mısır’ı inşa ediyordu. Çünkü bugün bile Mısır deyince aklımıza piramitler geliyor ve piramit olmadan Mısır medeniyetini tahayyül etmek mümkün değil.
Neccariket’in hükümdarlık dönemi ve maiyetinin başarıları o kadar önemli, o kadar büyüleyiciydi ki, 3. Hanedan’daki diğer krallara baktığımızda Neccariket ile kıyaslayınca önemsiz görünüyorlar. Yani tam anlamıyla adam ondan sonra gelecek olanları gölgede bırakmış. Neccariket döneminde ülke tekrardan düzene sokunmuş, asayiş problemleri kalkmış,
halk güvenceye alınmış ve vergiler düzenli, insaflı ve sistemli bir şekilde toplanmış. Toplanan bu vergiler bütün ülkeye eşit bir şekilde dağıtılmış ve bütün ülke aynı anda eşit oranda kalkınmış. Yani bu sefer Abydos’un veya başka bir bölgenin öyle ihmale uğraması gibi bir durum söz konusu olmamış. Tam anlamıyla devlet bütünlüğünü sağlamış ve halk da güvenlik içinde yaşamış.
Neccariket’den sonra taht sırasıyla Sekemket yani tanrısallığın en kudretlisi, Horuskaba, Sanakt ve Huni’ye kaldı ve Huni’den sonra bir Hanedan değişikliği yaşandı. 4. Hanedan ortaya çıktı ve bu Hanedan zamanında Mısır tarihinde gördüğümüz en büyük kompleksler ve en büyük mimari eserler oluşturuldu.
4. Hanedan yani milattan önce 2590 ila 2487 arasındaki dönem büyük piramitlerin dönemidir. İmhotep basamaklı piramitlerin temelini atmıştı ama Mısır öyle kalmadı. Mısır bunu bir kültür haline getirdi ve piramitleri daha da simetrikleştirerek ve büyüterek yüce bir şeye çevirdi. 4. Hanedanın ilk kralı Horus adı olan Maat’ın efendisiyle yani Nembad ile tanınan kral Sneferu’ydu.
Sneferu ile birlikte yalnızca yeni bir Hanedan başlamakla kalmadı, aynı zamanda köplü bir değişim yaşandı. Sneferu’nun dönemiyle alakalı Palermotas’ının kayıtlarında ana kapıları Sedir ağacından yapılmış bir sarayın inşasından ve esirlerle hayvanlardan oluşan muazzam ganimetlerle geri dönülen bir Nübye seferinden bahsediliyor. Yine yıllıklarda Sneferu’nun iktidar yıllarından birinde 40 gemi yükü kadar iğne yapraklı ağaç keresitesi getirildiğinden de bahsediliyor.
Bu malzeme saraylar, mezar kompleksleri ve gemi yapımı için gerekli olduğundan son derece kıymetliydi. Ayrıca 100 arşınlık gemiler yapıldığından sık sık söz edilmesine bakılırsa bu dönemde Mısır ile Lübnan arasında yoğun bir deniz trafiği geliştiği düşünülebilir. Komşu bölgelere yapılan bu seferler ülkeye epey bir zenginlik kazandırmış gibi görünüyor çünkü görüldüğü kadarıyla o dönemde hazine giderleri muazzam seviyeye çıkmış ve o güne kadar görülmeyen masraflar yapılmış. Yani hem mimari faaliyetler hem de birtakım taş ocakları kurulması, dolgun maaşlar yani bu para nereden geliyor? İşte söylediğimiz üzere birtakım yağmalardan, fetihlerden veya ziyaretlerden diyelim.
Ayrıca Sneferu kendisine Maydum’da bir piramit yaptırmaya karar verdi ve bu piramidin çekirdeğini ve etrafını son derece iyi cilalanmış ve son kalite en pahalı kireç taşından örülmüş bir duvarla kaplattırdı. Sneferu bu tasarımı Maydum’la Sakkara arasında yer alan dahşurda iki kez daha uygulamıştı. Bunlar Eyyik Piramit ve Kızıl Piramit diye bilinmektedir. İnşa edilen ünlü piramitler o çağa Piramitler Çağı adının verilmesini sağlamışlardır. Gize piramitleri ise antik dünyanın günümüze ulaşan tek harikalarıdır. Maalesef Babil’in asma bahçeleri ardında hiçbir iz bırakmadan ortadan kayboldu. Efesos yani Efes’teki Artemis Tapınağı ise bir yıkıntı durumuna düştü. Ama piramitler bugün bile ilk yapıldıkları denli hayranlık verici ve sağlam görünüyorlar. Ayrıca Sneferu bir tek kendisi için değil oğulları Rahotep ve Nefer Maat içinde prens mezarları inşa ettirdi ve o öldükten sonra tahta Kufu yani beni koruyan tanrı Kunum’dur geçti. Biz bu kralı grekleştirilmiş adıyla Keops olarak biliyoruz. Fakat Keops Piramidi bu kral zamanında mı yapıldı yoksa daha sonra mı yapıldı bunu tam olarak bilemiyoruz.
Ve madem ki iki saattir piramit piramit deyip duruyoruz öyleyse biraz da bu piramitlerin nasıl yapıldığına bakalım. 4. Hanedan zamanından kalma olan Keops Piramidi her biri yaklaşık 2 ton ağırlığında olan 2 milyon 300 bin taş bloktan meydana geliyor. Yani mükemmel bir şeyden bahsediyoruz ve uzmanlar böyle bir piramidin o dönemde inşa edilebilmesi için ne yapılması gerektiğini hesaplamışlar ve ortaya şöyle bir hesap
çıkmış. Her iki dakikada bir taş blok yerleştirmek suretiyle 10 bin işçi günde 10 saat hiç ara vermeden 20 yıl boyunca çalışacak ve anca bu şekilde böyle bir piramit meydana gelebilecek. Böyle bir hesaba bakınca mümkün gelmiyor. Adamlar traktörle ya da kamyonla dozerle bunu yapmayacak. Bildiğiniz kas gücüyle veya ilkel yöntemlerle bunu başaracaklar ve bu pek de mümkün görünmüyor. Bu yüzden ne yapıyorlar? Bir takım komplo teorisyenleri veya bu durumu anlayamayan bazı yazarlar piramitlerin Atlantistan veya Mu kıtasından gelen bazı nakallerden yani bilim adamlarından öğrenildiğini ya da piramitlerin nasıl yapılacağını uzaylı varlıkların bize öğrettiğini söylüyorlar. Çünkü o dönemde o teknoloji ile böyle bir şey yapmak mümkün değil diye düşünüyorlar.
Halbuki piramitler öyle insan üstü bir zekanın değil bizzat monarkın tasarısıdır ve zaten eğri piramit gibi bir takım piramitler de bu işin deneme yanılma yöntemiyle uzun bir süreçte öğrenildiğini bize kanıtlıyor. Yani adamlar öyle bir anda hop diye bir tasarımla ortaya çıkmıyorlar. Önce imhotep çeşitli tecrübelerle bizim eskiden mastaba adını verdiğimiz şeyleri geliştiriyor ve basamaklı piramit haline getiriyor.
Yola sonra basamaklı piramitler üstüne kat çıkarak daha da mükemmel hale getirilerek ve çokça denemesi yapılarak bugün gördüğümüz piramitler haline geliyorlar. Ama bu öyle yaptık olduğu babında bir üretim değil. İnşasına başlanan ama bitirilemeyen çöken birçok başarısız piramit var. Örneğin eğri piramitin yapımı aşamasında birçok problem meydana gelmiş. Öyle ki zemin piramidi taşıyamamış ve çökmeye başlamıştır. Bu sebeple çok uzun süren restorasyonlarla ve hatta piramidin boyunu küçülterek çevreye yapılan baskıyı azaltma projeleriyle piramit çökmekten güç bela kurtarılabilmiştir. Fakat bütün bu kurtarma girişimlerine rağmen piramit tamamen düzeltilememiş içten ve dıştan çatlayarak eğrileşmiştir. Görüldüğü kadarıyla Mısır’da piramit inşa etmekteki en önemli aşama araziyi yani inşa bölgesini iyi seçmek, iyi hazırlamak ve planlamaktı. Çünkü eğer doğru hesapları yapmazsanız az önce anlattığımız türden problemler çıkabiliyordu ve mimari facialar yaşanabiliyordu. Ama Mısır bu tür hatalardan ders almayı öğrendi ve gerek su terazisi, gerekse parmak hesabı adını verdiğimiz birtakım matematiksel yöntemlerin de yardımıyla nihayet büyük piramidi inşa etmeyi başardı. Mısır’ın büyük piramidin pusula yönlerine olağanüstü derecede kesim biçimde hazırlanmış olması, yıldızları içeren bir yönlendirme yönteminin kullanıldığını gösteriyor. Çünkü güneşe bağlı yöntemler tek başlarına yeterince hassas değiller. Bu yüzden Mısırlıların hangi tekniği kullandığı bilinmemekle birlikte bu yöntem göğün kuzey kutbunu çevreleyen bir çift yıldıza dayandırılmış olabilir. Çünkü iki yıldız düşeide aynı hizaya geldiklerinde onları hedef alan görüş açısı gerçek kuzey göstermektedir. Konu piramit inşa etmek olunca binlerce kişilik bir iş gücünün örgütlenmesine gerek olduğu ortada. Zaten tarihsel belgeler de bunu açıkça ortaya koyuyor. Görüldüğü kadarıyla piramit inşa etme amacıyla işe alınmış olan en temel birimler her biri 20 erkekten oluşan ve kendine ait bir lideri olan yani çavuşu olan takımlardı.
10 takım bir araya geldiğinde Yunanca File dediğimiz 200 kişilik bir bölüyü oluşturuyordu ve 5 bölük bir araya geldiğinde kendine ait bir karakteri olan ve alay diye ifade edebileceğimiz 1000 kişilik bir grup meydana geliyordu. Yani Mısır’da piramit işçiliği resmen askeri sistem gibi düzenlenmişti ve her bin kişilik grup diğer grupla mücadele halindeydi. Daha doğrusu bir yarış ortamı hakimdi yani her grup en iyi olmaya çalışıyordu.
Çünkü böyle bir rekabet ortamı olmazsa veya en iyi gruplara bir takım ödüller veya ayrıcalıklar verilmezse 20 yıl 30 yıl o insanlar biraz zor çalışır. Neticede piramit inşa ediyorken öyle güle oynaya mutlu mutlu inşa etmiyorsunuz. Çünkü her şeyden önce hava leş gibi sıcak. Sabahtan akşama leş gibi terliyorsunuz.
Maden yüzeyi bir kere sürekli parıldıyor gözünüz kamaşıyor başınız dönüyor. Öte yandan her taraf sinek sürekli bir vızıltı var bazen sokuyorlar. Bütün gün keski sesleri duyuyorsunuz artık başınız ağrıyor. Öte yandan her yer toz duman bulutu öksürüyorsunuz ve günler geçmek bilmiyor. Ama şöyle bir avantaj var piramit işçiliğinde çalışanlara çok büyük ayrıcalıklar veriliyor. Yani o dönemdeki en iyi memurluk sistemi belki de bu. Büyük bir çoğunluk çok çalışıp yükselmeyi umarak hayatını buna adayarak yaşıyor. Diğer bir kesimse artık biraz daha yükselmiş olanlar genellikle bahsettiğimiz o iki tonluk taş blokları halatla bağlıyorlar. 50-60 kişi hayvanların da yardımıyla bu halatlarla o taşları çekiyorlar ve böyle böyle 20 yılda 30 yılda bir piramit bitiyor.
Tabii bunu anlatıyorken bir yandan bunların nasıl inşa edildiğini de söylemiş oldum. Ama biraz daha ayrıntılı bakalım en azından havada kalmasın. Nısırlılar çok ciddi bir mühendislik yardımıyla bu taş bloklarını halatlara bağlamışlar ve gerek yere sırasıyla yerleştirilmiş tahtaların üzerinden kaydırarak gerekse hayvanların ve insanların halatları çekmesiyle yani affedersiniz ama büyük bir amele gücüyle bu taşları taşımışlar. Daha sonra taşları üst üste yığmak için de yine bir takım kaldıraç benzeri aletlerle uzun süren çalışmalarla piramitleri tamamlamışlar. Ama bunlar piramitlerin gayet basit yapılar olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü zaten piramitleri uzaylı varlıklar mı yaptırdığı konusu bu yapılar son derece mükemmel olduğu için ortaya atılıyor. Bu yüzden ben de size en azından Nısırlıların yaşadıkları çağdan çok ileride olduklarını gösterebilmek adına bir takım bilgiler vereceğim.
Örneğin pi sayısı Mısır’da milattan önce 2500’den beri kullanılmaktaydı. Bu epey önemli bir buluştu ama Mısır’ın bir hatası vardı. O da Mısır’ın bu buluşa isim vermiş olmamasıydı. Çünkü bu yüzden pi’nin keşfini çok sonraya tarihlendiriyoruz. Esasında şöyle söylersek daha iyi olur. Mısırlılar pi sayısı hesabına göre inşaat yaptılar ama patenti başkalarına kaptırdılar.
Yine Pisagor töremi de Mısır’da, Pisagor’dan 2000 yıl önce piramit yapımında kullanılmıştı. Pisagor’un ünlü denklemlerinin neredeyse hepsi Mısırlı bilginler tarafından biliniyordu. Ve Fibonacci’den beri bildiğimiz altın oran yani fi, Fibonacci’den 3000 yıl önce Mısır’daki tapınaklarda ve mezar odalarında zaten kullanılmaktaydı. Bu büyük kompleksleri inşa ettirmek için gereken iş gücüne ve zorlu şartlara bakıldığında sonraki çağların yazarları, Keops’un görkemli yapılarının ancak köle ordularıyla inşa edilmiş olabileceğini düşündüler. Bu sebeple Keops’un 23 yıllık saltanatı, antik yazarların eserlerinde bile bir tiranlık ve baskı dönemi olarak nakledildi. Fakat burada bir düzeltme yapmam lazım çünkü burası çok yanlış anlatılıyor ve bir spekülasyon var. Her şeyden önce piramitler köle ordularıyla inşa edilmedi. Tamam, Sineferu zamanından kalma yıllıklardan o dönemde birtakım savaş tutsakları veya köle grupları getirildiğini biliyoruz. Ama yine de öyle bir piramit inşa ettirmek için bir tek köle gruplarından yardım almak ve bunu başarmak mümkün değil. Hem paralı işçilerle hem de sel yüzünden tarım yapılamadığı zamanlarda tarım işçilerinin de yardımıyla piramitler bütün halk eliyle inşa edilmiş.
Yani eğer bin tane köle varsa bile beş bin tane de Mısır vatandaşı varmış. Peki nasıl oldu da o kadar kişi uzun yıllar boyunca böyle bir yapıyı inşa etmeye eyvallah dedi yani problem çıkarmadı. Görüldüğü kadarıyla durum şöyle. Her şeyden önce piramitler öyle kralı yüceltmek onu pohpohlamak için değil devleti milleti ayakta tutmak yani ülkeyi korumak için yapılmıştı.
Çünkü inanca göre kralın kral olmasını sağlayan o tanrısal gücün o ruhun ayakta kalabilmesi için kral öldükten sonra da korunabilmesi lazımdı. Yani piramitle kralı korumak bir bakıma halkı korumaktı. Yani piramitler öyle ekonomik veya şov amaçlı yapılan şeylerden ziyade dini görevler için, ibadet için yapılan şeylerdi. Piramit inşa ettirmek krallar için son derece önemli olduğundan dolayı bütün krallar piramit işçilerine bir takım avantajlar ve avanslar sağlıyorlardı. Örneğin piramit işçileri her gün bir tam ekmek, bir buçuk litre bire ve barınacak ev sahibi oluyorlardı. Bunun haricinde eğer birisi piramit inşa ediyorken ölürse yani bir iş kazası yaşanırsa bu kişinin ailesine, çoluğuna, çocuğuna ömür boyu bakılıyordu yani bir garanti, sigorta sistemi vardı. Bu açıdan birçok kişi zaten en iyi meslek olarak gördüğü için piramit inşasına katılmak istiyordu. Ve bu durum öyle köle orduları tarafından büyük bir eziyetle kırbaçla piramit yaptırıldığı tezini çürütüyor.
Ama tabi sonuçta bütün o halkın da özgür olduğunu, çok rahat olduğunu söylemek mümkün değil. Neyse piramitlerden bayağı bahsettik bence bu kadarı yeter. Şimdi bir de krallardan devam etmek lazım yoksa video bitmeyecek. En son baktığımız kral Keops’tu ve Keops ölmeden kısa bir süre önce kendisine veliaht olarak oğlu Kavab’ı yani prensi göstermişti.
Fakat prens Kavab kısa süre sonra bir talihsizlik sonucu veya belki de bir suikast sonucu hayatını kaybetti. Böylece taht üvey evlat olan Kefren’e kaldı. Bu arada Kefren, Cedefre veya Djetfre diye de biliniyor. Bunları niye söylüyorum bu arada yani sürekli başka isimleri niye ekliyorum? Çünkü internette başka türlü yazıyor olabilir. Yani Wikipedia’yı açıp bakarsanız başka bir isim çıkar, ne alaka falan dersiniz.
Bu gayet normal ilk videomda söylemiştim. Genellikle bizim kral isimleri Yunanca çeviriyle biliniyorlar ve her egiptolog kendine göre başka bir çeviri yapabiliyor. Ben bu videoda 8-9 tane apayrı ve çok ciddi kaynaktan çok ciddi araştırmalar yaptım ve gerçek anlamda uzun süren bir mukayese sonucunda Eri’yi doğruyu bir bakıma öğrenmiş oldum. Çünkü internette gerçekten çok saçma sapan şeyler de yazabiliyor.
O yüzden hani burada da mukayeseli bir şekilde en ciddi şekliyle anlatmaya çalışıyorum ki yanlış bilgi edinmeyin veya kafanız karışmasın. Bu arada Kefren, Kavab’ın dul eşiyle yani yengesiyle de evlendi ve koltuğu garantiye aldı. Ve bu Mısır tarihinde birçok defa göreceğimiz bir şey hatta bu hiçbir şey değil.
Bizim analı kızlı diyebileceğimiz gerçek anlamda hem annesiyle hem de kızıyla evlenen birçok firavun var. Yani firavun evlenmelerinde ensest epey bir yaygın çünkü bunun amacı kutsal kanı korumak. E mademki firavun tanrısal bir varlık onda bir kutsiyet var e bunu yabancıya dağıtamazsın. Aile içinde kalması lazım ki asil kan bozulmasın.
Bu türden ensest ilişkiler esasında öyle terbiyesizlikten, ahlaksızlıktan veya azgınlıktan, sapıklıktan falan değil. Tam tersi din adına, din için yapılan şeylerdi. Devam edersek Kefren en az piramitler kadar önemli olan simgesel bir yapıya. Büyük Gizas Frenks’ine de imza attı.
Kefren adamlarına üstü kapalı geçidin yan tarafındaki piramitlerin çekirdeği için gereken taş blokların işlendiği taş ocağından geriye kalan bir kayayı yontturarak kayayı bir Sfengs’e çevirtti. Gizas Frenks’ine Tanrı Hermakis yani ufuktaki Horus diye tapan Mısırlılar eski krallık döneminde pençelerinin önüne bir külp tapınağı da yaptılar. Fakat aslan bedeni genellikle çöl kumlarıyla kaplandığı için ziyaretçiler çoğu zaman Sfengs’in yalnızca başını görebildiler.
Kefren döneminde teolojik bir değişim de yaşandı. Kral Kefren kendisini Ra’nın oğlu ilan etti ve ünvanını beş misli yüceltti. Kralın ölümünden sonra başa Mykerinos ve Şepseskaft diye bildiğimiz krallar geçtiler ve bunlar da çeşitli yapılar yaptırmaya çalıştılar. Fakat kayda değer bir eser bırakamadılar. Bu hükümdarların döneminden kalma eserler genellikle Tanrıça Hathor’un veya Horus’un kralları koruduğunu, onları kanatlarının altına aldığını simgelemek adına bu tür bir sahneyi resmeden çizimler ve heykellerden ibarettir. Kral Şepseskaft dönemine kadar çok da ciddi problemler yaşanmamıştı ama Şepseskaft ölünce taht boşta kaldı ve bir taht yarışı başladı. Birçok olaydan entrikadan sonra yeni bir hanedan kuruldu ve milattan önce 2480’lerde 5. hanedanı kurup başa geçen kişi Kral Uzerkaf oldu. Tabi Uzerkaf’la beraber her şey bir anda çözüme kavuşmadı, ülke bir anda kalkınmadı hatta tam tersine hazine günden güne ufaldı, ekonomi kötüye gitti ve en sonunda krallar piramit yaptırmaktan vazgeçtiler.
Artık anıtsal bir amaçla ufak tefek yapılar ve tapınaklar inşa ettirmeye başladılar ki bunlara bugün Güneş Tapınakları diyoruz. Uzerkaf ve onun 5. hanedandan ardılarınca inşa ettirilen Güneş Tapınakları onların Mısır Krallığının kendilerine ait olduğunu tekrardan göstermek için yaptıkları cesur bir girişim olarak görülebilir.
Artık piramit inşa ettirecek para kalmadığından dolayı firavunlar kendilerini yansıtmanın ve eski Mısır toplumunun tepesindeki yerlerini vurgulamanın yeni bir yolunu bulmak zorunda kalmışlardı. Bunu da kralı ölümlü dünyanın dışına daha fazla çıkararak ve onu kutsallaştırarak yaptılar. Uzerkaf’ın 5 ardılı yani sırasıyla Sahura, Neferirkara, Şepseskara, Renerefra ve Niuserra Güneş Tanrısı Ra’ya bağlı olduklarını bildirdiler ve Abusir’de Uzerkaf’ın Güneş Tapınağının çevresine küçük birer piramit diktiler. 5. Hanedanın piramitleri öyle büyük, görkemli ve sağlam değillerdi. Ufak tefeklerdi ama yine de son derece ayrıntılı, süslü ve şıklardı.
Bu piramitlerin iç bölgesinde krallar ya bir zafer kazanıyorken, köle ve esir elde ediyorken ya da Tanrıça tarafından emziriliyorken gösterildi. 5. Hanedan zamanında öyle göze çarpan sağlam bir kral görüyor olmasak da bir sürü Güneş Tapınağı inşa edilmiş olması ve çok süslü mimari eserler bırakılmış olması bize bu dönemde öz yerine tarzın ve eylem yerine görüntünün yani reklamın önemli olduğunu gösteriyor.
Ayrıca Güneş Tapınakları ile beraber ahiret inancı ön plana çıktığı için Osiris isimli ölüm tanrısı da bir bakıma mertebe yükseliyor. Osiris’in mahiyeti en başından beri karmaşıktır. Set tarafından öldürülüşü ve bitki örtüsünün her yıl yeniden canlanmasını sağlayan dirilişiyle ilgili efsanede, soylu ve doğal özellikler birbirine girmiştir.
Diğer Mısır tanrılarının da ölümlü olmasına karşın, Osiris’in insanınkine çok benzeyen şiddet dolu ölümü onu ölüler tanrısı konumuna yücelterek insanların kalbinde sarsılmaz bir yer edinmesini sağlamıştır.
Osiris’inkine benzer mitolojik öykülere örnek vermek gerekirse, Yunan inancında Persephone’un her yıl yeraltına dönmek zorunda kalması ve onun yeraltından kurtulmasıyla baharın gelmesi efsanesini ya da Anadolu inancındaki inanla ve Dumuzi evliliğini gösterebiliriz. Hatta ve hatta ölen ve dirilen tanrılarla alakalı örnekleri çoğaltmak gerekirse bu örnekleri Dionisios veya Hz. İsa’ya kadar götürebiliriz.
Fakat biz bu videoda Mısır üzerinde durduğumuz için Osiris’ten devam etsek daha iyi olacak. 5. Hanedan süresince Anubis’i gölgede bırakan özel mezarlardaki ölü dualarında da giderek daha sık anılan Osiris, Memfis ve Abidos’ta yerel ölüm tanrılarıyla bütünleştirilmişti. Fakat Osiris’in ölülerin hükümdarı yapılması, onun tebaası konumuna düşen kralla aralarında ne tür bir ilişki olduğu sorusunu da doğurmuştu. Bu soruya verilen cevap, kralın bedenen insan, ruhen tanrı olduğu görüşüydü. Kral ölürken tanrının mitsel yazgısını tekrarlar ve Osiris olarak ahiretin hükümdarı olur. Ancak tanrının kimliğini ve rolünü üstlenebilmesi için mitosu güncelleştiren bir ritüelin de olması gerekir. İşte Osiris kültü de bunu sağlamaktadır. İnanca göre kral tahta çıkış ritüeliyle Horus olduğu gibi, defin ayinleriyle de Osiris’e dönüşmektedir. Bu inanç hem piramit metinlerinde hem de yıllıklarda görülebilir. Kralın ölümden sonra tanrıların yanına gideceği inancı ve kralın oğlunun dünyadaki Horus olarak yeni kral olacağı düşüncesi, krallık makamını vazifeden çok bir amaç gibi göstermiştir. Çünkü kral olmak için kral gibi yaratılmış olmak lazımdır. Bu bağlamda kral asla ölmez. Çünkü tanrılar her daim onun yerine alacak bir kral daha yaratırlar.
Bunu da 6. Hanedanın mezar odalarında yazan şu slogan da görebiliyoruz. Kral öldü. Yaşasın kral. Yavaş yavaş büyük ve görkemli yapılar yerine küçük ama süslü yapıların tercih edilmesi ve yaygınlaşması, Mısır’da yeni bir sanat anlayışını doğurdu. Çünkü bu özgürlük kişiye kendi hayal gücünü ve olmak istediği şeyi objeye dökebilme özelliği veriyordu.
Böylece Mısır sanatı, heykeltıraş ve nakkaşların şeyleri olduğu gibi değil de müşteri nasıl istiyorsa öyle yansıttığı bir sahaya dönüştü. Ve kendisine kabartma yaptırma şansı bulan bir memur bile kendisini son derece iri yarı büyük gösteriyorken karısını ve çocuklarını ufak tefek gösterdi. Bir memur bile kendi kabartmasında her yere hakim ve tanrı gibiydi. Bu bir bakıma hiyerarşiyi de sembolize ediyordu.
Örneğin firavunlar da kendi kabartmalarında bütün halktan ve herkesten çok daha büyük gösterilir ve aynı şekilde tanrılar da yine insanların yanında kocamandırlar. Neticede bir tanrısal varlığın bir insanla aynı boyutta olması pek de makul görünmüyor. Belki de bu kutsal varlıkları veya önemli kişileri devler şeklinde resmettirme geleneği daha sonra İsrailoğulları tarafından yanlış anlaşılmış ve öyle kopyalanmış olabilir.
Çünkü Tevrat’a veya Enok kitabına baktığımızda da dev boyutlarında olan ilahi varlıkların yani nefillerin ünlü çağ kahramanları oldukları yazıyor. Devam edersek Kral Uzerkaf zamanında birçok atılım yapıldığı ve köklü bir değişim yaşandığı belli.
Zaten Uzerkaf yine Ege kıyılarına kadar bir ticaret ağı oluşturmaya çalışmış ve bu da yetmemiş Abidos’ta Yukarı Mısır Amirliği adı verilen direkt kendisine bağlı bir ordu kurarak Nübye, Punt ve Biblos’a askeri seferler düzenlemiş. Yani hem iç hem de dış siyaseti epey bir canlandırmış. Ayrıca Uzerkaf bir tek bunlarla yetinmemiş ve başka bir alışkanlığı daha kırmış.
Örneğin yalnızca Kral’ın akrabaları veya onunla arasında iyi bir ilişki olan kişiler memur olabilir şeklindeki torpilli anlayışı bozmuş ve halkın içinden yetenekli, işini iyi yapabilecek kalifiye elemanları da memurluğa yükseltmiş. Böylece devlet en azından kariyer sahibi, yetenekli, işin uzmanı kişiler tarafından yönlendirilmeye başlanınca birtakım gelişmeler de beraberinde gelmiş ve Uzerkaf milattan önce 2480’de öldüğünde başa geçen Sahure isimli kral da yine aynı anlayışı devam ettirmiş.
Sahure’den sonra da başa birkaç tane kral geçti ama onlarla alakalı pek bir bilgimiz yok yani ne bir kaynak ne bir rapor ne de bir anıt bırakmışlar bu yüzden pek de bir şey söyleyemeyeceğim. Görüldüğü kadarıyla bu hakkında pek de bilgi sahibi olmadığımız krallar döneminde devlet güç kaybetmeye başlamış ve rahip sınıfı daha kuvvetli hale gelmiş.
Nihayet milattan önce 2411’de Cetkare veya bizim Yunancası ile Asosia diye bildiğimiz kral başa geçtiğinde daha fazla belge ve bilgi ile beraber neler yaşandığını anlamaya başlıyoruz ve görüldüğü kadarıyla halkın içinden bazı insanların da memur olması ve yükselmesi, bir takım tapınaklara çok fazla para gitmesi yani dinden para kazanılması ve aynı zamanda uzak bölgelerde bağımsızlık kazanmak için bir takım isyanların çıkmasına sebep olmuş.
5. Hanedanın son hükümdarı Unas diğer kralların aksine piramidinin yeraltı bölmelerinin duvarlarına kraliyet defin ritüelinin büyülü sözlerini yazdırdı ve bu metinleri kalıcı olmayan papirüstler üzerine yazmak yerine taş üzerinde ebedileştirerek onların sihirli etkilerini arttırma kararı aldı. Bu karar sayesinde Unas bize yalnızca Mısır’ın değil tüm insanlığın en eski dinsel metinler toplamı olan piramit metinlerini kazandırdı.
Unas’ın mezar odası da diğer firavunlarınkinden farklıydı. Örneğin tabutu yeryüzünü simgelemesi için siyaha boyanmış ve mezar odasının tavanı gece göğüne benzeyen koyu mavi bir fon üzerindeki altın yıldızlarla süslenmişti. Tapınağı çevreleyen piramit yazıları anıtı son derece süslü bir hale getirmişti ve bu yazılarda Unas’ın yeniden doğacağı inancı kalıcılastırılmıştı.
Kendini ölümsüzleştirmeyi bir takıntı haline getiren Unas, ne yazık ki milattan önce 2348’de bir erkek çocuk sahibi olamadığı için arkasında varis bırakamadan öldü ve taht boş kalınca Teti adındaki biri, Unas’ın kızı İput’la evlendi ve tahtı ele geçirdi.
Yani 6. hanedan bir bakıma saray entrikaları ve taht kavgalarıyla başladı öyle ki Teti de kısa süre sonra bir saray komplosuna kurban gidip öldürüldü. Onun ardından tahtı gaspçı Userkare ele geçirdi ve iki yıl sonra o da hayata veda etti. Nihayet milattan önce 2316 yılında kayda değer bir adam tahtı geçiyor 1. Pepi ve 1. Pepi iki yılda bir yapılan sığır sayımını ekonomiye katkısı olsun diye her yıl yapılmak üzere değiştiriyor. Ayrıca kendisini tanrı önünde diz çöken son derece mütevazı bir biçimde resmettiriyor ve bununla alakalı birçok heykelcik yaptırıyor.
Bu heykelciklerden bazıları günümüze kadar geldi bu arada. Bunlar bir kralı böyle bir tevazu içinde gösteren ilk reproduksiyonlardır. 1. Pepi’nin yaşanan karışıklıklara son vermek ve eski hanedana bağlılığını bildirmek amacıyla hükümdarlığının 21. yılında çıkardığı bir anıt taşı üzerinde korunan kararnamesi, kral Sineferu’nun her iki piramidini de koruyacağını ve bakımlarının her zaman yapılacağını bildiriyordu. Ayrıca 1. Pepi’nin sembolik olarak Sakkara’nın güneyinde inşa ettirdiği ve kraliçelerinin nekropolünü de içine alan piramit kompleksi toplamda 17.000 metrekarelik bir alana yayılıyordu. Bu kompleks kralın 54 metre yüksekliğindeki piramidinin haricinde 6 kraliçe piramidi, bir prens mezarı ve bunlara ait tapınaklar, çeşitli ibadet yerleri ve büyük bir rampayı içeriyordu.
Bu devasa kompleksin halkın üzerinde bıraktığı etki o kadar büyük olmuş ki halk buraya daha sonra Pepi kalıcı ve kusursuzdur anlamına gelen Mennefer Pepi adını vermiş. Biz burayı bunun Yunanca versiyonuyla yani Memphis şeklinde biliyoruz. 1. Pepi’den sonra tahta sırasıyla Merenre ve Neferkare yani 2. Pepi geçti ve Torino papürüsünde yazdığına göre 2. Pepi çocuk yaşlarda tahta oturdu ve 90 yıl ya da 94 yıl hüküm sürdü. Yani adam neredeyse bir asır boyunca Nısır’a hükmetti. Tabii bunda tahta çok erken yaşlarda geçmesinin de payı var.
Ve ülkenin başına bir çocuğun geçmesi son derece enteresan olduğu için kraliyet ressamları 2. Pepi’yi çocuk kral olarak resmediyor. Ayrıca Şahin başlı tanrı Horus’un çocuk yaşta hükümdar olduğunu söyleyen mitsel efsane de muhtemelen 2. Pepi’nin hayat hikayesinden hareketle oluşturulmuş olabilir. Lord Acton’ın bir sözü var. Her iktidar bozar. Mutlak iktidar mutlaka bozar.
Gerçekten de öyle çünkü 2. Pepi neredeyse 100 yıl boyunca Mısır’a hükmederken Mısır öyle gelişen büyüyen bir yer olmadı. Tam tersine geriye gitti. Ülke bölünmeye başladı. Ekonomi çöktü. Hatta bazı elçiler ve keşif grupları sınır bölgelerde öldürüldü. Yani hükümet, devlet o kadar ciddiye alınmadı.
Ve yine uzak bölgelerdeki birtakım eyaletler bağımsızlıklarını ilan etmeye başlayarak devlete komple karşı geldiler. Hatta birçok memur bile kendini devletten iyice bağımsız görmeye başladı. Sonunda ülke mekanizması tamamen felç oldu ve Mısır kendi halkının günlük ihtiyacını yiyeceğini bile karşılayamaz hale geldi. İkinci Pepin’in 100 küsur yaşındayken ölmesinden sonra tahta oğlu Nemtiyem Saf geçti ama o da oldukça yaşlı olduğu için bir yıl bile tahta kalamadan bir süre sonra yaşlılıktan öldü. Yani adamın oğlu bile yaşlı olduğundan ölüyor. Bu nasıl bir hüküm süresi? Yani akıl almıyor. Adamlar dört kuşak boyunca aynı kişi tarafından yönetilmiş. Herif neredeyse 100 yıl başta kalmış. Yani 100 yaşına gelmiş bir adamın da koskoca bir imparatorluğu yönetmesi veya her şeyi takip etmesi mümkün değil. Nemtiyem Saf da öldükten sonra taht boşta kaldı ve damarlarında 1 gram kraliyet kanı olan herkes tahta hak iddia etmeye başladı. Böylece zayıf bir hükümdardan başka bir hükümdara geçiş esnasında bir kargaş ortamında Mısır imparatorluğu kaçınılmaz bir şekilde çökmeye başladı. Mısır 20 yılda 17 kralın gelip geçtiğini gördü ve bunların da 10 tanesi toplamda ancak 6 yıl hüküm sürebildi. Bu esnada el sanatları, mimari, ticaret ve hemen her şey durma noktasına geldi. Ve bir yandan da her yerde bir prens bilmem kim bir isyan çıkarıyor, ülke iyice karma karışık bir hale geliyor ve öyle ki ufak tefek çeteler bile keyiflerine göre köy basar hale geliyorlar.
Ve bir süre sonra artık ülkede hukuk, adalet, düzen kalmadığı için herkes kendi yasasını kendi kanunu uyguluyor. Kan davaları, hırsızlık, gasp, cinayet, tecavüz ve daha bir çok suç her yerde son derece yaygın hale geldiği için ülke tamamen kaosa sürüklendi ve bu durum edebiyat metinlerinde bile gösterildi.
Hatta ve hatta halk o dönemde resmen kıyameti yaşadığı için her kıyamette olduğu gibi mehdiye dair bir inanç oluşturdu. Öyle ki Ameni adında bir mehdi karakteri gelecek, herkesi kurtaracak, ülkeyi düzene koyacak ve eski güzel günlere geri döneceğiz. Tabi öyle bir şey uzun bir süre olmadı ve 6. hanedan bu karışıklık dönemiyle beraber kapandı.
