İslâm Öncesi Cahiliye Devri Hakkında Her Şey!
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=9ZB7SahnyaU.
İslam tarihine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ve bu videoda gerçekten de tehlikeli bir konuya bakacağız. Tehlikeli diyorum zira burada cahiliye devrindeki Araplar gerçekten de cahil miydiler? Bunu inceleyeceğiz ve bu konuda ne söylersem söyleyeyim bir tarafa batacaktır. Zira bu konuda objektif olmak gerçekten zordur. Ve bu yabancı kaynaklarda dahi görülmektedir. Mesela oryantalist bir kaynağa baktığımızda İslamiyetten önceki Mekke ve Medine devrinden aşırı über bir ortammış gibi bahsediyorlar. Yani neredeyse Dubai diyecekler. Atina’dan, Roma’dan daha medeni bir çerçeve çizmeye çalışıyorlar. Zira eğer İslamiyetten önceki Araplar aşırı medeni olurlarsa bu durumda İslamiyet daha başarısız ve daha sönük görünecektir. Yahu Araplar şöyle üstün böyle süper insanlardı da ah işte İslamiyet geldi, İslamiyet ile bugünkü hale geldiler.
Özetle İslamiyetten önceki Arap kavminden epey bir övgü ile bahsedip İslamiyetin kıymetini azaltmak niyetindeler. Ve bu yüzden de abarttıkça abartıyorlar. Ama buna rağmen iş Muhammed Peygambere geldiğinde objektif görünebilmek maksadıyla Muhammed Peygamberin epey önemli, başarılı ve kıymetli bir insan olduğundan da bahsediyorlar. Ki öyledir gerçekten de. Zira başardığı devrimin yankıları bugün bile devam ediyor.
Ve bu yüzden ben de Muhammed Peygamberin gerçekten de dini devrim bakımından önemli bir adam olduğunu söylemekten imtina edecek değilim. Yani iş felsefeye geldiğinde Aristo, Platon ya da Descartes böyle insanlardan bahsediyoruz. Ya da iş bilim tarihi olduğunda Newton, iş askeriye olduğunda Timur, Cengiz bu tür karakterlerden bahsetmekten utanmıyoruz. E iş dini devrim ya da sosyal bir başarı olduğunda niçin Muhammed Peygamberden bahsedemeyelim? Bakıldığında Muhammed Peygamber gerçekten de dağınık halde yaşayan birçok Arap kabilesini bir araya toplamış ve bir Arap İmparatorluğuna giden yol başlatmış. Gerçekten de Muhammed Peygamber öldükten sonra da bu Arap İmparatorluğu epey bir fetih yapmış ve bugüne kadar gelmiş. Bu yüzden de hak edene hakkını vermek lazım. Ama abartmamak lazım tabii ki zira bakıldığında
Filiberi Ahmet Hilmi Efendi gibi bazı insanlar İslam tarihi kitaplarında işi abarttıkça abartıyorlar. Mesela şöyle bir şey yazıyor. Peygamberin ve getirdiği dinin bahşettiği harikulade faaliyet ve ulviyet sayesinde Bedevi Araplar 10 sene zarfında bütün cihanın fazilet rehberi, ahlak muallimi, idare ve irfan meşalesi oldular. Şimdi bu abartı. Zira tamam bakıldığında Muhammed Peygamber öldükten sonra 10 yıl içinde Arap Camiası epey bir yayıldı, epey bir fetih yaptı, askeri yalandı büyük başarılara imza attı. Ama ahlak muallimliği, fazilet rehberi ya da bilim önderliği yapmadı. İslam’ın altın çağı dediğimiz o dönemde Muhammed Peygamber öldükten çok sonra meydana geldi. Esasen bakıldığında Muhammed Peygamberin yaptığı şey dediğim gibi dini bir devrim yapmak ve toplumu örgütlemekti. Bu açıdan gerçekten de başarılıydı ama bunun dahi doğru olmadığını söyleyenler vardır. Mesela İlhan Arsel Cahiliye Kitabında şöyle bir ifade kullanıyor. Muhammed Arapları dünya devleti düzeyine yükseltmek şöyle dursun, doğru dürüst bir devlet anlayışına bile sürükleyememiştir. Onun döneminde devlet diye bir kuruluş dahi oluşmamıştır. Öte yandan Muhammed ne kendi toplumunu ne de İslam’a soktuğu toplumları batıl inançlardan kurtarmış değildir. Çünkü bizzat kendisi batıla inanmışlardandır. Bu da tabi ki o kadar objektif bir ifade değil. Muhtemelen sebebi de şu, bakıldığında bizim ateist yazarların oryantalistlerden pek de bir farkı yoktur. Ama oryantalistler İslamiyetle direkt muhatap olmadıklarından dolayı ”Dabulun sesi uzaktan hoş gelir” mantığıyla övdükçe överler. Çünkü ne kadar överlerse o kadar objektif sayılacaklardır. Ama bizim coğrafyalarda ya da Müslüman toplumlarda büyüyen insanlar dinden çıktıklarında ”Aaa bütün hayatın, bütün hikayeler bir uydurma imiş, beni kandırmışlar.
Bunlar safsataymış” diyerek bir yerde intikam alma, ödeşme mantığıyla bazen sert ifadeler kullanabiliyorlar. Ama bakıldığında İslam camiası da bundan farksız davranmıyor. Bir Müslümanın yazdığı İslam tarihi kitabında İslamiyet’ten önceki Arap toplumları ile alakalı öyle ifadeler var ki yani kan dondurur.
Bu insanlar aşırı vahşi, medeniyetten nasibini almamış, ilkel, hiçbir şey bilmeyen, resmen ahlaktan yoksun, kötü insanlardır gibi enteresan bir tavır var. Bu da muhtemelen işte İslamiyet’ten önceki Araplar ne kadar alçak olurlarsa İslamiyet de o kadar yücelecektir. Vay be helal olsun ya şu din sayesinde şu toplum şu hale gelmiş adam olmuş diyeceğiz. Bu yüzden de eğriyi doğruyu tam anlamıyla görmek gerçekten zor.
Ve ben burada İslamiyet’ten önceki Arap toplumları ile alakalı olumlu ifadeler kullandığım zaman Müslüman camia saldıracaktır. Yalan söylüyorsun, iftira atıyorsun, din düşmanlığı yapıyorsun diyeceklerdir. Ama tam tersi Araplar şöyle kötüydü, böyle rezal etti, İslamiyet geldi, aha göğe yükseldiler dersem de bu sefer non-teist camia, yalakalık yapıyorsun, gerçekleri saklıyorsun diyecektir.
Hadi kimseyi kırmayayım, olabildiğince naif ve orta alandan konuşmaya çalışayım dersem de, bu sefer de birçok şeyden bahsedemeyeceğim için videonun bir anlamı kalmayacaktır. Haliyle ben o ne der, bu ne der diye düşünmektense kendi okuduğum, kendi gördüğüm ve ulaştığım sonucu anlatmak ve gördüğüm hakikat neyse bundan bahsetmek niyetindeyim. Evet yeterli açıklamayı yaptığıma göre artık videoya başlayabiliriz.
Cahiliye cehil kökünden gelmektedir ve bilgisiz demektir. Ama buradaki bilgisizlik hani ilimden, irfandan anlamayan, okumamış, eğitim almamış insan anlamında değildir. Daha ziyade dini bilmeyen, hakkı bilmeyen anlamında bir ifadedir. Zira bakıldığında İslam öncesi Arap toplumu o kadar da cahil bir toplum değildir. Ve Roma, Atina ya da diğer medeniyetler onlar da İslami mantığa göre cahiller çünkü Allah’ı bilmiş değillerdi.
Ama bilim ya da felsefe ya da medeniyet bakımından bakıldığında hiç de cahil değiller. Dolayısıyla buradaki cahiliye ifadesi o toplumun taş devrinde yaşadığı anlamına gelmiyor. Zaten Araplar da İslamiyet’ten önce mağaralarda yaşayan ya da ateşi bile keşfetmemiş enteresan tipler değillerdi. Bakıldığında benzer bir mantık bugün de devam eder. Ben bizzat şahit oldum. Yani askerde imamlık yapan bir arkadaş vardı ve Einstein’la alakalı şunu söylemişti.
Eğer Einstein o kadar akıllı olsaydı İslamiyet’e geçerdi. Şimdi cehennemde yanıyor demek ki o kadar da akıllı bir adam değilmiş. Cahilmiş. Bu mantık işte 1400 yıldır devam etmektedir. Ve bu mantıkla alakalı peygamber devrinden bir örnek vermek gerekiyorsa eğer en meşhur örnek Ebu’l-Hakam’dir. Ebu’l-Hakam hikmetin babası, adaletin babası ya da bilgeliğin babası anlamında kullanılan saygınlığı ifade eden bir mahlastır.
Ve bu mahlasın verildiği kişinin gerçek adı Amr bin Hişam’dır. Bu kişi epey bir otorite kazanmış ve epey muhtaber hale gelmiş ama İslamiyet’e geçmediğinden ve İslamiyet’e karşı mücadele başlattığından, Müslümanlarla savaştığından dolayı Ebu Cehil adını almıştır. Yani bilgeliğin babası, cehaletin babası yapılmıştır. İslam’dan olmayana cahil deme tavrı Kur’an’da da yaygındır. Zümer suresi 64. ayet, Kasas suresi 55. ayet ya da Furkan suresi 63. ayet buna örnektir. Kur’an’da birçok defa cahiliye insanları gibi davranmayın ya da eski cahiliye devri gibi giyinmeyin. Şeklinde ifadeler görmekteyiz. Ahzap suresi 33. ayet de buna açık bir delildir. Müslümanlar Arapların hemen her şeyini cahiliye diye adlandırmışlar ama iş namaza geldiğinde, kurban kesmeye, hac etmeye geldiğinde nedense eski Arapların yaptığı ibadetleri cahillik diye adlandırmamışlar. Hatta tıp a tıp bu adetleri kendi inançlarıyla devam ettirmişler. Bakıldığında İslam öncesi Araplar da safa ve merve arasında gidip gelmişlerdi. Hatta bir kısmı namaz kılmaktaydı ve çoğunluğu oruç tutmaktaydı.