7. hanedanın varlığı ise tamamen tartışmalı çünkü bu hanedanın kralları o kadar hızlı bir şekilde değişti ki, tarihçi Maneto’ya göre 70 kral yalnızca birer günlüğüne tahta kalabildi. Bu size abartılı gelmiş olabilir ama gerçekten de taht o kadar çok eldeştirmiş ki Torino Kral Papirüsü’nde başa geçen birçok kralın adı bile yazılmamış.
Aslında 7. hanedanın kurulduğunu bile söylemek mümkün değil çünkü görüldüğü kadarıyla 7. hanedan, 2. Pepy’den sonra tahta geçen ve ülkeyi kurtarmaya çalışan ama tabiri caizse ışık hızıyla tahttan indirilen onlarca kralın öyle gelip geçtiği bir dönemi ifade ediyor.
Muhtemelen sonraki tarihçiler yani kronikçiler bu kadar çok kral adı görünce ne yapacağını şaşırdılar ve dönemi ikiye bölerek 7. bir hanedan uydurmaya gerek gördüler. Hatta birtakım rivayetleri de gerçek gibi aktardılar belki de gerçektir bilmiyoruz ama 2. Pepy ülkeyi o kadar bir karışıklığa sürüklediği için onun eşcinsel olduğunu ve bazı generalleriyle yattığını bile söyleyenler oldu. Yani halk arasındaki ulan bu adam bizi 90 yıl boyunca bilmem ne etti kesin arka planda da birileri onu bilmem ne ediyordur şeklindeki kahvehane muhabbetleri bir bakıma gerçeğe dönüştü. Toparlarsak 2. Pepy’den sonra başlayan o kargaşa dönemi 7. hanedandan 11. hanedana kadar gidiyor ve bu dönem 1. ara dönem diye ifade ediliyor ya da ilk kargaşa.
Ülkedeki felaket koşulları kaos, kan ve hemen her şey o dönemdeki edebiyata da yansıyor ve Ay Poever’ın uyarıcı sözleri diye bildiğimiz Ay Poever papürüsü resmen görseller eşliğinde bütün bu dönemi bize gösteriyor.
Kıtılık ve savaş gibi problemler Ay Poever papürüsünde öyle açık bir şekilde ifade edilmiş ki bunlar ileride Musa peygamber döneminde Tanrı Yahve’nin insanları 7 büyük felaketle cezalandırması şeklinde Tevrat’a bile girmişler. Tevrattaki hikayelerle Ay Poever arasında o kadar paralellik var ki Tevrat’ın bu papürüsü tamamen kopyalamış olduğunu bile söylemek mümkün.
Bu da çok sorulan bir soruydu sürekli yorumlarda geliyordu. Abi Ay Poever’da böyle böyle şeyler yazıyor ve aynısı Tevrat’la geçiyor. Bu Tevrat’ın doğru olduğunu göstermiyor mu? İşte göstermiyor çünkü bu Tevrat’tan çok daha önce yaşanmış bir şey ve İsrailoğulları zaten Mısır’da köleydi.
Yani adamlar bak zamanında böyle böyle şeyler yaptık Allah da belamızı verdi şeklindeki Mısır hikayelerini herhalde öğrenmiş duymuş olmalı ve bunu zamanla abartmış veya kitaplarına yazmış olmalı. Neticede birçok mitoloji esasında birbirinden intihal yapmakla gelişiyor. Bu video boyunca verdiğim Persephone veya diğer başka örnekler de esasında bunu gösteriyor zaten. Bu ara dönemde halk son çare olarak bir kurtarıcı beklemeye başladı ve Ameni adında bir Mehdi’nin geleceği ve Mısır’ı kurtaracağı şeklindeki hikayeler epeyce popülerleşti. 3. Bölüm Orta Krallık Dönemi Eh birinci ara dönem illaki bir yerde bitecek değil mi? Bitecek ki bizim Orta Krallık diye adlandırdığımız ve bu videoda konu aldığımız dönem başlayacak. Ama birinci ara dönemle alakalı elimizde çok fazla bir kaynak yok. Daha doğrusu doğru düzgün bir kaynak yok çünkü bu dönem adı verildiği üzere ilk kargaşa dönemiydi ve halk, kıtlık, yoksulluk, savaş ve birçok problemle uğraştığı için asayiş resmen dibe vurduğu için çok öyle kayıt kuyut işleriyle uğraşılmadı.
Eh millet can derdinde, ekmek derdinde kimse oturup da bütün gün uzun uzun papirüs yazacak değil. Hani yazanlar da Aypıvır’da olduğu gibi abartı abartı aktarıyorlar ve Allah belamızı verdi diyorlar. O yüzden ben birinci ara dönem üzerinde çok durmayacağım, ufak tefek birkaç bilgilendirme yaparak hemen Orta Krallığa geçiş yapacağım. Öncelikle gördüğümüz kadarıyla Mısır birinci ara dönem sonunda soylu olmayan yani firavunla bir kan bağ bulunmayan bir aile tarafından ele geçirildi. Bu aile muhtemelen yüksek rütbeli memurlardan oluşuyordu ve görüldüğü kadarıyla Fayyum’un güneyinde Herakliyopolis’te bulunuyordu. E aile tahtı gasp edince tabii ki ülkede son derece baskılı bir dönem yaşandı, sansürler tavan yaptı ve bu sansür her yerde olduğu gibi edebiyat metinlerine de yansıdı. Bu sansür ve baskı altında birçok kanun çıkarıldı. Örneğin 10. Hanedanın krallarından birinin oğlu olan Merikare isimli bir genç için yazıldığı düşünülen bilgelik öğretisi başlıklı bir eser ortaya koyuldu fakat bu eser gerçekte oğlun yaptığı bir tür hükümet açıklamasından ibaretti. Bu öğreti siyasal hedefleri edebi bir biçimde ortaya koyan ve 12. Hanedan’da zirveye ulaşan bir edebiyat türü’nün temelini attı.
Merikare için öğreti diyebildiğimiz bu eserde genellikle yazan şeyler bu dünyada eksik olan adaletin, buradaki hak ve hukuksuzluğun öteki dünyada yani ölünce telafi edilecek ve burada ezilen, kötülüğe maruz kalan insanların öldükten sonra haklarını arayabileceği yönündeki bir mahkemeden bahsediyor. Yani burada başınıza bir şeyler geliyor eyvallah, şükredin, problem yaratmayın zaten öldüğünüzde hesabını soracaksınız.
Ki biliyorsunuz bu mantık bugün bile halen dünyanın çok büyük bölgelerinde devam ediyor. Hala daha bu dünyada adaleti, hakkı, huku sağlayamadığımız, hala daha bu dünyada güzel yaşamayı öğrenemediğimiz için öldükten sonrasına güveniyoruz ve kurtuluşu ahirette arıyoruz. Ama neyse çok fazla oraları uzatmayalım.
Devam edersek, 1. Ara Dönem krallarından biri olan 3. İnyotefin saltanatı genellikle sakin geçmişti. Bu dönemde din açısından da bir takım yenilikler gerçekleşmişti. Örneğin kökeni ve mahiyeti tam olarak bilinmeyen Amon, Teb eyaletinin dolayısıyla da Güney Krallığının Mont ile birlikte en önemli tanrısı haline gelmişti. Amon diğer tanrıların özelliklerini de aldı.
Örneğin komşu Koptos’un tanrısı Min’in bereketlilik yönünü ve özellikle de Güneş tanrısının yaratıcı rolünü kendinde topladı. Ayrıca Amon bununla da kalmayarak daha sonra Ra ile birleşti ve dünyayı yöneten Amon Ra’ya dönüştü. Bu arada Amon o kadar önemli oldu ki bütün dualardan sonra Amon’un adı anılmaya başlandı. Ve eğer komplo teorisyenliği yapmak gerekiyorsa her dualardan sonra Amon deme geleneği diğer milletlere zamanla Amen veya Amin şeklinde geçmiş olabilir. Ki bu çok da komplo sayılmaz çünkü zaten antik Mısır’ın tek tanrıcı inançları ne kadar etkilediği bilinen bir şeydir. Üçüncü İnyotefin oğlu Montu Hotep’in zamanında Mısır’da çok köklü değişimler yaşandı. Örneğin Montu Hotep yani Mont merhametlidir sarayına en yetenekli şairleri, en yetenekli sanatçıları, en yetenekli vali ve yöneticileri yani en kalifiye adamları atadı ve böylece Mısır’da hem sanat hem de zanaatkârlık açısından verimli bir dönem başlamış oldu.
Birinci Ara dönemde Mısır çözülmeye başladı ve hemen her bölgede bir lord, bir prens veya bir feodal ortaya çıktığı için öyle sağlam bir otoriteden bahsetmek mümkün değildi. Bu yüzden Montu Hotep özertliği biraz azaltmak adına Aşağı Mısır’da Aşağı Mısır Yüksek Amirliği adı verilen bir görev oluşturdu. Ve bu göreve getirilen kişi Firavun adına istediği her bölgeye operasyon yapma, baskın yapma veya isyan bastırma yetkisine sahipti.
Böylece Montu Hotep çok bir muhalefetle karşılaşmadan en azından biraz da olsa korkulan bir hükümdar olarak Mısır’a hükmetmeye başladı ve aynı zamanda iç siyasetle beraber dış siyasette bir gelişim gösterdi. Öyle ki ticaret iyice geliştirildi ve diğer ülkelerle ticaret gemileri aracılığıyla birtakım alışverişler yapılmaya başlandı ve bu esnada,
örneğin sedir ağaçları veya birtakım değerli taşlar ülkeye getiriliyorken sınır bölgelerde halkı rahatsız eden çeteciler de temizlendi. Çünkü birinci dönemde yani ara dönem esnasında maalesef çeteciler, haydutlar veya suçlular halkı gerçekten de taciz etmeye ve rahat rahat ellerini kollarını sallamaya başlamışlardı. Ama en azından Montu Hotep bu algıyı biraz kırdı ve Mısır biraz daha güvenli bir hale geldi. Montu Hotep diğer hükümdarlardan farklı olarak 11. Hanedanın o zamana kadar ki hükümdarlarının gömüldüğü kaya mezarlarının bulunduğu el tariften vazgeçti ve yeni tarz anıt mezarını Deir el-Bahri’nin vadi çukuruna yaptırdı. Bu muazzam yapı ileride kendi içinde yukarı Mısır kaya mezarlarının mimari unsuru ve eski krallığın piramit kompleksiyle birleşerek devasa bir kompleks haline gelmiştir.
Zaman geçtikçe tüm saygın kişiler kendi mezarlarını kraliyet kompleksi yakınındaki kayalara oydurtmaya başlamıştır. Bu esnada bir kraliyet ayrıcalığı olan piramit metinleri üzerinde de bir demokratikleşme sürecine gidildi ve piramit metinleri bütün halka açık hale geldi. Böylece bu yazılar, bu notlar artık tabutların üzerine yazılmaya başlandı ve tabut metinleri adını verdiğimiz gülliyatta böyle oluştu ki bu çok önemli.
Zira bugün krallarla veya dönemlerle alakalı bilgileri bu tabutların üzerinde yazan şeylerden biliyoruz. Çünkü tabutların üzerinde kişiyle alakalı en önemli bilgiler veya onun hayatta olduğu dönemle alakalı önemli savaş veya ticaret yolları aktarılıyor. Yani esasında bu tabut metinleri hem biyografi hem de tarih görevi görüyor.
Bu dönemde yani Montuhotep’in ülkeyi tekrardan yaratmasıyla birlikte Amon en önemli tanrı haline gelmişti ve Tepşehri, Memphis ve Heliopolis kadar önem kazanmıştı. Montuhotep 51 yıl hüküm sürdükten sonra öldü ve yerine ikinci Montuhotep yani oğlu geçti ve ikinci Montuhotep artık yaşlanmış olduğu için babasından kalan mirası korumakla ve o ne yaptıysa aynı politikayı devam ettirmekle yetindi. Yani pek de büyük bir başarı ortaya koyamadı. İkinci Montuhotep öldükten sonra tahta üçüncü Montuhotep geçti ve üçüncü Montuhotep gördüğümüz kadarıyla 7 yıl boyunca tahta kaldı. Fakat bu 7 yıllık kısa hüküm süresi esnasında büyük başarılara imza attı. Örneğin ülkedeki hemen her bölgeye bir keşif seferi düzenlettirdi ve ne oluyor ne bitiyor, hangi bölgede kim isyana kalkışabilir, hangi bölgede kim ne durumda bunu görmüş oldu. Örneğin Veziri Amenemhet’i 10.000 kişilik bir orduyla Hammamat Vadisi üzerinden bir sefere gönderdi ve büyük ganimetlerle özellikle lahitler için gerekli olan malzemelerle geri gelmesini sağladı. Bu Vezir Amenemhet son derece önemli çünkü Amenemhet üçüncü Montuhotep öldükten sonra taht için yarışmaya başlayan çeşitli prensleri öldürecek ve sınır bölgelerdeki eyaletleri de kontrol altına alarak tahta geçecek yani firavun olacak.
Ve burada bir önceki konuya dönüş yapıyoruz çünkü hatırlarsanız eğer birinci ara dönemde Ameni adında bir Mehdi’nin geleceği ve ülkeyi kurtaracağı her şeyin iyiye gideceği şeklinde bazı rivayetler vardı. Ve Amenemhet de aynı şekilde bütün karışıklığa son verdi, ülkedeki feodal beyleri öldürdü, imha etti ve tahta geçerek düzeni, otoriteyi sağlamış oldu.
Bu arada Amenemhet ve Ameni, Amon en önde anlamına geliyor yani aynı anlamdalar ve bir bakıma bu şekilde kehanet tutmuş oluyor. Amenemhet 12. Hanedanı kuruyor ve Orta Krallık diye adlandırdığımız o muhteşem dönem başlıyor. Ama burada Amenemhet ülkeyi kurtardığı için mi daha sonra Ameni diye bir karakter uyduruyorlar yani adamı Mehdi yaparak meşrulaştırıyorlar.
Yoksa gerçekten de öyle bir karakter o dönemde vardı da Amenemhet bunun üstüne geldi, şans eseri böyle bir tesadüfle aynı isme sahip bir adam ülkeyi kurtardı ve kehanet gerçekleşti. Bunu bilemiyoruz yani bu kısmet de olabilir, bir proje de olabilir, o konuda net bir şey söylemek mümkün değil. Aslında Amenemhet’in tahtı ele geçirme sebebi bir tek iktidar hırsı değildi yani güç mücadelesi değildi.
90 yıldır ülke kargaşa içindeydi, onlarca kral geldi geçti, kimse ülkeyi kurtaramadı ve eğer bu feodal beyleri yani rakipleri ortadan kaldırmıyorsanız kaç kere sefer yaptığınız veya kaç kere bir çeteyi mahvettiğiniz pek de bir önem arz etmiyor. Meseleyi kökünden temizlemek gerekiyor ancak böyle kanlı ve köklü bir devrim yapılırsa ülke kurtarılabilir diye düşünüyor ve adam ipleri eline alıyor ve görüldüğü kadarıyla haklı çıkıyor. Bu yüzden Amenemhet son derece kanlı ve vahşi bir biçimde de olsa en azından yönetimi ele geçirmeyi ve iktidarı sağlamayı başarıyor.
Zaten milattan sonra 1923’te Tebde ortaya çıkarılan bir toplu mezarda Amenemhet’in mezarının etrafında 60’tan fazla askerin, kemik ve parçalarının bulunması ne kadar büyük bir devrim yapıldığını bize gösteriyor aslında. Ama neticede adam Ameni hikayesinde olduğu gibi gelmiş, büyük bir devrimle ülkeyi ele geçirmiş ve Mısır gerçekten de kurtuluşa ermiş ve orta krallık başlamış. Eh kan dökmeden başarılı bir devrim yapılamayacağını öğrenecek kadar büyümüşüzdür diye düşünüyorum.
Devam edersek Amenemhet, diğer adıyla Uhemmesut, kendisini Amon’un Ra’nın oğlu ilan etti ve 2000 yıl sürecek bir tanrı-kral anlayışını ortaya çıkardı. Firavunlar zaten kutsaldı ama şimdi resmi olarak tanrının oğlu sıfatına yükseldiler ve Mısır’ın klasik çağı başlamış oldu. Gerçi bazı yazarlar, örneğin Toby Wilkins’in klasik çağın yani orta krallığın 2. Montuhotep ile başladığını söylüyor.
Fakat genellikle akademi, bu dönemin anlattığım üzere Vezir Amenemhet’in tahtı ele geçirmesiyle başladığını söylüyor. Amenemhet, Orta Mısır’daki Ellişt kentinde yeni bir başkent kurdu ve Tep kentini de yukarı Mısır’ın yönetim merkezi olarak seçti. Ayrıca sembolik olarak da Ellişt köyünün yakınlarında Amenemhet İçtabi yani iki ülkeye sahip olan Amenemhet adı verilen bir saray inşa ettirdi. Ayrıca Amenemhet dışarıdan gelen saldırılardan korunmak amacıyla Prens Duvarı adını verdiğimiz bir yapı inşa ettirdi ve böylece ülkede güvenlik sağlanmış oldu. Amenemhet bununla kalmadı. Oğlunu tahta ortak etti ve böylece tahtın el değiştirmesi kolaylaştı ve garanti altına alındı. Ve en azından isyancıların artık isyan etme konusunda pek de bir hevesi kalmadı. Çünkü meşru olarak tahta geçmek biraz daha zor.
E zaten Amenemhet tahta geçerken birçok isyancıyı veya feodalbeyi öldürmüştü yani rakiplerini elemişti. Bu yüzden pek bir kişi de kalkıp ona isyan etmeye cesaret edemedi. Amenemhet hem iktisadi hem askeri hem de edebi alandaki çalışmalarıyla Mısır’daki en büyük firavunlardan ve en başarılı adamlardan biri diye hatırlanıyor ve zaten adı üzerinde Adama Mehdi diyorlar. Ameni ile birleştiriyorlar.
Fakat Amenemhet maalesef her planını yani her hayalini gerçekleştiremedi. Örneğin oğlunu ondan sonraki kral yapmak istiyordu fakat oğlu Amenemhet’in 30. yıl dönümü yani Seç Şenlikleri ile alakalı hazırlık yapmak için bölgeye gittiğinde bir suikastle kurban gitti ve Amenemhet arkasında bir varis bırakamadan öldü. Böylece taht el değiştirmiş oldu.
Amenemhet’den sonraki hükümdar Senusret diye de bildiğimiz Sesostris oldu. Kral Sesostris Sesostris iki ülkeye bakıyor. Adını verdiği bir piramit kompleksi inşa ettirdi ve tapınağın üstü açık iç avlusunda kireç taşından yapılma dev heykellerle görkemli bir tasvir oluşturdu. Bu heykellerden 10 tanesi günümüze kadar kalmıştır ve Kahire müzesinde sergilenmektedir.
Sesostris askeri faaliyetlerde de bulundu ve aşağı Nübbe’yi fethetti. Hatta fethettiği bölgeyi korumak, garantiye almak amacıyla 5 metre genişliğinde 9 metre yüksekliğinde duvarları olan bir kale inşa ettirdi ve bu duvarlarda ok atma delikleri vardı. Yani gerçekten de askeri alanda bir değişim yaşandı. Birinci Ara dönemdeki o çöküş, dağılış evresinin çoktan sona erdiği ve Mısır’ın eski gücüne kavuştuğu görülüyor. Tabii Sesostris öyle bir tek mimari alanda veya askeri alanda bir şeyler yapmakla kalmadı. Aynı zamanda edebi alanda da birtakım şeyler gerçekleştirmeye çalıştı. Örneğin Sinuhen’in kendini anlattığı öyküsü adıyla bildiğimiz son derece meşhur bir hikaye kaleme aldırttı.
Bu hikaye Sesostris’in ne kadar merhametli olduğunu vurgulamak amacıyla birtakım olayları anlatıyordu ve hikaye o kadar klasikleşti ki öğrencilerin el yazmalarındaki sayısız kopyanın da gösterdiği üzere okuldaki derslerde Sinuhen’in öyküsü başlığıyla yoğun bir şekilde öğretildi. Sesostris döneminde Çetigibi şairlerin de yazdıkları ile birlikte büyük bir külliyat oluştu ve Mısır edebiyatının altın çağı yaşandı.
Bu altın çağı dönemi Orta Krallık boyunca devam etti. Örneğin dramatik bir öyküyü anlatan Ramesseum Papyrus’u, eğlenceli masallar derlemesi gibi görünen Kazaze de Denizci, propaganda içerikli Neferti’nin kehanetleri ve ince söz oyunları içeren Belagatli Köylü, özellikle de metafizik içerikli olan Adamla Ruhu Arasındaki Tartışma gibi eserler bu dönemde yaratıldı. Bu eserler Orta Krallık dönemini ve Mısır toplumunu gözler önüne seren kayıtlar olmaları bakımından son derece önemliler. Büyük Sesostris öldükten sonra tahta oğlu 2. Amenemhet geçti ve kendisini kanıtlamak için elinden gelen her şeyi yaptı. Örneğin daha ilk 2. yılda Suriye’ye büyük bir sefer düzenledi ve birçok şehri ele geçirdi yani bir Fatih olarak kendisini tarihe yazdırttı. Tabii bir tek bununla kalmadı aynı zamanda ticari ilişkileri de epey bir güçlendirdi ve Anatolia’yla, Girit’le birtakım Yunan bölgeleriyle sıkı ilişkiler kurdu. Tabii bu esnada ülkeye bir tek değerli taşlar değil çok sayıda köle de getiriliyor ve Mısır halkı hiç duymadığı görmediği insanlarla tanışarak kültürünü biraz şekillendiriyor. Örneğin bu kültür değişimi zaten mimari eserlerde veya çizimlerde de görülebiliyor. Ama şunu söylemek lazım 2. Amenemhet zamanındaki bu refah ve kalkınmışlık dönemi onun kendi başarısı değil. Yani babası Sesostris ve ondan önce Amenemhet öyle büyük şeyler yapmışlar ki adama resmen cennet gibi al yönet diye bir imparatorluk bırakmışlar. 2. Amenemhet de bu mirası iyi bir şekilde korumuş kıymetini bilmiş ve bunu biraz daha büyütmeye çalışmış. Örneğin Somali’ye, Afrika’nın iç bölümlerine veya Pumta kadar ticareti geliştirmiş ve hazineyi zenginleştirmiş. Ama Mısır’ın Asya’yla kurduğu dostluk ilişkisi uzun vadede bütün bunlardan daha kıymetliydi çünkü Mısır hem ticari hem de siyasi gücünü bir bakıma genişletmişti. Örneğin Toddaki mont tapınağının temelinde bulunan Tod hazinesi o dönemde Suriye tarafından gönderilen hediyelerden oluşuyordu. Gerek bilezikler, altınlar, gümüşler gerekse lapis lazuli ki bu baya kıymetli bir şeydi o dönemde esasında tamamen Mısır’ın Asya’ya karşı uyguladığı iyi politikanın sonucuydu.
Yapılan arkeolojik çalışmalar o dönemde Mısır’da yani Ur’un 3. Hanedanı esnasında birtakım silindirlerin de Tod hazinesiyle beraber bulunduğunu ve Uğgarit’te, Pumpt’ta, Biblos’ta, Girid’te, Küçük Asya’da Mısır’dan kalma oraya özgü bazı eserlerin görüldüğünü gösteriyor. Yani gerçekten de ticaret bu dönemde epey bir gelişmiş.
Bu ticaret Mısır’daki sanat anlayışını da etkiledi. Örneğin 12. Hanedan’dan kalma evlere baktığımızda orada bazı minos ceramikleri olduğunu görüyoruz. Yani kamares çömlekleri ve bunların üzerindeki balık kılçığı veya sarmal eğriler şeklindeki desenler Mısır halkına yansımış. Onlar bunları aynen kopyalamışlar ve biraz değiştirerek kendi sanatlarında kullanmışlar.
Daha sonra bizim kral gidiyor ve 2. Sesostris başa geçiyor. O da başa geçtiğinde bu sefer tarım alanında birtakım değişiklikler yapıyor. Örneğin Birket Karun Gölündeki bataklığı kurutuyor ve tarım arazisini genişletiyor. Ayrıca gerek hendek sistemi, gerek kanal çalışmaları, gerekse topraklandırma yöntemleriyle yine tarım arazilerini genişletiyor. 2. Sesostris zamanında askeri alanda veya ticari alanda pek bir değişim görmüyoruz. Çünkü adam epey bir temkinli öyle ki kendi mezarını bile Piremid’in 16 metre altına yaptırıyor. Sırf mezar hırsızları soymasın diye. 2. Sesostris öldükten sonra başa oğlu 3. Sesostris geçiyor ve 3. Sesostris iç siyasette birtakım değişiklikler yapıyor. Örneğin yine prensliklerdeki gücü iyice azaltıyor ve onların kaya mezarı yaptırmaları şeklindeki hakkı ellerinden alıyor. Böylece yeterince güçlenmeleri veya popülerleşmelerine izin verilmiyor. 3. Sesostris ayrıca İtishtavi sarayından halkı doğrudan yönetebilecek olan uzman memurlar getirdi. Ve bu hareketiyle halkın büyük desteğini kazandı çünkü bu memurlar halkın içinden seçilmişlerdi. Bu köklü reformları gerçekleştirebilmek için ne tür hareketler yapmak zorunda kaldığını tahmin etmek pek de zor değil. Muhtemelen buna karşı gelen bazı memurlar öldürüldü ve birçok feodal bey de isyana kalkıştı ve imha edildi. Ama bunlarla alakalı çok bir kayıt elimize ulaşmadığı için anca başlangıca ve sonuca bakabiliyoruz. Aradaki gelişim süreci pek de net değil.
Kral ayrıca Nubya bölgesini kontrol altına alabilmek adına birçok sefer düzenledi ve birçok kale inşa ettirdi. Böylece elindeki gücü, otoriteyi iyice sağlanmaştırmış oldu. Tabii bu esnada halkın da desteğine ihtiyacı var. Bu yüzden ne yapıyor? Kazandığı bütün malı, mülkü, ganimetleri büyük tapınaklar inşa ettirmeye veya büyük şenlikler düzenlettirmeye harcıyor. Eh, her gün yemek, içmek, eğlenmek, kutlama yapmak, büyük heykellerle görkemli bir ortamda yaşamak herkesin hoşuna gider. Halk gaza gelip adamı sevince ne yaparsa yapsın peşinden gidiyor. Aslında 3. Sesostris gerçekten de büyük bir adam çünkü ona kalan mirası en iyi şekilde korumayı ve büyütmeyi başarmış. Öyle ki onun döneminde Nübeyi ele geçirmesi sayesinde Mısır o güne kadarki en büyük, en geniş araziye yani haritaya yapıya ulaşmış. Ama ne yazık ki talihsiz bir adammış ve kendisiyle alakalı büyük bir yapı bırakamamış. Örneğin piramidini büyük babasına, 2. Amenemhet’in yanına komşu olarak yaptırmak istemiş.
Ama dahşura yaptırdığı piramit tuğla ve kerpiçten yapıldığı için her ne kadar süslü olsa da günümüze kadar kalmayı başaramamış. Buna rağmen kralın başarılı eylemleri insanların hafızalarında kalmaya devam etti. Öyle ki 3. Sesostris, Herodot, Diodor ve Plinyos’un eserlerinde bile efsane bir kişilik olarak aktarıldı. Ayrıca 3. Sesostris’e 18. Hanedanın sonuna kadar bir tanrı olarak tapıldı.
3. Sesostris’ten sonra Mısır yavaş yavaş gücünü kaybetmeye başladı ve dış ilişkiler zayıfladı. Birçok tapınak yapımı denendi fakat hiçbiri bitirilemedi. Son olarak 4. Amenemhet döneminde devlet kralın hem kız kardeşi hem de karısı olan Neferi Sobeke veya Sobeknefru’ya kaldı ve 12. Hanedan dönemi sona erdi.
Diğer bir ayrıntıya değinmek gerekirse Orta Krallık’tan günümüze kalan Kahun Papirüsleri dönemin dinsel ve ekonomik yaşamı hakkında önemli bilgiler içeriyor ancak ne yazık ki metinlerin çok küçük bir bölümü okunabiliyor. Orta Krallığın kronolojisi ve tarihi hakkındaki bilgilerimizi yılı yılına takip edebilmemizi sağlayan bu papirüs parçalarından birine yani Sothis tarihine borçluyuz. Yani gökteki en parlak yıldız olan Sirius’un güneşten önce doğduğu güne dayanan bilgilerle alakalı kayıtlara. Sirius tarihi sayesinde dönem dönem Mısır’da neler yaşandığını takip edebiliyoruz. Bu Sothis veya Sirius diye bildiğimiz yıldız dünyanın hemen her medeniyeti ve mitolojisinde önemli bir yer bulmuştu. Örneğin Araplar bu yıldıza Şi’ira demişlerdi ve Kur’an’da da Necm suresinde Şi’ira yıldızının Rabbi de odur ifadesiyle bunu kaydetmişlerdi. Bunun sebebi Arapların İslamiyetten önceki putperest inançlarında Şi’ira’yı bir tanrı kabul etmeleri ve ona tapmalarıydı. Yine buna benzer şekilde İran halkı da Tiştiriya adını vererek bu yıldızı kutsallaştırmıştı. Sirius yıldızı köpek takım yıldızında bulunan ve göğün en parlak yıldızı kabul edilen ve kutsal sayılan bir yıldız olduğu için İslamiyet öncesi Türk toplumları da bu yıldızı benimsemiş ve ona Demir Kazık adını vererek efsaneleştirmişlerdi. Örneğin Türkler Sirius’u dişi bir kurt yani Asena veya Aşinayla ya da erkek bir kurt yani Börteçinayla karakterize etmişlerdi. Tanrının Sirius’un ışığı gibi mavi ve parlak bir kurt şeklinde yeryüzüne inmesi ve gerek bu varlığın Oğuz Kağan’la ilişkiye girmesi gerekse önemli savaşlarda Türk halkına yardımcı olması ve Ergenekon’a giden yolu bu kurdun göstermesi, Türk bayraklarında motif olarak kullanılması, Sirius’un Türk milleti için ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Aslında Sirius yıldızı üzerine daha bir çok örnek sıralayabiliriz ama buna devam edersek bu video Holot ve Anubis gibi figürleri de içerecek ve bir medeniyet tarihi videosu olmaktan çıkacak. Bu yüzden Sirius konusunu burada noktalıyorum.
Hem zaten kanalda da Sirius’la alakalı bir videom vardı. Merak edenler daha fazla bilgi sahibi olmak için o videoya bakabilirler. Son bir ayrıntı. Piramitlerde Firavunun mezar odasında küçük bir pencere bulunur ve bu pencere Sirius’a bakar. Çünkü Mısır inancında Sirius Anubis’tir ve Anubis çakal başlı ölüm tanrısıdır. Dolayısıyla ruhu alıp öteki dünyaya götüren bu yardımcı tanrıya pencere ve kapı her zaman açık bırakılır. Devam edersek 13. Hanedan döneminde yani yaklaşık 130 yılda Mısır’a 50 kral hükmetti ve anlaşılacağı üzere bunlar 1 yıl 2 yıl başta kalıp gittiler. Yani gerçek anlamda bir hüküm süremediler ve aslında hangi sırala kimin başa geçtiğini saptamak bile mümkün değil.
Peki nasıl oldu da ülke bir anda güllük gülistanlıkken iyi gidiyorken böyle çökmeye başladı diye soracak olursak esasında cevabı basit. Bir tane basiretsiz adam başa geçtikten sonra kaçınılmaz bir şekilde ülke çöküşe sürükleniyor. Yani başa bir tane işlevsiz adam geçince zaten devamı geliyor. Hani bir paradoks vardı daha önce bir videomda bundan bahsetmiştim.
Zor şartlar güçlü adamları yaratır, güçlü adamlar şartları kolaylaştırır, kolay şartlar zayıf adamları yaratır ve zayıf adamlar şartları zorlaştırır. Sonra bu zor şartlar yine güçlü adamları yaratır öyle öyle gidiyor.
Ve amenemhed gibi sesostris gibi kuvvetli adamlar şartları o kadar kolaylaştırmışlar ki tabiri caizse rahat batmış ve ipe sapa gelmeyen işe yaramayan adamlar tahta geçmeye başlamış. Bu yüzden de ülke tıpkı birinci ara dönemde olduğu gibi çöküşe geçmiş.
13. Hanedan kayıtlarında Kayda Değer Tek Kral 3. Sobek Hotep’dir ve onunla ilgili verilen bilgiler, meylattan önce 1710’da Tebe-Mont Şenliği için geldiği ve hayatını genellikle 50’teki sarayında geçirdiği şeklindedir. Hem 3. Sobek Hotep zamanında hem de sonrasında daha önceden amenemhed devrinde inşa edilmiş olan prens duvarı yani sınırı koruyan o yapı önemini yitirdi.
Ve askeri kuvvet zayıfladığı için Mısır dört bir yandan istilaya uğradı. Özellikle Sami göçmen kabileleri Mısır’ı tam anlamıyla işgal ettiler. Bu işgale beraber Mısır her yerden toprak kaybetmeye ve ufalmaya başladı ve 200 yıl kadar sürecek olan 2. Ara Dönem başladı.
Mısır halkı her taraftan ülkeyi istila eden ve çöküşe götüren bu yabancı insanları yabancı diyarların şefleri anlamına gelen heka-u kasut kelimeleriyle ifade etti ve biz bunları bugün Yunanca versiyonuyla Hiksoslar diye tanıyoruz. Hiksoslar bir halk değildiler. Dinamik bir politika, yeni ve üstün silahlar ve savaş yöntemleriyle Suriye ve Filistin’i ele geçiren küçük bir yöneten sınıfıydılar.
Hurri kökenli Hiksoslar çok sonraları delta bölgesine egemen oldular ve 15. Hanedan’ı kurdular. Ve biz en son 13’teydik, şimdi 15’e atlıyoruz. 14. Hanedan ne oldu diye soranlar varsa eğer, kuruluştan itibaren neredeyse hiçbir kayıt, hiçbir belge bırakmadıkları için onlar hakkında pek bir şey söyleyemiyoruz. Yani zaten görüldüğü üzere koltuğu Hiksoslara bırakmışlar. Hiksoslar, menfisi ele geçirdiler ve Doğu Deltasında Avaris adını verdikleri kendi başkentlerini kurdular. Bununla kalmayıp hem Ellişti hem de Nübye bölgesini fethettiler ve ardından din üzerinde de birtakım reformlar yaptılar.
Örneğin kendi tanrıları olan Bağalı, Mısır’daki kötülük tanrısı Set ile birleştirdiler ve bu tanrı adına yine Avaris’te bir tapınak yaptırdılar. Ama bütün bunlara rağmen Mısır kültürüne ve dinine alıştılar ve Taht adı olarak Rayı kullandılar. Hiksoslar görüldüğü kadarıyla Mısır kültürüne adapte olmakta pek de problem yaşamadılar ve Mısır’ı hem askeri hem de politik alanda değiştirdiler.
Örneğin Mısır’a yeni savaş taktikleri, daha iyi, daha uzun mesafeli oklar ve savaş arabaları getirdiler. Böylece Mısır’daki askeri kuvvet gelişmiş oldu. Tabii bunların dışında en önemli değişim kültürel açıdan yaşandı. Çünkü o güne kadar Mısır halkı yoğun bir propaganda ile büyütülmüştü. Öyle alıştırılmıştı.
İlk videoda anlattığım üzere Firavunlar dış ülkeleri, dış halkları komple deccal gibi vahşi, yabani, insan bile olmayan düşmanlar şeklinde göstermişti. Fakat Mısır halkı artık bu istilacıların emri altında yaşarken onların da insan olduğunu aralarında herhangi bir fark olmadığını görmüş oldu. Ki bu epey önemli bir şeydir. Mısır halkı ön Asya’nın özellikle de Suriye’nin dinini, edebiyatını, sanatını, müziğini ve yaşam tarzını tanıdı. Böylece bütün bunların sağladığı bilinç ve hayal gücü sayesinde daha sonra yeni krallık döneminde yaşanacak olan bazı önemli gelişmelere zemin hazırlanmış oldu. Bu arada Hiksoslar Mısır’ın tamamen yabancılardan oluşan ilk hanedanıydı ve Hiksos kalıntıları İspanya, Kartaca ve daha bir çok bölgede bulundu.
Fakat bu bir Hiksos imparatorluğuna kanıt değil çünkü bu parçalar belki daha sonra savaşlar yoluyla ganimet almak suretiyle veya ticarette de oralara gitmiş olabilir. Ve Hiksoslar her ne kadar Mısır kültürüne adapte olmuş, herhangi bir şeyi değiştirmemiş ve problemsiz bir hüküm sürmeye çalışmış olsalar da Mısır halkı onları her zaman yabancı olarak gördü ve onlara alışmadı, benimseyemedi, ısınamadı. Ve neticede adamların inancına göre kral kutsal kandan gelmeli, firavun tanrı oğlu olmalı ve bu adamlar tanrı oğlu falan değil, bildiğin bas baya yabancı. Bu yüzden Mısır’daki feodal beyler yani vasal krallar veya prensler Hiksoslara karşı bir ayaklanma başlattılar ve Hiksoslardan öğrendikleri savaş arabaları gibi tekniklerle büyük bir savaşa giriştiler. İsyana kalkışan hiçbir kral, isyanın sonunu görecek kadar yaşayamadı ama isyancı krallardan ve 17. hanedanın kraliyet ailesinden birisi olan Kamosenin halefi ve erkek kardeşi Ahmose, zafere ulaştı ve 18. hanedanı kurmayı başardı. Taht adı Nymfethyre yani gücün efendisi olan Ahmose, önce Hiksoslarla Nübbeliler arasındaki ilişkiyi kesti, daha sonraysa Menfis’i ve Avaris’i işgal etti.
Ve onun en büyük şansı o dönemde Hiksos kralı olan Apophis’in hastalıktan ölmüş olmasıydı. Yeni Hiksos kralı Kamudi kendisini çok değişmiş bir siyaset içinde buldu ve tecrübesiz olduğu için buna ayak uyduramadı. Ki pek de haksız değildi zira o dönemde kuzey bölgesinde Hittit imparatorluğu 1. Hattuşili ile ve 1. Mursili ile halefi fethetmişti.
E öte yandan da bizim Ahmose bir Menfis’e giriyor, bir Avaris’e geliyor, e Kamudi ne yapacağını bilemiyor ve tahtı kaptırıyor. Ahmose Hiksosları Filistin bölgesine kadar sürmüş ve hem Nübbiye hem de Mısır üzerinde mutlak bir hakimiyet kurmuş. Hatta bu hakimiyet 500 yıl boyunca devam edecek ve bu yüzden tarihçiler yeni krallığın başlangıcı olarak Ahmose’nin başa geçtiği yılı kabul edecekler ve
18. Hanedan benim en sevdiğim, en ilgimi çeken ve anlatmaktan da en keyif aldığım dönem. 4. Yeni Krallık Dönemi Öncelikle yeni krallık dönemi diğer dönemlerden biraz farklı. Çünkü yeni krallık Mısır’a, Mısırlı bir hanedanın hükmettiği yani gerçek anlamda bir firavunun hükmettiği son dönem.
Ve diğer dönemlerde genellikle 5 tane 10 tane hanedan görüyorduk ama yeni krallıkta 18, 19 ve 20. hanedan var. Hatta 20. hanedan hemen hemen yok gibi pek bir işe yaramıyor. Genellikle 18 ve 19 ön plana çıkıyor ve en meşhur hanedan da zaten 18. Ahmose bir isyancı olarak tahta geçmek istemediği için Pıtaht ve Karnak Tapınağı gibi birçok yerde inşaat faaliyetleriyle kendini gösterdi.
Ve kendisi için Amon’un hizmetkârı eşi içinse Amon’un Tanrıça Eşi şeklinde isimler alarak meşru bir şekilde tahta çıkma ihtimalini iki misli arttırdı. Ahmose’nin ölümünden sonra başa 1. Amenhotep yani Amon merhametlidir olarak da bilinen 1. Amenophis geçti ve dikkatini Nübye’yi fethetmeye yönelterek şehrin güneyindeki orta krallıktan kalma kaleleri epey bir güçlendirdi. 1. Amenophis çok akıllıca bir şey yaptı. Ülkedeki bütün başarılı bilim adamlarını, bütün edebiyatçıları, bütün sanatçıları ve önemli devlet liderlerini, devlet büyüklerini ve işe yarar herkesi tebdeki sarayında topladı ve hepsi öyle işler ortaya çıkardılar ki Mısır resmen bir buluşlar çağına geçiş yaptı. Örneğin, astronom Amenemhat o dönemde zamanın daha iyi ölçülmesini sağlayabilmek adına susatı adını verdiğimiz bir alet icat etti ve yine Mısır tıbbını tam anlamıyla yansıtan ünlü Ebers papirüsü de o dönemde yazıldı. 1. Amenophis’den sonra tahta kökeni belli olmayan 1. Thutmosis yani Thod doğdu geçti ve Thutmosis ilk iş dış siyasetle uğraştı. Örneğin 4. ve 5. Şelaleyi Mısır sınırına dahil etti ve Mısır güneyde o güne kadarki en geniş sınır ulaştı. Tabi Thutmosis bununla yetinmedi. O günlerde yine Kuzey bölgesinde Mitanni krallığı güç kazanmaya başlamıştı. Adam hemen oraya çöktü, birçok ganimetle beraber sayısız esir elde etti ve Fırat kıyılarına Mısır bayrağını diken ilk firavun oldu.
Bu arada bir din düşünüründen günümüze kalan en eski eser yani elimizdeki en eski teoloji metni 1. Thutmosis’in mezar odasından elde edildi. Onu da söylemek lazım. Bu eser hem resimlerle bezeli hem de öte dünyada olacak olan şeylerle alakalı epey bir bilgi veriyor. Zaten adı da öteki dünyada olacak olan şeyler.
Fakat Mısırlar buna kısa adıyla Amduat adını vermişler. Biz de bunu bugün Mısır’ın Ölüler Kitabı adıyla biliyoruz. Amduat eski ahiret tasavvuruna yepyeni sistematik bir biçim verdi ve gerçekten de teoloji açısından son derece önemli bir eserdi. Güneş tanrısının 12 saatlik gece sırasında yeraltı dünyasına yaptığı yolculuğu anlatan eser,
öte dünya mahkemesinde birbirinden ayrılan kutsanmışların ve pek çok korkunç işkenceyle eziyet edilen lanetlenmişlerin, ölüler krallığındaki bölgelerini söz ve resimlerle betimliyor. Dante’nin Infernosu’ndan neredeyse 3000 yıl önce yazılmış olan bu eser, sonsuza kadar lanetlenme fikrinin ve cehennemin en eski tasviridir. Eski krallıkta piramit metinlerine, orta krallıkta ise tabut metinlerine aktarılan ölüm, define ve öte dünya ile alakalı zengin dinsel betimlemeler, yeni krallıkta çeşitli derlemelerle, örneğin Papyrus’a aktarmak suretiyle ölenlerin yanına koyulmaya başlanmıştı. Özünde eski bir geleneğin özelliklerini taşıyan bu ölüler kitabında büyü ve büyücülük uygulamaları daha da gelişmiş durumdaydı. Fakat firavunların mezarına koyulan metinler de büyüden uzak durulmuştu. Ayrıca dini metinler bakımından son derece verimli bir dönem olan M.Ö. 1500’lere ait bir başka eser de, güneş diski diye bilinen ve her gün yeniden doğmak amacıyla, evrenin tüm katlarından geçen güneş tanrısıyla, kralı özdeşleştiren güneş duasıdır. Yeni krallığın teologları, ölüler tanrısı Osiris’in, güneş tanrısının yaratana ve geceye özgü tezahürü olduğunu düşündükleri için, ölüleri her şeyi kendinde barındıran bu tanrıya görülmemiş ölçüde yaklaştırmışlardı. Yeni krallıkta doğan güneş için söylenmekte olan çeşitli şarkılar, büyük dinsel eserlere eklendi ve özel mezar girişlerine ve anıt taşlara yazılmaya başlandı. Yaratılış tasarımı ile beraber öte dünya inancı da güneş tanrısıyla ilintili hale getirildi. Biraz kurgusal düşünecek olursak, biraz sonra göreceğimiz Akenato’nun din devriminin, yani güneş tek tanrıcılığının temellerinin, 1. Amenofis ve 1. Tutmosis’in sarayındaki teologlar ve din yazarları tarafından atıldığını söyleyebiliriz. 1. Tutmosis hükümdarlığındaki yeniliklerden biri de, kralın mezarını daha sonra Krallar Vadisi diyeceğimiz bir araziye yaptırmaya karar vermesiydi. Bu karar neticesinde Deir el-Medina’da bir işçi yerleşim merkezi kuruldu ve burada taş ustaları, kazıcılar, metal işçileri ve ressamlarla heykel tıraşlar bir arada kaldılar. Krallar Vadisi’nin mimarı ve inşaatı yöneten kişi, daha önce 1. Amenofis’in sarayında etkili olan İneni adındaki bir mimardı. İneni, Tebin Belediye Başkanlığı’na tayin edilmişti ve kralın karnaktaki Amon Tapınağı ile ilgili yapıları kontrol etmekle görevlendirilmişti. Kısacası piramitler için İmhotep neyse, Krallar Vadisi için de İneni oydu.
1. Tutmosis öldükten sonra tahta oğlu 2. Tutmosis geçti ve 2. Tutmosis çok da bir şey başaramadı. Zira babasından çok büyük bir imparatorluk kalmıştı ve o imparatorluk 1. Tutmosis ölünce hemen isyan çıkartmaya başlamıştı. Hani iktidar boşluğunu fırsat bildiler ve kendi güçlerini göstermeye çalıştılar. 2. Tutmosis de bu isyanları bastırmakla ve Feodalite’yi kırmakla uğraştı.
Tabii çok da uzun bir süre bunu yapamadı. Maalesef 2. yılda öldü ve tahtını eşlerinden birisi olan Isis’ten doğma 3. Tutmosis’e bıraktı. Ama 3. Tutmosis o esnada çocuk yaşlardaydı yani 7-8 yaşlarındaydı. Bu yüzden taht elinden alındı. Yine 2. Tutmosis’in eşlerinden birisi olan Kraliçe Hadşepsut tahtı geçici süreliğine devraldı ve kendisini geçici kral ilan etti.
Ama muhtemelen taht tatlı gelmiş olacak ki hükümdarlığının 2. yılında Tanrı ile konuştuğunu Tanrı’dan vahiy aldığını ve Tanrı tarafından kutsandığını söyleyerek birtakım şenlikleri de bahane ederek bir şekilde kendisini Meşru Hükümdar ilan etti ve 3. Tutmosis’i bir kenara itti. Yani diğer bir değişle Kraliçe tahtı gasp etti.
Hadşepsut hiç de öyle vakti geldiğinde tahtı 3. Tutmosis’e yani Meşru varise bırakma niyetinde değildi. Hatta tam tersine kendisinden sonra kızı Nefrure’yi başa geçirmeyi planlıyordu. Bu yüzden de 3. Tutmosis’i bütün devlet işlerinden uzak tutuyordu. Adamı başkentte bile barındırmıyordu ve kızının baş rahibi yani öğretmeni olan Senenmut’u Karnak’taki Amon Tapınağı’nın baş yetkilisi ilan etti. Yani müdürlüğüne atadı ve hem devletteki din adamlığını hem de devlet adamlığını bir bakıma kendi işine yarayacak şekilde kontrol altına aldı ve düzenledi. Hatta memurlarına ne o güne kadar ne de o günden sonra hiçbir firavunun yapmadığı ve yapmayacağı kadar büyük ayrıcalıklar tanıdı ve işini garantiye aldı. Hadsepsud döneminde hem Hadsepsud’un hem de kızının yürürken, otururken, tanrılara dua ederken veya tanrı Amon tarafından taç giydirilirken resmedildiği birçok çizim ve heykel tasviri yapılmıştı. Sadece cenaze tapınağında bile 200’den fazla heykel bulunduğu biliniyor. 18. Hanedanın hiçbir kralı ardında bu kadar fazla figür repertuarı bırakmamıştır.
Hatsepsud’un en yakın sırdaşı ve ülkedeki büyüklerin en büyüğü olarak devlet işlerinde çok etkili görevler yapan ve Hatsepsud için Deir el-Bahri’de bir tapınak inşaatını yöneten Senenmut’a, Mısır tarihinde bir ilk olarak tapınağının ön avlusunda kendisine kral mezarı biçiminde yeni bir mezar yaptırmasına izin verilmişti. Fakat mezarını kraliyetin ahiret metinleriyle yani güneş ilahisiyle veya amduatla süslemesine izin verilmemişti.
Bu yüzden Senenmut, mezarını piramit metinleriyle, büyülü sözlerle ve astronomik tasvirlerle süslemekle yetinmişti. Senenmut’a böyle bir ayrıcalık tanıyınca, Vezir Useramon da kendi mezar odasındaki duvarları kraliyet metinleriyle süsledi ve kendisini tanrılarla beraber resmettirdi. Büyük ihtimalle Hatsepsud dönemindeki yüksek rahip olan Hapuseneb de kendini krallar vadisine gömdürmüş olabilir.
Daha önce söylediğim üzere hiçbir firavun Hatsepsud’un yaptığı kadar memurlarına torpil yapmadı. Hatsepsud, hükümdarlığının 22. yılında öldü ve o ölmeden kısa bir süre önce kızı da öldüğü için bütün planları suya düştü. Böylece taht, asıl sahibi olan 3. Tutmosis’e geçti ve 3. Tutmosis kendisini kanıtlamak adına elinden gelen her şeyi yaptı ama ilk iş Hatsepsud’un adını krallar listesinden sildirdi ve onunla alakalı bütün kabartmaları, heykelleri büyük oranda tahrip ettirdi. Yani Hatsepsud’un adını tarihten kaldırmaya çalıştı. 3. Tutmosis döneminde, daha önce 1. Tutmosis tarafından mağlup edilen Suriye’deki Mitanni Krallığı, Mısır’a yeniden meydan okumaya başlamıştı.
Bu sebeple Firavun, uzun yıllardır beklediği tahtı hak ettiğini göstermek adına Filistin ve Suriye’ye en az 17 sefer düzenledi. Acılı bir şekilde bu isyanları bastırdı ve bütün muhalefeti susturarak tahtı hak ettiğini göstermiş oldu. 3. Tutmosis, Fırat’a kadar Suriye’yi ve Filistin’i ele geçirdi ve Nübye üzerinde hakimiyetini kabul ettirdi.
Bu zaferini, bu başarılarını Karnak’taki Amon Tapınağı’nın duvarlarına yazdırdı ve ne kadar savaşçı bir kral olduğunu herkese göstermiş oldu. Bu arada 3. Tutmosis, bütün Mısır tarihindeki en öne çıkan ve en savaşçı krallardan biriydi. Çünkü o başa geçtiğinde bölgedeki siyasi yapı epey bir değişmişti.
Örneğin Suriye’de 330 prensten oluşan bir koalisyon, Kadesh prensi önderliğinde Mısır’a yürümeye başlamıştı ve gerçek anlamda Mısır fethedilme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Ama bizim 3. Tutmosis ya hem şehrini 15.000 kişilik bir orduyla kuşattı ve daha bu savaş başlamadan akıllıca ve erken davranarak hem tehlikeyi def etmiş hem de galibiyeti elde etmiş oldu.
Bu başarı onu bütün Mısır kralları içinde çok önemli bir yere koyar ve Megiddozaferi diye bilinir. Bu arada 3. Tutmosis gerçekten de bir askeri idi haydi ve bizim bugün çok yakından bildiğimiz bir sistemi icat etmişti. Adam düşündü ya biz Suriye’yi, Filistin’i, Nubya’yı sürekli fethediyoruz.
Ama bu adamlar 20 yıl sonra, 50 yıl sonra yine isyan ediyor yani ne yaparsak yapalım biz bu adamları susturamıyoruz. Öyleyse başka bir şey denemek lazım. İlk önce biz fethettiğimiz bölgelerde kraliyet ailesine yani oradaki prensliğe dokunmayacağız. Kimseye soykırım yapmayacağız ve eziyette bulunmayacağız. Tam tersi bu adamlara iyi davranacağız, yardımcı olacağız ama vergiye bağlayacağız.
Böylece onlar da güllük gülistanlık yaşayacaklar ve isyan etmek için bir bahane bulamayacaklar. Ama yine de işimizi garantiye almak adına şöyle bir şey yapacağız. Biz oradaki krallıkların prenslerini yani çocuklarını rehine diye alacağız. Daha doğrusu Mısır’da eğitim görmek ve askerlik sanatını öğrenmek adına onları ülkemizde barındıracağız. Böylece diğer ülkelerdeki prensler veya krallar çocuklarına zarar vermeyelim diye yine isyan etmeyecekler. Ve o krallar öldüklerinde biz burada Mısır kültürüyle, Mısır sanatıyla, Mısır inancıyla büyüttüğümüz yani asimile ettiğimiz prensleri o bölgeye göndereceğiz, orada hükümdar yapacağız ve böylece eski düşmanlar yeni müttefikler haline gelecekler. Çünkü Mısır’ı zaten seviyor olacaklar.
Anlaşılacağı üzere bu sistem devşirme sistemidir ve günümüzden 3000 yıl önce Mısır’da 3. Tutmosis tarafından bulunmuştur ve Osmanlı tarafından da kullanılmıştır. 3. Tutmosis öyle büyük adamdı ki bütün sınır bölgelerinde ve özellikle Akdeniz’de hızlı hareket edebilen askeri birimler ve karakollar meydana getirdi. Böylece ülke iyice güvenli hale geldi ve 3. Tutmosis döneminde bırakın bir daha isyan çıkartmayı Hitit, Asur, Babil gibi ülkeler Mısır’la iyi geçinmeye çalıştılar. Yani resmen ittifak kurmaya çalıştılar ve sırf herhangi bir savaş yaşanmasın diye kendi prenseslerini 3. Tutmosis’in kral haremine verdiler. 3. Tutmosis’in başarıları sayesinde Mısır sırf Nubya’dan bile vergi olarak yıllık 300 kilo altın almaya başladı ve bu zenginlik kral mezarları ve tapınakların süslemeleri için kullanıldı ve böylece Mısır’ın o güne kadar gördüğü en görkemli ve en ihtişamlı görüntüler oluştu. 3. Tutmosis öldükten sonra tahta 2. Amenofis geçti ve ona kalan mirası iyice korumaya çalıştı. Hatta bir önceki kralın izinden gitti ve savaşçı bir kral olarak tarihe geçti. Onunla alakalı bildiğimiz şeyler çok iyi ok kullandığı, çok iyi at bindiği, kılıç kullanmakta usta olduğu, kürek çekmede ve koşuda kimsenin ona rakip olamadığı, yani affedersiniz ama hayvan gibi bir adam olduğudur.
Ve hükümdarlığının 3. yılında Mitanni kralı Şavuştatar bir isyan başlatmıştır ve 2. Amenofis bu isyanı öyle kanlı bastırmıştır ki gürzüyle tek başına 7 prensi öldürmüştür. Hatta geri dönerken bu prensleri tepetakla yani baş aşağı gemisinin önünden sallandırmıştır.
Onun döneminde kimse Mısır’a savaş açmaya cesaret edemedi çünkü görüldüğü üzere adam psikopatın önde gideniydi ve hiç de öyle efendi efendi öldürme gibi adetleri yoktu. Görüldüğü kadarıyla bir kişiyi öldürmeden önce elinden gelen her türlü işkenceyi yapıyordu. 2. Amenofis, milattan önce 1401’de öldü ve krallar vadisine gömüldü.
O öldükten sonra tahta 4. Tutmosis geçti ve onun dönemi esasında biraz garipti. Bu kralın tahta geçişi mitleştirilmiştir. Çünkü kral Gize’deki büyük Sphinx’in pençeleri arasına diktirdiği bir anıt taşında rüyasında Güneş Tanrısı’nın ona Sphinx heykeli’ni kumlardan temizlemesi karşılığında krallık vaat ettiğini söylemiştir. Gerçekten de 4. Tutmosis’in tahta geçer geçmez yaptığı ilk iş verdiği sözü tutmak olmuştur.
Sphinx heykeli’ni temizletmiştir. 4. Tutmosis öyle savaşçı ya da fatih bir kral değildi. O yüzden çok da büyük bir başarısı olmadı. Hatta tam tersine barış politikası yapmaya çalıştı ve toprak kaybetti. Örneğin onun zamanında Filistin bölgesi Komplemitanni krallığına geçti. Mısır ise Suriye’yi almakla yetindi.
O öldükten sonra tahta 3. Amenofis geçti ve sanat alanında, edebiyatta bir çığır açıldı. Öyle ki yeni krallığın en parlak zamanı, en azından sanatsal bakımdan en parlak zamanı 3. Amenofis zamanıydı. 3. Amenofis önceki kralın sağladığı barışı korumak adına Mitanni ve Kas Prensesleriyle evlendi. Böylece ülkeler arası ilişkileri güçlendirdi.
Kralın yıllardır savaşılan bir ülkenin kızıyla evlenmesi, ülkedeki siyaseti büyük oranda etkiledi. Öyle ki bu dönemde Babil Akadjası, diplomasi dili olarak kullanılmaya başlandı. 3. Amenofis iktidarındaki son 30 yılı sarayında geçirdi. Kral zevkü sefa sürmekten pek öne çıkmayı başaramadı. Ama en azından sanatsal açıdan bir gelişim yaşanmış olması önemli bir şeydir.
Örneğin Luxor Tapınağı 3. Amenofis devrine aittir ve günümüze kadar kalmayı başarmıştır. Yine kral, Karnak’taki Mut Tapınağına ve Ölüler Tapınağına, aslan başlı tanrıça Sahmet’in hemen hemen 600 tane heykelini koydurtmuştur. Bugün bu heykellerin çoğu dünyanın dört bir yanındaki müzelerde sergilenmektedir. Ayrıca 3. Amenofis’in Amon Tapınağının 4. plonundaki ana kapıyı tamamen altınla kaplattırdığı da bilinen bir şey yani adam para bayılmaktan, şatafattan, gösterişten epey bir keyif alıyor. Ve sırf bu yüzden birçok tarihçi esasında o dönemde Mısır’ı gerçek anlamda yönetmekte olan kişinin arka plandaki Mitanni prensesi olduğunu söylüyorlar. Çünkü tam da Mitanni ne istiyorsa o yapıldı. Mısır o dönemde hiçbir yeri fethetmedi ve tam tersine birçok ülkeyi hediye gönderdi. Her yere para bayıldı, altın yollandı ve para karşılığında huzur ve barış satın alınmış oldu. Ama bu aynı zamanda Mısır’ın bir süper güç olma ihtimalini yok etti. Çünkü eğer o dönemde o zenginlikte savaşçı bir kral gelmiş olsaydı, bir fatih gelmiş olsaydı, Mısır belki de bir süper güç olacaktı, dünya devi olacaktı. Belki bütün Mezopotamya’yı ele geçirecekti. Ama öyle olmadı. 3. Amenofis’ten sonra taht, oğlu 4. Amenofis’e geçti ve 4. Amenofis hükümdarlığının ilk yıllarını Tep kentinde geçirdi. Kral o döneme ait rolyeflerde yanında eşine Fertiti’yle ve üç büyük kızıyla tasvir edildi. 4. Amenofis o güne kadar dünyanın hiçbir yerinde hiçbir kralın yapmaya cesaret edemediği türden büyük bir reforma girişti. Kral Mısır’ın yerel tanrılarını reddetti ve onların yerine güneş yani Aton tek tanrıcılığını getirmeye çalıştı. Öyle ki Amenofis olan ismini Aton’un hizmetkârı anlamına gelen Akenaton olarak değiştirdi. Bu binlerce yıldır insanların taptığı Horus’un veranın bir reddiydi ve tarihte görülmüş ilk ve en büyük din devrimiydi. Akenaton Aton için Tep kentinde bir tapınak yaptırdı ve başkentide Orta Mısır’da birini kurdurduğu Aketaton yani bugünkü Tel Amarna kentine taşıdı. Burada yapılan Aton tapınağının üzeri diğer Mısır tapınaklarının aksine güneşin görülebilmesi için gökyüzüne doğru açık bırakıldı. Ve Akenaton’la ilgili resimlerde ve kabartmalarda Firavun genellikle doğrudan doğruya ışınlarını saçan güneşin altında gösterildi. Tabi ki bu din devrimi öyle bir anda tepeden inme bir şekilde gerçekleştirilmedi. Akenaton bunun hazırlığını 5 yıl boyunca sürdürdü ve bu kararı aldığında Amon baş rahibini bir taş ocağına yapılan sefirin başına gönderme bahanesiyle Doğu çölüne yolladı ve din muhalefetinden kurtulmuş oldu. Akenaton gerçekten de enteresan bir adamdı çünkü o güne kadar kimsenin yapmaya kalkışmadığı ve muhtemelen de aklına bile getirmediği şeyler yapmaya çalıştı. Örneğin Reulefler de kendisini bütün halkın annesi ve babası olarak gösterdi. Yani kadın vücuduna sahip bir erkek olarak. Bu da yetmiyor. Adam karısını tahta ortak ediyor yani kadın erkek eşitliğini sağlıyor ve Firavunlar tanrı falan değil. Ben de tanrı değilim. Bir tane tanrı var ve hepimiz ona kuluz diyor yani bir bakıma yine eşitliği getirmeye çalışıyor.
Bunlar bence büyük şeyler ama tabii ki halk o güne kadar bunun tam tersine alıştığı için öyle paşa paşa kabul etmiyor. Onlarca isyan çıkıyor. Onlarca olay yaşanıyor ve Akenaton kanlı bir şekilde olsa bile büyük bir sansürle ve belki diktatörlükle bunları bastırıyor. Neticede adamın yapmaya çalıştığı şey Müslüman mahallesinde salyangoz satmak ve ne öyle bin tane tanrı yok öyle bir şey bir tane tanrı var demek ve zaten görüldüğü
üzere halk her ne kadar Atona tapıyor gibi göründüyse de evinde ve özel hayatında Amona yani Raya tapmaya devam etmiş. Akenaton bütün muhalefeti susturmuş ve ona karşı gelen bu devrimi görmeyen kabul etmeyen bütün memurları işten çıkarmış ve bütün devlete kendi memurlarını yerleştirmiş. Yani bu yaptığıyla kendi otoritesini elbette güçlendiriyor fakat Mısır’ın kuvvetini bir bakıma azaltıyor çünkü kalifiye işe yarayan adamlardan ziyade onun işini gören adamları yerleştiriyor. Daha sonra yine Mısır’a zarar verecek bir politika izliyor mesela diğer inançlara diğer milletlere saygı göstermiyor. Bir tek benim tanrım gerçektir diğer bütün tanrılar uydurmadır diyerek Mısır ülkesinde başka bir inancın barınmasına izin vermiyor hatta önceki dini bu sefer sembolik değil
tam anlamıyla kırmaya çalışıyor ve birtakım çetelere bol miktarda para vererek ülkedeki amonla yani önceki dinle alakalı bütün heykelleri bütün rolyefleri bütün obelisk altındaki yazıları vesaire paramparça ettiriyor. Hatta tanrılar şeklinde geçen çoğul ifadeleri bile sildiriyor çünkü onun anlayışına göre bir tane tanrı var o da atom öyle üç tane beş tane tanrı yok ve belki bu tanrı da bir tanrı var. Akenatonun tek bir tanrı anlayışı ile ortaya çıkması ve putları yıktırması size İbrahim peygamberi hatırlatmış olabilir çünkü hikaye baya baya aynı hatta benden önce çok meşhur jen esman ve sigmund freud gibi kişiler kitaplarında musa’yı tek tanrıcılığı ve akenatonu baya baya anlatmışlar. O yüzden eğer merak edenler varsa bence bu kitaplara mutlaka baksınlar ama bakamazlarsa bu bir tanrı değil çünkü zaten daha sonra akenatonla alakalı özel bir video yapmayı planlıyorum yani 30 dakika 40 dakika neyse hemen her şeyi anlatmayı planlıyorum ve orada zaten bir bakıma okumuş gibi olacaksınız. Bu arada aton sloganı şöyleydi atondan başka tanrı yoktur ve akenaton onun elçisidir. Belki tanıdık gelmiş olabilir çünkü daha sonra buna benzer bir sloganı nokta noktadan başka tanrı yoktur ve nokta nokta onun kulu ve elçisidir şeklinde bir daha göreceğiz. Tabii burada kulu ve elçisi ifadesi yarılacak yani bir ekleme yapılmış olacak o da ayrı bir nüans ama zaten esasında akenatonda ben tanrı değilim diyerek bir tane tanrı var diyerek aynı şeyi söylüyordu. Akenaton baskıcı din politikasıyla yani bir bakıma yobazlık diyebileceğimiz yaptırımlarıyla
Mısır’ın itibarına gölge düşürdü ve o dönemde diğer milletler tıpkı Mısır’ın onlara artık saygı duymadığı gibi Mısır’a saygı duymadılar ve Mısır’a saldırmaya başladılar. Öyle ki Kadeşli Ayitakam’a Hittit İmparatorluğu’yla bir anlaşma yaptı ve Filistin ve Suriye bölgelerinde bir ayaklanma çıkardı. Mısır bu esnada çok önemli liman kentlerini maalesef kaybetti.
Akenaton döneminde Biblos düşman tarafa geçti, Ugarit Hittit İmparatorluğu ile bir anlaşma yaptı ve Prens Aziru da bu anlaşmaya boyun eğdi ve bu şekilde Hittit kralı Şub-bil-ül-yuma bir bakıma Mezopotamya’yı, Suriye’yi, Filistin’i ve Alalak’ı ve Halep’i yani hemen her yeri fethetti. Bu da bize bilime önem vermek ve içinde bulunduğu coğrafyayı, içinde bulunduğu
toplumun koşullarını ve dünyayı anlamak yani çağa yakalamak yerine, kafasını deve kuşu gibi dine gömen ve din içinde boğulan din politikası izleyen bir toplumun nasıl çağdan geri kalabileceği ve elindeki bütün gücü ve prestiji kaybedebileceğiyle alakalı en eski ve en sağlam örneklerden biri. Nitekim Akenaton da yaptığı şeyin yanlış olduğunu daha sonra fark etti ama iş işten çoktan geçmişti. Akenaton hükümdarlığının son 5 yılında Tel-Amarna’da ve Teb bölgesinde bir ölüler tapınağı inşa ettirdi ve Naibismenkare’ye artık hem Amon’a hem de Aton’a tapmanın serbest olduğunu söyledi. Böylece ülkedeki o rejim, sansür ve baskı kırılmış oldu. Gerçi bu kadar şeye rağmen zaten halk yine Amon’a tapmaya, Amon’a inanmaya devam etmişti. Yani kimse öyle bir anda inancını bırakıp da Aton’a inanmadı. Hatta Akenaton’un en özel memurları bile yine kendi hayatlarında Amon’a iman ettiler. Dolayısıyla Akenaton’un bu tek tanrıcı din devrimi başarılı olamadı. Kral Akenaton 17. hüküm yılında öldüğünde tahta henüz 7 ila 10 yaşlarındaki oğlu Tutankaton geçti. Tutankaton, Akenaton’un getirmeye çalıştığı tek tanrıcı din geleneğini kırmaya çalışarak eski tanrıları geri getirmek istedi ve adını Amon’un hizmetkarı anlamına gelen Tutankamun olarak değiştirdi. Tutankamun, yaklaşık 18 yaşındayken öldü ve çocuğu olmadığı için onun ölümüyle birlikte 18. haneden sona erdi. Bir ayrıntı olarak Tutankamun’un krallar vadisindeki mezarı hiç bozulmadan günümüze kadar gelmiştir. Tutankamun öldükten sonra Akenaton’un kayınpederi olan Aya tahtı devraldı ama son derece yaşlı olduğu için 4 yıl tahta kalabildi. O öldüğünde ise Horemheb adında yüksek rütbeli bir asker tahtı gasp etti ve eski tanrıları eski ihtişamlarına geri kavuşturmaya çalıştı. Tabi bu esnada Akenaton’la ve Aton’la alakalı her şeyi paramparça etti ve Akenaton’un adını krallar listesinden sildirdi. Yani Akenaton’un pek de sevilen bir hükümdar olmadığını buradan da anlayabiliriz. Horemheb hükümdarlığı boyunca Akenaton’un zamanında zarar vermiş olduğu Amon tapınaklarını restore ettirmeye çalıştı ve ölmeden önce Veziri Paramses’i kral ilan etti. Paramses Horemheb ölünce adındaki Pa-ekini attı ve 1. Ramses yani Ra’nın doğurduğu adıyla 19. hanedanı kurdu. 1. Ramses de Horemheb’in izinden gitti ve ülkedeki tapınakları tamir ettirmeye din
problemini çözmeye çalıştı. O öldüğünde tahta oğlu 1. Seti geçti ve Seti de yine ordularına sembolik olarak Ra, Pıta, Set ve Amon adlarını verdi. 1. Seti Libya ve Filistin bölgelerindeki savaşlarda birçok yeri fethetti ve öldükten sonra tahtı 20’li yaşlardaki oğluna yani 2. Ramses’e bıraktı. 2. Ramses 19. hanedan firavunlarının en kuvvetlisidir ve 66 yıl hüküm sürmüştür. Bu hüküm süresiyle 2. Pepiden sonraki en uzun tahta kalan hükümdar olmuştur ve hükümdarlığı esnasında çok büyük başarılara imza atmıştır. Kral, saltanatı sırasında birçok bayındırılık faaliyetinde bulunmuş, delta bölgesinde per Ramesu’da görkemli bir başkent inşa ettirmiş ve bunların haricinde yukarı Mısır’daki ünlü Abu Simbel tapınağını yaptırmıştır.
2. Ramses ayrıca Ra’ya, Amon’a ve Set’e de çok önemli tapınaklar inşa ettirmiştir. Bu arada söylemek lazım ki 2. Ramses zamanında Mısır tarihinde hiç olmadığı kadar çok sayıda tapınak, heykel ve bir takım figürler inşa edildi ama illa da eleştirmek gerekiyorsa bunlar özgün değildi. Yani öncekiler ne yaptıysa onların benzeri yapıldı. Yeni bir sanat veya yeni bir icat ortaya çıkmadı.
Zaten 2. Ramses de esasında bu tip faaliyetlerle değil de askeri başarılarıyla ön plana çıktı. Örneğin ilk Asya Seferinde Kral Bentesinayı mağlup etti ve Amurruyu Mısır topraklarına kattı. Bu Mısır’ı diğer ülkelere karşı öyle büyük bir tehdit haline getirdi ki Hitit Kralı Mutavalli, Amurruyu Mısır’dan geri almak için tüm askeri gücünü kullandı ve güneyden
gelecek Mısır ordusuna milattan önce 1274 mayısında uğruna birçok savaş yapılan Orontes civarındaki Kadesh’te müttefikleriyle ve 3500 savaş arabasıyla büyük bir pusu kurdu. 2. Ramses’in 20.000 askerle Kadesh’e doğru ilerlediği sıralarda düşman devletler gizlice birleştiler ve toplamda 40.000 kişiden oluşan büyük bir ordu toplamayı başardılar. Bu savaş hakkında epey bir şey biliyoruz çünkü hemen her ayrıntıyı kayda geçmişler.
Örneğin şöyle bir ayrıntı var. Ramses ordusuyla baya savaşmaya gidiyor ve sağlam bir şekilde gidiyor ama ufak tefek muharebelerle bazı yerlerde ufak zaferler kazanıyorken bir takım Hitit casuslarını da ele geçiriyorlar ve bunlara işkence yapıyorlar yani istihbarat almaya çalışıyorlar. Fakat casuslar yalan istihbarat veriyorlar yani ölmeden önce bile yine taktik yapmayı
başarıyorlar ve 2. Ramses boşu boşuna orduyu ikiye bölmüş oluyor. Amon ve Ra bölükleri bu esnada paramparça ediliyor ve Pıtah bölüğü ise çok uzakta kaldığı için savaşa yetişemiyor yani savaş dışı kalıyor. Set bölüğü ise hiçbir şeyden haberi olmadan Labvi ormanına doğru öyle gidiyor. Neyse ki 2. Ramses bir şekilde kaçmayı başarıyor ve gece vakti bu geride kalan bölükleri toplayarak
gücünü en azından ne kadar yapabiliyorsa muhafaza ederek geri çekilmeyi başarıyor. Ama 2. Ramses daha sonra çok akıllıca bir taktikle bu sefer o karşı tarafı pusuya düşürerek öcünü alıyor ve 7000 Hitit askerini esir ediyor. Bu yüzden Hitit kralı 3. Abdüşili mecburen 2. Ramses ile anlaşma yapmak zorunda kalıyor ve bir uzdaşıya gidiyorlar.