Aslında şu cahiliye ifadesi bizim tarihte sıkça gördüğümüz ve Damnatio Memoriae diye ifade ettiğimiz anıları lanetlemek tarzından kalma bir şeydir. Bu Roma tarihinde, Mısır tarihinde, Yunan tarihinde her yerde karşımıza çıkar. Özetle bir imparatorluk yıkıldığında ve yerine başka bir imparatorluk geldiğinde ya da bir lider düşürüldüğünde ve darbe yapıldığında başka bir lider başa çıktığında
hep önceki düzeni, önceki tarihi aşağılama tavrı yaygınlaşır. Bu bugün bile devam eder. Bir siyasetçi başa geldiğinde bizden önce millet tüp kuyruğunda bekliyordu falan der. Yani bakın bizden önce her şey kötüydü, biz geldik her şey mükemmel oldu. Olay bundan ibarettir. Zira zaten dini olan bir topluma yeni bir din getirmeye kalktığınızda karşınızda üç tane ihtimal vardır.
Ya getirdiğiniz din muzaffer olacak ve karşıdaki dini yenecek ve halk bu yeni dine inanacak. Ya getirdiğiniz din muvaffak olamayacak, kaybedecek ve hiçbir anlamı kalmayacak. Ya da getirdiğiniz din karşınızdaki dinle birleşecek, melezleşecek ve ortak bir şey ortaya çıkacak. Ne yepyeni bir şey getirmiş olacaksınız ne de eski düzen tam anlamıyla devam etmiş olacak.
İslami kaynaklara göre hem Hristiyanlığın Romaya gelişinde hem de Museviliğin Mısır’dan çıkışında bu üçüncü muhabbet yaşanmış. Yani bu dinler diğer pagan öğretilerle melezleşmişler ve bu yüzden de tahrife uğramış ve bozulmuşlar. Bu yüzden de hak din İslamiyetmiş. Hatta İslamiyet hiçbir dinle melezleşmemiş, hiçbir şekilde bozulmamış ve tertemiz kalmıştır.
Okullarda dahi benzer bir ifade Türklerle alakalı şöyle anlatılır. İslamiyete geçmeyen Türkler kimliklerini kaybettiler, yozlaştılar. Müslümanlaşan Türklerse kültürlerini tam anlamıyla korudular. Lakin tam tersidir. Yine İslami camia Hristiyanlığın ve Yahudiliğin tahrife uğradığını zira onlarda ruhbanlığın bulunduğunu ve bu insanların paganizmden kopamayıp paganizmdeki tanrılar yerine azizleri doldurduğunu söylerler.
İslamiyette ise hiçbir şekilde ruhbanlık yokmuş. Lakin bu da pek doğru görünmüyor. Zira bakıldığında bizdeki şeyhler, gafslar, kutuplar neyse azizler de odur. Esasen mucizenin kerametten, ilhamın da vahiden farkı yoktur. Yani bakıldığında tek bir otorite, bir papa tarafından dikte edilmediği için dinin özgür olduğundan bahsetmek yanlıştır. Zira ruhbanlık tek bir adamın otoritesi altında olmak demek değildir.
Sen araya onlarca keramete sahip evliyalar, üstün insanlar koyduktan sonra zaten kalkıp da bizde ruhbanlık yok diyemezsin. Zira ruhbanlığın olmaması için halkın kitabı kendi okuyup kendi anlayabilmesi ve başka bir rehbere ihtiyaç duymaması lazımdır. Ama bugün Türkçe’ye tercüme edildiği halde, ki Müslüman camia da ekseriyetle bu eleştirilir,
anlamı bozulduğu Arapça okunması lazım derler ama Arapça bilen ve okuyan da yoktur anca imamlar yapar. Haliyle şu anda halk kendi başına dini okuyup öğrenemiyorsa bu zaten ruhbanlığın bir göstergesidir. Öyle olmasaydı insanlar halen daha tarikatlarda, cemaatlerde takılmazlardı ve şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır gibi sözlere kanmazlardı. Her neyse bu bambaşka bir konu o yüzden cahiliye muhabbetinden devam ediyorum. Şimdi cahiliye dendiğinde akla gelen ilk şey Arap toplumunda kız çocuklarının diri diri gömüldüğü hikayesi. Bu hemen her İslami kitapla yazar. Araplar öyle vahşilerdi ki doğan kız çocuklarını gömüyorlardı, erkek evlada öyle kıymet veriyorlardı ki kız evlatlardan utanıyorlardı vs. vs. Hatta bir tane alıntı okuyayım. Hayati Ülkü İslam Tarihi kitabında sayfa 37’de şöyle bir şey söylüyor. Kız çocuğu olan bir kimse bunu üzülerek saklar ve bir iki yaşındayken çocuğu gizlice gece vakti çöle götürerek kuma gömer ve ölüme terk ederdi. Biraz daha vuraydın abicim ölmemişler biraz daha abart. Mangal yaparlardı, 10 kilo pilav döküp yere beraber böyle abuçlayarak yerlerdi falan da istiyorsan yani. Kendi evladını yerlerdi de de tam olsun bence. Ya bakıldığında bu türden ifadeler hemen her kitapta var.
O yüzden spesifik başka bir örnek vermeyeceğim. Ama bunların abartı olduğunu ya da taraflı olduğunu söylemekten de kaçınmayacağım. Yine bu kitapta gösterilen bir bahane kız çocuklarının büyüdüğünde başıboş davrandığı ya da onunla bununla yatıp kalktığı ya da genel evlerde çalışır gibi para karşılığı seks yaptığı.
Bu yüzden de halkın ahlakının bozulduğu ve o kız çocuklarının mensup oldukları kabilenin bundan utandığı, nefret duyduğu ve bu yüzden de kız çocuklarına karşı daha temkinli davranıp doğar doğmaz gömdükleri. Yani her doğan kız çocuğu fahişi olacak zannediyorlar galiba. Bu yüzden de her doğan kız çocuğunu gömüyorlar. Mantık bu. E onlarla yatan para karşılığı seks yapan erkekler onlar niye gömülmüyor? Kimse bunu sormuyor herhalde o toplumda herkes o kız doğmuş gömelim diyor. Ki zaten bu daha en başından sallantıya düşen bir iddiadır. Zira madem her doğan kız çocuğu gömülüyordu o zaman bu toplum nasıl çoğalabildi nasıl büyüyebildi. Bu yüzden de bazı kaynaklar öyle her doğan kız çocuğu değil de ilk doğanları öldürülüyordu. Hani bak bu olmadı tutmadı ilkini kurban edelim ikincisi erkek doğsun yani adak yapalım mantığıyla öldürüyorlardı derler.
Ve olur da ikincisi de eğer kız doğarsa yapacak bir şey yok o zaman ergenliğe kadar büyütelim. Ergenliğe geldiğinde bir aileyle evlendirelim biz de ondan kurtulalım gözüyle bakarlar derler. Lakin bu da yanlıştır. Şimdi evet ilk çocuğu gömme geleneği dünyanın hemen hemen her yerinde karşımıza çıkar. Zira ilk doğan evlat tanrıya aittir diye düşünmüşlerdir. Ama ilk çocuk erkek olsa dahi öldürürlerdi. Yani amaç bir de hakinin kız doğması değildi ilk doğan çocuğun tanrıya ait olmasıydı. Olay bundan ibaretti. Haliyle hayır Arap toplumunda işte o farklıydı bir tek kızları öldürüyorlardı demek için gerçekten sağlam bir kaynak göstermek lazımdır. He kimse evladını gömmüyordu Arap toplumu mükemmel bir toplumdu gibi bir iddiam yok. Zaten bakıldığında Dumatyan kabilesi gerçekten de bu çocuk gömme muhabbetini yapmış. Ama koskoca toplumda bir iki tane kabile yapmış ve kısa süreliğine yapmışlar. Ve bakıldığında mantılken bütün bir Arap toplumunun da zaten sürekli evlat kurban etmesi mantıklı olmazdı. Zira o dönemde 10 tane evladın varsa ergenlik yaşına belki 2 tane 3 tane anca ulaşabiliyor. Bebek ölümleri çok fazla ölü doğumlar ayrı muhabbet bir de bebekliğinde zaten iyi bakamadığından hava şartlarından ya da beslenme problemlerinden ölenler var. Millet süt anne falan tutmaya çalışıyor süt annelik diye bir şey var zaten. Haliyle o kadar hastalık ve problem olan bir coğrafyada ayrıyeten kalabalığın önemli olduğu güç anlamına geldiği bir toplumda doğan evladını öldürmen zaten saçmadır. En kötü ihtimalle kız mı doğdu? Ev işine yardımcı olur. 12-13 yaşına geldiğinde de ticari bir sebeple birisiyle evlendirir ya da bir anlaşmaya imza atarsın.
Yani kız çocukları öyle hiçbir işe yaramayan aileye yük olan insanlar değillerdir. Haliyle bütün bir toplum öyle manyak gibi her doğan kız evladını öldürmüyordu. Öldürmesi de zaten mümkün değildir. Peki bu muhabbet neden bu kadar çok gündeme geliyor? Çünkü Kur’an’da Tekvir suresinde 8. ve 9. ayetlerde bu adete gönderme vardır ve mev’ude ifadesi kullanılmaktadır. Mü’mtehine suresi 12. ayette de çeşitli tefsirlerle buna yer verilmiştir. Bazı müfessirlerse Arapların bazen fakirlikten kız çocuğunu gömdüğünü söylemişlerdir. Yani mecburiyetten. Ya da bazı insanlar yine Arap toplumunda kız çocukları Tanrı’nın meleği diye adlandırılmışlardır. E melekler de Tanrı’ya yakın olmalıdır. O halde öldürmek lazımdır. Mü’manteh ile evlatlarını öldürmüşlerdir derler. Lakin bu da doğru değildir. Zira bakıldığında Arap toplumunda o sık sık adından bahsettiğimiz Lat, Menat ve Uzza esasen ilahedir. Yani Tanrı çadırlar. Bu bakımdan Araplar kadının doğurganlık özelliği sebebiyle kadınlara ve yaratıma saygı duymuş ve kadın ilahlara tapınmışlardır.