Milattan önce 1270’lerde bu uzdaşma çabaları yani barış görüşmeleri sonuç veriyor ve tarihte iki devlet arasında imzalanmış olan ilk antlaşma imzalanıyor yani Kadesh antlaşması. Ki biliyorsunuz bu bugün hala okullarda öğretilir ama maalesef bizler işte Kadesh antlaşması, Hamurabi kanunları ya da Malazgirt meydan savaşı gibi şeyleri ezberliyoruz. Bir tek başlığı hatırlıyoruz ama maalesef içeriğiyle alakalı pek de bilgi sahibi olmuyoruz. 2. Ramses’in kaybetmek üzereyken bir misilleme yapması ve kontrolü geri alması bir bakıma Mısır’ı Hitit’le müttefik yaptı ve Hitit imparatorluğu yıkılana kadar Mısır Hitit’e her durumda yardım etti. Hitit de herhangi bir sıkıntı olduğu zaman Mısır’a askeri yardım yapma sözünü verdi
ve kız alıp vermeler vesaire vesaireler yine bir takım kültür etkileşimleri yaşandı. Farkındayım o kadar zekice bir taktik, akıllıca bir misilleme, askeri bir başarı bilmem ne bir şeyler dedim ama bunlarla alakalı çok da bilgi paylaşmadım ve merak ediyorsunuz iyi de bu adam ne yaptı nasıl oldu bu işler diye çünkü bu savaşla alakalı elimizde gerçekten çok fazla bilgi var ama ben bu videoda bunlara değinmeyi planlamıyorum.
Yoksa video uzayacak hem zaten daha sonra 2. Ramses ile alakalı geniş, kapsamlı, ona özel bir video yapmayı planladığım için burada çok da konuşmaya gerek yok bence. Bu arada 2. Ramses dini kitaplarda ve öğretilerde ve birçok tefsirde Hz. Musa’yı kovalayan Firavun diye gösterilir ve söylendiğine göre 7 büyük felaket veya bir takım eziyetler bu dönemde yaşanmıştır.
Halbuki daha önceki videolarımda bazı papirüslerden örneğin Aypuvur’dan örnek vererek bu gibi hikayelerin çok daha eskiye dayandığını söylemiştim ve ayrıca zaten 2. Ramses’in de öyle ikiye bölünmüş su arasında öldüğü veya 40 bin tane İsrail oğlunu kovaladığı ya da böyle bir şeyler yaşandığıyla alakalı bir kayıt yok. Gerçi Mısır tarihinin hiçbir döneminde böyle şeylerle alakalı bir kayıt yok yani
hiçbir Firavun suların arasında kalıp da ölmemiş ya da hiçbir Firavun zamanında 40 bin tane Yahudi isyan çıkartmamış ama niyeyse böyle anlatıyorlar. 2. Ramses 66 yıl başta kalmış ve adam yaşlanmaktan ölmüş. Hatta şöyle bir ayrıntı var 2. Ramses öldükten sonra tahta oğlu Meren Pıtah geçiyor yani Pıtah’ın sevdiği ve Meren
Pıtah zamanında İsrail oğulları sistemli bir şekilde köleleştiriliyor çünkü İsrail bölgesine saldırılıyor yani asıl köleleştirme Ramses’ten sonra bu adamlar ne ara isyan edecek vakti buldular da böyle bir şey yaşandı yani her türlü bu hikayede görüldüğü üzere tarihe dayanmıyor. He peki Meren Pıtah zamanında bir problem yaşanmadı mı? Yaşandı.
Bir örneğin kıtlık problemi baş gösterdi ama bu bir tek Mısır’da değil Hitit’te, Kenan’da ve hemen her bölgede olan bir şeydi yani o dönemde zaten genel bir kıtlık vardı ve bundan sonra çok daha ciddi bir problem yaşandı. Mısır’ın Deniz Halkı adını verdiği ve bizim Şer’den dediğimiz ve Sardinya bölgesine de adını veren bir göçmen halk Akdeniz’den, Karadeniz’den ve Ege bölgesinden Mezopotamya’ya akın etmeye başladı.
Birinci akın 6 saat süren bir muharebe ile engellendi ama ikinci akın çok daha büyüktü. Zaten daha önce Antik Yunan’da felsefenin doğuşu ile alakalı bir video paylaşmıştım ve orada Balkan bölgesinden büyük bir göç yaşandığını söylemiştim. İşte bu göç o göç. Önce Balkan bölgesinde Miken Uygarlığı komple tarihe gömülecek ve Miken’den kalan
kısım Batı Anadolu’ya göç etmeye çalışacak ki bunu ileride Turubadestanı ile aktaracaklar yani böyle bir mit haline gelecek. Daha sonra Anadolu bölgesinde bir takım imparatorluklar devrilicek ve oradan oraya kavimler göçü hesabı Mezopotamya epey büyük bir işgal altında kalacak. İşte bu işgalle beraber Mısır bölgesinde ve çevresinde çok ciddi değişimler meydana gelecek. İkinci akılına gelen halkların arasında daha sonra Sicilya’da göreceğimiz Şekeleş halkı ve bizim Likyalılar diye bildiğimiz Luka halkı vardı. Ayrıca bizim Etrusklar diye tanıdığımız Turşa halkı da bunların arasındaydı. Kuzeyden gelen bu savaşçı halklar milattan önce 1208’de birleştiler ve ortak bir saldırı düzenleyerek Mısır’ın çoğu bölgesini fethettiler. Ayrıca bu Deniz halkı diye adlandırılan kişiler Hitit krallığını da tamamen tarihe gömdüler. Meren Ptah milattan önce 1203’de öldüğünde yerine ikinci Seti geçmiş ama ikinci Seti ile alakalı maalesef elimize pek de bir kaynak ulaşmamış. Görüldüğü kadarıyla pek de önemli bir adam değilmiş ve o öldükten sonra Taht, Suriyeli bir kadından doğan 14 yaşındaki Siptah adında bir gence geçmiş. Siptaht’a 5 yıl sonra ölünce bu sefer Taht’ı ikinci Seti’nin karılarından birisi olan Tavus Rettiyi birisi ele geçirmiş ve tıpkı Hadşepsut’ta olduğu gibi Mısır’a bir kadın hükmetmiş. Ama bu pek de iyi bir dönem değilmiş çünkü o dönemde hem yolsuzluğun arttığı hem rüşvetin çoğaldığı hem de tanrılara kurban vermenin bile ihmal edildiği ve suç oranlarının da tavan yaptığı görülüyor. Bu olaylar karşısında kökeni belli olmayan Setnaht adındaki bir asker tanrıdan yetki aldığını söyleyerek ve her zaman olduğu gibi adaleti getirmek vadıyla Tavus Rett’e karşı bir savaş açıyor ve Tavus Rett’in ölmesiyle tahta geçmeyi başarıyor. Setnaht’ın tahta geçmesiyle beraber 19. hanedan tarihe gömülüyor ve 20. hanedan başlıyor. Setnaht kısa bir süre sonra ölüyor ve Taht’a oğlu 3. Ramses geçiyor. Hem deniz halkı yüzünden hem de diğer halkların bunu fırsat bilerek Mısır’ın uzak bölgelerine saldırmasıyla beraber uzun bir savaş dönemi başlıyor ve neyse ki 3. Ramses girdiği bütün muharebeleri kazanıyor yani adam hiçbir savaşı kaybetmiyor. Ama tabi ki ne yaparsan yap o kadar savaşa girince hem asker hem de para kaybediyorsun. Öyle ki Libya’nın da saldırmasıyla beraber Mısır ekonomisi tamamen çöküyor ve tahıl fiyatları 5 kat yükseliyor.
Ardından haliyle krallar vadisinde çalışan memurların da veya ülkedeki birçok bölgedeki insanların da maaşları ödenemiyor ve insanlar protesto yürüyüşüne başlıyorlar. Bu gördüğümüz kadarıyla tarihteki ilk grev 3. Ramses krallığının 32. yılında 2. eşi Tia tarafından planlanmış bir suikast sonucu hayatını kaybetti.
Tia’nın asıl amacı oğlu Pentavera’yı başa geçirmekti ama 4. Ramses bu komployu fark ettiği için onları hemen idam ettirmeyi ve tahta geçmeyi başardı ve ondan sonra görüldüğü kadarıyla 20. hanedandaki bütün krallar 2. Ramses onuruna Ramses adını aldılar ama 2. Ramses gibi büyük bir karakter ortaya koymayı başaramadılar. Örneğin 4. Ramses zamanında Filistin, Suriye ve Nübye egemenliği tamamen kaybedilmiş ve Mısır hem deniz halkı hem de Libyalı işgalciler tarafından ciddi oranda yağmalanmış. Hem bu yağmalar yüzünden hem de o dönemde mezar soygunculuğu had safhaya ulaştığı için önceki firavunların mezarlarındaki mumyalar Deir el-Bahri’nin arkasındaki tepelere taşınarak gizli mezarlara saklanmış. Ironik bir şekilde 4. Ramses ve sonraki krallar ülkede para kalmadığı için sözde atalarının mezarlarını soygunculardan korumak amacıyla taşıyorken kendileri soymaya başladılar. Yani anlaşılacağı üzere Mısır 20. hanedan devrinde o güne kadarki en büyük yozlaşmayı yaşadı ve halkın bile devlete bir güveni kalmadı. Öyle ki 10. Ramses zamanında yine nekropol işçilerine maaş ödenemediği için işçiler ayaklanma çıkardılar ve güçsüz kaldık ve karnımız aç çünkü maaşımız ödenmiyor. Kral krallığını yapmıyor şeklinde sloganlar attılar ve bu sloganlar ülkede her tarafa sağa sola duvarlara hatta ölüler kenti güncesine bile yazıldılar. 10. Ramses den sonra hem Amon baş rahibi hem de Nübbiye genel valisi bağımsızlıklarını ilan ettiler ve resmen devlet içinde devlet haline geldiler.
11. Ramses ne kadar uğraştıysa da devletin çöküşünü ve yeni krallığın tarihe gömülüşünü engelleyemedi. Milattan önce 1095’te Teb bölgesinde halk Yüksek Rahip Amenhotep’e karşı ayaklanma çıkardı ve adamı öldürüp bölge valisi olan Panehesi’yi başa geçirdiler. Böylece orası da özerk bir hale geldi ama yine Panehesi her ne kadar silah zoruyla bir şeyler yapmaya çalıştıysa da daha sonra Yüksek Rahip Herihor onu devirip başa geçti ve böylece bu bölge bu sefer din adı altında şeriatla yönetilmeye başlandı. Herihor başa geçince ve son Ramses de ölünce yeni krallık devri kapandı ve 3. Ara dönem diye ifade ettiğimiz 400 yıl boyunca sürecek olan teokratik bir dönem başlamış oldu. Gerçi Mısır zaten teokratikti ama bu Ara dönemde işler epey bir çağrından çıktı. Öyle ki hangi savaşa gireceğiz, hangi ticareti yapacağız, nasıl yakacağız, nasıl kalkacağız hepsi rahiplerin Tanrı tarafından vahiy almasıyla, vizyon görmesiyle belirlenmeye başlandı. Yani akıl, mantık, her şey devre dışı kaldı ve tamamen kehanete dayanan saçma sapan bir ortam oluştu.
5. Bölüm 3. Ara dönem Daha önceki dönemlerde Mısır’da genelde bir tane firavun vardı veya aşağı Mısır ve yukarı Mısır olmak üzere iki bölgede iki hükümler hüküm sürmekteydi. Ama 3. Ara dönemde aşağı Mısır’da ayrı, yukarı Mısır’da ayrı, kuzeyde ayrı, güneyde ayrı, orta Mısır’da ayrı yani her yerde ayrı krallar var.
Birçok firavun var ve bir dönem 3 hanedan aynı anda ilerliyorlar. Yani tarih her tarafta farklı kaydediliyor ve bu yüzden birçok belge var ve aynı zamanda Mısır bu dönemde parçalanmış olduğu, güç kaybetmiş olduğu için çok da ciddi olaylar yaşanmıyor. Genellikle birtakım işgaller önlenmeye çalışılıyor ve yine Mısır içinde hanedan kavgaları yaşanıyor. Ayrıca şöyle bir ayrıntı da var, bu epey kötü bir şey. Mısır 3. Ara dönemde ve sonrasında bir daha Mısırlı olan bir kral tarafından yani gerçekten kutsal kandan gelen biri tarafından yönetilmeyecek. Mısır’a Nübiyeli, Libyalı veya bilmem nereli krallar hükmedecek. Dolayısıyla esasında Mısır hanedanı ve resmi krallık çökmüş olacak.
Osman Ramses ölünceye kadar geçen yüzyıllık dönem esasında bir içten içe çürüme dönemiydi. Mısır o dönemlerde hiç olmadığı kadar yozlaşmıştı ve Firavunlar günden güne güç kaybetmişti ve bunun sebebi Şerdan halkıydı yani hesapta olmayan bir istilaydı. Firavunlar artık iki üç tane isyanı bastırınca veya öyle ufak tefek saldırıları engelleyince bunları çok büyük zaferlermiş gibi stellere kaydettirdiler halbuki hiçbir anlamı yoktu çünkü üç yıl sonra başka bir istila başka bir isyan çıkıyordu yani esasında her şey şovdan ibaretti. Mısır’ın eski çağlarda olduğu gibi büyük bir gücü kalmamıştı ve kimse Mısır’dan korkmuyordu. Bir süre sonra Tanrı Amon’un hizmetkarı veya yenilmez Firavun Tanrı Kral şeklindeki
hitaplar ve ünvanlar anlamını yitiriyorlar çünkü öyle bir şeyin olmadığı açık. Mısır günden güne Libya’lı istilacılar tarafından küçültülüyor yani deniz halkı bir tarafa bir de mezopotamyanın kendi halkı var ve bu Libya’lı istilacılar ele geçirdikleri bölgelerde yerleşke kuruyorlar ve orada bir krallık oluşturmaya çalışıyorlar. Başarılı olamayanlarsa teslim olup paralı asker görevi yapıyorlar ve Mısır’da yükselmeye başlıyorlar. Zira Mısır o dönemde artık düşmanlarından bile asker alacak hale gelmiş durumda. Bu paralı askerler zamanla Mısır’da nüfus sahibi oldular ve memuriyet aldılar. 11. Ramses döneminde birer kral olan Herihor ve Panehesi aslen Libya’lıydılar. 200 yıldır Mısır’la savaşan ve ezilen Libya halkı 3.ara dönemde Mısır’a hükmetmeye başlamıştı. 1. ve 2. ara dönemler 200 yıldan kısa sürmüşlerdi ama 3.ara dönem 350 yıl sürdü ve toparlanması da pek kolay olmadı. Bu yüzden bu dönemi inceliyorken bir tek Mısır tarihine bakmak yetmiyor. Asur kaynakları, Vabil kaynakları, Yunan kaynakları hatta ve hatta sonradan ortaya
çıkacak olan Tevrat kaynaklarına bile bakmak gerekiyor. Ayrıca 3. ara dönemle alakalı şöyle bir sıkıntı var. Bu dönemin ne zaman başlamış olduğu belli olsa da ne zaman bittiği belli değil. Yani milattan önce 1069’da 11. Ramses öldüğünde çok açık ki yeni krallık devri kapandı ama 3. ara dönem ne zaman bitti? Kimileri 24.
Hanedan diyor kimileri 25 diyor kimileri ise 26. Hanedan ile bu devri kapatıyor ve çoğunluk 26. Hanedan ile bu devrin kapandığına inandığı için ve öyle aktardığı için ben de bu videoda böyle aktaracağım. Dediğim üzere milattan önce 1069’da Teb bölgesindeki baş rahip olan Helihor tahtı gasp ettiği ve ardından Firavunların çifte tacını kökeni belirsiz olan ama kraliyet
ailesiyle evlenme yoluyla akrabalığı bulunan Smendeski idi. Smendes 21. Hanedan’ın kurucusu olduğu ve bu esnada Helihor hala Tebin kralıydı. 21. Hanedan Perramessum şehrini terk etti ve ikametgahını Nil Deltası üzerindeki Tanis’e taşıdı. Böylece yeni bir kraliyet şehri ortaya çıktı. Tanis ile birlikte yukarı Mısır’daki tarihleme Tanis’teki kralların hükümdarlık yıllarına
göre yapıldı ve Helihor her ne kadar Teb’de baş rahip ve kral olsa da bunu esasında Smendes’in onayıyla yaptı. Yani bu dönemde bir çifte monarşiden bahsetmek mümkün değil. Çünkü Helihor her ne kadar kral olsa da Teb’de bile en yüksek kral Smendes kabul edildi. Belki bunda Smendes de Helihor’un akraba olması da etkili olmuş olabilir. Yani bir düşmanlık bir rekabet oluşmamış.
Tanis dünyeviyken Teb dini bir merkezdi ve zaten Teb 2000 yıldır Mısır’daki Vatikan gibi bir şeydi. Hani bu yüzden oradaki yönetim epey bir önemliydi ve Helihor’un hem baş rahip olması hem de krallık makamını kendine getirmesi tarihte ilk defa olmak üzere bu iki makamı birleştirdi. Ve üçüncü ara dönem boyunca Teb’de kral ve baş rahip aynı kişi oldular. Ki bu epey önemli bir şey çünkü kral resmen dini bir yetkiyle bir halife gibi ülkenin başına geçiyor ve hiçbir eleştiriyi, hiçbir muhalefeti de kabul etmiyor. Uygulamada yüksek rahibin hüküm sürdüğü bir askeri diktatörlük olmayı sürdüren Teb bölgesi büyük Tanrı Amon’un hüküm sürdüğü bir Tanrı devletiydi. Yani suçların ortaya çıkarılmasından memurların atanmasına kadar bütün olayları gönderdiği kehanetler aracılığıyla Amon yönlendiriyordu. Diğer bir deyişle Mısır’a şeriat gelmişti. Öyle ki bu yeni dogma Tanis’te bir kralın taht adıyla bile ifade edilmiştir. Bu kralın adı Tanrı Amon’dur anlamına gelen Amenim Nisu’dur. Bundan böyle yaşanan iyi veya kötü her şeyin sorumlusu Tanrılar olacağı için kral bir bakıma muhtemel darbe girişimlerini ve eleştirileri de bertaraf etmiş oluyordu.
Tanis, Pir Ramses veya Per Ramesum diye bildiğimiz kentin 25 km kuzeydoğusunda yer alan bir kentti ve Nil Nehri’nin Per Ramesum’dan geçen kolunun kapanması yüzünden yeni su kaynakları aranmasıyla kurulmuştu. Per Ramesum kentindeki 2. Ramses tarafından yaptırılan heykeller ve birçok figür 3. Ara dönemde Tanis kentine taşınmıştı ve bu yüzden bazı tarihçiler Tanis’in 2. Ramses döneminde inşa edildiğini iddia ediyorlar.
Ama görüldüğü kadarıyla bu doğru değil. Bu arada ne Tanis tapınakları ne de daha sonrakiler özgün değillerdi. Hepsi Luxor gibi büyük tapınakların ufak bir versiyonu gibiydiler. 21. Hanedan kralları taht ismi seçerken bile epey bir zorlanmışlardı. Öyle ki Pasebak Hain Niyut gibi telaffuzu kolay olmayan ve kentin üzerinde yükselen yıldız gibi tuhaf anlamlara gelen isimler kullanmışlardı.
Herihor gibileri başlarda Mısır kültürüne sadık kalıyormuş gibi göründüler ama ellerindeki güç büyüdükçe Libya kültürüne ait tüyler takmak, Libyalı gibi giyinmek ve hatta sıradaki firavunlara Shoshenk gibi Libyalı isimler vermek günden güne normalleşti. Mısır bugüne kadar bu denli bir kültür asimilasyonuna maruz kalmamıştı. Çok geçmeden dil ve hiyrogliflerde de birtakım değişimler yaşandı ve Mısır kısa zamanda Mısır olmaktan çıktı.
Hatta o dönemlerde yaygınlaşmaya başlayan demotik yazıya baktığımızda bunun hiyrogliften çok Arapçaya benzediğini görebiliyoruz. Libya gerçekten de Mısır’ı epey bir değiştirdi çünkü kültürü tamamen zıttı. Yani bunu tek bir örnekle bile göstermek mümkün. Örneğin Mısır’a baktığımızda hayatın, dinin ve mimari faaliyetlerin tamamen ölümle alakalı olduğunu görüyoruz.
Çünkü Mısır’da ölü kültü hakimdi ve hayat yaşam ölüme bir hazırlıktı. Ölüm bir son değildi. Bu yüzden ölen kişi mumya haline getiriliyordu. Beden korunuyordu ve bir firavun öldüğünde tapınaklarla piramitlerle piramit metinleri ile çeşitli işlemlerle defin ediliyordu. Yani ölüm ve gömme işlemleri epey bir önemliydi ve firavun öldüğü zaman bunu bütün ülke duyardı. Yani bunun töreni her yerde yapılırdı. Hatta firavunun aşağı Mısır’da ayrı, yukarı Mısır’da ayrı bir mezarı olurdu. Ama Libyalı hükümdarlar başa geçtiğinde böyle şeyler olmadı çünkü Libyalılara göre ölüm önemsiz bir şey yani. Birisi ölüyor hemen arazide yakıyorlar geçiyorlar. Bu adamların kralları da başa geçtiği zaman hiç öyle gösterişli büyük törenler yapılmıyor. Fira bunlar ufak tefek mabetlere koyuluyor ve iş bitiyor. E tabii ki bu o kültüre o topluma yakışmıyor. Ama bunun sebebi bu adamların Libyalı olması yani Mısır’ı yöneten taraf Mısırlı değil. Ne bekliyorsunuz yani? İllaki o inanca hakim olmadıkları için o inanca göre de birtakım ritüeller yapmıyorlar. Ve hatta Amenim Nisu ve Pasebak Hain Niyut döneminde tapınaklar bile komple kapatılıyor. Hiçbir mimari faaliyet devam etmiyor ve bir sürü heykel kırdırılıyor. Yani bir bakıma dinden epey bir uzaklaşılıyor ki bu büyük bir problem zira Mısır deyince Mısır mitolojisi beraberinde geliyor değil mi yani Mısır miti olmadan Amon, Ra, Pıtağ veya Set olmadan piramitler ve ölü tapınakları olmadan Mısır’ı anlamak ve anlatmak mümkün değil. Çünkü bu medeniyet bu dinle var olmuş ve üçüncü ara dönemde piramitlerle ölüm tapınakları korunmadığı ciddiye alınmadığı için bunlar başıboş bırakılınca bir sürü çeteci bir sürü mezar hırsızı bunları soymaya başlıyor. Hatta bir dönem firavunlar bile atalarının mezarlarını soyduruyorlar ve buna yani başkaları yapmış gibi süs veriyorlar.
Eski ganimetleri alarak bir bakıma hazineyi kuvvetlendirmeye çalışıyorlar ve bunu kendileri de yaptıkları için hani yarın bir gün ben de ölürüm benim de mezarım soyulur diye korktuklarından dolayı kendi mezarlarına tonla hile yerleştirip bu bir tuzağa yerleştirip labirent gibi içinden çıkması zor ve tehlikeli bir hale getiriyorlar. Son 200 yıldır yapılan arkeolojik kazılarla keşfettiğimiz geç dönem kral mezarlarındaki
kemikler muhtemelen mezarları soymaya çalışan ama bu bir tuzaklarıyla ölenlerin cesetlerine aitler. Kısa süre sonra birçok eski mezar odası hazine aramak bahanesiyle parçalandığı zamansa yeni mezarlar yapılmadığı için firavunlar yan yana yatmaya başladılar. Çok büyük krallar, çok önemsiz krallarla birlikte üst üste koyuldular veya bazı kralların tabutları bile değiştirildi.
Örneğin 3. Amenhotep, kırılan tabutundan çıkarıldığı ve 2. seti için tasarlanmış olan ama 3. Ramses’in de tıkıştırıldığı bir tabuta koyuldu. Yani atalara saygı falan hak getire. Öyle bir şey yok. Zaten dediğim üzere o dönemde Mısır’ın başında olan firavunlar Mısırlı bile değil. Dolayısıyla pek de Ramses’e, Tutmosis’e veya başka birine saygı göstermiyorlar. Çünkü kendi ataları değil. Tamlar işgalci gelmişler ve tahta geçmişler. Tabii bu esnada eski mezarları açmak veya tabutları değiştirmek suretiyle ele geçirilen o ganimetler, o mücevheratlar rahip sınıfına epey bir para kazandırdı. Çünkü her şey rahiplerin elinden geçiyordu. Ve aynı zamanda tapınaklara mal bağışlamak gibi birtakım kanunlar vardı ve bütün para
rahipler arasında bölüştürüldüğü için o dönemde rahip olmak kârlı işti. Hal böyle olunca ülkeyi yöneten kısım yani Libya kısmı günden güne bütün rahipleri Libyalı yapmaya başladı veya en azından yerleştiremedikleri makamlardaki rahipleri Libyalılarla iş birliği yapar hale getirdiler. Yani zaten bu kadar yozlaşma ancak dinle mümkün.
Milleti şeriata boğarsanız ve yönetim dinin elinde olursa her türlü hilekarlığı yapmak mümkün. Mısır’ın uluslararası saygınlığının hızla çöküşünü en iyi açıklayan belge, Harry Horne’un hükümdarlığının ilk yıllarında kaleme alınmış bir metin olan Venamon raporudur. Bu rapor ikinci bir eypuvr papirüsü gibidir ve Mısır’ın ne kadar itibar kaybettiğini açık bir şekilde göstermektedir.
Bunu şöyle özetleyeyim Kral adına ticaret yapması için gönderilmiş olan Venamon adındaki memur yolda kendi yardımcıları tarafından soyuluyor ve gittiği hiçbir bölgede ticaret yapmasına izin verilmiyor. Kimse kral adına bile olsa karşısındaki elçi bile olsa borç vermiyor, ticaret yapmıyor, mal mülk satmıyor, ciddiye almıyor. Yani o dönemde ne kral ne de elçi kimsenin umurunda değil.
Ayrıca trajikomik bir şekilde tamamen aynı görevi üstlenmiş olan ve önceki krallıklarda okullarda okutulan Sinuhe’nin öyküsünde de böyle bir hikaye vardı ama Sinuhe gittiği her yerde saygı görüyordu ve ciddiye alınıyordu. Çok önemli biriydi ve bu hikaye epey popülerdi. E şimdi Sinuhe ile aynı görevi yapan Venamon adam yerine koyulmuyor. Bu da Mısır’daki iktidarın ve gücün ne kadar dibe çöktüğünün bir göstergesi. Güç kaybına işaret eden diğer bir vaziyette şudur. Sonraki kral olan Siyamon’un kanetten kalma parçalanmış rollefinde görüldüğü kadarıyla bu Libyalı hükümdar Güney Filistin’e bir sefer başlatmış ve çok önemli bir merkez olan Gezer yani Gazze kasabasını ele geçirmiş. Fakat Siyamon bu kasabayı eski zamanlarda kendisine saygısı olan herhangi bir firavunun yapacağı gibi Mısır’a eklemek veya hazineleri Amon tapınağına vermek yerine ganimet i kendi çıkarına kullanmış ve hatta politik sebeplerle rakiplerine dağıtarak fetihi anlamsız kılmış. Hatta eski ahitteki krallar kitabına göre Siyamon ganimetlerin bir bölümünü kendi kızı ile birlikte İsrail’i Solomona yani Hazreti Süleyman’a vermiş. Bu arada kral Süleyman gibi epey meşhur isimlerin gerçekten de tarihte yaşamış olduğunu görünce acaba Musa da mı yaşamıştı acaba gerçekten de böyle suların ikiye bölünmesi veya 2. Ramses döneminde 40 bin kölenin Mısır’dan çıkması gibi şeyler yaşanmış mıydı diye düşünmüş olabilirsiniz ama Musa adında bir kişinin gerçekten de yaşamış olduğu ile veya Mısır’da general olduğu ile alakalı hiçbir bilgi yok. Bunlar tamamen spekülasyon ve zaten 2.
Ramses’te 66 yıl başta kaldı ve yaşlanmaktan öldü yani gayet doğal bir şey. Hatta Mısır’dan çıkış olduğu ile ve 40 bin kölenin isyan ettiği ile alakalı da bir şey yok. Böyle çıkış muhabbetleri yaşandı esasında ama bunlar Meren Ptah zamanında yani 2. Ramses’ten sonra yaşandı ve bunun da sebebi deniz halkıydı yani Mısır her yerden
feth-e uğruyordu her yerden toprak kaybediyordu ve zaten İsrailoğulları da esasında bu deniz halkı Mısır’a saldırdıktan sonra köle yapıldı. Çünkü Mısır aşağı Mısır’dan birçok bölgeyi kaybedince ve bunlarla uğraşamayınca telafi etmek zorundaydı. E ne yaptı? Mademki bunlarla uğraşamıyorum ben de gücümün yettiğine saldırayım diyerek diğer bölgelerde kıyım yaptı ganimet topladı milleti esir etti vesaire ve İsrailoğulları bu esnada Mısır’a getirildi ama Mısır bunlara bakamadı çünkü bir süre sonra deniz halkı beklendiğinden çok daha büyük zararlar verdi ve Mısır o kargaşa esnasında kapıları açtı. Gelen geldi giden gitti. Zaten gördüğünüz üzere daha sonra Mısır diye bir şey de kalmadı. Yani olayın Musa’yla veya birtakım ayetlerde geçen felaketlerle meleklerle cinlerle şeytanlarla böyle şeylerle alakası yok. Meren Pıtağ’ın İsrail steli diye bilinen 3 metrelik stelle yazanlar onun deniz halkına karşı verdiği mücadeleyi ve Libya’lılara karşı kazanılan zaferi açık bir biçimde anlatıyor. Ayrıca bu stelde Filistin, Kenan ve Suriye bölgelerinin de kontrol altına alındığının aktarılmasına bakarsak İsrailoğullarının bu dönemde köleleştirildiğini veya denetlendiğini net bir şekilde görebiliyoruz. Bu arada İsrail adının geçtiği en eski tarihi kaynak da bu steldir. Ve burada İsrail bir ülke olarak değil bir hanedan yani soy olarak gösterilmiştir. Zaten bundan sonra göreceğimiz İsrail adı geçen en yakın kaynak da bundan 300 yıl sonrasına aittir. İsrail ülkesi ise bu stelden 200 yıl sonra kurulmuştur. Halbuki Tevrat’a göre Mısır’dan çıkış ve yeni bir ülke kurma meselesi 40 yıl sürüyordu. Bu Şerden halkı istilası esnasında Mısır’ın en önemli beş kalesi ele geçirilmişti ve liman kentleri tamamen düşmana bırakılmıştı. Mısır bu dönemde büyük bir kuvvet kaybettiği için, her taraftan dağıldığı için en sonunda mecburen dışarıya prenses vermek zorunda kalmıştı. Yani Libyalı krallarla veya Libyalı istilacı kabilelerle anlaşmak zorunda kalmıştı.
Zaten daha sonra bu Libya istilacılarının paralı asker olduğunu ve Mısır’da yükseldiğini hatta Herihor ve Panehesi döneminde yönetimi ele geçirdiğini görüyoruz. Bunları konuştuk. Bir de şöyle bir durum var. Tamam o güne kadar kız alıp verme bu takım politik evlilikler Mısır tarihinde yaşanmıştı ama Mısır hiçbir dönemde dışarıya kız vermemişti çünkü kutsal kan Mısır hanedanında kalır. Dışarıya gönderilmez ve çok geçmeden artık Mısır öyle herkesin korktuğu veya konuştuğu bir imparatorluk olmaktan çıktı ve Mezopotamya’daki herhangi bir imparatorluk konumuna düştü. Zaten dediğimiz üzere Mısır’ın çökmesini sağlayan sebep de buydu. Şardan halkı istilası yüzünden Mısır’ın 3. Ara döneme geçiş yapmasını fırsat bilen diğer Libyalı askerler Mısır’ın hemen her bölgesinde
önemli konumlara geldiler ve 2.Pusus Enes zamanında bütün yönetimi ele geçirdiler. Yeni krallıktan kalma bütün devlet memurları ve yüksek rütbeli askerlerin aileleri yönetim mekanizmasından tamamen söküldü ve aşağı Mısır’ın efendileri Meşveşlerin Başşefi adıyla bilinen kaynaklarda Libyalı Generalis Simo diye aktarılan Nemrut ve Şoşenk oldu. Şoşenk muhtemelen Nemrut’un oğluydu. Bu kişiler geçen 300 yıllık süreçte Delta kenti Bubastis ve Herakliopolis’te nüfus sahibi olmuşlardı ve Tep kentindeki bazı rahiplerle kız alıp vermişlerdi. Bu yüzden rahipler bu adamların tahtı gasp etmesine izin vermişlerdi hatta yardımcı olmuşlardı. Ordu komutanı olan 1. Şoşenk Tanis’teki son kral öldüğünde ilk iş oğlu 1. Osorkon’u eski hanedan soyundan gelen bir prensesle evlendirdi ve tahtı garantiyi
almış oldu. Bu hareketle beraber 22. Hanedan devri başladı. Yeni krallığın çöküşünden itibaren Mısır’da Nübiyeli krallar hüküm sürmekteydi. Buna alışmıştık ama Şoşenk’in 22. Hanedanı başlatması ile beraber artık Libyalı krallar da hüküm sürmeye başladı ve o dönemden itibaren Mısır’da hem Nübiyeli hem de Libyalı krallar kendi hanedanlarını genişletmeye başladılar.
Bu hareketle beraber Şoşenk farklı biri olduğunu göstermeye çalıştı ve diğer kralların aksine yeni krallığa dönüş yapmaya çalıştı. E o dönemde bütün Mısır şeriatla yönetiliyor ve herkes bir bakıma tebden icazet alıyordu. 1. Şoşenk bunu bozdu ve tanrılara dayanmadan ve din adamlarıyla da pek muhabbet kurmadan kendi kendine karar alma cürretini gösterdi.
Bu yüzden de epey bir eleştiriye maruz kaldı. Arşivlere ve eski tarihlere dayalı metinlere bakarak eski krallar gibi davranmaya çalışan Şoşenk maden faaliyetlerini de tekrardan başlatarak bir kıvılcım yaratmış oldu. Şoşenk her ne kadar din ile yönetmese ve dindar olmasa da halka tam tersini reklam etti ve tapınaklara büyük bağışlarda bulunarak yeni krallık tarzına benzer bir takım kabartmalar yaptırdı. Tabii bir tek bunlarla yetinemezdi.
Eksik kalan son görevi de tamamlaması gerekiyordu. Yani fetih yapması gerekiyordu. 1. Şoşenk de buna uygun bir şekilde delta’daki başkentinden yürüyüşe geçti ve eski ahitte de yazdığı üzere Acıgöller bölgesinde Mısır’a sızan Sami kabileleri yok etti. Bundan sonra birçok kenti fethederek Yeruşelim’e kadar girdi. Buradaki amaç hazineyi doldurabilmek adına ganimet toplamaktı.
Şoşenk, Gazze bölgesine de girdi ve daha sonra Süleyman Tapınağı dahil birçok tapınağı yağmalattırdı. Hatta ordusunu 2.Ramses’in yaptığı gibi bölüklere ayırdı ve hepsine Tanrı ismi verdi. Adam gerçekten de 2.Ramses’ten beri gelen en başarılı firavundu ama 19.haneden nerede? 22.haneden nerede? Yani ülkedeki koşullar bile epey değişmiş.
Bu yüzden bunları kıyaslamak mümkün değil. Nitekim Şoşenk yeni krallıktaki o havayı diriltecek kadar yaşayamadı ve bu fetihlerden hemen sonra öldü ve onun ölmesiyle bütün bu ganimetler bütün bu zaferler anlamsız hale geldi çünkü ondan sonraki firavunlar onun kadar başarılı ve hevesli değildiler. Hatta tarihçiler bu firavunların politikasını şöyle aktarır. Bırakın ne yaparlarsa yapsınlar.
Yani gerçekten böyle demişler ve hiçbir şeye karışmamışlar. Şoşenk’in Yahudiye bölgesini tamamen ele geçirmesiyle beraber Kral Süleyman da öldü ve onun ölümüyle İbrani toprakları Yahuda ve İsrail olmak üzere ikiye bölündü. Bu bölünme sayesinde o topraklarda Asur İmparatorluğu doğmaya başladı ki bu imparatorluk 200 yıl sonra epey bir başarıtacak. Şoşenk bütün bu fetihleri yapıyorken oğlu İputi’yi Tebe başrahip olmak üzere göndermişti ve aynı zamanda muhtemelen babası olan Nemrut’u da Perakliopolis’te kraliyet vekilliğine getirmişti. Yani birçok bölgede Libyalı krallar ve Libya siyaseti hüküm sürmeye başlamıştı ve zaten bu saatten sonra Mısır’daki yönetim mekanizması da daha çok Libya tarzı bir feodalizme dönüşecekti. Bu koşullar altında ne keskin bir merkeziyetçilik ne de sağlam bir milliyetçilik oluşamadı ve Mısır 1. Şoşenk’in fethettiği hemen her bölgeden çıkmak zorunda kaldı çünkü tutunamadılar. Ve Biblos bile bağımsız bir kent olmaya çalıştı öyle ki kısa süre içinde Mısır’da aynı anda beş kral hüküm sürmeye başladı yani gerçekten de feodalizm kendi krallarını yaratmıştı.
Bu çok başlı yönetim sistemi pek de geçerli olmadı çünkü millet güç kaybetmeye başlayınca ve her yerde bir bölge reisi ötekiyle mücadeleye girişince bu krallar mecburen birleşme eğilimi gösterdiler ve daha güçsüz olanlar güçlü olan krallara katıldılar. Yine krallık sistemi devam etti hatta 10 tane kral bile vardı diyebiliriz ama esasında sağlam krallar 2 tane 3 taneydi.
Hatta 2. Pasebak Haynud yani söylemesi bile zor nasıl bir ismi varsa. Son 5 yılında kızlarından birini Tebe gönderdi ve Şoşenk’in bir oğluyla evlendirerek bir bakıma barış sağlamış oldu. Şimdi eski krallıktan sonra yaşanmış olan 1. Ara dönemde veya ilk kargaşa diye ifade ettiğimiz o pek de hakkında bilgi sahibi olmadığımız dönemde Herakliopolis ve Tep kenti düşman hale gelmişti.
Orta krallıktan sonra yaşanmış olan 2. Ara dönemde ise yine Tep ve bu sefer Hyksoslar düşman hale geldiler. Yeni krallıktan sonra yaşanmış olan ve şu anda ele aldığımız 3. Ara dönemde ise Tep ve Tanis düşman hale geldiler. Ama bu pek de sağlam bir düşmanlık değildi aslında çünkü öyle sağlam bir iç savaş veya gerçekten de sadece solcu muhabbetleri yaşanmıyordu.
Sadece bu dönemde Mısır artık çöküşün eşiğine geldiği için bütün Mısır’a tek bir adamın hükmetmesi mümkün değildi ve her bölge kendi kralını ortaya çıkarmıştı. Öyle ki yani Tanis’in bir şeye ihtiyacı olduğunda Tep kenti yardımcı oluyordu veya Tep’de para kalmadığı zaman Tanis para yardımında bulunuyordu. Yani iki ayrı kral olsa da kimse kimseyi devirmeye çalışmıyordu esasında.
Genellikle birini devirip de yeni bir hanedan kurmaya çalışanlar diğer ufak kentlerdeki insanlardı. Yani yükselmek isteyen tiplerdi, dikkat çekmek önemli olmak isteyen kimselerdi ki bunların da bir çoğu ileride başarılı olacak. Bu arada Kitab-ı Mukaddes’te 2.Tarihler kitabının 12. bölümündeki ayetler Şeşonku anlatıyor. Kitap Firavun-Şeşonkun Hz.Süleyman’ın oğlu olan Yehuda Kralı Rehavan’ı 5.Saltanat yılında mağlup ettiğini ve Kudüs’ün kaybedildiğini yazıyor. Ve bütün bölüme bakıldığı zaman Tevrat’ın Mısır’daki piramit ve tabut metinlerinden pek de bir farkının olmadığı görülüyor. Çünkü ayetler Şeşonkun galibiyetini veya İsrail oğullarının mağlubiyetini tamamen dine bağlıyor.
Yani benim yolumdan çıktınız, dinden dönmeye başladınız ben de o yüzden sizi uyarmak adına bu savaşı kaybettirdim diyor. Eğer kazanmış olsalardı, iyi yolda gidiyorsunuz helal olsun bu yüzden de kazandırıyorum diyeceklerdi. Yani esasında tamamen teokratik mantığın metinlere yansımasından ibaret. Nasıl ki Firavunlar bir savaşı kazandıklarında kendilerini savaş meydanında Amon’la veya Ra’ayla resme diyorlarsa
ve Tanrı sayesinde bunu kazandık diyorlarsa, e aynı şekilde Yahudiler de bunu kutsal metinlere geçirmişler. Ve yine her şeyi Tanrı’ya bağlamışlar. Firavunlar kendi hayat hikayelerini bir takım kabartmalar aracılığıyla tapınak duvarlarına, piramit metinlerine, tabut metinlerine veya papirüstlere aktarmışlar. Ve bunlar kutsal yazılar diye görülmüş zaten hierografi, hieroglif adı üzerinde.
E aynı şeyi İsrail oğulları Ayet diyerek derilere taşlara bir şeylere kaydetmişler. Firavunlar Tanrı kral olmuş, Tanrısal hale gelmiş, İsrail kralları da peygamber olmuş. Aslında mantık tamamen aynı. Neyse, 1. Şeşonk ölünce oğlu 1. Osorkon tahta geçti ve hükümdarlığının hemen başında Mısır’ın büyük tanrılarına 27 ton altın ve 18 ton gümüş bağışladı.
Onun devrinde ülkenin bir bölümünde çok önemli tapınaklar inşa edildi fakat ölümünden sonra taht oğlu Takelot’a geçti ve Takelot’un silik bir kişiliğe sahip olması yüzünden önemli bir gelişme yaşanmadı. Takelot’un oğlu 2. Osorkon ise tahta geçtiğinde hemen olası tehlikelere karşı önlemler almaya başladı ve kral gözünü karartmış biri olduğu için Tanrıça Bastet adına büyük tapınaklar yaptırdı ve çok önemli firavun meydanları inşa ettirdi.
Fakat tek problem kralın bunu Tep bölgesinde yani dini merkezde yapmamış olmasıydı. O Bast kentinde doğmuştu ve kendi kentine torpil geçmişti, bütün yatırımını da Bast bölgesine yapmıştı ve bu yüzden hem Tep’in hem de diğer bölgelerin düşmanlığını kazanmıştı. Bu bir bölünme sebebiydi ve hatırlarsanız eski krallık videosunda yine benzer bir şeyin yaşandığını aktarıyordum.
Ülke Horusçular ve Setçiler şeklinde ikiye bölünüyordu. Bir kısım kötü Tanrı’ya bir kısım iyi Tanrı’ya tapıyordu ve kraliyet dağılmaya başlıyordu. Fakat sonunda Taksek Hemmi adında hem Horus hem de Set’in adını kullanan ve ikisini birleştirmeye çalışan biri ülkeye düzen getirmeye çalışıyordu.
O dönemde de yine bir takım bölgelere iltimas geçilmesi, bir bölgenin ihmale uğraması problemdi. Bu dönemde de problem. Hatta bugün de yine aynı problem devam ediyor. Çünkü biliyorsunuz bugün de bazı yöneten takımı bir tek kendi seçmenine yatırım yapıyor. Bir tek %50’ye göre davranıyorlar ve kendilerine oy vermeyen muhalefet tarafında olanları neredeyse vatandaş bile saymıyorlar.
Yani bu cahilce mantık 5.000 yıldır hiç bozulmadan devam etmiş. Bu ihmalkar hareketleri yüzünden ve bir tek kendi tarafına yatırım yapması yüzünden Teb bölgesi 2. Osorkon’un krallığını tanımadı ve ona alternatif rakip bir kral çıkardı.
Bu kralın adı Horcieseydi ve Horciese aynı zamanda 2. Osorkon’un küçük kuzeniydi ve ilginç bir şekilde 2. Osorkon baya buna eyvallah çekti hiç. Ne isyan çıkarttı ne nasıl böyle bir şey yaparsınız siz falan dedi ne de ben kralım size ne oluyor diyerek karşı geldi.
Adam baya sakin bir şekilde iyi öyle yapın diyerek kendi işine baktı. Muhtemelen bunun sebebi bu insanların Libyalı olması çünkü Libya zaten kendi toplumunda da hep aynı anda 5-6 kişiye bağlı kalmış ve tek bir kral tarafından yönetilmemiş. Aynı aileden geldiği sürece kaç kişinin hüküm sürdüğü veya kaç kişinin ben kralım diyerek karşı geldiği önemli değil çünkü sonuçta yabancıya gitmiyor. E aynı mantık Mısır devrinde de devam etmiş ve bu zaten büyük bir yozlaşma.
Çünkü normal bir Mısırlı olsaydı veya orta krallık eski krallık veya yeni krallıktaki insanlar olsaydı böyle bir şeye izin vermezlerdi. Bu bile Mısır’ın ne kadar değiştiğini gösteriyor aslında. Yani bir firavun düşünün ki ülkede olan biten şeylerle hiç alakası bile yok yani adamı devirseniz öyle bakacak.
İkinci Osorko’nun bu basiretsizliği ileride kabartmalara bile geçti. Öyle ki kral normal insanlar için düzenlenen, öldükten sonra Osiris’in karşısına çıkışta gerçekleştirilen kalbi tartma merasimindeyken gösterildi. Halbuki Mısır inancına göre bir kralın öldükten sonra böyle bir testten geçmesine gerek yok. Zira kral ölünce tanrı olacaktır. Kral sıradan bir insan değildir. Tıpkı İsrailoğullarının Tevrat’ta yazdığı üzere tanrı tarafından kutsanması gibi Mısır halkı da tanrılar tarafından kutsanmıştı. Ve tıpkı her İsrail kralının yani her peygamberin öldükten sonra cennete gideceği gibi her firavun da öldükten sonra cennete gidecekti.
Tabii Mısır inancındaki cennet esasında tanrılarla beraber yaşamaktı. Ama Mısır halkı 2. Osorko’nun öldükten sonra kral olmayı hak edip etmediği konusunda bir şüpheye düşmüş olacak ki kralı böyle aşağılayıcı bir biçimde kayda geçirmişler. Ve bu başka hiçbir kral için yapılmadı. Zira çok absürt bir şey.
Özetle 2. Osorko’nun önümlü bir adam olamadı. Pek de saygı duyulan birisi haline gelemedi. Ve o öldükten sonra Taht oğlu 2. T’keloth’a geçti. Ve ne yazık ki T’keloth da saygı duyulan birisi olamadı. Öyle ki hükümdarlığının 10. yılında Horsies’e’den sonra başa geçen kişi olan Pedibastet adındaki diğer firavun 2. T’keloth’a savaş ilan etti.
Ve 2. T’keloth bizzat savaşa girmekten korkarak oğlu 3. Osorko’nu başa geçirdi ve başkomutan yaparak savaşmaya gönderdi. Neyse ki 3. Osorko’nun babası gibi veya dedesi gibi vasıfsız bir adam değil. Gerçekten de başarılı bir adam. Biraz da acımasız bir adam. Öyle ki Pedibastet’e karşı giriştiği savaşta en başta başarılı geldi ve ele geçirdiği bütün esirleri kent meydanında utanç yürüyüşü yapmaya zorladı. Yani kefaret yürüyüşü. Millet taş atıyor, küfrediyor, her şeyi yapıyorlar ve siz çırılçıplak vaziyette meydanda gezdiriliyorsunuz. Hatta 3. Osorko’nun düşmanla iş birliği yapmış olduğundan şüphelendiği kendi memurlarını bile kent meydanında herkesin gözü önünde yaktırıyor. Ve bir kararname çıkarıyor ve bu kararnameye göre ona karşı bir isyan girişiminde bulunan veya böyle bir şaibeli işlere bulaşan, teşebbüs eden ya da sağda solda şikayetvari bir dille konuşan yönetimi beğenmeyen herkesi canlı canlı yakmakla tehdit ediyor. Özetle adam epey zalim bir diktatör haline geliyor ve kendi halkı bile bir süre sonra ondan bıkıyor. Öyle ki Pedibastet birkaç yıl sonra gücünü toplayıp da yeni bir darbe girişiminde bulunduğunda bu sefer Mısır halkı ve Osorko’nun kendi generalleri dahil birçok kişi Pedibastet’e yardımcı oluyorlar ve 3. Osorko’nu tahttan indiriyorlar. Pedibastet bu zaferiyle beraber iki bölgenin de hükümdarı oldu ve 23. Hanedan’ı kurdu. Fakat 3. Osorko’nun babası 2. Takaelot’la beraber kaçmayı başarmıştı bu yüzden 22. Hanedan devri kapanmamıştı. Bu da bir problem çünkü o günden itibaren Teb’de ve Tanis’te 22. ve 23. Hanedanlar paralel biçimde ilerliyor ve bunlarla alakalı kayıtlar da bir arada geçiyor.
Daha sonraki tarihçiler baktıkları zaman kafaları karışıyor çünkü eskiden bir Hanedan biterdi diğeri başlardı. Bütün belgeler kronolojikti yani sırayla ilerliyordu ama şimdi yıllar karışıyor, krallar karışıyor bir sürü problem çıkıyor. 3. Osorko’nun intikam almak için güç toplamaya çalışıyorken Pedibastet de önemli mevkilere kendi adamlarını yerleştirmeye çalışıyordu ve iktidarını garantiye almaya çalışıyordu ama bir hata yapmıştı.
O kendisine mevzi olarak Teb bölgesini seçmişti ve Teb rahiplerin bölgesiydi. Rahipler dönektir. Kim kazanacaksa kime güveniyorlarsa ona destek verirler ve kimin başa geçtiğini önemsemezler.
Örneğin 10 yıl sonra 3. Osorko’nun tekrardan geldiği zaman onu destekleyip Pedibastet’i tahttan indirdiler. Halbuki 10 yıl önce Pedibastet’i destekleyip 3. Osorko’nu indirmişlerdi. Takip eden yıllarda bir 3. Osorkon tahtta geçti, bir Pedibastet tahtta geçti, sürekli bir devrim yaşandı ve her seferinde krallar kaçmayı başardılar. Anlaşılacağı üzere Teb bölgesi o yıllarda pek de rahat edemedi. Pedibastet birkaç yıl sonra öldüğünde, ki bazı yazarlar bu ölümün doğal yollardan olmadığını, Pedibastet’in esir düştüğünü ve diri diri yakıldığını söylerler, onun ölümüyle çekişmeler son buldu. Çünkü Pedibastet’ten sonra gelen liderler onun kadar kararlı olamadılar.
Böylece neredeyse 40 yıl kadar devam eden bir iç savaştan sonra 3. Osorkon geri döndü ve büyük kıyımlarla, çeşitli katliamlarla rakipsiz bir şekilde tahta oturdu. Fakat artık epey bir yaşlanmıştı ve bu yüzden zaferin pek de bir anlamı kalmamıştı. Hatta 3. Osorkon öldükten sonra yaptığı her şeyin boşa gittiğini bile söylemek mümkün. Çünkü maalesef adam öldükten sonra Ta-Kushi bölgesinde yani Nübye’nin bağımsız bir bölgesinde 3. Tutmosis tarafından yani yüzlerce yıl önce Mısır’a katılmış olan bazı birlikler ayaklanma çıkardı ve adamlar, gerçek Mısır halkı biziz, gerçek soy bizden devam ediyor, gerçek kral biz olmalıyız diyerek meşruiyet iddia ederek Teb bölgesi dahil birçok bölgeyi ele geçirdiler buna 3. Osorkon’un diğer toprakları dahil. İşin komiği bu adamlar 1500 yıl boyunca Mısır’la savaştılar ve Mısır’ın baş düşmanı oldular. Ama şimdi nasıl asimili olmuşlarsa en Mısırlı biziz diyerek Mısırlı görünerek hak iddia ediyorlar ve Elefantin bölgesinde Kushi Kralı Kaş’ta bir hanedan kurmaya çalışıyor.
Böyle bir girişim meydana gelince Sais bölgesinde Tefnaht adındaki diğer kral 24. Hanedanı kurarak bir misilleme yapmaya çalışıyor yani onlardan önce bir hak kazanmaya çalışıyor ve buna karşılık olarak Kaş’tanın oğlu Pyanki 25. Hanedanı kuruyor. 25. Hanedan Napata Hanedanı’dır ve daha sonraki tarihçiler karışıklık olmaması için bu hanedana Etiyopyalı Krallar Hanedanı demişlerdir. 22. Hanedan Napata ile beraber tarihe gömülmüştür ve 23, 24 ve 25. Hanedanlar aynı anda Mısır’da hükmetmiştir.
Anlaşılacağı üzere bir süre önce Osorkon ve Pedibastet arasındaki 40 yıllık mücadeleye benzer bir mücadele bu sefer Pyanki ve Tefnaht arasında başladı ve bu iki kral genel krallık için yarışıp durdular.
Yarışın başında Pyanki şaşırtıcı bir biçimde galip geldi ve birçok bölgede kanlı bir biçimde olsa da kendini kabul ettirmeyi başardı. Öyle ki bununla yetinmedi ve 3. Thutmose’s’in taht adını kendisine ekledi ki biliyorsunuz 3. Thutmose’s en savaşçı en büyük krallardan biridir. Hatta belki de 2. Ramses’ten bile daha önemli bir adamdır. O dönemde ağır toplar Pyanki ve Tefnaht olduğu için diğer krallar destek birliği olarak görev yaptılar ve pek de ön plana çıkmadılar. Tefnaht, Pyanki’nin beklediğinden daha sağlam olduğunu görünce geri çekildi ve yeterli hazırlıkları tamamladığı zaman İtchitavi bölgesine bir saldırı düzenledi. Ayrıca Theb ve Herakliopolis’i de ele geçirdi ve bu hareketiyle bazı diğer kralların da desteğini kazandı. Pyanki ise daha önce 2. Ramses’in askerlerine güç vermek amacıyla yaptığı gibi bir savaş arabası üstünde ve en önden ilerleyerek savaşa girdi. Pyanki akıllıca askeri taktikler uyguladı ve Tefnaht’ın işgal ettiği bölgeleri geri almayı başardı. Pyanki Tefnaht’ı destekleyen bir iki kralı yakaladı ve idam etti ama pek de acımasız bir adam değildi yani.
Kaynaklarda yazdığı üzere bazı krallar kendi kızlarını, mücevherlerini ve en iyi atlarını Pyanki’ye hediye ettiklerinde Pyanki onları affetti. Gerçi söylemesi de komik yani. Yalvaran firavunlar, özür dileyen firavunlar, anlaşılacağı üzere sözde firavunlar. Pyanki hakikaten de merhametli bir adam olabilir çünkü şöyle rivayetler de var. Gerçi rivayet diyorum da aslında kayda geçmiş şeyler. Adam fethettiği bölgelerde bir teftiş yaparken eğer bir ahırda aç bırakılmış, beslenmemiş bir at varsa bayağı köpürüyormuş ve ”Ulan bana isyan etmenizi bile anlayışla karşılarım ama şu hayvancağızları böyle aç bırakmanızı anlayışla karşılayamam” diyerek biraz gaddarlaşabiliyormuş. Yani adamın ciddi manada bir hayvan sever olduğunu söylemek bence mümkün. Neyse, Pyanki açık bir şekilde savaşı kazanınca ve Menfis bölgesini de ele geçirince,
üstüne bir de ”Sırf öyle bir iki tane at yolluyorlar” diye isyancı kralları bile affedince yani merhametli bir adam olduğunu gösterince savaşa katılan krallar koşa koşa özür dilemeye geldiler ve savaşa katılmayanlar bile ”Büyük adamsın, sen ne söylüyorsan olsun” diyerek adama tabi oldular. Tefnaht bile bir süre sonra yapacak bir şey kalmayınca son çare elçisini yollayarak ”Başkral sensin, bir daha sana isyan etmeyeceğim” diyerek bir bağlılık yemeğini etmiş oldu. Pyanki ilk iş, krallığını resmiyete kavuşturmak için bütün bölge krallarını bir araya topladı ve onları da kendi bölgelerinin kralları olarak tanıdı yani yönetimi değiştirmedi. Fakat kendine ”Bütün Mısır’ın kralı” ünvanını verdi ve bunu diğer krallara da kabul ettirdi. Yani diğerleri de kraldı ama asıl kral kendisiydi. Diğer krallar halkın gözü önünde ve kafalarında taşlarıyla Pyanki’nin önünde secde edip yeri öpmek zorunda kaldılar. Böylece ”Kutsal Kral” ”Yenilmez Kral” ”Tanrı Kral” türündeki Mısır anlayışı küllerinden diriltilmiş oldu. Hatta Pyanki kendisine tıpkı orta krallığın kralları gibi küçük ve süslü bir piramit yaptırdı.
Ayrıca Pyanki’nin önünde yere kapanmış olan krallarla alakalı birçok kabartma günümüze kadar geldi. Pyanki’nin bu kadar başarılı olmasındaki sebeplerden biri, kız kardeşi olan Amenirdis’in onlar daha çocukken 3. Osorko’nun kızlarından birisi olan 1. Shepenuphet tarafından politik amaçlarla evlat edinilmesiydi. Amenirdis, beklendiğinden çok daha fazla yükseldi ve Shepenuphet öldükten sonra Amon’un zevcesi göreviyle Tebrahipleri üzerinde önemli bir yetki sahibi oldu. Tanrı’nın zevcesi veya Amon’un Tanrıça eşi diye bildiğimiz bu makam 18. Hanedanı kuran Ahmose’den biri vardı. Ve özellikle 3. Ara dönemde epey bir güç kazanmıştı. Öyle ki bu kadınlar resmen Tebi yönetir hale gelmişlerdi ve yüksek rahip kadar yetki sahibi olmuşlardı. Bu yüzden Pyanki, girdiği savaşlarda Tebin de desteğiyle çok rahat bir şekilde başarılı olmuştu. Hatta tefnahtın en başında bir hanedan kurmaya çalışması ve Pyanki’ye savaş açmasındaki ana sebep de bu zaten. Çünkü adamın çok net bir şekilde güç kazandığı ve muhtemelen 10 yıl sonra tek kral olmaya çalışacağı belli. Tefnahtta erken davranayım, 3-5 kişiden destek bulsam belki başarılı olurum diyerek savaşa giriyor ve sonrasını zaten biliyorsunuz. Ayrıca söylemek lazım ki Pyanki döneminde yaptırılan bir stelde 8 kralın Pyanki’ye diz çöktüğü gösteriliyor.
Ama Herodot kendi yazdığı Mısır tarihinde Pyanki’ye 12 kralın diz çöktüğünü söylüyordu. 8 mi 12 mi yoksa daha mı fazla orası belli değil ama görüldüğü kadarıyla resmiyette Tep, Menfis ve Sais gibi 3-4 bölgede büyük kralların bulunduğunu ve onların haricinde küçük küçük bölgelerde başka kralların da olduğunu görebiliyoruz.
Ayrıca Pyanki’nin zafer stili neredeyse tamamen yazıyla kaplanmıştır ve günümüze ulaşan en uzun krali yazıta sahiptir. Bu yazıta geçen şiir Kadesh Savaşı’nı anlatan steldeki yazılardan iki kat daha uzundur. Bu arada kulağa garip gelecek ama yeni krallıktan sonraki Firavunlar sünnetliydiler. Çünkü Nubya ve Libya halkı sünnet olan bir halktı ve onlardan çıkan Firavunlar da haliyle sünnet oluyorlardı. Bu da İsrailoğullarındaki sünnetle alakalı bize ikinci bir ipucu veriyor. Birinci ipucu neydi? Kral Narmar levhasında gösterildiği kadarıyla Narmar düşmanlarını, kafalarını ve cinsel organlarını kesmek suretiyle cezalandırıyordu. Yani böyle idam ediyordu. Daha sonra idam etmek yerine yani öldürmek yerine getirilen köleler hadım edildiler. Yani öldürmek yerine böyle işaretlendiler. Ama hadım etmek de epey bir kan kaybına ve iltaba enfeksiyona ve ölüme yol açıyor. Pek de kârlı bir iş değil. O yüzden de yapıyorlar. En sonunda komple kesmek yerine ufak bir bölümünü, bir deri parçasını keserek köle olduğunu söylemiş oluyorlar. Yani böyle işaretliyorlar. Ve madem ki bu Nubiyye-Libya 1500 yıl boyunca Mısır halkı tarafından işgal edildi, sünnet edildi, köle yapıldı ve bu adamlar 1500 yılda buna alışmış olmalı. Bunu artık bir bakıma gelenek, kültür ve hatta din haline getirmiş olmalı. Öyle ki bu o kadar önemli hale gelmiş ki 3. Ara dönemde Firavunlar sünnetli olmayan insanlarla konuşmuyorlar.
Hatta bu iş o kadar ciddileşmiş ki, Pyanki ona diz çökmeye gelen krallardan 3 tanesiyle sünnetsiz oldukları için görüşmemiş, saraya sokmamış. Yani o dönemde sünnet olmak bir bakıma vize. Anlaşma yapmanı sağlıyor, rahat etmeni sağlıyor ve bu yüzden yükselmek isteyen gözünü para veya hükümdarlık bürümüş bir Yahudi halkı herhalde böyle bir sünnet geleneğini uygulayacaktır. Her neyse. Pyanki büyük zaferinden sonra tahta geçti ve 12 yıl boyunca hiçbir savaş, hiçbir muhalefet ve muharebe yaşanmadı. Halk en azından 12 yıl barış içinde yaşadı fakat 12 yıldan sonra Paşa-ı Mısır’da 4. Osorkon, Asur Kralı ile anlaşma yaptı ve Mısır’da hak iddia etti.
Ama Pyanki yaşlanmış olduğu için savaş taraftarı değildi ve bir takım hediyelerle, rüşvetlerle ortalığı sakinleştirmeye çalıştı. Pyanki böyle bir zayıflık gösterdi ya, hemen Tiyep Netyerli Akanoş bir isyan girişiminde bulundu ve Tefnaht da kendisine yeniden kral demeye başladı.
Yani millet hiç sormuyor, 300 yıl geçti sürekli kavga ediyoruz, sürekli savaş var, bir nefes alamadık, en azından 12 yıldır kafamız rahattı böyle gitsin falan, yok. Gene adama ilk hatasında çöktüler ve devirmeye çalıştılar. Şimdi Pyanki ve Tefnaht bu 12 yıldan sonra yeterince yaşlanmış oluyorlar ve artık savaşacak, taktik yürütecek veya kral olmaya çalışacak bir heves bulamıyorlar.
Fakat ikisinin de oğulları var ve bu oğullar tahtları devralıyorlar. Pyanki’nin oğlu Shavakaydı, Tefnaht’ın oğluysa Bohris adıyla bildiğimiz Bakenrenefti ve bu kişiler 5 yıl boyunca tıpkı babalarının yaptığı gibi karşılıklı mücadele ettiler. Diodorus’a göre Bakenrenef önemli bir kanun koyucuydu. Maneto’ya göre ise 24. Hanedanın gerçek kurucusu ve tek kralıydı. Anlaşılacağı üzere kaynaklar çeşitli olduğu için bu konuyla alakalı da çeşitli aktarımlar yapılmış. Tefnaht oğlunu tahta geçirdikten kısa süre sonra ölmüştü ama gördüğümüz kadarıyla hayalleri ve istekleri onunla birlikte ölmemişti. Oğlu Bakenrenef taht için iddialıydı ve kendisine yaptırdığı kabartmalar ve resimlerde kendisini Mısır’ın tek kralı gibi resmettirmişti. İşte bu tür hareketleri görünce piyankiden sonra başa geçen kişi olan Shabaka bunlara tahammül edemedi ve Shabaka ordularına o güne kadar görülmemiş ölçüde sporlar yaptırarak askerlerini gerçekten de ağır eğitimlerden geçirerek bir bakıma yenilmez bir ordu yaratmaya çalıştı. Shabaka’nın ciddi spor programlarıyla resmen 300 partalı filminde gördüğümüz gibi yorulmayan, her türlü silahı kullanabilen ve hayatı dövüşmekten ibaret olan bir seçkin birlik yaratıldı. Ve kaynaklarda yazdığı üzere bu birlik 6 saat boyunca hiç durmadan koşabilen ve bir günde 100 km mesafeyi aşabilen bir birlikti. Shabaka bu ordularla İpetsud gibi birçok bölgede yağma yaptı, ganimet topladı ve gücüne güç kattı. En sonunda da Bakenrenef’le karşı karşıya geldi ve görüldüğü kadarıyla Bakenrenef kabartmalarında resmettirdiği gibi öyle tek kral veya mükemmel bir kral olamadı.
Sadece 5 yıl tahta kalabildi, ağır bir mağlubiyetle tahta veda etti. Hatta Shabaka Bakenrenef’i esir aldı ardından canlı canlı yaktırdı. Yani adamın elinden tahtı alması yetmiyor bir de ahiretini aldı çünkü bedeni yaktığınız zaman bu kişinin mumya yapılamayacağı anlamına geliyor ve mumya yapılamazsa öteki aleme gidemiyor. Yani Shabaka Bakenrenef’ten gerçekten de epey bir nefret etmiş. Hatta öyle bir nefret ki bu Bakenrenef’le alakalı kabartmalar, onun yaptırdığı o çizimler veya heykeller paramparça ettirilmiş. Bu yüzden Bakenrenef’le alakalı elimize geçen kayıtlar ufak tefek.
Bu esasında bugüne kadar birçok defa gördüğümüz bir şeydi. Her kral başa geçtiğinde veya mücadeleyi kazandığında mücadele ettiği rakibi sildirmeye çalışıyordu. Buna Damnatio Memoriae yani anıların veya hatıraların lanetlenmesi diyoruz ve bu yine devam edecek yani ne ilk ne de son. Shabaka’nın bu nihayi zaferiyle Sais Hanedanı yani 24. Hanedan sona erdi ve Shabaka her yere kendini öven eserler yerleştirdi. Bildiğiniz üzere 3. Ara dönemde genellikle kayıtlar, raporlar, belgeler ve eserler hem tebde hem de taniste tutulmaktaydı.
Yani tarih aktarımı biraz farklıydı. Başa geçen monark kendince bir şeyleri değiştirebiliyordu ve bu yüzden de elimizdeki belgeler çelişebiliyordu. Ama 24. Hanedan tarihe karışınca Shabaka tek kral olunca bundan sonraki kayıtlar 25. Hanedan ekseninde yani tep şehrinde tutuldular ve en azından pek de çelişmeyen düzgün ilerleyen bir aktarım görmüş olduk.
Ama esasında Shabaka’nın bu başa geçişi pek de bir şey değiştirmedi. Ne Mısır daha fazla büyüdü ne de isyanlar durdu. Hani tarih tekerrür ediyordu bu ayrı ama sanki tarih hiç ilerlemiyor gibiydi. O kadar savaş boşa yaşanmış gibi görünüyordu.
Yine de hakkını yemeyelim en azından Shabaka sanata edebiyata biraz meraklıydı ve bu açıdan da bize bugüne kadar gelen birtakım eserler bıraktı. Örneğin Shabaka Amon inancına çok önem verdiği için Menfis’te 2. Ramses döneminden kalma parçalanmış Papyrüsterdeki dinsel metinleri Menfis Teolojisi Anıtı adıyla bir taşa kopyalattı ve gelecek nesillere büyük bir miras bıraktı. Ayrıca onun döneminde harap olmuş tapınaklar onarıldı ve heykeller çoğaltıldı. Yani bir eskiye dönüş denendi. Bildiğiniz üzere yeni krallık çöktüğünden beri Mısır yönetenler Mısırlı değillerdi. Nübiyeli, Libyalı, Afrikalı kimselerdi ama kendilerini Mısırlı hissediyorlardı. İşte bu yüzden bu krallar Mısır’ı Mısır gibi göstermeye çalıştılar ve şekle şemale epey bir dikkat ettiler. Şimdi Afrika’dan da bahsetmiş olduğum için burada bir dipnot vermem lazım. Çünkü son dönemlerde epey popüler hale gelmiş ve internette her yerde yazan bir iddia var. Bu iddia şu. Mısır’a zenkiler hükmetti ve Mısır firavunlarıyla Mısır halkı esasında zenciydi. Yani bizim bildiğimiz gibi kızıl renkli veya başka bir ırk değillerdi.
Ama bu spekülasyonudur. Böyle bir şey yok. Tamam Mısır’a Afrikalı, Nübiyeli, Libyalı birçok kişi hükmetti ve 3. ara dönemde zenci firavun da vardı. Ama 3. ara dönem yani çöküş çağından bahsediyoruz. Yeni krallıkta, orta krallıkta, eski krallıkta yani klasik dönemde altın çağda veya piramitler çağında zenci firavun diye bir şey yok.
Hatta o dönemde zenciler köle. Yani arada fark var. Her duyduğumuza inanmamak lazım. Neticede bu dönemde Mısır’a hükmetmeyen kalmamış. Yani öyleyse daha sonra en son Mısır’a Araplar hükmedecek. E ne yapacağız? Piramitleri Araplar yaptı mı diyeceğiz. Saçma şeyler. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim. Mısır tam güç kazanmaya başlamıştı ki sahaya başka bir oyuncu dahil oldu. Bu da en başta söylemiş olduğum Asur Krallığı. Asur Krallığı bir süredir Mısır’ınkine benzer bir geçiş dönemindeydi ama Şabaka devrinde onlar da epey bir kuvvet kazandılar ve ardından bir sürü problem yaşandı.
Şabaka’nın hükümdarlığında Asur Reisi Sina Heriba Filistin’i istila etti ve bu yüzden Yahudalı Hezekiyah askeriyi destek alabilmek için Mısır’a başvurdu yani yardım istedi. Çünkü açık ki Filistin’den sonra Asur Krallığı Mısır’a çökecekti. Eh yılanın başını küçükken ezmek gerek.
Hezekiyah’ın ordusu ve Mısır’dan yardıma gelenler Asur Krallığı’na karşı pek de etkili olamadılar. Hatta Asur Krallığı Hezekiyah’ı ciddi anlamda mağlup etti ve ardından gözlerini Mısır’a dikti. İntikam alması lazımdı ki intikam durumu olmasa bile neticede illaki Mısır’a çökeceklerdi. Zira Mısır’ın çöküşü Asur’un altın çayıydı ve genelde bu hep böyledir.
Bir imparatorluk çökerken diğeri yükselmeye başlar. Beklenen intikam çok gecikmedi ve Asur İmparatorluğu milattan önce 728’de Mısır’a girdi ve başkent Teb’i istila etti, yağmaladı, kıyım yaptı ve tarihte ilk defa olmak üzere tep ayaklar altına alındı.
Ve ardından Asur İmparatorluğu takip eden 30 yılda Mısır’a dört defa daha girdi ve her seferinde yeni yağmalar, yeni ganimet toplamalar, yeni tecavüzler, kıyımlar ve vahşetler yaşandı.
Bu da yetmedi. Milattan önce 671’de yani Şabaka’nın oğlu Taharka devrinde, Asur Kralı Esarhaddon büyük bir orduyla Sina Yarımadısı üzerinden fethe başladı ve ilk önce Mısır’ın en güçlü müttefiki olan Tire kentini haritadan tamamen sildi. Ardından Menfis’e girdi ve Menfis’te işgal edilince Taharka kaçmak zorunda kaldı. Taharka kaçınca bütün Mısır, Asur’a eyalet olma konumuna düştü ve o günden sonra aşağı Mısır’da özellikle kent isimleri ve diplomasi dili Asurca oldu.
Hatta doğan çocuklara Asur isimleri verilmeye başlandı ve bu böyle devam ediyor tabii ki. Takip eden yıllarda Asur imparatorları, Menfis’i ve Tebi yağmalamaya devam ediyorlar. Mısır topraklarında Asur askerleri gezmeye başlıyor ve Mısır prensesleri Asur krallarına harem carisi olmaya başlıyorlar. Bu da epey büyük bir darbedir.
Esar Haddon bu galibiyetini son derece aşağılayıcı bir biçimde kayıtlara geçirdi. Yaptırdığı zafer stellerinde ve kabartmalarda Mısır kralını boynuna tasma geçirilmiş bir şekilde kendisine diz çöker ve yalvarırken resmettirdi.
Mısır tarihin başından beri hiçbir zaman bu kadar aşağılanmamıştı. Elbette ilk yıllarda Mısır’da isyan teşebbüsünde bulunan prensler de oldu ama bunların hepsi Asur hükümeti tarafından idam edildi. Örneğin Taharka 10 yıl içinde toparlandı ve bir iki Yerel Bey’den de destek alarak bir isyan girişiminde bulundu ama başarılı olamadı ve ona destek veren herkes tek tek idam edildi.