Haliyle bu toplumda kadın düşmanlığından bahsetmek zaten cahilliktir. Elbette Arap toplumunda erkekler önemliydi zira soy erkekten devam ederdi ve savaşa da erkek giderdi. Ama bakıldığında toplumun bel kemiği kadınlardı. Bu yüzden kız çocuklarını diri diri gömmek, kadın düşmanlığı yapmak muhabbeti bu iddia esasen gerçekliğe dayanmamaktadır. Ve dediğim gibi bir iki tane kabile haricinde hiçbir kabile bunu yapmamıştır.
Ve zaten bu olaylar İslamiyet’ten önce dahi sonlandırılmıştır. Örneğin Teymim kabilesi lideri İbni Asım bu geleneği zaten yasaklamıştır ve bunun gibi birçok örnek vardır. Ayrıyeten İbrahim Peygamberin de Tanrı istiyor diye evladını kurban etmeye hazırlandığını, hatta taşa yatırdığını ve bıçağı da boğazına dayadığını
ama daha sonra Tanrı’nın gökten bir koç, kuzu, bir hayvan göndermesiyle bu kurban ritüelini insandan hayvana taşıdığını biliyoruz değil mi? Bu durumda eğer Tanrı bir adak yollamasaydı İbrahim Peygamber evladını öldürmüş olacaktı. Siz bugün İbrahim Peygamber de ne cahil bir adammış evladını öldürmüş diyecek miydiniz? Hayır Allah öyle istedi o da yaptı mümin bir adamdı diyecektiniz. E işte bu Araplar da dini sebeplerle onların inandığı Allah öyle emrediyor diye zamanında bazı evlatlarını gömmüşler. He ama onların inandığı Allah gerçek Allah değil onlar şeytana tapıyorlardı onlar putperestti onlar müşrikti. Gerçek olan bizimki bu yüzden de İbrahim Peygamber yaptığında haktır ama başkası yaparsa cinayettir. Bir Müslüman pekala şöyle bir cevap verebilir lakin Müslüman olmayanlar için bu hiçbir şey ifade etmez. Ve şu anda dünyanın ekseriyeti Müslüman değil haliyle siz öyle inanıyorsunuz diye bu öyle olduğu anlamına gelmiyor. Ama işte propaganda o kadar çok yapılmış ki Karen Armstrong dahi kendi kitabında bu adetin var olduğundan bahsetmiş. Gerçi iki tane oryantalist anlayış var zaten bir Godzihar gibi insanlar var İslamiyeti tamamen reddetmek ya da Muhammed’in bir akıl hastası olduğunu iddia etmek gibi şeylerde bulunmuşlardır. Bir de Muhammed Peygamberi resmen iman etmiş gibi Müslümandan daha Müslüman davranmak, İslam’dan daha İslamcı olmak ve yere göğe sığdıramamak. Objektif görüneceğim, övgü toplayacağım diye o dine inanmadıkları halde o dine inanmış gibi kitap yazmak. Yani siz bugün bir ateistin Muhammed’in hayatıyla alakalı kitap yazdığını ve Muhammed Allah’ın elçisidir, kesinlikle sahtekar değildir ya da tek yaptığı şey Allah ne istiyorsa onu gerçekleştirmektir, o tam anlamıyla peygamberdir dediğini düşünebiliyor musunuz? Bunu diyorsa zaten bu adam ateist olamaz ama maalesef Müslüman camia yabancılardan ya da dinsiz camiadan bir kitap yazıldığında böyle ifadeler görmeyi bekliyor. Eğer bu şekilde ifadeler kullanmıyorsanız objektif değil, saldırgan, oryantalist dinime küfrediyor vs. vs. ediyorlar. İslam’ın cahiliye diye adlandırdığı devirden başka bir örnek vermek gerekiyorsa eğer, sünnet olma adeti en meşhur örneklerden biridir. Bakıldığında sünnet olma hem Yahudilerde vardır hem de Mısır toplumunda sünnet gelenekselleşmiştir. Şöyle söyleyeyim, Kral Narmar zamanında yani milattan önce 3000’lerde Mısırlılar esir ettikleri düşman askerlerini tamamen hadım ediyorlardı. Ama bu çok fazla kan kaybına ve ölüme sebep olduğundan zamanla komple kesmektense işaret bırakmak yani bir bölümünü almakla yetindiler. Hatta daha sonra 3. ara dönemde yani Mısır’ın çöktüğü çağlarda artık tamamen imparatorluğun ve firavunluğun hiçbir hükmünün kalmadığı devirlerde eskiden köle olan bazı kavimler darbe yapmayı başarmış ve tahta oturmuşlardır. Hatta Mısır’a aynı anda 5 tane kralın hükmettiği dahi olmuştur. Ve bu krallardan bazıları da sünnetli krallardır. Ve bu krallar eskiden aşağılamak maksadıyla uygulanmış olan bu adeti artık kutsanma maksadıyla ele almaya başlamışlardır. Hatta piyanki devrinde dahi sünnetli olmayan tüccarlarla ya da sünnetli olmayan devlet adamlarıyla rakiplerle muhatap olunmaz. Bu yüzden de bu adet Mısır’ın son zamanlarında halka da sirayet etmiştir ve bakıldığında Yahudi kaynaklarında sünnet İbrahim ile Yahve arasında yani Tanrı arasında bir anlaşma diye aktarılmaktadır.
Yani bu adet önce Mısır’daydı, Mısır’dan Yahudi toplumuna geçti ve onlardan da görüldüğü kadarıyla İslamiyete kadar uzandı. Ek bir bilgi daha vermek gerekiyorsa eğer, örneğin domuz etiyle alakalı şöyle örnekler görmekteyiz. Mısırlılar domuz etini kirli saymışlardı ve yemezlerdi. Ve domuza direkt dokunan bir insan hemen gider elini yüzünü vücudunu yıkardı. Ve bu gelenek daha sonra görüldüğü kadarıyla Yahudilerde de devam etmiş.
Ama bunu İslamiyet şuradan çaldı buradan çaldı mantığıyla anlatmıyorum. Hatta tam tersi şu anda internette son derece popülerleşmiş bir iddiayı çürütme yoluna gidiyoruz. Zira bazı insanlar diyorlar ki, Muhammed bir koyun tüccarıydı ama domuz epey ucuzdu ve üretimi de kolaydı. Bu yüzden de koyun satılmıyordu. Herkes domuz yiyordu. Muhammed de para kazanmak için domuzu haram kıldı ve ardından da herkes mecburiyetten koyun ticareti yapmaya başladı. Muhammed de zenginleşti. Lakin bu tamamen uydurmadır. Zaten anlattık hem Yahudilerde hem de Mısır’da domuzla alakalı negatif bir bakış zaten yaygınlaşmıştır. Ve Muhammed Peygamberin de ticari hayatını işte koyun tüccarlığı yapıyor. Seviyesine indirmek cehalettir. Adam daha ergenlik yaşlarından beri büyük büyük kervanlarla önemli ticaretler yapmış ve birçok bölgeyi gezmiş. Bu konudaki başarısı ve adaletiyle de ün yapmış bir adamdır. Yani iki tane siyer kitabı okuyan zaten bunu bilir. Devam edersek Tevrat ve Kur’an arasındaki benzerlik aslen şaşılacak bir şey değildir. Zira Kur’an daha önce de anlattığım üzere Tevrat’ı tasdik etmektedir.
Burada şaşılacak olan şey Tevrat’ın birçok ritüeli ve fikri Mısır halkından aşırmış olmasıdır. Bu da dolaylı yoldan cehennemlik ilan edilen firavunların kültürünün direkt İslam tarafından yaşatıldığı anlamına gelir. Zaten Mısır’ın son yazı biçimlerinden biri olan demotik yazının da Arapça ile epey benzerlik taşıdığı bilinmektedir. Sağdan sola okunma ve sesli harf kullanmama gibi ayrıntılar bir yana sırf bakıldığında bile bu iki yazı türü arasında net bir akrabalık olduğu anlaşılabilir. Yine Mısır rahiplerinin günde 4 defa adeta abdest alırcasına yıkanmaları da enteresan bir ayrıntıdır. Bununla beraber Kur’an’da Enbiya Suresi 30. ayette geçen yerin ve göğün birleşik olması ama Allah’ın onları ayırması muhabbeti
Mısır’da da Gebbe ve Nut’un yani yer ve göğün birleşik olmaları ve daha sonra ayrılmaları motifi ile eşleştirilebilir. Neyse bakıldığında İslamiyet Arap coğrafyasında epey bir değişiklik yaratmış. Her ne kadar inanç bakımından bazı benzerlikler yakalıyor olsak da hem organizasyon hem imparatorluğa giden yol hem de örgütlenme bakımından Araplar daha iyi bir konuma gelmişler.
Bu açıdan İslamiyet’in olumlu faydaları olmuş ama bu İslamiyet’in Arap topraklarına yalnızca olumlu şeyler getirdiği anlamına gelmiyor. Hatta bakıldığında bazen olumsuz şeyler getirdiği dahi söylenebiliyor. Mesela bakıldığında İslamiyet’den önce Arap topraklarında boşanma hakkı hem kadında hem de erkekteydi. Ama İslamiyet ile beraber yalnızca erkek boşanabilme hakkına sahip oldu.
Hatta Hülle diye bir adet başlatıldı ki bu da epey enteresan bir ayettir. Özetlemek gerekiyorsa durum şöyle. Erkek boş ol boş ol boş ol dedikten sonra kadından boşandıktan sonra eğer pişman olur da bir daha evlenmek isterse kadının önce başka bir erkekle evlenmesi ve yatağa girmesi lazımdır. Yani eski karınızla evlenebilmek için önce başkasıyla evlendirmek zorundasınız.