Evet, bu andan itibaren size biraz da Asur İmparatorluğundan bahsetmem gerekiyor ki o dönemde Mezopotamya nasıl kaynıyordu bunu daha iyi anlayalım. Ne de olsa şu anda Mısır’a hükmedenler Asurlular. O yüzden illaki değineceğiz. Şimdi Esarhaddon Mısır’ı fethettikten sonra ani bir hastalığa yakalandı ve öldü. O ölünce bir taht kavgası baş gösterdi ve çeşitli prensler başa geçmeye çalıştılar ve bu esnada Mısır’la pek de uğraşmadılar. Her ne kadar Mısır asurunmalı olmuş olsa da Asurluların ana vatanı uzaktaydı. Bu yüzden Mısır’da kalamazlardı ve bir kukla kral bırakmaları yeterliydi. Hem o dönemde Kimmer belası baş göstermişti ve taht kavgaları da cabasıydı. Burayı özet geçeceğim. Taht kavgalarını bizim Asur Bapinal diye bildiğimiz lider kazandı ve bu kişi epey meşhurdur. Zira Asur İmparatorluğuna altın çağını yaşatmıştır ve günümüze yakın doğudan kalmış en eski kütüphanede Asur Bapinal kütüphanesidir.
Asur Bapinal Mısır’ı tamamen yok etmek yerine yönetmek niyetindeydi. Yani bir eyalet yapma çabasındaydı ve bu yüzden ne kavgı bir isyan çıkaran bazı krallara boyun eğdirdi.
Ardından Kuşi Hanedanı bir iki isyan teşebbüsünde bulundu ama Asur Bapinal’ın kendi adamları ve oraya gönderdiği valiler bunları keşfettiler ve bu darbe girişimlerini engellediler. Ardından yazdığına göre Asur Bapinal bunların hepsini meydanda öldürdü ve derilerini bile soydurdu.
Asur Bapinal zamanında Mısır halkı gerçekten de büyük problemler yaşadı öyle ki Asur askerleri keyfine göre yolda milleti öldüren, tecavüz eden, gasp eden tiplere dönüştüler. Bir süre sonra ne kavgı bir krallarda isyan çıkarmak yerine boyun eğdiler ve tabiri caizse uslu bir köpek olacaklarına dair söz vererek Kukla kral olmayı başardılar.
Asur Bapinal bu esnada kardeşi Şama Şumu Ukin’i de Vabil kralı yapmıştı ama kardeşi daha sonra ona karşı savaşarak devleti bölünmeye götürmüştü. İki kardeş arasındaki savaş 4 yıl sürdü ve Asur Bapinal çok büyük kayıplar vermiş olsa da savaşı kazandı.
Asur devleti o esnada Araplarla, Keldanilerle ve Aramilerle mücadele ediyordu. Bu yüzden pek de rahat bir dönem geçiremediler ama en azından Asur Bapinal bütün bunlara karşı mücadele etmeyi ve zafer kazanmayı başardı. Tüm bu olaylar yaşanıyorken arka tarafta gücünü toplamaya çalışan Taharka öldü ve yerine oğlu Thanutamon geçti.
Thanutamon yeni bir isyan çıkardı ve en başında başarılıydı. Örneğin, Nekav’ı işbirliği yaptığı için hain addettiler ve Karkamış’ta yapılan bir savaştan sonra zafer elde edince bu Kukla kralı idam ettiler. Asur, Nekav’ın idam edildiğini öğrendiği zaman misilleme yapmak amacıyla ve bir bakıma tekrardan masaya vurmak için önce menfisi ardından tebi ele geçirdi yani bir bakıma tarih tekerrüre devam etti. Aynı olaylar bir daha yaşandı. Kıyımlar, katliamlar vesaireler ve en sonunda Kushi Hanedanı, Mısır’a bir daha dönmemek üzere veda ettiler. Yani Etiyopya Kralları da o günden sonra unutuldular.
Asur, yeni Kukla Kralı olarak Nekav’ın oğlu olan 1. Psammetikos veya 1. Psamteki tahtı oturttu ve kendi elleriyle yeni bir hanedan kurmuş oldu. Bu hanedan 26. Hanedandır ve 26. Hanedanla beraber 3. Ara Dönem veya son kargaşa bitmiştir.
Yani şu anda geç dönem diye ifade ettiğimiz yeni bir çağa geçiş yaptık ve bu çağa Asur’u ve Babil’i içeriyor zaten konuşacağız. 6. Bölüm Asur Hakimiyeti Asur Bapinal 1. Psamtek’e Asurca Nabuşezibanni adını verdi ve o günden sonra Mısır git gide Asur’a benzemeye başladı. Yani bir tek isim değişikliği değil kültür bile Asurlaştı.
Örneğin çok eşli olmak yaygınlaştı. Tamam zaten firavunlar harem kuruyordu veya 2 tane 3 tane eş alıyorlardı ama Asur İstilası altında te baş rahibi Mentuhemhat bile yani bir din adamı bile 3 tane eş alıyordu.
Tabi bütün bu kültürel asimilasyona ve Asurca isim almış olmasına rağmen 1. Psamtek Asurlu olmaya meraklı değildi. Fakat Asur’a karşı savaşacak bir gücü de yoktu ve zaten savaşçı bir kral da değildi. Bu yüzden politika ile sinsilik ile ve bir takım oyunlarla kendine güç katmaya çalıştı. Bir fırsat kolladı ve bu fırsatta Asur Bapinal ölünce ortaya çıkıyor.
Çünkü hiç şaşırmayacağınız üzere Asur Bapinal da ölünce yeni taht kavgaları başlıyor. E bu esnada kimse Mısır’la uğraşmadığı için 1. Psamtek politika ile ticaret ile bir takım ilişkilerle kendisini gerçek anlamda firavun yapmaya başlıyor.
1. Psamtek uzun saltanatı boyunca Mısır’ın birliğini tekrar sağlamayı başardı ve onun döneminde soylular eski zamanlarda olduğu gibi görkemli mezarlara gömüldüler. Mısır ülkesinde 1. Psamtek’in emriyle büyük tapınaklar inşa edildi ve Mısır’da ilk kez büyük bir donanma oluşturuldu. Bu firavun Yunanlarla da iyi anlaştı ve Yunan topraklarından paralı askerler getirerek kendini aşağı ve yukarı Mısır’ın meşru kralı ilan etti. Eh bunu nasıl yaptı? Çünkü rahattı. Dediğim üzere Asur Krallığı Kimer belasıyla, Med halkıyla, onla bunla epey bir uğraşmak zorunda kalmıştı ve bu beklendiğinden daha büyük zararlar verdi. Ve ardından taht kavgaları da baş göstermeye başlayınca bir bakıma krallık epey bir zayıflamış oldu. Hatta Asur 50 yıl önce kazanmış olduğu o savaşları hiç kazanmamış gibiydi ve bir bakıma Mısır’a iyilik yapmış gibiydi çünkü Mısır 300 yıl boyunca iç savaşla birbirini yemişti.
Asur’lu sağlam bir kral bütün Mısır’a hükmedememişti ve Asur Krallığı bütün Mısır’ı fethedip üstüne bir de bir kukla kral koyup resmen koca ülkeyi 1. Psamtek’e hediye etmiş oldu. Bu arada her videomda genelde şunları takıyorum ama bu sefer unutmuşum. Niye bilmiyorum. Bir sembol haline geldi hani takmak lazım. Bunu fark ettim, bununla uğraştım şimdi. Nerede kaldığımı hatırlamıyorum galiba.
Asur’un Mısır’ı kurtarmasında kalmış olmam lazım. Özetle Asur Mısır’ı kurtardı bir bakıma ama kendini kurtaramadı. Çünkü istilacı kuvvetlerle mücadele edemedi ve M.Ö. 612’de Ninova’nın da yıkılmasıyla beraber tarihe karıştı.
Asur çöktükten iki yıl sonra 1. Psamtek’le hayata veda etti ve ondan sonra tahta sırasıyla 2. Nekav, 2. Psamtek ve Apriyes geçti. 2. Psamtek’le Apriyes’i zaten aktaracağım. Bunlar önemli insanlar. Ama 2. Nekav’la alakalı pek de söyleyecek bir şey yok. Hani görüldüğü kadarıyla zaten çok da başarılı bir adam değil hatta tek bir iş yapmaya çalışıyor ve onu da başaramıyor. O iş şu, Nil Deltasından Kızıldeniz’e büyük bir kanal projesi başlatıyor ama yazdığına göre muhtemelen rakamlar abartı. Ama 120.000 kişi yani 120.000 işçi bu kanalı açacağız derken boğularak ölüyor ve proje iptal oluyor.
Peki Asur nasıl çöktü? Bir de buna bakmak lazım. Asur Bapinal devrinde Asurlular, Mısır’ın Nübiyeli olan mücadelesine benzer bir mücadele veriyorlardı. Bu esnada Babil’liler, Met halkıyla ittifak yaptılar ve Uruk bölgesiyle Asur bölgesini kılıçtan geçirdiler. Bu Asur devleti için büyük bir darbe oldu. Asur Bapinal öldüğü için kimse onun gibi mücadele veremedi ve Asur günden güne güç kaybetti. Asur düşerken Babil yükselmekteydi ve bunu fırsat bilen Kimer halkı Asur’dan koparabildiğini kopardı. O dönemdeki yeni Babil kralı, kutsal metinlerden de tanıdığımız Nebukad Nezardı ve Nebukad Nezar, Doğu Akdeniz’e yaptığı seferler esnasında Aşkalon kentini de ele geçirdi. Bu zaferden sonra Yehuda kralı Yehoiakim, Babil’e bağlılık yemin etti ve Babil hükümdarlığını kabul etti. Nebukad Nezar’ın Kudüs’ü fethetmesi ve o bölgeye de boyun eğdirmesi Kitab-ı Mukaddes’e kadar yansımıştır. Bütün Yahudiler esareti kabul etmediği için kısa süre sonra Peygamber Yeremya döneminde Yehuda kralı Yehoiakim’in oğlu Yehoiakin, Babil’e karşı bir isyan çıkartmıştır ama başarılı olamamıştır. Bu hareketten sonra Babil bütün Yahudiye bölgesini ele geçirmiştir ve Yahudiler köleleştirilmiştir.
Yahudiler Babil esareti altında epey bir eziyet çekmişlerdir ve bunun etkileri 500 yıl sonraki İncil’e kadar yansımıştır. Örneğin İncil’de, Vahiy Kitabı’nda Babil sürekli aşağılanan, sürekli lanet yağdırılan, şeytanla iş birliği yapan ve nefret duyulan bir kent olarak gösterilmiştir.
Bu arada Babil Krallığı da öyle uzun ömürlü olamadı çünkü Nebukadnezar 43 yıl tahtta kaldıktan sonra öldüğünde yerine oğlu geçti fakat oğlu hemen Nebukadnezar’ın kayınbiraderi tarafından düzenlenmiş bir kompleye kurban giderek öldü. Ne var ki bu kayınbirader de 4 yıl içinde başka bir kompleye kurban gitti ve o da öldü. Böyle böyle birkaç tane darbe ve cinayet birbirini takip ediyor ve en sonunda Nabonidus adındaki yeni kral tahta geçiyor. Nabonidus’la beraber Babil’de çöktü. Zira Nabonidus’un annesi Arapların inandığı Ay Tanrısı Sin’in bir rahibesiydi ve mahlası rubbuydu yani Rabbi’ydi ve Nabonidus bir bakıma Araplaşmıştı ve Arap topraklarıyla ilgilenmekteydi. Bu yüzden elindeki bütün güçle Babil’i terkederek Arabistan bölgesine yerleşmeye çalıştı ve bu esnada biraz Babil boşta kaldı. Ek bir ayrıntı vermek gerekiyorsa bu Rabbi veya Rubbu gibi sıfatlar inisiyeler için söylenir ve yüksek makamlardaki rahipler için kullanılır. Fakat aynı zamanda bu krallara veya generallere de verilen bir ünvandır.
Örneğin Tevrat’a baktığınızda yine Tanrı için Rab derler fakat Rab aynı zamanda başka kişiler için de kullanılıyor. Tıpkı bugün İngilizcedeki Lord kavramı gibi Lord hem Lord bir lider hem de Tanrı demek. İşte bu gelenek esasında epey eskiye dayanıyor ve Babil ve özellikle Babil esaretindeki Yahudiler bunu bayağı kökenden almışlar. Hatta bu yüzden bu generallere veya kitap bırakan önceki Yahudi liderlerine Rabbi, Rab veya Peygamber demişler. Ezoterik öğretilerde ve birtakım inisiyet tarikatlarda Rab biri gibi daha ileri seviye mertebeler de var. Hatta bunu Masonlukta, Siyonizmde vesairede görüyoruz ama çok da konuyu saptırmayayım biz Babil’den devam edelim.
Anlattığım üzere Babil kralı Nabonidus, Mısır’a ve çevresine önceki liderler kadar meraklı değildi ve Arap topraklarını işgal ederek oraya yerleşti. Hatta bu da yetmedi adam Babil Tanrıları yerine Arap Tanrılarına tapmayı tercih etti ve böylece Babil esaretindeki birçok Yahudi de Arap topraklarına göç ettirildi. Nabonidus giderken arkasında vekil olarak oğlunu bıraktı ve bu boşluğu fırsat bilerek istilaya başlayan Pers kralı Kiros, Babil’in büyük bir bölümünü ele geçirdi. He daha sonra Nabonidus geri döndü ve intikam almaya çalıştı, işgali önlemeye çalıştı ama başarılı olamadı. Kiros’un bu bölgeyi ele geçirmesiyle beraber Babil İmparatorluğu tarihe karıştı ve Yahudiler esaretten kurtuldular. Hatta Yahudiler bu esaretten kurtulduklarına o kadar çok sevindiler ki sevinçten ağladılar ve bu ağlama ritüeli ağlama duvarı önünde yapılan bir ibadete dönüşerek inanca kadar girdi. Bu ritüel önemli bir sembol haline geldi ve bu bugün bile devam ediyor. Şimdi bütün bunlar yaşanana kadar Mısır topraklarında ne olduğuna bir daha bakmak lazım ve yine işi 1. Psamtek’ten başlatacağım.
1. Psamtek, Asur’un açtığı rahatlık sayesinde bir takım ilişkiler kurmaya başlamıştı ve özellikle Ionia ve Grek topraklarıyla epey bir bağlantı kurmuştu. Hem oraya papürüstler göndermişti hem de ticaret ilişkisiyle epey bir mal alım satımı yapmıştı. Böylece Mısır, Yunan kültürüyle tanışmıştı ve aynı zamanda Yunanlar da metin elde etmeye başlamışlardı.
Hatta Miletos felsefesi bile bu şekilde başlamıştı. Yunanlar elde ettikleri papürüstler sayesinde epey bir kayıt bırakmaya başladılar ve Yunan topraklarında bir aydınlanma dönemi başlamış oldu. Tabii 1. Psamtek’in tek amacı, ya şu Yunanlara bir yardımcı olmak lazım, bir hayırımız dokunsun, arada biz de 3-5 lira para kazanalım demek değildi.
O esasında kredi toplayarak kendisini o topraklarda sevdirerek Yunanlardan paralı asker almaya çalışıyordu. Zira Mısır’da veya Asur’un göze önünde bir ordu toplamak mümkün değil. Ne yapıyorsun sen deyip bir anda gelirler ve adamı indirirler. Ama siz bunu 5 yılda, 10 yılda, 20 yılda gizli gizli yaparsanız ve Akdeniz’in ötesindeki devletlerde birkaç bin kişilik bir orduya sahip olursanız, sürpriz diyerek böyle bir anda isyan çıkarma ve herkesi dumura uğratma şansınız var. Ki öyle de oluyor.
1. Psamtek, Asur zayıflayınca kendi meşrutiyetini veya meşruiyetini ilan ediyor. Bu iki kelime de bunun için kullanılabilir ve ardından Asur, Mısır’la uğraşamayacağı, zaten çökmekte olduğu için Mentuhem Hat adındaki yerel bir yöneticiyi Psamtek’e darbe yapması için görevlendiriyor. Fakat Mentuhem Hat da oturup Psamtek’i deviremeyeceğini anlayınca ne yapıyor? Politik bir mücadeleye girişiyor ve bu yıllar boyunca devam edecek. Yani kanlı bir savaş en azından bir süreliğine yaşanmayacak. 1. Psamtek’in torunu olan 2. Psamtek zamanında ise artık gerçek anlamda bir savaş çıkacak ve 2. Psamtek Nübiyeli rakiplerini paramparça edecek. Hatta yazdığına göre o kadar çok kişiyi öldürecek ki kandan bir denizin üzerinde yürüyecek. Tabii bunlar abartı ama neticede büyük bir kıyım yapıldığı da belli. Hatta 2. Psamtek Yunan ordularıyla birçok tapınağa ve Şabaka gibi, Piyanka gibi birçok kişinin de stellerini ve heykellerini paramparça ettirecek. Yani yine bir Damnatio Memorai muhabbeti devam ediyor. Bu hep böyle gidiyor. Esasında bu yüzden zaten elimizde pek de bir kaynak yok.
Her gelen bir öncekini mahvettiği için, her gelen bir bakıma kitap yaktırdığı için tabiri caizse bize belgeler bölük pörçük ulaşmışlar. Bu yüzden hani hep çelişkili veya problemli ifadeler görüyoruz ve her kitap bazı şeyleri değiştirerek anlatıyor. Biraz da yorumluyor. Fakat 2. Psamtek’ten sonraki kronolojik kaynaklar gayet sağlamlar. Hatta abartı değil, günü gününe her şeyi biliyoruz. Zira 4-5 tane imparatorluk o coğrafyada cirit atıyor ve hepsi bir şeyler kaydediyorlar. Ayrıca Mısır’da sağlam bir şekilde bütün olayları kayda geçiriyor. Örneğin 2. Psamtek tam tamına 9 Şubat 589’da ölüyor. Ve ondan sonraki krallarla alakalı da bütün bilgiler bu kadar ayrıntılı ve sağlam. 2. Psamtek’ten sonra tahta oğlu geçti. Biz bu kişiyi Vahybra veya Apries adıyla tanıyoruz. Epey meşhurdur ve o da babası dedesi ne yaptıysa aynı şeyi yapmaya çalışmıştır. Yunan topraklarıyla ilişki kurmuş, oradan paralı asker getirmiş ve bir bakıma kendi ülkesine yabancı askerlerle hükmetmiştir. Tabii bu öncekiler kadar başarılı olamayacak çünkü Mısır halkı 40 yıldır Yunan asker görmekten bıkmış olacak ve asiler toplanacaklar ve bir generali başa geçirmeye çalışacaklar. Biz bu generali 2. Ahmose veya Yunancasıyla Amasis adıyla tanıyoruz. Ve Amasis aldığı desteğe güvendiği için darbe yapmak amacıyla kente yürümeye başlıyor.
Vahybra Amasisi engelleyemeyeceğini anlayınca canını kurtarmak için Vabil’e sığınıyor ve birkaç yıl sonra Vabil desteğiyle geri dönüp Mısır’ı fethetmeye çalışıyor. Lakin başarılı olamıyor ve esir düştükten sonra idam ediliyor. Bu arada Vahybra her ne kadar tahtı kaybetmiş olsa da popüler biridir ve onunla alakalı kaynaklar hem Yunan topraklarında hem de Yahudi kaynaklarında bulunabilir. Örneğin Tevrat Vahybra’yı Hofra adıyla aktarıyor. Devam edersek Mısır halkı Vahybra’yı Yunanlarla fazla yakınlık kurduğu için devirmişti ve Amasis’i Yunan baskısına son vermesi için başa geçirmişti. Ama Amasis kendisi de Yunan politikasını devam ettirmişti. Örneğin Kirene ile bir dostluk anlaşması yapmıştı ve politik bir evliliğe imza atmıştı.
Bununla da yetinmeyerek Batı Deltadaki önemli bir ticaret kenti olan Nevkratis’i vergi vermeleri şartıyla Yunanlara bırakmıştı. Nevkratis limanı 1. Psam Tekten beri Miletos bölgesinden gelen tüccarlara ev sahipliği yapıyordu ve çok geçmeden bu yere Mısır topraklarındaki ilk polis kuruldu. Yani burası Mısır’dan ziyade Greklere özgü bir kente dönüştü. Öyle ki Nevkratis’te Afrodit, Hera ve Apollon gibi birçok Yunan tanrısına tapınaklar inşa edildi. Ayrıca Nevkratis, Girit, Kıbrıs ve Ionia gibi çeşitli bölgelerden gelen yatırımcılarla beraber Fuhuş’un da başkenti haline geldi. Öyle ki eğer Geneleve arıyorsanız Nevkratis’e gidiyordunuz.
Enteresan bir şekilde bu bile Amasis’in itibarına itibar katan bir şeydi çünkü Yunan topraklarında yeterince rahat davranamayan o politik acılar bir bahaneyle Nevkratis’e gelip orada keyiflerine bakıyorlardı. Yani esasında Nevkratis, Roma’daki Batiyatus evi gibi bir şeydi.
Yunan düşmanlığıyla başa geçen Amasis bir bakıma tahta geçince en sağlam Yunan dostu oldu hatta zaten bu Firavun’un lakabı Yunan dostu Firavun’dur. Zira kendisi Yunan topraklarıyla kurduğu ilişkiler bir yana epey de bağışta bulunmuştur.
Örneğin Delphi tapınağı gibi yıkık harabeye dönmüş bazı tapınakları kendi cebinden ödeyerek restore ettirmiştir ve Lindos ve Samos gibi bazı adalara yüklü miktarda kurbanlar göndererek jest yapmıştır. Amasist döneminde Mısır Yunan kültürü ve Yunan mitolojisiyle bir bakıma tanışmış oldu.
Örneğin yasak oyucu Solon gibi, Pisagor gibi veya Thales gibi bizim son derece yakından bildiğimiz ve felsefe tarihinde de epey meşhur olan karakterler o dönemlerde Mısır’a ziyaretlerde bulundular ve görüldüğü kadarıyla Nevkratis’e de bir uğradılar. Zaten bu yüzden bu saydığım isimlerle alakalı genelde kaynaklar şöyle der. Mısır’a gitti ve şu ilmi öğrendi. Esasında biz bu kişiyi şu felsefe ile tanıyoruz halbuki o onu Mısırlı rahiplerden devraldı vesaire. Evet gerçekten de Mısır’ın Yunan felsefesine etkisi büyük. Bu doğrudur fakat buraya girersem iş uzayacağı için çok da konuşmaya gerek görmüyorum. Zaten daha sonra bir felsefe tarihi serisine başlayacağım. Orada bütün filozofları tek tek göstereceğim ve onları anlatıyorken de illaki Mısır’a tekrardan değineceğiz. Neyse ama siz Yunan topraklarında epey sevildi. Bu doğru fakat en başta Mısır topraklarında baya bir hor görüldü. Hani kurduğu ilişkiler bir kenara bir de sonuçta soylu olmayan bir adam. Eric Horn’un onun ikinci Psamtek soyundan geldiğini söylüyor. Yeğeni olduğunu falan söylüyor ama bununla alakalı başka bir kaynak yok. Diyelim ki öyle neticede bu adam darbe ile başa geçtiği için meşru hükümdar görülmüyor.
Bu yüzden de kendisini kabul ettirmek adına şöyle bir taktik uyguluyor. Kendisini altından bir leğen yaptırıyor ve her gün bu leğende ayaklarını yıkıyor veya sarhoş olduğunda bu leğene kusuyor. Affedersiniz ama bir tuvaletini yapmadığı kalıyor ve en sonunda bu leğeni erittirerek bir puta çeviriyor. Daha doğrusu bir Amon heykeli yaptırıyor.
Sonra bu heykeli tapınağın önüne koydurarak insanların ona tapmasını sağlıyor. Zaten Amon herkesin bildiği bir tanrı ve millet tapınağın önünden geçerken bu tanrıya dua ediyor, diz çöküyor vesaire vesaire. En son ama siz şöyle bir örnek veriyor. Bakın siz bugün buna tapıyorsunuz ama bu birkaç gün önce benim ayağımın altındaydı. Ben buna kustum tükürdüm ayaklarımı yıkadım pisliğimi yaptım. Fakat sırf şekil değiştirdiği için siz bugün buna kutsallık affediyorsunuz. E ben de öyleyim zamanında değersizdim ama bir şekilde kendimi yeniden yarattım ve tahta geçmeyi başardım. Yani ben de basit bir leğenken tanrıya dönüştüm.
Öyleyse bana da tıpkı buna yaptığınız gibi saygı göstermeniz gerekiyor. Öbür türlü ne imanınızda ne de düşüncelerinizde samimi değilsiniz ve ikiyüzlü davranıyorsunuz. Bu heykel tanrıyı sembolize ettiği için ona tapıyorsanız ben de kraliyet makamını sembolize ettiğim için bana da itaat etmek zorundasınız.
Yani bence mantıklı. Esasında ama sizin bir filozof olduğunu bile söylemek mümkün. Çünkü örneğin o sabahtan akşama sürekli devlet işleriyle uğraşan biri değildi.
Öyle vaktine kadar yapılması gerekenleri yapıyordu. Ondan sonra içki, eğlence, kadınlar vs. böyle takılıyordu ve bu yüzden de epey bir tepki çekmişti ve onun da yardımcıları ve generalleri ona şöyle bir tavsiyede bulunmuşlardı.
Efendimiz yani siz şimdi diğer kralların yaptığı gibi bütün gün devletle uğraşmıyorsunuz ve bu da halkı kızdırıyor. Çünkü halk sabahtan akşama sadece devlet işlerini ve ülkeyi düşünen birisini görmek istiyor. Hem bir krala da böyle eğlence, oh keyif falan yakışmaz yani. Biraz daha eğlenceyi azaltsanız iyi olmaz mı? Tabi bunu böyle güzel bir dille söylüyorlar. Sonuçta kral en ufak bir hatada kelle gider.
Ama siz buna gayet akıllıca bir cevap veriyor. Şunu söylüyor. Siz ok atmak istediğinizde yayı girmek zorundasınız. Fakat oku attıktan sonra da yayı bırakmanız yani gevşetmeniz lazım.
Bir de gergin kalan bir yay hem ok atamaz hem de bir yerden sonra kopar. İşte insanlar da böyle. Sabahtan akşama sürekli çalışırsanız ve hiç eğlenmeye keyfe yaşamaya zaman ayırmazsanız bir süre sonra koparsınız ve ya kafayı yersiniz ya da bir süre sonra devlet işlerinden bıkacağınız için doğru düzgün mukayese yapamaz ve muhakeme ederek düzgün kararlar veremezsiniz.
O yüzden ben bu gerçeği bildiğim için ayarına göre takılıyor ve sonuçta işimi gücümü de gerektiği kadar yapıyor. Size de bunu tavsiye ederim.
Şimdi tek sorum bu. Bu 很 Macedon recursos
Böyle bilgin takılan bir adammış. Bence tatlı bir adammış. İşte tam da Amasist devrinde az önce anlattığım olaylar yaşanmıştı. Hangi olaylar? Babil Krallığı Nabonidus yüzünden çökmeye başlamıştı. Zira Nabonidus Arap topraklarına gitmişti ve Pers Kralı Kiros bütün bölgeyi hükmetmeye başlamıştı. Peki Pers İmparatorluğu nereden geldi? Nasıl ortaya çıktı falan diye sorarsak? Esasında Persler 50 yıl önce Babil’le birleşip asuru yıkan Med halkının bir devamı var. Fakat Med halkı gerçek anlamda imparatorluk olmayı başarmış bir halk değil. Bu halk Yunanların Perses Dağları diye ifade ettiği dağlık bölgede yaşayan, genellikle bir anda böyle giren, yağma yapan, ganimet toplayan ve sonra dağlara geri dönen bir halk. Yani esasında dağlı veya göçebe. Fakat Persler 50 yıl sonra bu Med halkından imparatorluk çıkarmayı başaran isyancı bir grup. Yani esasında Persler Med halkının dağınık olmayan, birleşmiş ve artık saldırdığı yerleri fethetmeyi kafasına koymuş bir versiyonu. Yarım yüzyıl önce Babil içinden çıktığı asur imparatorluğuna Med halkıyla birleşerek ihanet etmişti.
Şimdi ise Med halkından çıkan Pers grubu Babil’e ihanet ediyor. Yani esasında tarih yine farklı sahalarda olsa bile tekerrür etmeye devam ediyor. Ve iş dönüyor, dolaşıyor yine her zamanki gibi Mısır’a geliyor. Zira milattan önce 546’da Pers orduları Likya ve Luka gibi birçok bölgeyi ele geçirince Mısır sıradaki hedef olduğunu anlıyor. Ve Atina’yla Sparta’yla bir ittifak kurmaya çalışıyor. Hani bu adamlar beni ezerse sizi de ezerler. O yüzden dikkatli olmak lazım diyor ama pek de dinleyen yok. Ama siz her ne kadar 3-5 asker grubuyla Pers ordularını engellemeye çalışmışsa da Persler her tarafı eziyorlar geçiyorlar. Ve kısa süre sonra tahmin edildiği gibi Atina’ya, Sparta’ya ve daha ilerisine göz dikiyorlar. Ama bunlar bir sonraki videoda konuşacağımız şeyler. O yüzden şimdi o kadar da ayrıntı vermeyeceğim. Bu anlaşılması zor gücü aslında yaklaşık 1500 yıl sonra ortaya çıkacak olan Moğol istilasına benzetebiliriz. Moğollarda dağınık klanlar halinde yaşıyorlardı ve hiçbir tehdit oluşturmuyorlardı.
Fakat Cengiz Han önderliğinde 10 yıl içinde birleştiler ve bütün dünyayı titrettiler. İşte Persler de aynı şekilde Babel’i işgal ettikten sonra Fenike bölgesine bulaştılar ve Mısır’ı hedef aldılar. Fakat Persler Mısır’a hemen giremediler. Çünkü ele geçirdikleri bölgeleri kontrol altına almaları gerekiyordu ve güç toplamaları gerekiyordu.
Bu hazırlık süreci, Pers kralı Kiros’un oğlu olan Kambises başa geçtiğinde sona erdi. Kambises veya Kambis Nil vadisine doğru sefere başladı ve şansına tam da o yıl yani milattan önce 526’da Mısır kralı Amasis hastalıktan öldü. Mısır savaş harefesinde lidersız kalmıştı. Bu yüzden devlet panikledi ve aceleyle Amasis’in oğlu 3. Psamtek’i tahta geçirdiler.
Ne var ki 3. Psamtek savaşa hazır değildi ve fena bir şekilde yenildi. Ardından Pers orduları tarafından idam edildi. Mısır kısa bir kuşatmanın ardından menfisi de kaybetti ve Persler Mısır tahtına geçtiler. 3. Psamtek’in ölmesiyle 26. Hanedan sona erdi ve bundan sonraki hanedanlar Persler tarafından kuruldular. Kambises kısa süre içerisinde bütün Mısır’ı işgal etti ve Libyalılar, Kireneliler ve Barkalılar yeni efendilerine hiç direnmeden boyun eğdiler. Persler tarihte tüm yakın doğuyu tek bir elde birleştiren ilk imparatorluk oldular ve hatta tarihteki ilk dünya imparatorluğu oldular.
Peki Mısır nasıl oldu da bir anda Pers ordularına karşı kaybetti diye sorarsak. Tamam hani Firavun ölmüş, taht boşta kalmış, tecrübesiz bir adamı başa geçirmişler. Bunlar büyük etkenler ama bir de hainler var. Biliyorsunuz son 100 yıldır Mısır Yunan topraklarından paralı asker getiriyor. E bu adamlar paralı asker, milli bağları yok, paraya bakıyorlar. Öte yandan Pers orduları Likya, Luka, Şura, Bura her yeri fethetmişler ve sıra Mısır’a gelmiş. Şunu diyorlar, ya bunlar kesin kazanacak biz de boşu boşuna ölmüş olacağız. En iyisi kazanan tarafta olmak, öyleyse karşı tarafa geçelim.
Ki böyle oluyor. Örneğin Halikarnasoslu yani Bodrumlu Thanes gibi bazı rütbeli askerler Perslere epey bir istihbarat sızdırıyorlar ve Mısır’ın bütün zayıf bölgelerini bütün açıklarını anlatıyorlar. Pers orduları da bunları değerlendiriyor ve kırıyor geçiyor. Ama tabi her ne kadar bu askerler kazanan tarafta olsalar da esasında epey bir şey kaybediyorlar.
Örneğin Thanes’in Mısır’da üç tane oğlu vardı ve Mısır orduları kaynaklarda yazdığı üzere Thanes’in çocuklarını savaş meydanında adamın gözü önünde idam ettiler. Hatta kafalarını kesip şarap fıçılarına attılar ve kanla karışan şarabı gözlerine baka baka içtiler.
Yani sorarsak evet, kazanan tarafta olmuş ama üç tane evladının ölmesine değer miymiş onu bilemeyeceğim. Bu arada bir not düşeyim. İlk videomdan biri adını andığım Herodot adında bir tarihçi var. Bu tarihçi bu olaylardan 100 yıl sonra yaşamıştır ve Mısır’ı ziyaret etmiştir ve yazdığına göre 100 yıl sonra bile bu çöl bölgesinde yapılan savaştan kalma kemikler hala arazideymiş.
Dünya imparatorluğu kuran Persler bile Mısır’a özendiler çünkü Mısır kültürü 500 yıldır elden ele geçtiği halde tamamen yok olmamıştı ve hala büyüleyiciydi. Bu yüzden Pers hükümdaları Mısır’da Firavunların tören kıyafetlerini giydiler ve Firavun ünvanları kullandılar. Erneğin Cambyses Mısır’ı fethettiğinde Mesutira yani Ra’nın oğlu adını aldı. Ama buna rağmen Persler Libya’lı ve Etiyopya’lı hükümdarlardan bile daha az kabul gördüler. Hatta halk arasında Pers sözcüğü hakaret anlamında kullanılmaya başlandı. Bu arada Persler kadınlara Mısır halkı kadar kıymet vermiyorlardı ve bu yüzden yeni krallığın kuruluşundan beri devam eden ve tebde epey bir güç sahibi olan Amon’un Tanrıça eşi diye bildiğimiz makamı da kaldırdılar. Ve her ne kadar Mısır’a özenseler ve Mesutira gibi isimler alsalar da Mısır tanrılarını reddettiler. Mısır halkı Pers istilası altında gerçekten de büyük eziyetler çekti ve bu yüzden halkın çoğunluğu Persler’den nefret etti ve her fırsatta isyana kalkıştı.
Ama diğer bir kesimse işine baktı, bundan fayda etmeye çalıştı ve Persler’le iş birliği yapan o ufak bölüm epey bir zenginleştiler. Perslerin suyuna gitmeyen diğer kalabalık bölümse fakirlik fukaralık içinde süründüler. 7. BÖLÜM PERS HAKİMYETİ VE SON HANEDANLAR
Öncelikle Persler aramice yazarlar ve okuldan da hatırlayacağınız üzere onların genel adı Ahomeniş İmparatorluğudur. Persler bugünkü İran’ın geçmiş halidir ve Yunanlar onlara Ahameni’yles derler. Yani esasında Ahomeniş’le hemen hemen aynı.
Persler Med halkından gelmedir. Med halkı dağlarda yaşayan ve genellikle vahşi bir kavimdi ve bir yere saldırıp ganimet toplayıp geri dönerdi yani bir imparatorluk hayali yoktu. Ama Persler diye ifade ettiğimiz Perses dağlarında yaşayan grup bir yerde Med halkına da isyan etti ve imparatorluk haline geldi.
Fakat bunların ataları olan Medler 60-70 yıl önce Babil İmparatorluğu ile bir anlaşma yapmış ve Asur İmparatorluğunu tarihe gömmüşlerdi. Zaten az önce anlatmıştım. Ve Asur çökünce Babil tek imparatorluk olunca bir süre sonra Persler ortaya çıkınca Babil’de Persler tarafından yok edilmişti ve Pers İmparatorluğu Mısır’a girmişti.
Yani Asur’dan Babil’e, Babil’den Perse, Pers’ten de Mısır’a bir yönetim devri yaşanmıştı ki tarih kitapları bunu Translatio İmperii tabiriyle özetlerler. Persler Dünya İmparatorluğu kurma hayali güttükleri için öyle bir yeri fethedip de orada kalma niyetinde değillerdi.
Onlar bir yere saldırıp ele geçirip diğer maçlara bakma kafasındalardı ve bu yüzden epey geniş bir coğrafya yayılmışlardı ve haliyle bir ana merkez, bir başkent, bir ana vatan olması gerektiğinden dolayı bir Pers Kralı bütün coğrafyaya hükmedemiyordu. Ama Kral gene Tanrı Kralı yani Firavunlarda olduğu gibi.