Burada birçok Müslüman işte ne güzel bak İslamiyet kadını koruyor adam öyle iki tane üç tane kelime söyleyip de boşanamasın diye özellikle böyle bir kural getirmişler ki millet boşanamasın olay bundan ibaret diyebilir. Lakin aynı şeyi eğer Hristiyanlar yapsaydı bugün Müslümanlar Hristiyanları işte bunlar ahlaksız bunlar karılarını bilmem ne yapıyor diyerek aşağılayacaklardı.
Ayrı yeten her insan hata yapar boşanmak eğer üç tane kelime söylemek kadar kolaysa bir kavgada bir problemde bir sinirle illaki insanlar bu türden yanlış kararlar alabilirler. Ama boşanmışsa boşanmıştır. Yeniden evlenmek için niçin illa da başka bir adamla gerdeğe sokmak gerekiyor. Bu bakınca o kadar da medeni bir davranış gibi görünmüyor. Bakın burada kendi kendime adet uydurmuyorum.
Bakara suresi 230. ayette bu konuya değiniliyor. Yani sizin Arapça okunduğunda aşka gelip ağlaya ağlaya dinlediğiniz ayetlerden bahsediyoruz. Ha kabul eden eder o ayrı. Ama neticede bu cahiliye devrindekilerden katbekat üstün bir uygulama değil. Ve tek uygulama bu da değil. Bakıldığında Şigar ve Mütâ diye adlandırdığımız ki Muta diyenler de vardır iki adet görüyoruz.
Ve Muhammed Peygamber de bu iki adeti İslamiyet’e sokmuş. Ve bu iki adet de cinsellikle alakalı şeyler. Örnek vermek gerekiyorsa Şigar şudur. Ben mesela bir arkadaşımın kız kardeşiyle evlenmek istiyorum diyelim. Bu durumda kendi kız kardeşimi o arkadaşıma veriyorum. Ya da ben bir arkadaşımın kızıyla evlenmek istiyorum diyelim. Bu durumda ben de kendi kızımı o arkadaşıma veriyorum.
Resmen araba takaslar gibi kadın takaslıyoruz. Şafiler Şigar adetini batıl sayar ve reddederler. Ama bakıldığında Hanefiler de bu sahihtir. Ayrıyeten Mütâ adeti ki nasıl anlatayım bilmiyorum. Legal fuhuşa benzeyen enteresan bir yöntemdir. Olay şu. Diyelim ki ben savaşa gittim. Aylarca kadın yüzü görmedim. Ya da evlenecek bir kadın bulamadım. Azmışım artık yani. Ya millete tecavüz edeceğim. Ya tacizde bulunacağım. Ya da bir takım problemler yaşanacak. Bu durumda karşılıklı bir şekilde bir kadınla anlaşıp geçici süreliğine nikah kıyıyoruz. Yani genel ede gitmektense bir kadınla bir aylığına bir günlüğüne ya da üç aylığına anlaşıp parasını verip o para karşılığında seks yapıyorum. Olay bu. Ve daha sonra boşandığımda da hani tazminat ödemek gibi ya da mehir vermek gibi şeylerle uğraşmıyorum.
Şii kaynaklar müte nikahının en az 3 ay sürmesi gerektiğini söylerler. Zira kadın adet görmeli ve hamile olup olmadığı anlaşılmalı. Ayrıyeten bir adamdan başka bir adama hızlı bir şekilde geçemesin diye 3 ay boyunca en azından daha evliliğe benzeyen hani one night stand gibi olmayan çok eleştirilmeyecek bir yöntem uygulanmalı. Şimdi gene yahu ne güzel bak adamlar tacizi tecavüzü böyle değişik şeyleri engellemek için resmen toplumda nizamı sağlamak için bu türden bir sistem yaratmışlar. Bunda ne var yani diye soranlar çıkacaktır. En basiti Türk mantığıyla cevap vereyim. Aynı şeyi anan bacın yapsa ne hissederdin kardeşim. Fakat İbn Abbas Muhammed peygamberin bu türden aktiviteleri onayladığını aktarıyor.
Bazı kaynaklarda Hayber gününde bu olayın yasaklandığı söylense de bakıldığında Huneyn sefiri esnasında Muhammed peygamberin Cabir İbn Abdullah’la Selame İbn Ekvay’a size mütanika hıkıymaya izin verdim gidin ihtiyacınızı giderim dediği bilinmektedir. Ve bu peygamber devriyle sınırlı kalmadı. Bakıldığında 1990’da İran’da dul kadınlara mütanika hıkıyma izni verildi.
Yani İslam’da şu yok İslam’da bu yok iftira atıyorsun demeden evvel bir İslam tarihine ya da İslami ülkelere şeriatın hakim olduğu topraklara bakmakta fayda var. Devam edersek bir de evlatlık muhabbeti var ki bu epey meşhurdur. Şöyle anlatayım. İslamiyetten önce Arap topraklarında birisi bir evlatlık aldığında evlatlığı öz evladı ile eşti. Yani kimse işte bu evlatlık bu aslında yabancı benden gelmiyor diye düşünmezdi. Ve evlatlığının evlendiği kişiyi de kendi evladı sayarlardı. Mesela bakıldığında Muhammed peygamber Zeyd isimli bir evlatlığa sahipti. Zeyd en başında köleydi ama daha sonra evlatlığı yapıldı. Ve kimse Zeyd için Muhammed’in evlatlığı şeklinde bir ifade kullanmazdı. Oğlu derlerdi evladı derlerdi. Ama peygamberliğin son yıllarında bu değişti.
Muhammed peygamber Zeyd’in karısı olan Zeynep ile evlendi ve evlatlıklar öz evlat statüsünden çıkarıldılar. Bir yabancı haline geldiler. Ki bu konu özellikle oryantalist camiyada epey bir tartışılmıştır. Yani hemen her oryantalist kitapta zaten Zeyd ve Zeynep muhabbetine değinilmiştir. Muhammed peygamberin şehvet düşkünü bir adam olduğunu iddia etmişlerdir. Lakin ben bu görüştüde değilim. Zira Muhammed peygamber zaten Zeynep’i tanımaktaydı ve evlendiklerinde de kadın neredeyse 40 yaşına gelmişti. Yani o anlatılan hikayelerde olduğu gibi adam bir anda azgınlıktan evladından boşatıp da kadınla evlenmedi. Zaten bununla alakalı daha sonra bir video paylaşacağım. O yüzden şimdilik değinmiyorum. Çünkü bu yüzden birçok kişi Muhammed peygamberi eleştirmiştir. Ve dedikoduların çıkmasıyla olay iyice büyümüştür. Ahzap suresi 37. ayet buna örnektir. Ve bence bu iyi bir adet değildir. Çünkü eğer iş peygamberin sünnetini devam ettirmekse, bu durumda bugün herkes evlatlığının karısıyla evlenmek isteyebilir. Ve her gelin kayınpederi için potansiyel bir avrat olur. Ayrıca bu olayla beraber değişen evlatlık sistemi toplum yapısını da epey bir değiştirmiştir. Artık evlatlıklar yabancı sayılmışlardır. Bu saatten sonra bir kadının evlatlığının yanında açık giyinmesi mümkün değildir. Her ne kadar bebekliğinden beri o büyütmüş olsa da artık o evlat yabancıdır, haramdır. Veya bir erkek evlatlık bir kız aldığında o kızı okşayamaz, öpemez, sarılamaz, evladı gözüyle bakamaz. Zira o yabancıdır ve ondan şehvet duyma ihtimali vardır.
Gerçi evlatlığı bırakın, Diyanet zaten kendi öz kızından şehvet duymak, ona bakıp hallenmek haram değildir şeklinde açıklamalar yapmıştı. E yani bakınca kendi öz evladına karşı dahi bir şeyler hissedebilen bir kafa yapısı belki yabancıya karşı da evlatlığa karşı da bir şeyler düşünebilir. Haliyle şunlara bakınca bir non-theistin acaba hangisi cahiliye diye sorması pek de absürt olmayacaktır.
Ki bakıldığında bu evlatlık muhabbeti peygamber hayattayken de bir problem yaratmıştı. Huzeyfe adındaki biri Salim adındaki evlatlığını kendi öz yeğeniyle evlendirecek kadar çok sevdiğinden ve karısı Selbe de evladı Salim’e gerçek evladı gibi yaklaştığından Muhammed peygambere ya biz bu saatten sonra artık kaç yıl bakmışız bu çocuğu nasıl yabancı gibi karşılayacağız diye sormuşlardır.
Ve Muhammed peygamber Selbe’ye sen Salim’i emzir o sütünü emdikten sonra zaten süt annesi olmuş olacaksın bu yüzden de o kadar uzak kalmana gerek kalmayacak demiştir. Ama Salim 30 yaşında bir adam Selbe de epey yaşlanmış yani o yaşta bir kadının 30 yaşındaki adama emzirmesi de pek caiz değil. Bu yüzden şöyle bir taktik kurgulanmıştır. Sen sütünü bir kaba bir kaseye sağ ve Salim’e ver.
Eh bakıldığında şark kurnazlığı lafı boşu boşuna çıkmamış. Bu kurnazlığa başka bir örnek vermek gerekiyorsa eğer örneğin Mekke’den Medine’ye hicret esnasında bulaşıcı hastalıklardan epey bir kişi kırılmıştı ve insanlar hastalık kapmaktan korktuklarından dolayı hicret etmeye yanaşmıyorlardı. Muhammed peygamber de La adva yani bulaşıcı hastalık olmaz demişti.
Ama yolculuğa çıktıktan sonra gerçekten de hastalık yayılmaya ve insanlar hastalanmaya başlamışlardı. Bu sefer insanlar şikayete geldiğinde Muhammed eğer hastalık bulaştıysa Allah’ın isteğiyle bulaşmıştır şeklinde konuyu uzatan bir cevap vermiştir. Ama daha sonra bu hastalıklar develere de sirayet ettiğinde yani binek hayvanları da zarar görmeye başladığında
kadercilikten vazgeçmiş ve hastalıklı deve sağlıklı deveye yaklaştırılmasın şeklinde emirler vermişti. Yani La adva muhabbeti askıya alınmıştı. Ek bir bilgi vermek gerekiyorsa İslami kaynaklarda Arap topraklarında İslamiyet’ten önce en büyük evladın babasının mirasına konabilmek için babası öldükten sonra eşlerinden bir tanesiyle evlendiği söylenmektedir. Lakin az önce anlattığım üzere aile bağlarına bu kadar kıymet veren bir toplumda bu tür bir uygulamayı devam ettirmek pek de mümkün değildir. Haliyle bu ne kadar doğru ne kadar yanlıştır bilme şansımız yok. Ki bu bir problem değil bakıldığında. Ölmüş babanın bilmem kaç tane eşinden bir tanesiyle evlenmek halen hayatta olan evlatlığının karısıyla evlenmekten daha ahlaka mugayir değil. Ve bir hatayı daha düzelteyim bakıldığında İslamiyet’ten önceki Arap toplumu öyle ahlaksız şerefsiz hiçbir şekilde merhameti olmayan enteresan bir toplum değildir. Huza İbn-i Luhay gibi insanlar her hac mevsiminde deve kestirip kıyafet dağıtıp fakirleri doyurup insanlara iyilik yapmışlardır. Ve Arap topraklarında bir deve beş defa doğurduğunda doğaya bırakılır yani serbest bırakılır ve hiçbir şekilde ona karışılmazdı. Ya da erkek bir deve on defa döl verdiğinde yani on defa çoğaldığında artık emekli yapar yani yemin suyunu her şeyini vermeye devam eder ama hiçbir şekilde çalıştırmazlardı. Yani hayvan haklarına bile özen göstermişlerdi. Yine cahiliye Araplarından Amir İbn-i Tufail halkın arasına adamlarını yollar ve aç kalan varsa doyuralım, yaya kalan varsa binek verelim. Ya da can korkusu yaşayanlar varsa gelsinler koruyalım şeklinde duyurular yapardı. Yani cahiliye Araplarında da mal mülk dağıtmak ve yardımlaşmak yaygındı. Son nokta İslamiyet’ten önce Araplarda belagatın ulaştığı zirvedir ki bu Müslüman kitaplarında dahi yazar ve Orientalistler de bundan sıkça bahsederler. Örneğin Anne-Marie Schimel Araplarda zekanın şiir kabiliyetiyle ölçüldüğünden bahseder.
Ama bakıldığında Muhammed Peygamber zamanında şairlik ya da bazı şairler diyelim aşağılanmışlardır. Örneğin Ümeyye İbni Ebi Hesalt gibi önemli şairler sırf Muhammed Peygamber’e inanmadıklarından ve Muhammed Peygamber’i eleştiren şiirler söylediklerinden Muhammed Peygamber onların şeytan tarafından kandırıldıklarını ve adeta ağzından dili sarkan köpeklerden farksız olduklarını söylemiştir.
Araf suresi 175. ayet gibi ayetler bu kişilerle alakalıdır ve özellikle Muhammed Peygamber Medine devrinde şairlerden epey bir çekmiştir. Halbuki İslamiyet’ten önce Araplar en çok şiir kabiliyetleriyle övünmüşlerdir. Tabii Arapların ilgilendikleri tek ilim şiir değildi. İlmi Nücûm yani Astroloji, İlmi Hail yani At İlmi, İlmi Enva yani Meteoroloji, İlmi Esatir yani Hikaye Anlatıcılığı, İlmi Kehanet yani Ön Sezi veya Tahminde Bulunma Ustalığı, İlmi Kiyafet yani İst Sürücülüğü ve Nesep ve Tıp gibi birçok ilim Arap coğrafyasında yaygındır.
Yine cahiliye devrindeki Araplar öyle din düşmanı ya da aşırı dindar, yobaz, saldırgan tipler değillerdi. Herkesin inancı kendineydi. Ama İslamiyetle beraber bu değişti. Zira İslamiyet bütün dinlere meydan okuyan bir dindi. Ve buna rağmen Muhammed Peygamber Arap ilahlarından veya putlardan kötü bir şekilde bahsetse, adeta küfretse dahi Araplar sineye çekmişlerdi. En basitinden amcası Ebu Talip inanmadığı halde Muhammed’i korumaya devam etmişti. Bu İslami kaynaklarda da yazar. Zaten din dersinde dahi öğretilmektedir. Muhammed Peygamber o kadar çok eleştiri de bulunmuştur ki Mekkeli müşrikler Ebu Talip’e gelmiş ve senin yeğenin bize sövüyor, sayıyor, ilahlarımıza hakaret ediyor. Sen bir şeyler yap yoksa biz yapmak zorunda kalacağız. şeklinde uyarılarda bulunmuşlardır. Ve 1400 yıl öncesinden bahsediyoruz. Halbuki bugün dahi bir babanın evladı dinden çıksa ateist olsa veya hristiyanlığa geçse evlatlıktan reddeder. Yani bugün dahi bu hoşgörü sağlanmış değildir. Ama cahiliye devrinde savaşmaktan başka bir çare kalmamıştır. Zira Muhammed Peygamber benim dinimden olmayanlar cehennemde yanacaklar, onlar şöyleler böyleler şeklinde aşağılayan ve korkutan ifadeler kullanmıştır. Yine bakıldığında cahiliye devrinde insanlar hangi puta tapıyor olurlarsa olsunlar Kabe’ye tavaf etmeye gelebiliyorlardı. Ama İslamiyetle beraber bu yasaklandı. Yani Kabe’ye gelip de İsa’ya veya başka bir ilaha tapmak imkansızdır. Yine birçok kaynakta Ömer İslamiyet’e geçtikten sonra ona saldırmak isteyen Mekkeli müşriklere diğer Mekkeli müşriklerin
ne olmuş canım bir adam kendi isteğiyle din değiştirdiyse bize ne herkes istediğine inanır şeklinde karşı çıktığı yani putperestin bizzat Müslüman’ı koruduğu dahi söylenmektedir. Yani Mekke’de din seçme özgürlüğü gayet tabi vardır. Yeter ki sen sapkınsın cehennemde yanacaksın püh Allah belanı versin şeklinde kışkırtıcı argümanlarla gelme.
Bakıldığında bir adam ben lata tapmayacağım da uzza’ya tapacağım ya da uzza’ya tapmayayım errabbe’ye tapayım başka bir rabbe tapayım dediğinde kimse karşı gelmiyor karışmıyor. Ya da Mekke Medine Hristiyan kaynıyor Yahudi kaynıyor ama hiçbir müşrik onlara saldırmıyor. Ya da bakıldığında Müslümanlar ne iddia ediyorlar Muhammed peygamber Hanifti orada bir sürü Hanif vardı onlar gerçekliğini yaşıyorlardı.
E bu durumda bu Hanifler nasıl oldu da katliama maruz kalmadan rahat bir şekilde inançlarını yaşayabildiler. Nasıl oldu da yüzlerce yıl boyunca Haniflik sabit bir şekilde kalmaya hatta büyümeye devam etti. Ve niçin iş Muhammed peygambere geldiğinde savaşmaktan başka çare kalmadı. Zira Muhammed peygamber o ayette yazdığı gibi İslam bütün dünyaya egemen olana kadar İslam yolunda savaşın mantığına geldi.
Yani bugün herkes Muhammed peygamberin uğradığı Mekke zulmünden bahseder. Hep sürekli ezilmiş saldırıya maruz kalmış kimseyi bulaşmadığı halde herkes onunla mücadele etmiş gibi davranırlar. Ama işin bir de Müslüman taraftaki versiyonundan bahsetmezler. Ya da Muhammed peygamber Kabe’ye geldiğinde ve bütün putları devirdiğinde din özgürlüğüne karşı bir şey olduğundan bahsetmezler. Ya da bugün şeriatın hakim olduğu ülkelerde dinden çıkmanın cezasının idam olduğundan bahsetmezler. Yine Kur’an’da Tevbe suresi 113. ayette cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra kendi akrabanız bile olsa marifet dilemeyin yani onlar için dua etmeyin yazıyor. Ve Muhammed’in de ona yıllarca baktığı ve koruduğu halde Ebu Talip hakkında marifet dilemediği biliniyor. Özetle İslamiyet’te bizden olmayan herkes cehennemliktir ve bizden olmayan herkes potansiyel bir rakiptir. Mantığı zaten yaygın. Bu yüzden de gerçek İslam bu değil ya da herkesin inancı kendine kimse kimseye karışamaz hoşgörüdiğini bu türden sloganlar pek de bir anlam ifade etmiyor. Fetih suresi 16. ayet ya da Tevbe suresi 5. ayet bu bağlamda yeterince açıklayıcıdır. Her ne kadar Müslümanlar bu ayetler için hayır bunlar yalnızca savaş vaktinde geçerlidir deseler de zaten İslam’ın diğer bütün inançlara karşı bir savaş başlattığı ve bütün dünya Müslümanlaşmadan tam anlamıyla bir barıştan bahsetmenin mümkün olmadığı bir gerçektir. Bu yüzden de o ayetler şu anda geçerli değil demenin hiçbir anlamı yoktur. Bugün cahiliye devri dendiğinde hep o dönemdeki Araplardan eleştiriyle bahsederler. Onlar gelenipçiydi onlar atalarına inanmışlardı atalarımız ne yaptıysa biz de onu yaparız demişlerdi dogmatiklerdi eleştiriye açık değillerdi ve bu yüzden de cehennemlik derdi. Hatta Kur’an’da Maide suresi 104. ayette bu açıkça eleştirilmiştir.
Ya ataları hiçbir şey bilmeyen yoldan sapmış kişilerse şeklinde bir ifade kullanılmıştır ki bence bu doğru bir yaklaşımdır ama aynı yaklaşımla İslamiyete bakmak da mümkündür. Zira şu anda Muhammed peygamber ne giydiyse onu giyen nasıl sakal bıraktıysa onu bırakan hangi meyve sebzeyi seviyorsa onları tüketen ve adeta Muhammed peygamberi taklit eden sünnet dediğimiz bir anlayış var.