Lakin gerçekte Tanrı gibi her şeyi görme şansı olmadığından dolayı genelde Persler fethettikleri bölgelerde bizim Satrap adını verdiğimiz ama Pers çesiyle Şpatra Parvan diye ifade edilen bir yönetim mekanizması kullanmışlardı. Bu nedir? İmparator bir valiyi, bir generali yani yakın bir adamını gider fethettiği bölgeye koyar bu adam orada Pers hükümdarı adına bir bakıma haraç keser, vergi toplar, orayı yönetir ve Pers İmparatorluğuna güç katar.
Örneğin Pers Kralı Kambis, Yunancasıyla Kambises, Mısır’ı fethettiğinde ilk iş işine yarayabilecek Mısırlı bir danışman seçmişti. Bu danışman 3. Psamtek zamanında donanma kaptanı olarak görev yapmıştı ve aynı zamanda hem rahip hem de baş hekimdi. Biz bu kişiyi Udyahoresenet diye tanıyoruz. Udyahoresenet’in yardımlarıyla Persler Mısır’a daha da hakim oldular.
Ve bu Mısırlı rahibin yardımlarını unutmamak, ona hakkını vermek amacıyla kayda geçirdiler. Örneğin Roma İmparatoru Hadrianus’un döneminde Romaya getirilen ve bugün Vatikan Müzesi’nde bulunan Bazalt Stel’de Udyahoresenet bir Pers dostu gibi gösteriliyor. Bu işgal altındaki bir imparatorlukta bulunması epey zor bir nimettir. Udyahoresenet’in aktardığı şeylere baktığımızda genellikle Mısır’ın Pers satraplığı esnasında gayet refah olduğunu görüyoruz. Pers İmparatorları Mısır’a gayet iyi davranıyorlar, halk fakirlik çekmiyor ve Pers İmparatoru Cambys 3000 yıldır tapınılan ve kutsal sayılan Apis Boğası’nı kutsuyor. Ona adak sunuyor ve bütün tapınaklara da bağış yapmaya çalışıyor. Ama tam tersine baktığımızda, örneğin Yunan kaynaklarını okuduğumuzda mesela Herodot, o Cambys’in Apis Boğası’nı öldürdüğünü söylüyor. Bu da yetmiyor. Önceki kral olan Amasys’in mumyasını mezarından çıkardığını, kırbaçladığını ve sonra yaktırdığını aktarıyor. Yani Cambys esasında bayağı kötü bir adammış ve Pers İmparatorluğu esnasında Mısır fakirlikten kırılıyormuş. Halkın çekmediği eziyet kalmamış.
Bunların hangisi doğru bilmiyoruz. Böyle çok fazla rivayet var. Mısır’ı genellikle o dönemde kötüleyen yani Persleri aşağılayan kaynaklar Yunan tarafından geliyor. Niye böyle olduğunu birazdan konuşacağız. Ama Persleri iyileyen, onları öven kaynaklar da Pers kaynakları. Yani esasında zaten objektif değil. Dolayısıyla bazı kötü olayların üstünün örtülmesi veya bir olduysa 10 aktarılması mümkün.
Bu konuda net konuşmak doğru olmayacağı için ben her türlü aktarıma ve rivayete yer veriyorum. Siz hangisini makul görüyorsanız onu alın çünkü gerçekten de kaynaklar biraz şaibeli. Örneğin Cambys’in direkt deccal olduğunu, şeytan olduğunu, en kötü insan olduğunu söyleyen kaynaklar var. Ama Cambys topu topu Mısır’a 3 yıl hükmetti. Adam tahtı ele geçirdi ve 522’de öldü.
Yani ne kadar bir şey yapmış olabilir. Yani makul bir hükümdar zaten bir yeri fethettiğinde orayla iyi anlaşmaya çalışır. Çünkü düşmanlık isyanları doğurur ve isyanlar büyümeyi engeller. Siz bir Pers İmparatorluğu, bir Dünya İmparatorluğu peşindeyseniz oturup da fethettiğiniz bölgede eziyet, katliam, kıyım yapacak haliniz yok. Ama öyleymiş gibi aktarılıyor belki de öyledir. Bazı kaynaklara baktığımızda Cambys’in hiçbir Pers Kralının yapmayacağı şekilde iki kız kardeşiyle de evlendiğini, ayrıca yolda milleti keyfine göre okulayarak öldürdüğünü, bütün muhalif askerleri ve bütün muhalefeti bastırdığını, insanları kaza oturttuğunu falan yazıyorlar. Bu da yetmiyor. Cambys rüyasında erkek kardeşinin ona isyan çıkaracağını ve tahta oturacağını gördüğü için kardeşini de sırf bir rüya yüzünden öldürüyor. Ve daha sonra evlenmiş olduğu kız kardeşlerinden biri kardeşinin ölmesine üzüldüğü için ona laf soktuğunda hem karısı hem de kız kardeşi olan bu kişiyi de öldürdüğü söyleniyor. Cambys’den sonra başa geçen kişi Görece daha çok sevilen birinci Darius’tu. Darius’un babası Histaspes, Persiya veya Perjia valisiydi yani bir satraptı ve Cambys öldükten sonra oluşan iktidar boşluğunu iyi kullanmayı ve oğlunu tahta geçirmeyi başarmıştı. Cambys Mısır’da kalmıştı yani orada ikamet etmişti ve bu yüzden Mısır halkıyla epey bir münasebite olmuştu. Ama Darius, Mısır’a hayatı boyunca sadece bir kere geldi, kısa bir ziyaretle bulundu ve daha sonra bir daha uğramadı. Ve ondan sonraki krallarda Mısır’a pek karışmadılar. Bir satrap bırakıp diğer yerlere baktılar.
Darius Mısır inancına daha saygılıydı. Bu yüzden Sakkara’daki serapeumu ve Apis boğalarının gömüldüğü yeri genişletti. Ayrıca önemli bir kervanyolu üzerindeki Elkar Gavahası’na Amon için Hibis Tapınağı yaptırttı. Darius bu kadarla kalmayarak Mısır yasalarını derletti ve Aramiyce’ye çevirttirerek kitap haline getirtti.
Fakat Mısır’da çok sayıda Pers memuru olmadığı için Aramiyce pek de yaygın bir dil olamadı. Darius bir tek bunlarla kalmayarak Ne Kav’dan Kalma yarım kalmış o kanal projesini de bitirmeye çalıştı. Yani Mısır’a yatırım yaptı, emek verdi. Bu arada Darius eski Farsça’da Dareus, modern Farsça’da Darius, İbranice kaynaklarda Daryabes ve Yunan kaynaklarında da Dareos diye bilinmektedir. Roma kaynakları ise onu Daryus diye nakletmişlerdir ve biz de bugün bu versiyonu kullanıyoruz. Daryus yaşamış en büyük Pers kralıydı ve en meşhuruydu. Hatta bu yüzden bugün birçok bilgisayar oyununda Daryus adında Pers kıyafeti giymiş karakterler var. Lakin Daryus’un başarısız olduğu yerler de var tabii ki. Örneğin Maraton Savaşı. Maraton Savaşı M.Ö. 490’da Ağustos ayında Daryus’un son kalan Yunan topraklarını da ele geçirmek istemesiyle yaşandı. Fakat savaşı Yunan tarafı kazandı. Ve bu savaşın bizim için apayrı bir yeri var çünkü herkes Pers ordusu kazanacak diye inanmıştı. Ve Yunan halkı da böyle düşünmüştü çünkü Persler her yeri bir bir fethettiler ve sıra Atina’ya geldi. Bu adamlar bizim erkeklerimizi öldürecekler, kadınlarımıza tecavüz edecekler, yerimiz yurdumuz paramparça olacak, yakılacak, yıkılacak. Bu kargaş ortamında savaş devam ederken ilginç bir şekilde Yunan tarafı kazandığı zaman bir ulak halkı telkin etmek için ve galayana gelmesinler diye erkenden müdahale etmek için zaferi duyurmak amacıyla şehre doğru koşmaya başlamıştı.
Bu ulağın adı Fedip Pides’ti ve anlatıldığına göre 40 kilometrelik mesafeyi hiç durmadan koşarak aşmıştı. Şehre ulaşıp zaferi haber verdiğinde de yorgunluktan düşüp bayılmıştı. İşte bu olay bugün bile halen sembolik olarak her yıl tekrarlanıyor.
İnsanlar her yıl maraton koşusu adı altında 40 kilometrelik bir mesafeyi hiç durmadan koşmaya ve bir ritüel gibi 2500 yıl önce yaşanmış olan bu olayı canlandırmaya çalışıyorlar. Biz bunu bugün eğlence için yapıyoruz. Olimpiyat oyunlarına gönderme yapıyoruz ama esasında bu koşunun anlamı son derece ciddi bir savaştan geliyor. Persler maratonda kaybettikten sonra bu birçok insanın gözünü açtı çünkü bugüne kadar hiç kaybetmeyen ve her yeri paramparça eden Pers ordusu eğer bir yerde kaybedebildiyse demek ki yenilmez değil. Öyleyse bir daha kaybedebilir ve madem böyle o zaman satraplık olmaya gerek yok.
İşte bu kafayla birçok bölgede isyanlar çıktı ve örneğin aşağı mısır ilk isyanını gösterdi. Tabi bu son isyan değildi ve Darius bu kadar isyanla mücadele edemeyeceği için son çare olarak tahtı devretmeye karar verdi.
Fakat tahtı kime vereceği de bir problem çünkü Darius’un yedi oğlu vardı ve bunların ilk dördü o kral olmadan önce doğmuşlardı. Son üçü ise kral olduktan sonra meydana gelmişti.
İlk dördündeki en büyük olan kişi Artaba Zenos son üçündeki en büyük olan kişi ise Ksarxes’ti ve bu ikisi taht için mücadeleye başladı. Bu arada Ksarxes, Pes dilinde Hışayarşah, Yunancadaysa Serhas şeklinde telaffuz ediliyor ve Kahramanlar Kralı anlamına geliyor.
Bu isim çoğunuza tanıdık gelmiş olabilir çünkü Ksarxes 300 Spartalı filminde gördüğünüz Tanrı Kral diye gösterilen Pers Kralıdır.
Tabi 300 Spartalı filminde gördüğünüz her şey gerçek değil ama bir gerçeklik payı da var. Ksarxes, Darius’un Marathon Savaşında aldığı yenilgiyi telafi etmek amacıyla bütün ordusunu toplayarak bütün Yunanistan’ı fethetmek amacıyla yeni bir sefer başlattı ve Herodot’un aktardığına göre bu seferde Ksarxes’in orduları toplamda 5.283.000 kişiden oluşuyordu.
Tabi bu abartılı bir sayı. O dönemde 5.000.000 asker beslemek mümkün değil ama böyle bir izlenim bırakmış olacak ki millet ardı arkası görülmeyen bir orduyla karşılaşınca milyonlarca kişi gelmiş diyecek. Ksarxes seferden önce Atina ve Sparta hariç bütün Ionia ve Yunan topraklarına elçiler gönderdi. Beklendiği gibi bütün polisler Ksarxes’e boyun eğdiler. Hiç biri onunla savaşmaya cesaret edemedi.
Peki neden Atina ve Sparta’ya elçi yollanmadı? Belki onlar da boyun eğerdi diye sorarsanız sebebi şuydu. Yıllar önce 1.Darius’ta tıpkı Ksarxes gibi Atina ve Sparta’ya elçi gönderdiğinde Atina ve Sparta bu elçileri öldürmüştü. Spartalılar gelen elçileri Sparta çukuru adını verdiğimiz son derece derin bir çukura atmışlardı. Atinalılarsa kılıçtan geçirmişlerdi. Yani Sparta ve Atina Perslere daha en başından meydan okumuştu. Dolayısıyla onlarla anlaşmaya gerek yoktu.
İşte 300 Spartalı savaşı da bu savaştaki ufak bir muharebeden ibaretti. Ek bir bilgi vermek gerekirse Ksarxes’in ordusundaki seçkin askerlere Ölümsüzler adı verilmiştir.
Çünkü bunlar kılıç, kalkan, balta, ok ve hançer gibi her türlü savaş aletini kullanmak ve hepsinde ustalaşmak için yıllarca eğitim alıyorlardı. Ve tabiri caizse gerçekten de kolay kolay ölmüyorlardı. Bilindiği kadarıyla 10.000 tane Ölümsüz vardı ve bu yüzden onlara 10.000’ler diyenler de oldu ve bu askerler enteresan bir şekilde zırh giymiyorlardı. Fakat filmde öyle göstermemişler. Neyse Ksarxes bütün bu orduya rağmen bilindiği üzere savaşı kaybediyor. Ayrıntıya girmeyeceğim ama özetle Ksarxes iki tane ana etken yüzünden savaşı kaybetti ve bunlar Atina ve Sparta değildi.
Birincisi doğa şartları. Ksarxes yüzlerce gemiden oluşan bir donanmayla Yunan sınırlarına kadar geldi ama lodos, dalgalar, fırtına ve birtakım tufanlar bu gemilerin hemen hepsini batırdı yani ordu zaten daha savaşamadan kaybetti. İkincisi karadan giden askerler de binlerce kişi yemek yiyecekler tuvalet yapacaklar konaklayacaklar bu büyük bir zenginlik gerektiriyor ve o kadar kişi bir arada kalınca illaki birçok hastalık meydana geliyor.
Hem bu kişiler aç kaldı bir süre sonra ayakta kalamadılar hem de hastalandılar yani yine doğal şartlar yüzünden öldüler. Anlaşılacağı üzere Ksarxes bütün dünyayı alabilecek bir güce sahip olmasına rağmen iki tane Yunan şehrini alamadı ve Ksarxes bu yüz karasıyla geri döndüğünde bir suikaste kurban gitti. Yani adam koskoca orduyu heba etmiş kimse buna göz yumacak değil.
Pers İmparatorluğu Ksarxes’ten sonra günden güne güç kaybetti ve önceki ihtişamını yitirdi. Fakat tam tersi şekilde Atina ve Sparta gibi bölgeler bir özgüven patlaması yaşayarak günden güne yükseldiler. Zira bu aynı zamanda bir bakıma demokrasinin teokrasiyi yenmesiydi veya batının doğuya galip gelmesiydi. Medeni insanların vahşileri ezmesiydi. İşte böylece en başında konuştuğumuz o taraflı rivayetleri de anlamış oluyoruz. Zira bunları Yunan halkı yazdı ve Yunan halkı Perslerden nefret ediyordu. Şeytan gibi görüyordu ve bu yüzden de Persleri böyle aktarmışlardı. Hatta felsefe tarihi okurken de buna benzer bir aşağılama ile karşı karşıya kalıyoruz. Örneğin barbar kelimesi nereden geliyor diye sorduğunuzda bunu şöyle cevaplıyorlar.
Yunan topraklarına geldikleri zaman Yunan halkı Persleri anlamamış ve Perslerin konuştuğu dil onlara barbar, barbar, barbar gibi gelmiş. Yani boş konuşma gibi. Bu yüzden de Pers halkına barbar demişler.
Aslında bu bile bir aşağılama, bir alay etme, bir küçümseme. Çünkü Persler henüz insan olmayı başarmamış, öyle saldırgan, ilkel tipler. Yunanlar ve Batı aydınlanmayı, ahlakı, gelişmişliği, medeniyeti sembolize eder. Doğu ve Persler ise geri kalmışlık, cahillik, cühelalık vs. vs. Yani şu Doğu-Batı ayrımı bile 2500 yıl öncesinden geliyor ve hala devam ediyor. Neyse işte Kıserkses, M.Ö. 465’te bir suikaste kurban gidince tahta sırasıyla 1. Arta Kıserkses ve Ahemenes geçti fakat bu krallar pek de önemli adamlar değildi. Gerçi bu onların suçu değil, Kıserkses’ten sonra her yerde bir isyan çıktığı için bu adamların hayatı isyan bastırmakla geçti. Ve bu isyanlardan birisi nispeten başarılı. Çünkü Sayis Prensi 1. Amirtyaos, halk kahramanı İnaros’ta birleşiyor ve hem aşağı Mısır’ı hem de Menfis’i ele geçiriyor ve biraz uzun bir süreliğine ama bir yerden sonra artık Pers orduları şehirleri geri alıp İnaros’u yakalayıp idam ediyorlar.
Her ne kadar sonu kötü bitmiş olsa da İnaros, bir Mısır kahramanı olarak kayda geçti ve destanlarda anlatıldı. İnaros’un idam edilmesiyle ve M.Ö. 449 yılında imzalanmış olan Kallias Antlaşması ile isyanlar sona erdi. Fakat bu aslında sadece fırtına öncesi sessizlikten ibaretti. Bu arada tarihin babası Herodot tam da bu sessizlik esnasında Mısır’ı ziyaret etmişti.
2. Darius tahta geçtikten hemen sonraysa Mısır’da yine birçok isyan çıktı. 2. Arthaserhas’ın satraplığı esnasındaysa Persler Mısır üzerindeki kontrollerini neredeyse tamamen kaybettiler. Peki bu nasıl yaşandı? Şöyle. Muhtemelen yıllar önce İnaros’a beraber isyan etmiş olan 1. Amyr Theos’un bir akrabası olan 2. Amyr Theos, 2. Darius öldükten sonra hemen bir darbe girişiminde bulundu, halkın da desteğini aldı ve 28. Hanedanı kurarak kendisini Firavun ilan etti.
Pers ordusu bütün halkın desteğiyle ülkeden kovuldu, birtakım muharebeler yaşandı ve en sonunda Persler Mısır’dan kaçmak zorunda kaldılar ve 60 yıl boyunca bir daha dönemediler. Elbette Mısır’ı ele geçirmek için tekrardan saldırdılar ama başarılı olamadılar çünkü Mısır halkı 60 yıl boyunca bağımsız kalmayı sürdürdü.
Ve bu 60 yıl pek de güzel bir 60 yıl değil aslında hani bağımsız kaldı deyince sanki her şey güzelleşmiş gibi geliyor ama esasında 60 yıl içinde bir sürü kral birbirini devirdi, darbe yaşandı, öyle karma karışık bir ortamdı.
2. Amirtyaios, Yunancasıyla söylersek 2. Amirtaes, Maneto’ya göre 28. Hanedanın tek kralıydı ve sadece 5 yıl tahta kalabilmişti. Milattan önce 399’da yani Yunan filozofu Sokrates’in idam edildiği yılda, Yunanca Neferites diye bildiğimiz Nefarut başka bir darbe yaparak tahta geçmiş ve 29. Hanedanı kurmuştu. 1. Neferites’in halefleri Psammutis, Hacor ve 2. Neferites’ti ama içlerindeki en kıymetli kral Perslere karşı yıllarca direnmeyi başarmış olan Hacordu. Hacor’un hükümdarlığında Persler Mısır’a birçok defa saldırdılar ama Hacor veya diğer şekliyle Acoris onları her seferinde engellemeyi başardı.
Zaten Hacor da öyle tahtı bedavaya almamıştı. Ondan önceki kral olan Psammutis’i devirmiş yani darbe yapmış ve tahtı gasp etmişti. Yani esasında başarılı bir adamdı ama bütün bu 60 yıllık süreç içinde Pers etkisi azalmış olsa da bu sefer Yunan etkisi artmıştı.
Çünkü Hacor Yunanlarla anlaşmaya çalışmıştı ve görüldüğü kadarıyla o dönemde Yunan paralı askerleri Mısır’da cirit atıyordu. Hatta Atinalı Habriyas Mısır’a gönderdiği paralı askerleri daha rahat etsinler diye Mısır sikkesi basmaya başlamıştı ki normalde buna izni yoktu.
Ve bu sikkeler Atina tetradrahmilerinin bir kopyasıydı, bir benzeriydi ve zaten para, sikke bunlar esasında hikayeydi. Bunun başka bir anlamı vardı. Neydi o anlam? Şimdi Atina Persleri yenmişti. O güne kadar kimse yenmemiş. E şimdi Mısırlılar da yendi. Kovdular yani benzer bir şey yaptılar.
Aynı taraftalar. E Pers etkisi azaldığına göre öyleyse Mısır Yunan etkisi altında ezilebilir. Yani Yunanlar gözlerini Mısır’a dikebilirler. Tabii bu öyle 5 yılda 10 yılda gerçekleşecek bir şey değil. Uzun vadeli bir plan ama zaten bu plan gerçekleşmeyecek çünkü Büyük İskender bütün oyunları bozacak.
Ama oraya daha gelmedik. Şimdi Hakkordaydık. Hakkor anlattığımız şekilde bir şeyler yaptı, uğraştı. En azından Mısır’a bir katkısı dokundu ve öldü. Öldüğünde de tahta oğlu 2. Neferites geçti. Ne yazık ki 2. Neferites Mısır tahtında sadece birkaç ay kalabildi.
Çünkü 1. Neferites’in soyundan gelen 2. Nahd-Nebev yani 1. Nektan-Ebos onu tahttan indirmeyi ve yeni kral olmayı başardı. Nektan-Ebos, Delta şehri Sebenitos’ta 30. Hanedanı kurdu. Ki birçok kaynağa göre bu hanedan son hanedandır. Ama bazı kaynaklarda 31. Hanedan diye ek bir hanedandan da bahsederler. Oraya zaten birazdan geleceğim.
Özetle Nektan-Ebos’un tek özelliği aslında budur. Ondan sonra tahta Kedor geçer. Bizim Theos diye bildiğimiz yani Tanrı diye bildiğimiz Kedor. Kendince fetihler yapmaya çalışmıştır ve Pers etkisini azaltmak için Suriye bölgesine ve diğer birçok yere seferler düzenlemiştir. Ama bunların en önemlisi M.Ö. 360’te yaşanmış olan 1. Suriye savaşıdır.
Theos aslında gelecek vadeden bir kraldı ama maalesef tahtta uzun süre kalamadı. Topu topu 2 yıl hükümetti ve bu Suriye savaşına gittiği sırada öz kardeşi bir darbe yaparak tahtı ele geçirerek bir bakıma Theos’u kapı dışarı etmiş oldu. Tabi Theos’un hiçbir şeyden haberi yok. Savaştan dönmüş geliyorken yolda yakalıyorlar. Adamı esir ediyorlar ve sürgüne gönderiyorlar. Yani gayet kardeş kavgasından gidiyor.
E kardeş kardeşe bunu yapar mı yani adamın arkasından niye iş çeviriyorsun diye sorarsanız görüldüğü kadarıyla yapıyormuş. Hain kardeş tahta kendisi geçmedi. 2. Nektanebos adındaki oğlunu geçirdi ve oğlu 10 yıl boyunca herhangi bir savaş görmedi. Ama bu 10 yılda Pers ordusu da epey bir kuvvet toplamıştı ve Mısır’ı yeniden istila etmeye hazırdı. Milattan önce 343’te Pers lideri 3. Arta Serhas Mısır’ı yeniden fethetti ve bu esnada 2. Nektanebos tahtı bırakarak Nübbiye’ye kaçtı. İşte bazı kaynaklar bu 2. istilaya 31. Hanedan diyorlar. Ama esasında yeni bir Hanedan kurulmadı ve zaten bu 2. istilada topu topu 10 yıl sürdü.
Bu 10 yıl içinde sırasıyla Ohos, Arses ve 3. Darius gibi çeşitli krallar kısa süreliğine Mısır’a hükmettiler. Ama hiçbiri gerçek anlamda hükümdar değildi. Çünkü onlar tamamen yerleşemeden tarih sahnesine bütün dünyanın kaderini değiştirecek olan yeni bir lider çıktı. 3. Aleksandros yani Büyük İskender Büyük İskender, milattan önce 336 yazının sonlarında tam da 3. Darius Mısır tahtına çıkarken makadon kralı olmuştu. Amacı bütün dünyanın tek imparatoru olmaktı. Gözünü karartan İskender, batı Anatolya’dan başlayarak önüne çıkan her yeri fethetti. Böylece Pers imparatorluğunun sınırları günden güne daraldı.
İskender’in akıl hocası, büyük filozof Aristoteles’ti ve bu yüzden İskender gayet isabetli kararlar verebilecek kadar eğitilmişti. İskender, milattan önce 333’te Kilikya şehri Isos’ta yani bizim bugün İskender’un körfezi diye ifade ettiğimiz bölgede 3. Darius’u ezici bir biçimde mağlup etti ve milattan önce 332’de Mısır yakınlarındaki Pelasyum’a geçti. Kabul, İskender Mısır’ı alırken biraz zorlandı. Hatta 3. Darius onu birkaç muharebede mağlup etmeyi bile başarmıştı. Ama çok geçmeden 3. Darius bir kompleye kurban gitti ve sinsice öldürüldü. Böylece İskender Mısır’ı da fethetti ve Mısır’daki yeni firavun oldu. 8. Bölüm Ptolemeos Hanedanı İskender topu topu 10 yıl başta kaldı ama bu 10 yıl esnasında o gün için neredeyse bütün dünyayı fethetti. Yani adamın gerçekten de görüp almadığı bir yer yok. Ve Mısır’da bu yerlerden biri. Hatta sadece fethedeceği ufak bir bölge gibiydi bile diyebiliriz. Bu açıdan içler acısı ama yapacak bir şey yok.
Tamam İskender geldi. Mısır tanrılarına kurban verdi. Hatta Memphis’te taç giydi. Firavun oldu. Bu da yetmedi. Hani biz de buralardan geçtik biz de buraları gördük demek adına kendi adını verdiği Alexandria. Yani İskender’ye kentini kurdurdu. Ama bir daha dönüp de Mısır’a bakmadı. İskender Mısır’da pek kalmadı ama Mısır halkı İskender’i baya bir sevdi ve hatırlamaya devam etti.
Çünkü o dönemlerde Mısır rahipleri bir kurtarıcı figürü yaratmışlardı ve halka hep şey diyorlardı. Ya tamam şu anda Persler bizi işgal etmiş durumda. Kötüyüz ama sabredin. Bir gün bir adam gelecek, bir kurtarıcı, Amon’un reenkarnasyonu, Tanrı ve bizi kurtaracak. Ne Pers kalacak ne bir şey.
Üstelik eski günlere de geri döneceğiz yani az kaldı ha gayret. Gerçekten de İskender geliyor, ne kadar Persli varsa kovuyor ve adam tapınaklara bağış yapmak bir kenara şehir kurduruyor. Kendisi de zaten ben tanrıyım demiş. Zira o dönemde hemen her kral ben tanrıyım veya tanrısalım diyor yani böyle bir teokrasi anlayışı var.
Hatta bu o dönemler için konditiosine qua non diye ifade edilir. Yani olmazsa olmaz her firavun her kral tanrı olmak zorundadır. Bu Sezar devrinde bile devam ediyor yani. O yüzden İskender yeni Amon Neon yani Amon’un reenkarnasyonu olarak Mısır tarafından sevilmiş, sayılmış ve baş tacı yapılmıştır.
İskender Mısır’dan sonra fetih yapmaya devam ediyor ve Babil, Susa, Persefolis, Gazze, Tire gibi birçok bölgeyi ele geçiriyor. Ve dürüst olmak gerekiyorsa bu adam bir Fatih yani gül dağıtarak gitmiyor illaki katliamlar, kıyımlar, vahşetler yaşanıyor. Örneğin M.Ö. 332 yılında Tire kenti İskender’e bayağı bir zorluk çıkarıyor ve İskender halkın büyük bir bölümünü çarmıha gerdiriyor. Bu da yetmiyor. Daha sonra Gazze yine birtakım problemler çıkardığı için İskender bütün düşman askerlerini at arabaları arkasına bağlayarak şehrin etrafında turlattırıyor.
Sürüklüye sürüklüğe paramparça olana kadar birçok şey yapıyor şimdi hepsini de anlatmayayım. Ne var ki böyle şeyler İskender’i sevmeye engel değil. Hatta Mısır halkı bu yüzden adama tapıyor. Yav işte Firavun böyle olur. Adam Firavun karakterli, tanrı gibi şuna bak. Acıma kır geç. Gazlayıp duruyorlar. Yani biraz özlemişler gerçekten Ramses gibi, Tutmosis gibi karakterleri anımsatıyor bu doğru. Ama neyse İskender’e daha sonra başka bir video yaparız zaten. Ben ondan çok fazla yürümeyeyim çünkü asıl olay yani Mısır’ı asıl ilgilendiren bölüm İskender’den sonrası. Fethetmedik yer bırakmayan İskender, milattan önce 323’ün ilkbaharında Babil’e geri döndü ve 10 Haziran’da da bir suikaste kurban gitti.
O öldükten sonra İmparatorluk en zirve döneminde boşta kaldığı için yine birtakım iktidar problemleri baş gösterdi. Önce hanedan kuralları gereği bütün halefler hakları olan tahtlara geçtiler. Yani bir satrap gibi aslında. Fakat asıl kuvvet arka plandaki generallerdeydi ve bu generaller bir süre sonra tahtları bir bir gasp ettiler. Örneğin İskender’in üvey kardeşi olan 3. Filip Arhideos birkaç ay içinde bir suikaste kurban gitti ve İskender’in öz oğlu olan 4. İskender ise yine daha ufacık yaşında öldürüldü. Ardından generaller toprakları bölüştüler. Bu bölüşme esnasında İskender’in Babil valisi olan Selevkos, oğlu Antiokos’la birlikte Selevkos İmparatorluğunu kurdu.
Ve yine Ptolemaios, İskender öldükten 18 yıl sonra bile olsa Mısır tahtına geçmeyi başardı. Bu arada Ptolemaios esasen bir lakaptır ve savaşçı anlamına gelir. Ptolemaios tahta geçtiği gibi hemen kendi lakabını verdiği Ptolem Hanedanını kurdu ve bu hanedan 300 yıl ayakta kaldı. Bu dönemde Mısır’ın resmi dili Yunanca oldu ve bütün eserler Yunancaya çevrildi. Zaten bugün birçok kral ve şehir ismini Yunanca telaffuz ediyor olmamız esasında bu yüzdendir. Çünkü ele geçen kayıtlar hep Yunanca. Daha önceki videolarda aktardığım üzere ilk ve orta krallıkta kutsal yazılar diye ifade ettiğimiz hiyerografi yani hiyeroglif türü yaygındı.
Yeni krallık devrinde rahiplere özgü diye ifade ettiğimiz hiyerotik yazılar yaygınlaşmıştı. Pers satraplığı zamanındaysa bu iki yazı türü de terk edilmiş ve demotik yazı dediğimiz Arapça’nın da atası olan ve aynı şekilde sağdan sola yazılan bir yazı türü moda olmuştu. Bu arada demotik yazı halka özgü olan yazıydı. Halkın kullandığı yazıydı ve zaten adı üzerinde demotik. Vemos Yunanca halk demek ve demokrasi de buradan geliyor halkın egemenliği. Sırf şuna bakınca bile esasında Mısır’daki Yunan etkisini görebiliyoruz. Bu da yetmiyorsa yine Putolem zamanında yaşamış olan Mısırlı bir rahip olan ve bize Mısır’la alakalı en önemli kaynağa bırakmış olan Maneto bile Egyptiaka eserini yani Mısır tarihi eserini Yunanca yazmıştı.
Zaten demotik yazı çehreyi epey bir değiştirmiş. Son 700 yıldır Mısır her türlü bir oradan bir buradan istilaya maruz kalmış. Üstüne bir de Putolemaios hanedanı Yunancayı resmi dil yapmış. Resmen Mısır Mısır olmaktan çıkmış. Şamara olanı olmuş.
Neyse birinci Putolemaios yani Soter kurtarıcı adını alan birinci Putolem İskenderiye’yi başkent yaptı. Oraya yerleşti ve Helen kültürünü Mısır kültürüne entegre etmeye çalıştı. Bu belki de iyi bir şeydi hani Mısır asimili oldu eyvallah ama bir bakıma Helen kültürü sayesinde Mısır’da önemli gelişmeler yaşandı. Sırf İskenderiye bile bunun en büyük kanıtıydı. Birinci Putolemaios veya Putolemeos İskenderiye kütüphanesini inşa ettirmeye başladı ve elinden geldiği kadarıyla burayı bir kültür başkentine çevirmeye çalıştı. Elbette bunda Yunan şair Menander’in gönderdiği mektupların ve Helen kültürünün etkisi epey bir büyük. Birinci Putolemeos Mısır inancına da saygı gösterdi ve tanrısal Apisi geleneksel tanrı Osiris’te birleştirerek Serapis adında yeni bir tanrı yarattı.
Ayrıca din adamlarını destekleyerek dini metinlerin toplanmasına da önemli bir katkı sağladı. Zaten bugüne kadar kalmayı başarmış olan elimize geçen hem tarihi hem de mitolojik eserlerin çoğu bu sayede oluştular. Putolemlerin altın çağı birinci, ikinci ve üçüncü Putolemi yani ilk üç kralı içeren 80 yıllık başlangıç dönemiydi. Birinci Putolemeos askeri faaliyetlerden de geri kalmadı. Örneğin Kıbrıs’ı fethetti ve böylece denizden gelebilecek saldırılarla alakalı önemli bir tampon bölgeyi yaratmış oldu. Kral 84 yaşında İskenderiye’de öldüğü zaman arkasında en azından başarılı bir savunma sistemi ve inşaatı devam eden bir kütüphane bırakmıştı. O öldükten sonra tahta, oğlu ikinci Putolemaios geçmişti. İllaki hatırlayanlarınız vardır daha önce ikinci Ramses son derece büyük bir kral olduğu için o öldükten sonra hep Ramses adı devam etmişti ve sonraki krallar saygıdan 11. Ramses zamanına kadar Ramses adını kullanmışlardı. İşte şimdi benzer bir şey Putolemaios için de devam ediyor.
Birinci Putolemaios ölünce onun oğlu Filadelfos, ikinci Putolemaios adıyla tahta geçiyor ve bu 14. 15. Putolemaios’a kadar devam edecek. İkinci Putolemaios, hükümdarlığının başlarında Nübye’deki Meroe Krallığına karşı bir sefer düzenledi ve çok sayıda altın madeni ele geçirerek hazineyi doldurdu. İkinci Putolemaios hem şovmen bir adamdı hem de fatihti.
Fatihti çünkü Suriye Savaşını kazanmıştı ve Batı Anadolu ve Güney Anadolu bölgesinde birçok bölgeyi ele geçirmişti. Yani Mısır’ın sınırlarını bir bakıma genişletmişti. Şovmendi çünkü o güne kadar kimsenin yapmadığı kadar büyük festivaller düzenletmişti.
Örneğin biz bugüne kadar hep ne gördük? Filmlerde, kabartmalarda, piramitlerde bir kral vardır, firavun. Bir de önünde yüzlerce köle, at arabaları, hayvanlar, bilmem neler. Bunlar genelde abartıdır. Öyle olduğu düşünülsün, istendiğinden dolayı yapılmış şeylerdir. Ama ikinci Putolemaios Filadelfos bunu gerçeğe çevirmiştir ve sahnelemiştir. Şehrin başından sonuna kadar on binden fazla insan, köle, hayvan, cambaz, sirk çalışanları vesaire, müzik eşliğinde dans ederek yürüyüşler yapmışlardır ve halka gerçek anlamda yiyecek ve para dağıtılmıştır. Yani ikinci Putolemaios zamanı bir bakıma yeni krallık devrini anımsatmıştır.
Bu kral ayrıca birçok tapınak inşa ettirmiştir ve ülkenin dört bir yanına kendi heykellerini koydurmuştur. Hatta ondan sonra Putolemlere gerçek bir tanrıymış gibi tapınılmıştır. Fakat tüm bunların ötesinde kral daha önemli başarılara imza attı.
Örneğin dünyanın yedi harikasından birisi olan İskenderiye Feneri’ni yaptırdı ve birinci Putolemaios’un başlatmış olduğu İskenderiye Kütüphanesi inşaatını da kısa süre içerisinde tamamladı. İskenderiye Kütüphanesi dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük ve en zengin kütüphaneydi. Ve bu kütüphane tek başına bile İskenderiye’yi dünyanın kültür başkenti yapabilirdi.
Bir üstüne bir de İskenderiye Feneri yapılınca Mısır dünyanın en meşhur ülkesi oldu. İskenderiye Kütüphanesinde yarım milyon rulo papirüs vardı ve bunların da çoğu eşi benzeri olmayan orijinal metinlerdi. Ama sahtekarlıkla ele geçmişlerdi. E koskoca firavun ne diye sahtekarlık yapıyor derseniz sebep şu. Atina Kütüphanesi veya diğer kütüphaneler ellerindeki eserleri vermiyorlar, satmıyorlardı. Mecburen ne yapmak gerekiyor? Satış fiyatı örneğin normalde 10 gümüşse, ikinci Putolemaios bu 10 gümüşü kira niyetine veriyor. Ya bize bir gönderin, bir okuyalım, kopyalayalım sonra geri göndeririz. E tabii ki Atina gibi birçok bölge bunu kabul ediyor bedava para.