Bu da geleneği tamamen devam ettirmektir. Genel kanıya göre Araplar Sami kökenlidir ve Sami’lerin ana vatanı Arabistan topraklarıdır. Fakat bunların Arabistan’a nereden geldiğiyle ilgili net bir bilgiye sahip değiliz. Tek gördüğümüz Sami’lerin hayat şartları zorlaşmaya başlayınca nüfusun da artması sebebiyle milattan önce 3000 civarında oturdukları yerlerden Afrika’ya, Mezopotamya’ya, Suriye’ye ve diğer bölgelere göç ettikleridir. İlk defa kuzeye çıkan Sami kavimleri Sümerlilerle karşılaşınca Sümer’in gelişmiş gücüne karşı direnemeyip Sümer hududu çevresinde ve Fırat nehri etrafında göçebe bir şekilde yaşamak zorunda kaldılar. Birkaç kuşak sonraysa mecburiyetten Sümer’de paralı asker olmayı kabul ettiler. Birkaç yüzyıl içerisinde Sami’ler hem Sümer’in savaş taktiklerini hem de medeniyetini iyice öğrendiler. Bir yandan da kendi ırklarını korumaya ve asimile olmamaya uğraştılar. Bu sayede Sümer güçten düştüğü dönemlerde çeşitli isyanlar çıkarıp özerk olmaya çalıştılar ve en sonunda da Akad imparatorluğunu kurdular. Lakin bunlardan daha da önemlisi, milattan önce 2725’te Mısır’ın eski krallık çağında elanlıların kaldeyi işgal etmeleriyle beraber Kuzey Mezopotamya’ya doğru yapılan büyük göç olmuştur. Sami’ler bu göç sonucunda Asur ve Ninova şehirlerine yerleşmiş ve Orta Asya kavimleriyle de kaynaşmaya başlamışlardır. Buradan itibaren hepimizin iyi kötü okuldan hatırlayacağı birtakım kavimlerden bahsedeceğiz.
Fakat bundan önce size dini hipotezden bahsetmem gerekiyor. Örneğin Sami’ler dedik ama Sami adı nereden geliyor bundan bahsetmedik. İslami kabule göre Sami adı Nuh’un üç oğlundan birisi olan Sam’dan gelir. Taberi gibi birçok kaynakta da Arapların ve Bilimum antik kavmin kökeni Nuh peygamberin soyuna dayandırılmaktadır. Bilindiği gibi Nuh tufanından sonra dünyada Nuh ve ailesi haricinde kimse kalmadığından o günden itibaren ortaya çıkan bütün kavimler gemiye binen o birkaç kişiden gelmiş olmalı. Haliyle kimin kimden geldiğini tespit etmek imparatorluklar arasındaki savaşları çözebilmek adına epey önemli. Kaynağından okumak gerekirse durum şöyle. Sam’ın, Arap, Faris ve Rum adında çocukları oldu ve bunların hepsi iyidir.
Yafes’in, Türk, Sakalbe ve Yecuc ve Mecuc adında çocukları oldu ve bunlardan hiçbiri iyi değildir. Hamın da Kıpt, Sudan ve Berber adında çocukları oldu. Görüldüğü üzere Araplar, Rum’u yani Roma’yı kendilerine kardeş saymışlar ve iyi diye adlandırmışlar ama Türk’ü Yecuc ve Mecuc ile birleştirip kötü ilan etmişler.
Teferruattan bahsedecek olursak inanca göre Sam’ın yani Sem’in soyu şöyle ilerlemiştir. Sam’dan Efrahşat yani Faris, Efrahşat’tan Şalık, Şalık’tan Abir, Abir’den Kahtan, Kahtan’dan da Cürhüm, Yarüp, Hadramut, Ad ve Uman adında beş erkek çocuk meydana gelmiştir. Kahtan vaktiyle Yemen’e gitmiş ve Devleti Kahtaniye adında bir devlet kurmuştur.
Ve Kahtan’ın dili en başında süryaniyece iken zamanla Arapçayı da öğrenmiş ve soyuna Arapçayı nakletmiştir. Şimdi burada birçok isim zikredildi ve bir kısmı tanıdık geldi bir kısmını ise ilk defa duydunuz. Örneğin Ad zaten Ad ve Semud kavmi olayından biliniyor ama diğerleriyle alakalı pek bir bilgimiz yok. Tek bildiğimiz İslami camiağının Sami kavim dediğimiz kavimleri Nuh’un oğlu Seme dayandırdıkları ve bütün tarihi Arapları merkeze koyup üçe böldükleri. Kaynaklar durumu şöyle özetliyorlar. Üç çeşit Arap vardır. Birincisi Arabu Baide yani nesli tükenmiş Araplardır. Ve Cürhüm gibi evlatların bugüne kadar gelememiş olan soyları bunlardandır.
Bu arada Cürhüm kabilesi İbrahim’in oğlu İsmail’e kız vermiş bir kavim diye bilinmektedir. Diğer bir ifadeyle Cürhüm ve İsmail’in münasebeti sayesinde Arapça ve İbranice’nin karışımı olan yeni bir lisan oluştuğu ve peygamber devrindeki Arapça’nın da buradan geldiği söylenmektedir. İkinci Araplar Arabu Aribe yani nesli tükenmişlerden sonra gelenlerdir.
Örneğin Kahtaniler bunlardan biridir ve bunlara orijinal Arap derler. Çoğunluğu Himyeri lehçesini kullanmıştır ve ikametgah yerleri de Yemen’dir. Üçüncülerse Arabu Müstarebedir yani sonradan Araplaşmış Araplar ve Hicaz bölgesinde ikamet etmişlerdir. Yazdığı kadarıyla İbrahim’in oğlu olan İsmail’in dokuz erkek evladı olmuştu ve bunlardan en büyüğünün adı Sabit’ti.
Sabit’in soyuysa Mekke’ye kadar uzanmıştı. Hatta peygamberin dedesi olduğu iddia edilen Kusay bin Kilab dahi bu soydan gelmekteydi. Ve bu önemli çünkü Yahudiler yalnızca Yahudilerden peygamber çıkacağını iddia ederler. Hatta peygamber torunu olmadan peygamber olma şansın yoktur. Bu yüzden de Muhammed peygamberi basit bir Arap diye reddetmişlerdir.
Onu Yahudi saymamış haliyle nübüvvetini de kabul etmemişlerdir. Lakin böyle yaptığınızda yani peygamberi Kusay bin Kilaba onu da Sabit’e, Sabit’i de İsmail’e ve İbrahim’e dayandırdığınızda esasında peygamber zaten peygamber torunu olur ve hiçbir şaibe kalmaz. Lakin öyle olmamış yani genelde kabul etmemiş, peygamberliğini reddetmiş ve dışlamışlar.
Ayrıca bazı kaynaklar Kahtanilerle Araba Aribenin birleştiğini ve Adnaniler adında yeni bir kavmin ortaya çıktığını ve Adnanilerin de gelmiş geçmiş en asil en üstün Arap kavmi olduğunu iddia ederler. Hatta Kureyş kabilesi dahi soyunu bunlara dayandırır. Ve peygamber de Kureyş kabilesinden geldiği için hem en asil Araptır hem de tam anlamıyla Arap değildir. Bir yandan da Yahudilik vardır haliyle bu Yahudilik sayesinde peygamber olabilmiştir. Yani peygamber ne Hicaz’dan geliyor ne Yemen’den geliyor ne de tam anlamıyla İsrailoğlu. Bir karışıklık var. Bununla beraber Mekke ve Medine çevresinde soyunu Adnanilere dayandıran 20 kadar kabile bulmak mümkündür. Zira en asil onlar olduğu için herkes biz onlardan geliyoruz iddiasında bulunmuştur. Örneğin Hanife, Kureyza, Kaynuka, Hevazin veya Gatafan gibi birtakım kabileler Yahudi olmalarına rağmen soylarını Adnanilere dayandırmışlardır. Ve eğer bu doğruysa bu durumda bütün Mekke ve Medine akraba olmak zorundadır. Hatta peygamber Medine’ye geçtiğinde ve birtakım Yahudi kabileleriyle savaşmaya başladığında kendi akrabalarına karşı savaşmıştır.
Veya bütün bu tarih uydurmadır. Zira bütün bu soylar ve hikayeler Nuh’un oğullarına gidiyor. Ama tarihte gerçek anlamda Nuh’la alakalı bir kayıt yok. Yani Nuh diye bir adam vardı. Onun da şöyle evlatları vardı. Onlardan da Roma İmparatorluğu, Türkler veya diğer birtakım kavimler ortaya çıktı diyebileceğimiz herhangi bir belgeye rastlamıyoruz. Bir tek dini kitaplar ve birtakım hadisler böyle iddia ediyorlar. Ama diğer bütün kaynaklar bununla çelişiyorlar. Ayrıyeten İsmail ile alakalı da birtakım şaibeler var. Yani İbrahim İsmail’i aldı ve Mekke’ye gitti. Orada Kabe’yi inşa etti ve ardından bilmem ne bilmem ne. Bu arada bir Müslümana göre İslamiyet’te veya Kur’an-ı Kerim’de önceki kitaplardan birtakım ayetlerin bulunması veya aynı hikayelerin İslamiyet ile beraber tekrar edilmiş olması bir problem değildir. Zaten İslamiyet önceki kitapların da Allah tarafından yollandığını iddia eder.
Yani İncil, Zebur, Tevrat bütün bunlar aynı Allah tarafından yollanmışlardır. Ve Kur’an’da en son gelen ve bütün bu kitapları tasdik eden tamamlayıcı bir rehberdir. Hatta İslam eğer Kur’an’da önceki kitaplarda da olan birtakım hikayeler varsa demek ki bu hikayeler gerçekten de yaşanmışlar.
Zira Ruhban Kesim bu eski kitapları tahrif etti, değiştirdi, olmayan şeyler kattı ve olanları da çıkardı. Bu yüzden de önceki kitaplarda tam anlamıyla hakikati bulmak imkansızdı. Ama eğer Kur’an’da aynı hikaye yer alıyorsa demek ki bu gerçektir. Zira Allah yalan söylemez. Bu yüzden de eğer eski kitaplarda yazan ama Kur’an’da yazmayan bir şey varsa onun doğruluğundan emin olmak zordur.