Teknelerle, gemilerle yüzlerce, binlerce kayıt gönderiliyor ve ikinci Putolemaios bunları aldıktan sonra bunları bana gönderdiğiniz için eyvallah sağ olun. Düşünceli insanlarsınız, iyi de ettiniz ama maalesef geri yollayamayacağım. Hem ben zaten satın alma fiyatını teminat diye vermiştim, fazla fazla ödemiştim. Siz de teminatları yollamayın, parayı yemeye bakın. Böyle diyerek burayı yumuşatmayacağım, şerefsizlik yapıyor. Baya baya çakallık yani bu. Ama en azından adam ilim, irfan, güzel ahlak, salihamel, eğitim bu amaçla yapmış. İskenderiye Kütüphanesi’nde Homeros’un, Hesiodos’un ve birçok önemli yazarın eserleri bulunmaktaydı. İşte bunca eser ışığında İskenderiye Kütüphanesi bütün dünyadaki akademisyenleri kendine çeken bir eğitim yuvası haline geldi ve zaten Mısır tarihiyle alakalı en önemli kaynağımız olan ve ilk videodan beri adını andığı Maneto’da bu kütüphanede çalışmıştı. Ayrıca Geometri’nin kurucusu olan Öklit yani Evklides’te İskenderiye’ye getirilenlerden biriydi. Yine bu kütüphanede çalışan Eratos Terenes, İskenderiye’de ve Asuanda yaptığı çalışmalar sayesinde elinde doğru düzgün bir alet olmadığı halde dünyanın çevresini doğru hesaplamayı başarmıştı. Yani aslında bir bakıma o dönemdeki İskenderiye o çağın sörnünü ve nasasını içeriyordu diyebiliriz. Anlaşılacağı üzere İskenderiye Kütüphanesi tarihte önemli bir yer edinmiştir ve birçok kurgu da ona benzer motiflere yer verilmiştir. Örneğin tahtoyunlarında da benzer şekilde kocaman bir kütüphaneden ve sadece üstadların yer aldığı bir şehirden bahsediliyor. İkinci Ptolemyos aynı zamanda başka bir başarıya imza atmıştı. Bizim bugünkü üniversitelere benzeyen bir eğitim kurumu yaratmıştı. Buna müze birliği diyoruz fakat müze deyince aklınıza öyle galeri sergi falan gelmesin. Baya akademisyenlerin toplandığı ders verilen bir kurum ve bir tapınak. Çünkü müze kelimesi müzderden gelir. Müzder antik Yunan’da ilham perileridir. Bir bakıma size ilham verir, hakikati keşfettirir veya bir şeyi icat ettirirler. Zaten bu yüzden müzeler de ilham verme amacıyla tasarlanmışlardır. Ama bu epey kafa karıştıran bir şey çünkü müze Musa diye yazılıyor ve bizler Musa diye de okuyabiliyoruz. Ve bu yüzden insanlar hani bir takım filozofların da müzderden bahsettiğinde esasında Hz. Musa’dan bahsettiğini zannediyorlar. Örneğin Platon için Yunanca konuşan bir müz derler fakat bunu biz Yunanca konuşan bir Musa diye okuyoruz. Bu yanlış. Sırf bu yanılgı yüzünden birçok ilahiyatçı kendi kitaplarında bazı Yunan filozoflarını da tek tanrıcı veya Müslüman gibi göstermeye çalışıyor.
Yani esasında bu tamamen cahillikten kaynaklanıyor. Çünkü bir şeyi görüyoruz ve araştırmıyoruz. Hemen alıp kafamızdaki gerçeği onu monte edip bir bakıma doğru veya yanlış karşımıza empoze ediyoruz. Böylece insanlar yalan yanlış bilgilerle çok saçma sapan şeyler düşünebiliyorlar. Neyse devam edeyim çok da konuyu dağıtmayayım.
Hani üniversite kitaplarında bile böyle yazdığı için insanlar baya farklı fikirlere kapıldığı için bir düzelteyim dedim. Şimdi devam edersek İskenderiye gayet o dönemde önemli bir şehirdi ve çeşitli eserler ve çeşitli faaliyetler sayesinde baya da işe yarar bir hale geldi. Ama bu Mısır kültürüne büyük zarar verdi çünkü Mısır iyi kötü Putolem hanedanı zamanına kadar bir Mısır havasını gösteriyordu. Fakat Putolem zamanında resmi dil Yunanca her yere Yunan tapınakları yaptırılıyor. Her yerde Yunan tanrıları, Yunan heykelleri var. Hani ülkede piramit falan olmasa Mısır’a benzemeyecek. Resmen Mısır’ı Mısır yapan tek şey o dönemde piramitleri. Bu yüzden de Mısır bir bakıma buna tepki vermeye başlıyor. Hani halk da bir süre sonra Putolem hanedanından sıkılıyor. Bu yüzden 2. Putolemaios’un ardılığı 3. Putolemaios esasında Putolem hanedanındaki son başarılı firavundur diyebiliriz. Çünkü ondan sonra ülke çökmeye başlayacak.
Mısır’ın Mısır olmaktan çıkması Mısır halkına ağır geldi ve halk en sonunda ilk isyanını 3. Putolemaios zamanında gösterdi. 3. Putolemaios hükümdarlığı boyunca birkaç isyanla daha karşı karşıya kaldı ve bastırdığı her isyan bir sonraki isyana davetiye çıkardı. Halk intikam hırsıyla günden güne köpürdü.
4. Putolemaios zamanında ise halka dair olan vergiler özellikle Mısır halkına koyulan vergiler biraz yükseldi ve halk fakirleşmeye başladıkça daha da ters tepki verdi. Bu yüzden Mısır halkı fırsatını bulduğu ilk anda bir iç savaş başlattı ve birtakım tapınaklar basıldı, köyler yağmalandı hatta halk kendi halkına saldırmaya başladı. Bunlar putolemci bunlar değil şeklinde bir ayrışma meydana geldi ve halkın aradığı karizmatik lider türünden bir adam olan Horven Nefer kendini Firavun ilan etti. Ne var ki 5. Putolemaios zafer üstüne zafer kazanıp Horven Neferi yakalayıp idam ettirdi ve baya bir kelle kesti ama halk hiçbir şey olmamış gibi bu sefer Anquen Neferi başa getirdi.
Anquen Nefer Tep kentinde rahiplerin de yardımıyla büyük bir örgütlenme başlattı ama 5. Putolemaios onu da mağlup etmeyi ve kazığa oturtmayı başardı. Epiphanes yani Tanrı’nın Tezahürü adıyla da bildiğimiz 5. Putolemaios nihayi zaferinin ardından birtakım olayları ve kararnameleri kaydettirerek bazı anıt taşları bırakmaya çalıştı.
Örneğin bugüne kadar gelen Rosetta taşı yani Memphis kararnamesi bunlardan biridir. Takip eden yıllarda pek bir isyan patlak vermesede Mısır günden güne zayıflamaya devam etti. En sonunda da dış ülkelerden borç almak zorunda kaldı ve en çok da Roma’ya borçlandı. Roma, milattan önce 3. yüzyıldan beri Balkanlarda büyük güç sahibi olmuştu. Akdeniz’in ötesindeki devletlere de saldırabilir hale gelmişti.
Yani her zaman olduğu gibi bir imparatorluk çökerken diğeri yükselmeye başlamıştı. Kısaca değinmek gerekirse Roma, milattan önce 12. yüzyılda başlayan deniz halkı istilası ile İtalya ve Latium bölgesine yerleşen halk tarafından zemine atılmış bir imparatorluktur. Lakin imparatorluk vasfını çok sonra kazanmıştır. Örneğin bu gruplar, milattan önce 753’te bile anca Tiber nehri kıyılarında bir kent kurabilmişlerdi. Buna rağmen bu kentin ve ticaretin gücü ile milattan önce 330’larda epey kuvvet kazanmışlardı. O dönemde önlerindeki tek engel Büyük İskender’di. İskender öldükten sonra savaş sahasını boş bulan Roma dişlerini göstermeye başladı ve ilk önce Trakya ve İlyria bölgesini ele geçirdi.
Milattan önce 200’lere geldiğimizde ise tam anlamıyla bir imparatorluk olmayı başardı. Geçen birkaç yıl içerisinde Makedon imparatorluğuna da el koydu ve Ptolemaios Hanedanı ile para karşılığında önemli anlaşmalara imza attı. Öyle ki bir süre sonra Ptolemaios Hanedanı tamamen Roma sayesinde ayakta kalır hale geldi. 6. Ptolemeos devrindeyse ipler tamamen gevşedi.
Şöyle 6. Ptolemeos 6 yaşındayken tahta geçmişti yani çocuktu hiçbir şey bilmiyordu ve asıl arka plandaki lider anneydi. Anne bir süre sonra diğer kardeşi de tahta ortak etti yani bir ikili sistem yarattı ve bu esasında bir bakıma Ptolem Hanedanı’nın idam fermanıydı ama kimse farkında değildi. 6. ve 7. Ptolemaios çökmek üzere olan fakir ve karışık bir ülkeye aynı anda hükmettiler ve anne öldükten sonra taht kavgaları başladı. Bu taht kavgaları sonraki Firavunlar zamanında da devam etti ve 8. Ptolemeos tepki olması için kendi hakkını, kendi mirasını, toprağını, her şeyini Roma’ya vasiyet etti.
Yani bir bakıma size vereceğime çöpe atarım daha iyi dedi ve Roma o günden sonra Mısır üzerinde daha fazla söz sahibi oldu. 8. Ptolemeos biraz enteresan bir adam. Nasıl anlatayım bilmiyorum zor. Şöyle bu adam ölen erkek kardeşinin karısıyla yani yengesiyle evleniyor ve daha sonra kendi kız kardeşiyle de evlenip çocuk yapıyor yani ensest var. Fakat kendi kız kardeşinden olma kızıyla da yani kendi çocuğuyla da evlenmek suretiyle anneyi ve kızı birbirine düşman hale getiriyor. Daha sonra bu hem kız kardeş hem de anne olan taraf hem kız hem de eş olan tarafa isyan çıkarıyor ve öldürmeye çalışıyor.
Daha sonra Ptolemeos bunu fark edince hem kızı hem de karısı olan kişiyi öldürüp al bunu mu istiyordun diyerek paramparça ettirerek hediye paketleriyle hem kız kardeş hem de anne olan tarafa gönderiyor. Daha sonra 8. Ptolemeos hem kız kardeş hem de eş olan kadını sürgüne gönderiyor ve kendisine muhalif olan bütün taraftarları toplayarak,
üstüne bazı akrabalarını da araya kaynatarak jimnazjum diye ifade ettiğimiz halkın spor yaptığı açık arazide diri diri yaktırıyor. En son bir de utanmayıp kendi toprağını kendi malını Roma’ya vasiyet ediyor ki bunu daha sonra 10. Ptolemeos da yapacak. O da paralı asker karşılığında destek karşılığında Roma’ya kendi malını mülkünü kendi toprağını hediye edecek.
Anlaşılacağı üzere Mısır Roma’nın uşağı olmuştu. Şöyle ki, milattan önce 65’te Roma senatosu Ptolemeos’ların söz verdiği topraklara göz koydu. Roma liderlerinden birisi olan Marcus Crassus gücüne güç katmak için Mısır’ı işgal etmeyi teklif etti. Fakat çok önemli bir hukukçu olan Quiqueiro bir şekilde onu engellemeyi başardı. Bu arada Quiqueiro yazdığı metinler günümüze ulaşmış olan en eski hukukçudur. Marcus Crassus engellendi belki ama Roma’nın diğer iki lideri yani Gnaeus Publius Pompeius ve Galius Julius Caesar kendi çıkarları için farklı planlar yapıyorlardı. Mısır ise bu esnada bir ona destek veren, bir buna yardım eden yani işgale uğramamak için 100 küsür yıldır ödemek zorunda kaldığı borçlarla Roma’nın suyuna gitmeye çalışan vasat bir konuma düşmüştü.
Öyle ki milattan önce 59’da Caesar Mısır’ı fethetme fikrini tekrardan gündeme getirdiğinde Firavun korkusundan Mısır’ın her yıl kazandığı paranın %50’sini haraç olarak vermeyi bile teklif edecek kadar alçalmıştı. Son Bölüm Roma Hakimiyeti ve Mısır’ın Sonu Şimdi Firavun deyince normalde aklımıza ne geliyordu?
Piramit yaptıran, binlerce kişilik bir orduyla orayı fetheden buraya çöken bir Tanrı Kral yani korkulan bir adam ve Mısır medeniyeti deyince de bütün dünyanın korktuğu, tanıdığı, her yere hükmeden gelişmiş bir şey düşünüyoruz. Halbuki öyle bir şey yok. Özellikle son Putelemeos’lar bir bakıma yüz karası bir bakıma utanç kaynağılar ve Mısır’a gölge düşürüyorlar. Yine devam edeyim. Bakınız 12. Putelemeos o kadar yalvardı, yakardı. Hatta Mısır’ın vergi gelirlerinin %50’sini bile haraç gibi teklif etti. Ama bir yıl sonra Roma hiç ciddiye almayarak Kıbrıs’ı fethetti. Ve Kıbrıs, Mısır’ın en önemli bölgesiydi o esnada çünkü Akdeniz’e açılmak ve kendini garantiye almak Kıbrıs sayesinde mümkün. Ama 12. Putelemeos, Kıbrıs elden gidiyorken hiçbir müdahalede bulunmadı. Hatta Kıbrıs valisi kendi öz kardeşiydi ve adam ele geçmemek için intihar etti. E Mısır halkı da bu kadar şey yaşandığında ve Firavun’un da bu kadar ezik olduğunu gördüğünde artık yeni bir isyan çıkarmaya ve yumruğunu masaya vurmaya kararlı hale geldi.
Büyük bir isyan çıktı, Putelemeos devrildi ama ölmedi. Adam tahtı bıraktı ve Rhodos’a kaçtı. Rhodos’a kaçtığında oradaki çeteci gruplar bile adamı ciddiye almadılar. Aylar boyunca Roma’ya yalvardı, beni kurtarın beni gönderin vs. En sonunda Roma başka planları devreye sokmak maksadıyla adamı yeniden kral yaptı. Yani bir düşünün, Mısır ülkesinde kimin başa geçeceğini baya uzak bir yerdeki bir imparatorluk belirliyor.
12. Putelemeos tahta geçti geçmesine ama bir Firavun olduğunu söyleyemeyiz. Adam kalan son yıllarını yemek, içmek, seks yapmak, haremde gezmek gibi şeylerle geçirdi ve zaten her gün acaba bir daha biri beni devirir mi korkusuyla yaşadı. Milattan önce 51’de öldüğünde ise ardında iki tane varis bıraktı ve bunlar zincirin son halkası oldular.
Bunlardan biri 10 yaşında bir erkekti ki onu 13. Putelemeos diyebiliyoruz. Diğeri ise 17 yaşında bir kızdı ki bunu da Kleopatra diye tanıyoruz. Bu arada bu Kleopatra esasen 7. Kleopatra’dır. Çünkü önceki Putelem kraliçelerinin de isimleri Kleopatra’ydı ama onlar tarihe geçmediler. Meşhur olan yani sizin muhtemelen Sezar yüzünden veya başka başka sebeplerle duymuş olabileceğiniz Kleopatra bu. Neden bu kadar meşhur olduğunu da şimdi konuşacağız zaten ama öncesinde birkaç bir şeyden bahsetmem gerekiyor. Kaldığımız yerden devam edeyim Kleopatra ve kardeşi Mısır’a ortak edildiler fakat vasiyetnameyi hazırlayan General Achillas Kleopatra’yı kaldırmaya karar verdi. Yani öldürmeye karar verdi. Bunun birinci sebebi Kleopatra bir kadındı ve bir kadının Mısır’a hükmetmesini o dönemde istemiyorlardı. Çünkü Yunanlarda ateherkilite epey yüksektir ve son 300 yıldır Yunan etkisi altında kalan bir Mısır’da onlar gibi ateherkil mantaliteye geçmiştir. İkinci sebepse 10 yaşında bir çocuğu kontrol etmek daha kolay. Bu yüzden büyük olanı aradan çıkarmak lazım ki arka plandaki mimar General Achillas olsun. Bir suikaste kurban gideceğini anlayınca Kleopatra önce tebe sonra da Filistin’e kaçtı ve orada kendisine sadık askerlerden bir ordu yaratmaya çalıştı. Bu bir yıl iki yıl kadar sürdü ve Kleopatra daha sonra kardeşinden intikam almak için yani başa geçmek için bir savaş başlatacaktı. E bu kadar olay yaşanıyorken Roma ne yapıyor diye sorarsak Roma bunları görmüyor muydu yani? E görüyordu ama umrunda değildi. Çünkü o esnada Cezar ve Pompeius bir iç savaşa girişmişlerdi ve kim kimi devirirse o başa geçecekti. Bu arada biz hep Cezardan bahsediyoruz ama esasında Pompeii de bayağı sağlam bir adamdır. Yani üç büyükten biridir ve Pompeii şehrine adı verilmiştir. Gerçi o şehir de biraz spekülasyonlara maruz kaldı ama şöyle anlatayım. Pompeii şehri milattan sonra 79’da bir volkan patlamasıyla kül oldu. Bütün insanlar taşa dönüştü, yandı yani. Şehir bayağı harabeye döndü. Ve bizim bazı tarih cahilleri veya ilahiyatçı olduğunu iddia edenler gelip de bu şehrin Lut kavmi olduğunu söylüyorlar. Gördünüz mü böyle patlamış yok olmuş bir şehir var. İşte Lut kavmi bu.
Bu da bizim kitapta yazan şeyi kanıtlıyor. Halbuki alakası yok. Yani milattan sonra 79 nerede? Lut nerede? Lut’un İsa’dan önce yaşamış olduğu belli. E İsa da eğer yaşamışsa milatla yani sıfırla başlamış olması lazım. Anlayacağınız üzere Müzü Musa yapmak gibi cahilce ve saçma sapan hareketler. Devam edersek. Milattan önce 48’de Kleopatra ordusuyla Nil vadisine geldi ve kardeşiyle savaşmaya hazırlandı. Kardeşi de esasında onu devirmek istiyordu zaten ama o esnada başka olaylar yaşanmıştı. Ne yaşanmıştı? Pompey, Farsala Savaşı’nda Sezar’a kaybetmişti ve ailesiyle beraber Mısır’a kaçmıştı.
Tam Kleopatra ve 13. Ptolemyos savaşacakken Pompey Mısır kıyılarına çıktığı için o dönemde Firavun olduğu gerekçesiyle Ptolemyos geri dönmek zorunda kaldı ve Akıl Hocası Akiles’in kışkırtmalarıyla yanlış bir karar aldı. Neydi o karar? Sezar’a yaranmak için Pompey’in kafasını kesmek.
Öyle yapıldı. Pompey sığınmak için geldiği yerde idam edildi ve iki gün sonra Sezar İskenderiye’ye geldiğinde ona Pompey’in kesilmiş kafası hediye edildi. Bu esasında bir jestti. Bir yalakalıktı ama Sezar öyle anlamadı. Ona göre bir Roma generali gayet nasıl derler aşağılanmış bir şekilde idam edildi ve bu muameleyi hak etmiyordu.
Sağlam bir rakipti. Bu yüzden Sezar sen kim oluyorsun da böyle bir karar veriyorsun diyerek 13. Ptolemyos’u ayağına çağırttı. Ptolemyos hemen Sezar’ın ayağına gitti. Ayaklarına kapandı. Özür diledi. Yalvardı ve affetmesi için bir sürü hediye falan vermeye çalıştı. Bu esnada Kleopatra kardeşinin meydanda bırakmış olduğu o birkaç askeri birlikten de kurtulmayı ve aradan gizlice İskenderiye’ye kaçmayı başarmıştı. Onun da amacı Sezar’la görüşmek ve yardım istemekti. Yani bunu destekleyeceğine beni destekle. Sezar zaten son hareketi yüzünden Ptolemyos’tan epey bir soğumuştu. Bir de Kleopatra’yı görünce iş tamamına erdi.
Adam Kleopatra’dan gerçekten hoşlandı ve bu karşılaşmada bizim bugün bile hala dizilerde, filmlerde, romanlarda konu ettiğimiz ve konuştuğumuz Sezar ve Kleopatra aşkı yaşarmaya başladı.
Tabii ne kadar aşktı tartışılır. Sezar 52 yaşında bir adam, Kleopatra ise 21 yaşında genç bir kız. Ama Toby Wilkinson’un da Eski Mısır kitabında yazdığı üzere iktidar kanıtlanmış bir afrodizyaktır. O makamdaki bir adam maymun bile olsa yakışıklı gelmeye başlar ve herkes onu etkilemek için uğraşır. Ki görüldüğü kadarıyla Kleopatra bunu gayet kolay bir şekilde başarmış.
Sezar’ın Kleopatra’ya gösterdiği ilgi 13. Ptolemyos’u korkutmuştu. Bu yüzden kral oradan kaçtı ve güvendiği adamları toplayarak son çare Roma ordularını kuşattı. Ama tabii ki bu bir işe yaramadı ve Sezar savaşı kazandı. Firavun ise kaçmaya çalışırken Nil Nehri’nde boğularak öldü.
İskenderiye’de patlak vermiş olan o çatışmalarda meşhur İskenderiye Kütüphanesi de maalesef yandı. 300 yıldır toplanmakta olan bütün eserler, meşhur filozofların bütün kitapları ve yarım milyon rulo kitap maalesef yok oldu. Zaten antik filozoflarla alakalı elimizde pek fazla kayıt olmamasının da sebebi esasında bu. Şimdi savaşı Sezar tarafı kazandı diye tahta Kleopatra’nın geçmesini bekliyoruz ama öyle olmamış. Kaynaklarda yazdığı kadarıyla Kleopatra’nın başka bir erkek kardeşi daha varmış, daha ufak yaşlarda ve 14. Ptolemyos olarak tahta geçmiş. Ama bu kişinin adı ne, gerçekte kim, onu bilen yok ve esasında 14. Ptolemyos’un Sezar olduğunu söyleyenler de var.
Neticede o adam o esnada Mısır Fatihi. Yani burası biraz şaibeli ama şimdilik Kleopatra’nın tek başına Mısır tahtına oturmadığını, bir ortağı olduğunu bilmek yeterli bence. Kleopatra’dan devam edersek, Kleopatra, milattan önce 47 yılında Sezar’dan bir çocuk yaptı bir erkek çocuğu ve buna Kaiser adını verdiler. Kaiser, Sezar’ın başka bir telaffuzudur ve imparator demektir ve bu isim veya ünvan daha sonra başka imparatorluklar tarafından da 1400-1500 yıl boyunca kullanılmaya devam edilmiştir. Örneğin Fatih, milattan sonra 1453’te İstanbul’u fethettiğinde kendisine Kayseri Rum demiştir yani esasında Roma imparatoru. Sezar, Mısır’da uzun süre kalmadı birkaç ay sonra döndü ama dönmeden önce Kleopatra’ya Kıbrıs’ı hediye etti. Yani esasında bu Mısır için bir kazançtı çünkü oranın kaybedilmesi büyük bir problem. Kleopatra tek başına imparator olamayacağını anlayınca en azından Sezar’ın peşinden gideyim diyerek Roma’ya gitmeye karar verdi. Orada imparatoriçe olmayı umuyordu ve Mısır’a özgü bir ihtişamla şehre giriş yaptı ama orada hoş karşılanmadı. Halk onu küçümsedi ve onu aşağıladı yani onu doğulu, vahşi, yabani, barbar, medeniyetten nasibini almamış, geri kalmış bir insan gibi gördüler. Ki biliyorsunuz bu mantık maraton savaşından beri devam ediyor. Zaten anlatmıştım, Yunan, Roma, Batı onlar mükemmeldir. Onların ardında kalan diğer tarafsı insan bile değildir. Kısa süre sonra, milattan önce 44 yılında Sezar, Mart ayında yapılan bir senato toplantısında bir suikaste kurban gitti. Kleopatra, kocası öldürülünce İskenderiye’ye geri kaçmak zorunda kaldı ve Mısır’a döndüğünde ilk iş, bazı kitaplarda yazdığı üzere kardeşini yani 14. Ptolemeos’u tahttan indirip idam ederek tahta 3 yaşındaki oğlu Kaiser’i geçirdi. Ama bazı kaynaklara göre daha önce aktardığım üzere 14. Ptolemeos Sezar olduğu için zaten Sezar öldüğünde Kleopatra otomatikman yeni Mısır hükümdarı oluyor. Yani birisini öldürmesine veya tahttan indirmesine gerek yok.
Öyle veya böyle her türlü Kaiser 15. Ptolemeos adını alıyor ve yeni firavun oluyor. Böylece Mısır tamamen Kleopatra’ya kalıyor. Kleopatra kısa sürede Mısırcayı iyi derecede öğrendi ve kendini İssis’in reenkarnasyonu gibi gösterdi. Yani bir tanrıça olmaya çalıştı. Bu arada Kleopatra, Ptolem firavunları içinde Mısırca öğrenmiş olan tek kişiydi ve bu yönüyle de özel biriydi.
Kleopatra Sezar’ın ölümünden bile malzeme çıkardı. Şöyle ki Mısır inancına göre kutsal ölüm tanrısı Osiris, Set tarafından öldürülmüştür. Ve Osiris’in karısı Tanrıça İssis, Osiris’in ölü bedeninden Horus’u doğurmuştur. Horus bildiğiniz üzere ilk krallık zamanından beri kralların taht adını alırken kullandıkları Güneş tanrısıdır. Yani kral tanrıdır.
Sezar, Osiris gibi öldürüldü. Kleopatra da İssis olduğunu söylüyor. Öyleyse bu ikisinden doğmuş olan Kaiser bir bakıma Horus’tur ve zaten asıl kral odur. Güzel mantık. Bu da bize dinin, politikaya, siyasete veya hemen her şeye nasıl alet edilebileceğiyle alakalı yakın bir örnek vermiş oluyor.
Ne var ki bu taktik pek de işe yaramadı çünkü Mısır tanrıları çoktan ölmüştü. Özellikle Putolemeos Hanedanı esnasında onlardan eser bile kalmamıştı ve sadece bir ismi ifade ediyorlardı. Yani semboliklerdi. Kimse artık gerçek anlamda Ra’ya, Osiris’e veya Set’e tapmıyordu. En fazla saygı duyuyorlardı. O kadar. Tüm bu mitolojik oyunlara rağmen ne Kleopatra ne de oğlu Kaiser Mısır tahtında kalamadılar. Çünkü Roma’da Marcus Antonius’un ve Gaius Octavianus’un bulunduğu Sezarcı Parti ile Junius Brutus ve Cassius Longinus’un liderliğindeki Sezar katilleri arasında yeni bir iç savaş patlak verdi ve bu savaş Mısır topraklarına kadar geldi. Bu savaşı Antonius kazandı ve Kleopatra onda ışık gördüğü için onunla iş birliği yapmayı teklif etti. Zaten Antonius Kleopatra’ya aşıktı. Kleopatra Roma’da kaldığı esnada ondan biraz hoşlanmıştı, göz dikmişti. E şimdi Kleopatra kendisi teklif edince adam evlenmeyi kabul etti ve iki tane çocuk yaptılar.
Bunlardan biri kız diğeri erkek. Erkek olan Helios kız olansa Selena adını aldı. Helios Güneş demek Selena Ay demek bu da bir bakıma Güneş ve Ay’ın birleşmesi yani yeni çağ, her şeyin yeniden başlaması ve bir imparatorluğu temsil ediyordu. Tabi işler pek de öyle gitmedi. Savaşı kazanan taraf bir tek Antonius değildi bir de Octavianus vardı bunlar beraberdi
ve bir süre sonra aralarında bir mücadele baş gösterdi. İkisi de tek kral olmak istediler daha doğrusu imparator ve Antonius yeni bir savaş çıkmasındansa iş birliği yapmayı teklif etti ve Octavianus’un kız kardeşi Octavia ile evlendi. Bu yüzden Kleopatra’yı terk etti ve Roma’ya gitti. Bu Kleopatra’ya bir ihanet gibi görülebilir ama esasında adam bu hareketiyle bütün Mısır’ı Kleopatra’ya hediye etti.
Kleopatra’ya hediye etmiş ve Mısır’ı Roma’daki çekişmeden kurtarmış oldu yani iyilik yaptı. Amacı gene Kleopatra’ya fayda sağlamaktı. Antonius Kleopatra’yı bıraktı barış yapmaya çalıştı eyvallah ama bu da pek uzun süreli olmadı. Birkaç yıl sonra görüldüğü kadarıyla koskoca dünya imparatorluğu Roma iki tane adama dar geldi
ve milattan önce 33’te Octavianus’la Antonius tıpkı Cesar ve Pompey’de olduğu gibi karşı karşıya geldiler ve yeni bir iç savaş patlak verdi. Octavianus Antonius’u baya yıpratıyor ve hakikaten eziyor geçiyor diyebiliriz. Hatta Antonius’un 230 savaş gemisinden 224’ü bu esnada harap oluyor ve milattan önce 30’da Ağustos ayında Antonius son çare Kleopatra’ya kaçıyor. Mısır’a gidiyor ve peşinden de Octavianus takip ediyor. En son Mısır’da yağmalanmaya başlandığında her taraf yakıldığında yıkıldığında Kleopatra çocuklarını alıp mecburen bir mezarlığa saklanıyor. Bir anıt mezara kendini kapatıyor ve bundan sonrası biraz üzücü. Antonius Kleopatra’yı bulamayınca onun öldüğünü zannettiği için üzüntüsünden intihar ediyor.
Kendisine kılıcını saplıyor ve daha sonra Antonius’un cesedi Kleopatra’nın olduğu yere götürülüyor. O esnada Kleopatra’da ifşa olmuş oluyor ama öldürülmesi için bir sebep yok zaten Antonius gitmiş ama bir şekilde Kleopatra da ölüyor ya intiharla ya da cinayetle. İntihar olduğunu söyleyenler zehir içtiğini söylüyorlar. Cinayetle olduğunu söyleyenler de yine zehirle alakalı rivayetler ortaya atıyorlar. Örneğin Kleopatra’ya zehir dolu bir tarak verilmiş Kleopatra farkında olmadan saçını tararken zehirlenmiş ve ölmüş. Ya da Kleopatra’ya hediyeler gelmiş ve bir üzüm sepeti içerisine bir yılan saklanmış. Kleopatra da üzüm yiyim derken aradan yılan sokmuş ve Kleopatra ölmüş. Ki aynı hikaye kız kulesindeki prenses için de söyleniyor zaten. Hani bu yüzden birçok rivayet var ve gerçekte ne yaşandığını bilmiyoruz.
Ama Kleopatra’nın öyle veya böyle kısa süre sonra öldüğünü biliyoruz. Güzelliğiyle namsalan ve Roma imparatorlarını kendine aşık eden Kleopatra öldü. Ama onunla alakalı yazılmış eserlere baktığımız zaman esasında halen yaşadığını söylemek mümkün. Hatta Mısır’ın en kötü ve en son döneminde yaşamış olmasına rağmen en meşhur kraliçe olmasına bakarsak bunun büyük bir başarı olduğunu bile söyleyebiliriz.
Esasında Kleopatra kadim Mısır’ın son yankısıydı ve oğlu Kaiser’de kısa süre sonra Octavianus tarafından idam edildi ve Putelemeos hanedanı tamamen sona erdi. O günden sonra başka bir hanedan kurulmadı ve başka bir firavun da gelmedi. Yani Kleopatra gerçek anlamda Mısır’ın son halkasıydı. Ve Octavianus bu kadar şeye rağmen Mısır’ı gerçek anlamda ciddiye bile almadı.
Üç lejyon bıraktı ve geri döndü, başka fetihlerle uğraştı ve en sonunda Augustus yani yüce ünvanını aldı ve gerçek anlamda ilk Roma imparatoru oldu. Hani biz sürekli Sezar’ı biliyoruz ama esasında gerçek kurucu Octavianus’tur ve Roma takviminde bu tür büyük adamlara yer vermiştir.
Örneğin Julius Caesar, Julai, Temmuz ayı diye geçer ve ondan sonra gelen ayda ondan sonraki imparatorun yani Augustus’un ünvanı yer alır. Yani Augustos. Devam edersek Kleopatra ve çocukları öldükten sonraki 400 yıl boyunca Mısır, Augustus ve sonraki Roma hükümdarlarının kendi çıkarları için sömürdükleri bir ülke olmaktan öteye gidemedi.
Örnek vermek gerekirse İskenderiye’den hareket eden tahıl gemileri Roma’nın artan nüfusunu doyurdu ve Kızıldeniz tepelerinin taşlarından forumdaki kamu binalarını donatmak için devasa asitunlar ve baştabanlar yontuldu. Yine Mısır çölünden gelen altınlar Roma imparatorluğunun kasasına girdi. Son derece kıymetli olan Mons Porfirites taş ocağı ise Roma’nın heykel tıraşları için sömürülecek bir malzeme yuvası oldu.
Yeni krallıkta Mısır herkesin korktuğu vahşi bir hayvan gibiydi ama Roma döneminde süt sağlan bir ineğe dönüşmüştü. Takip eden yıllar boyunca çeşitli imparatorluklar Mısır’ın zenginliklerini ve ticari açıdan son derece önemli olan coğrafi konumunu kullandılar. Öyle ki Bizans, İran, Araplar, Osmanlı ve İngiltere Mısır’ı yolmaktan ve çiğnemekten başka bir şey yapmadılar.
Roma döneminde mumya yapımı da sona erdi ve milattan sonra 380’de çıkarılan Teodosius fermanıyla beraber Mısır’dan kalma son sembolik ifade olan demotik yazı ve hiyoroglifler de tamamen kaldırıldılar. Bu da birkaç yıl sonra Mısır alfabe sistemini bilen son 3-5 kişi de öldüğü zaman bu dilin tamamen kaybolacağı anlamına geliyor. Ki öyle de oldu. Zaten Mısır’ı Mısır yapan şenlikler de artık uzun zamandır yapılmıyordu. Zira Roma imparatorları festivalere ve şenliklere katılmıyorlardı ve önceki imparatorların yaptığı gibi en azından nezaketten bile olsa tapınaklara bağışlarda bulunmuyorlardı. Ardından milattan sonra 400’lerde Mısır’a gönderilen bol sayıda Hacı ve Hristiyan misyoneri halkı yavaş yavaş eski dinden kopardı ve Hristiyanlaştırdı.
500’lü yıllara geldiğimizde ise Roma imparatoru 1. Justinianus felsefe metinlerini ve bilimi yasaklattı ve böylece Avrupa’nın orta çağı başlamış oldu. Bu orta çağı esnasında Mısır inancı gibi Yunan inancı gibi diğer inançlar şeytani diye adlandırıldılar ve tarihe gömüldüler. Eski tapınaklar ya yıkıldı ya da Hristiyanlığa hizmet eder hale geldiler.
Örneğin meşhur Isis tapınağı Senztefanos kilisesine çevrildi ve bu birçok Mısır mabedinin de başına geldi. Hristiyanlığın tanrısı Roma’nın kolunu uzatabildiği her bölgede öyle veya böyle galip geldi. Amon, Ra, Pıtah, Osiris ve diğer tanrılar öldü. Ama Mısır’a son darbeyi Araplar vurdu.
Onlar İslamiyeti getirdi ve Memlükler zamanında bile Mısır inancı şeytana tapmak gibi görüldüğü için birçok heykel, birçok stel, birçok kabartma harap edildi. Neticede semavi dinler Mısır’ı hep böyle şeytani diye adlandırmışlardır ve aşağalamışlardır. Halbuki bu inançlar baya baya Mısır’dan çıkmışlardır.
Belki de bu öğrencinin hocayı öldürmek istemesi, yenmek istemesi yani boynuzun kulağa geçmek istemesi gibi de görülebilir. Ama neticede Mısır öyle lanse edildiği gibi kötü, iğrenç bir medeniyet değildir. Evet, Mısır tarihinin sonuna geldik. Toplamda 7 video yaptık ve hepsi uzun, yorucu, kapsamlı videolardı. Yani size göre nasıldı bilmiyorum ama ben yaparken canım çıktı yani.
Öyleyse şimdilik bu kadar. Ben Diamond Roma tarihi serisinde görüşmek üzere.
Altyazı M.K.
İlk Yorumu Siz Yapın