Aynı şekilde Kur’an’da yer alan ama eski kitaplarda yazmayan bir şey varsa bu durumda referans Kur’andır. Zaten her halükarda Kur’an en doğru ve en tam metindir. Ama tabi bir Hristiyan veya Yahudi bu iddiaya güler zira kimse kendi kitabının tahrif edildiğine inanmıyor. Tıpkı Müslümanların da Kur’an’ın tahrif edilmediğine inandıkları gibi.
Ve aynı şekilde kimse ya benim dinim bozuk da başka dinler daha doğru diye düşünmüyor. Zaten öyle düşünselerdi o dine inanmış olmazlardı. Öncelikle bizler Yahudilerin tek Tanrıya inandıklarını varsayıyoruz. Ki onlar da öyle iddia ediyorlar. Ve monoteizm dendiğinde Hristiyanlık, İbrahimî inanç ve İslamiyet akla geliyor. Ama bu pek de doğru değil. Tamam Yahudiler esasen tek bir Tanrıya tapmışlardır ama bu Tanrı Kur’an’daki Allah’la pek de uyuşmaz. Tevrat’a ve sonraki peygamberlere gelen diğer kitaplara bakıldığında yani Musa’dan itibaren bütün Yahudi metinleri incelendiğinde Yahve veya Yehova adıyla karşılaşıyoruz. Ve bu baş Tanrı’yı ifade ediyor. Tıpkı İslamiyet’teki Allah gibi.
Ama O her şeyi gören, her şeyi duyan, her şeye kuvveti eten bir Tanrı değildi. Daha ziyade yardımcı varlıklara muhtaçtı. Bu yüzden de Lut kavmini helak etmeden evvel birtakım varlıklar göndermek zorundaydı. Bunlar Eloh veya Elohim diye ifade edilirler. Ayrıca Yahudiler en başında şeytani varlıkların yani başka başka Tanrısal ruhların da var olduğunu düşünmüşlerdir.
Ama zamanla Yahudilik tek Tanrıcı bir hal almıştır. Geçen birkaç asır esnasında bu yardımcı varlıklar melek haline gelmiş ve Yehova’da tek başına bırakılmıştır. Ve Meimonides zamanında birtakım eklemelerle artık Yahudiliğin tek Tanrıcı bir inanç olduğu fikri kanıksanmıştır. Bu arada Yahudilik derken Museviliği de kastediyor. Ki zaten aralarında köken bakımından bir fark yoktur.
Museviler Musa’yı takip ederler. İsrailoğulları ise İsrail soyundan gelmişlerdir. Zaten anlatacağım. Özetle Yahudi kitapları öyle tevhidi savunan ve tam anlamıyla tek Tanrıcı diyebileceğimiz bir yapıya sahip değillerdir. Hristiyanlık da keza teslis inancına sahiptir. Baba, Oğul, Kutsal ruh her ne kadar bu üçünü tek bir Tanrı gibi görseler de bu Tanrı üç forma bölünmüştür.
Yani bugün bir Hristiyanla tartıştığınızda işte bir çarpı bir çarpı bir eşittir bir yani üç farklı bir yeni bir edebilir. Veya Güneş hem katıdır hem sıcaklık yayar hem de ışık yayar yani tek başına üç tane forma sahiptir gibi açıklamalar yaparlar. İşte bizim Tanrımız da hem babadır hem oğuldur hem de kutsal ruhtur. Ama bakıldığında bu tam anlamıyla tevhid değildir. Dolayısıyla elimizde kala kala İslamiyet kaldı. Zira ne Hristiyanlık ne de Musevilik tam anlamıyla tevhidci değil. He bakıldığında İslamiyet’te de melekler var ve melekler bir Tanrı’dan farksızlar. Bir tanesi ölüm meleği diğer melek doğa olayları ile uğraşıyor. Öteki vahiy getiriyor bir sürü şeyi kontrol ediyor kutsal ruh diye ifade ediliyor vesaire.
Ama en azından bin defa Tanrı Tektir başka bir Tanrı yoktur her şeye kadirdir ifadesi geçiyor. Ama Tevrat’ta veya İncil’de bu türden bir ifade yok. Hatta Kur’an’da Allah her şeyin bütün âlemin her insanın Tanrısı olduğunu iddia ediyorken
Tevrat’ta ve diğer Yahudi metinlerinde Yahve ya da Rab İsrailoğullarının Tanrısı, Musa’nın Tanrısı veya İbrahim’in Tanrısı diye ifade ediliyor. Yani şu kişinin veya şu toplumun bütün dünyanın bütün âlemin değil. Tevrat’taki Tanrı ile Kur’an’daki Tanrı arasındaki bir farka değinmek gerekiyorsa eğer
daha yaratılış bölümünde dahi Yahve’nin 7. gün dinlenmeye çekilmesinden bahsedebiliriz. Kur’an bunu Kaf Suresi 38. ayette Allah’ın âlemi 6 günde yaratmasıyla birebir devam ettirmiştir. Lakin Allah’ın hiçbir yorgunluk hissetmediğini de eklemiştir. Bu arada Yahve ile Elohim arasında bir farkın olduğundan tekrardan bahsetmem lazım. Aksi halde epey karıştırılıyor.
Şimdi Elohim ilahlar demektir ve düşmüş melekler, cinler ya da başka başka tanrılar şeklinde yorumlanmıştır. Ama Yahve belli bir karakteri olan, ayet gönderen, gökten konuşan tanrıdır. Yani baştanrıdır. Hatta bu yüzden Nuseviler İsa’nın gerçekten peygamber veya Rab olmadığından, bir sahtekar olduğundan veya bir mecnun olduğundan bahsederler. Zira İsa, çarmıhta ölmeden evvel, eli eli lema shevaktani demişti. Yani tanrım beni neden terk ettin? Ve burada Yahve veya Yehova kavramı yerine, Eloh ilah kavramını kullanmıştır. Demek ki İsa başka bir ilah tarafından veya karanlık kuvvetler tarafından kandırılmış olmalı. Ama tabi bir Musevinin veya Yahudi’nin böyle düşünmüş olması gayet normal.
Zira İsa’yı idam ettiren kavim zaten bunlardı, hahamlardı. İsa zaten eğer yaşamışsa bu insanlara karşı mücadele etmişti. Bu yüzden de reddediyor olmaları gayet doğaldır. Hatta Musevi inancına göre gerçek bir peygamber ki o Mesih’tir, kıyamet vaktinde gelecektir. Ve şu anda halen daha Museviler başka bir Mesih beklerler.
Ve onca Hristiyan’a rağmen İsa’nın bir büyücü olduğuna, bir sahtekar olduğuna halen daha inanmaktadırlar ve bu yüzden de idamını meşru görmektedirler. Lakin Kuran’a baktığımızda orada idam edilen kişi İsa değildi. İsa’nın bir benzeriydi. Daha doğrusu oradaki insanlar İsa’nın öldüğünü zannettiler ama esasen başka birisi öldü. Ama bunlar bambaşka konular o yüzden şimdilik değinmiyor.
Ayrıca bugün Müslümanlar Tevrat’ın, Zebur’un, İncil’in tıpkı Kuran gibi bir peygambere indirildiğini ve Tanrı’nın sözlerinin bir kitapta toplandığını zannederler. Yani esasında Kuran neyse nasıl bir kutsal kitapsa önceki kutsal kitaplarda aynı şekilde inmiştir, şu kişiye gelmiştir diye düşünmektedirler. Lakin bu da yanlıştır.
Zira en basitinden İncil öyle bir peygambere gökten indirilen bir kitap değildir. Tam tersi Hristiyanlar İsa’nın zaten Allah’ın ağzıyla konuştuğunu yani İsa ne söylüyorsa esasında Allah’ın söylediğini, bu yüzden de İsa ne söylüyorsa esasında bunun vahiy olduğunu iddia etmekteler. Ki onu da geçtim bugün İncil’i alan ve okuyan herhangi biri zaten İncil’in bir dogmatik kitaplar ziyade roman kitabı olduğunu anlar.
Birçok öğrenci birçok havari İsa’nın hayat hikayesini işte İsa şuraya gitti şöyle konuştu şu açıklamayı yaptı şeklinde farklı farklı kaydedildiğini ve İncil’in tam anlamıyla bir fikşin haline geldiğini görebilir. Ayrıyeten İsa öldükten çok sonra Pavlus daha doğrusu Saul birçok mektup yazmış ve Hristiyanlığın itikadını tam anlamıyla belirlemiştir. Yani bugün bir İncil aldığınızda karşınızda bir tane kitap yoktur.
Birçok kitap vardır ve bu kitaplardan hiçbiri tam anlamıyla İsa’nın ağzından yazılmış değillerdir. Zebursa şu anda kitab-ı mukaddesde yer alan ince bir kitaptır ve bir meleğin gökten tanrının doktrinlerini getirmesi veya vahiy vermesi gibi bir şey söz konusu değildir. Zebur okuyan herkesin göreceği gibi mezmurlar diye geçer ve tamamen şiir kitabıdır. Hatta tam anlamıyla uzun bir ilahidir.
Elimizde bir tek Tevrat kaldı ve Tevrat Musa’ya verilen ilk beş kitaptan ibaret. Buna Pentatek yani beşli denmektedir ve Tevrat’ın genel adı Toradır yani yasa. Lakin kitab-ı mukaddesde daha birçok kitap vardır. Ayrıntı vermek gerekiyorsa bugün Tevrat, Zebur ve İncil bir araya getirildiğinde karşımıza üç kitap değil toplam 66 kitap çıkmaktadır.
Kitab-ı mukaddesde beş tane yasa kitabı, on iki tane tarih kitabı, beş tane şiir kitabı, on yedi tane de peygamberlik kitabı vardır. İncil de bunlar haricinde toplam 27 kitaptan oluşmaktadır. Dolayısıyla bugün kutsal kitap dendiğinde bütün bu kitapların ruhban kesimi tarafından tek bir ciltte düzenlenmiş versiyonundan bahsediliyor. Bu düzenleme ve bilgiyi aktarma usulü ise Kabalah diye ifade edilir.
Zira Kabalah aktarılan demektir ve kutsal kitapta yazmayan ama başka çeşitli kitaplarca nakledilmiş ve korunmuş daha birçok hikaye vardır. Ve İslam hadislerinde gördüğümüz birçok anlatım da muhtemelen Kabala edebiyatından gelmektedir. Kabala ilmi ana kaynak olarak Talmudları kullanmaktadır. Talmud dediğimiz metinler bütünü, milattan önce 5. yüzyılda rahiplerin muhseviliği dünyaviyeli bir inanç olmaktan çıkarıp, uhrevi bir hale getirmek istemeleri yani yorumlama ihtiyacı duymaları ile oluşmuştur. Daha doğrusu oluşmaya başlamıştır. Zira Talmud yaklaşık 1000 yıl boyunca yazılmaya devam edilen ve sürekli ekleme çıkarma yapılan bir külliyattan oluşmaktadır. Babil’e ve Yeruşalim’e ait iki büyük Talmud vardır ve Talmud öğrenmek demektir. İçinde de Mişna yani öğreti ve Gemara yani tamamlanma gibi bölümler bulunmaktadır. Mişna’da Tevrat’tan çıkarılan bazı bölüm ve emirler vardır. Gemara ise bunların bir tefsiri, bir yorumudur. Bütün bunlarla beraber Midrash yani araştırma dediğimiz ayrı bir tefsir yöntemi vardır. Ve Midrash’larda bir Halaha yani kabul gören anlamında hukuk bölümü, bir de Haggadah
yani söylence dediğimiz öyküler, efsaneler, destanlar ve mitoslar vardır. Ama bütün bunlara rağmen Talmud bir kutsal kitap değildir. Daha ziyade İslamiyetteki hadisler gibi ek bir kaynaktır. Zira hem bu kitaplar kutsal kitabın bir yorumudurlar ve kutsal kitaptaki eksiklikleri kapatmak amacıyla ortaya çıkmışlardır hem de Talmud’un kitaplaşması tam anlamıyla İslam hadisleriyle
benzer bir tarihe sahiptir. Talmud en başında sözlü gelenekle yani rahibin öğrenciyi aktardığı hikayelerle nesilden nesle aktarılan bir yönteme sahipti ve bin yıllık bir süreç esnasında bu sözlü gelenek bütün bir coğrafyaya hakim oldu ve ancak bin yıl sonra bütün hikayelerin toplanmasıyla metin halini aldı. Burada karşımıza önemli bir şahsiyet olarak Ezra çıkar. Ezra yani Üzeyir peygamber Pers İmparatorluğu devrinde 1. Artakserkses zamanında önemli yetkiler almış bir din adamıydı ve daha sonradan diktatörlük seviyesine kadar yükselecek olan Nehemiye ile beraber hem kutsal kitabı tek bir kitap haline getirdi yani Tevrat’ı ve diğer kitapları tek bir ciltte toplattırdı hem de Talmudlarla alakalı önemli çalışmalar yaptırdı. Bakın eğer Musa gerçekten yaşamışsa muhtemelen milattan önce 1200’lerde falan yaşamış olması lazım. Zaten İslam ansiklopedisi ve daha birçok kaynakta o dönemde yaşamış olduğunu iddia ediyorlar ki bence yaşamadı ayrı konu. Ama eğer yaşamışsa bile Ezra ve Musa arasında 800 yıl var. Yani Tevrat 800 yıl boyunca tam anlamıyla korunmamış bir kitap haline gelmemiş.
Bu esnada birçok kitap yazılmış birçok yorum yapılmış ve zaten bu yüzden az önce saydığım 30 küsür kitap meydana gelmiş. Yani şu anda kitab-ı mukaddesde Tevrat, Zebur veya başka kitaplardan bahsettiğimizde karşımıza onlarca kitap çıkmasındaki sebep bu. Bu arada kitaplar İbraniyce dilinde derlendiği için İbraniyceden de biraz bahsetmem lazım.
İbraniyce bir orta sami dilidir ve tıpkı Arapça gibi sağdan sola doğru yazılmaktadır. Ayrıyeten tamamen sessiz harflerden oluşmaktadır ki Arapça da aynı şekilde bu türden bir yapıya sahiptir. Mesela kalem dendiğinde esas olan KLM’dir ve buradan kelam da çıkar. Aynı şekilde İbraniyceye baktığımızda bir kelimenin birçok anlama gelmesi en azından birçok anlamda okunması mümkündür. Bir örnek vermek gerekiyorsa eğer İbraniyce de Kadoş kutsal demektir ama Kadeş dendiğinde kutsanmış olan anlamına geliyor. Ya da Kodeş dediğinde kutsal yer, Kadaş dediğinde ise o kutsaldı demiş oluyorsun. Lakin bu okunduğunda birçok anlamda okunabilir.
Zira O yok, A yok, E yok yazarken K, D, S ve C kullanıyorsun veya H kullanıyorsun. Bu yüzden de bir kelimenin dahi birçok anlamda tercüme edilmesi mümkündür. Bir önceki kelimeye bir sonraki kelimeye bakıp ha galiba burada bunu söylemek istiyor diyorsun ama bir önceki kelimeyi de bir sonraki nebebi öncekine bakarak yazdığından her daim başka bir şekilde yorum yapmak mümkün hale geliyor.
İbraniycedeki başka bir özellik ise her sessiz harfin bir sayıya denk gelmesidir. Örneğin Alef yani A, 1, Tet, 9, Yot, 10, Kufsa, 100 anlamına gelmektedir. Bu harfleri sayıya dönüştürme geleneği daha sonra İslamiyet’te hurufilik anlayışıyla devam ettirildi. Hatta bir kişinin adına veya babasının annesinin adına bakarak kaderini çözmeye
çalışmak, bu sayılardan muska yazmak, yıldız falı bakmak, kehanette bulunmak epey bir yaygınlaştı. Ama İbraniyce özellikle Roma devrinden itibaren artık halk dili olmaktan uzaklaştı. Daha ziyade rahipler tarafından konuşulan ve bir tek alimlerin öğrendiği ender bir dil haline gelmiştir. Zaten bu yüzden kaynaklarda İbraniyce için Laşon hahamim yani alimlerin kullandığı
bir dil ifadesi kullanılmaktadır. Ayrıca İbraniyce pek felsefeye yatkın bir dil olmadığından dolayı genelde kutsal metinlerde dahi hep tekrarlar, şiirler veya tekerlemeler bulunmaktadır. Yani ilk öye, ikinci öye de başka sözlerle tekrarlanmaktadır. Bir örnek vermek gerekiyorsa eğer insan nedir ki onu anıyorsun ve insanoğlu nedir ki ona sahip çıkıyorsun. Bu bazen bir nakarat halini alabilir. Mesela büyük kralları yenen tanrıya şükredin çünkü onun lütfu sonsuza kadar sürer ve o çok güçlü kralları yendi çünkü onun lütfu sonsuza kadar sürer. Bu türden ayetler okuyanların da göreceği gibi Kur’an’da da vardır. Hatta Kur’an’da bazen bütün bir surenin ard arda tekrarlardan oluştuğu dahi görülmektedir. Bu hem akılda kalıcılığı kolaylaştırır hem de okurken bir şiir hissiyatı uyandırır.
Bu sebeple İbranice veya Arapça bir dua dinlendiğinde kulağa hitap eder. Zira melodiktir. Ayrıyeten İbrahimiler en başında söylediğim gibi kendi kutsal kitaplarının kesinlikle tahrif edilmediğine ve korunduğuna inanmaktadırlar. Hatta bununla alakalı epey meşhur bir hikaye vardır. Söylendiğine göre milattan önce 3. yüzyılda Mısır Firavunu 2. Putolemios toplam 12
aşiretten 6 şar kişiyi çağırtırmış ve Musa’nın kitaplarını ve sonraki kitapları Septuanjinta adıyla Yunanca’ya tercüm ettirmiş ve toplam 72 kişi 72 gün boyunca bütün bu ayetleri tercüme ederken sonunda görülmüş ki hiçbir tercüme bir diğerinden farklı değil. Yani başka aşiretlerden gelmiş olmalarına rağmen hiçbir rahip, hiçbir alim başka
bir meal vermemiş zira kutsal kitap o kadar net ve o kadar doğruymuş. Bu yüzden de yorum yapmaya veya başka bir anlam vermeye gerek yokmuş. Yani bakınca bugün bile 10 tane İslam alimini yan yana getir ve her biri tercüme yapsın bambaşka mealler vereceklerdir. Bu açıdan eğer bu hikaye doğruysa gerçekten de bu kitabın korunduğuna dair sağlam bir delil olabilir. Ama bu hikayede bizim dikkatimizi çekmesi gereken başka bir şey var 72 sayısı. Zira Muhammed peygamberin benim ümmetim 73 fırkaya bölünecek ve bunlardan biri kurtulacak diğer 72 fırka cehenneme gidecek şeklinde hadisler naklettiği söylenmektedir. Ama bunlar kitabı mukaddesde yazan her şeyin tamamen doğru ve tutarlı olduğu anlamına gelmiyor tabii ki. Zaten dediğim gibi birçok kitap var ve bir kitapta yazan şey başka bir kitapta yanlışlanabiliyor.
Tevrat’ın çelişkileri videomda zaten bunlardan bahsetmiştim ama örnek vermek gerekiyorsa eğer örneğin bir ayette bir savaştaki asker sayısıyla alakalı 40 bin atlı vardı diyorsa başka bir ayette 4 bin atlı vardı veya 40 tane atlı vardı diyebiliyor. Ya da bir adamın kendini öldürerek intihar ederek öldüğünü aktarıyorken başka bir ayette o adamın bir başkası tarafından öldürüldüğünü söyleyebiliyor.
Bu da muhtemelen sözlü gelenekten kaynaklanmaktadır. Zira bir hikaye kayda geçirilmeyince kulaktan kulağa bir süre sonra 44 bin 40 bin şeklinde değiştirilmiş olabilir. Ve bütün bunlar esere bir arada toplandığında elbette arada birtakım problemler çıkacaktır. Zaten kitabı mukaddesde tarihle alakalı dahi birçok hata vardır yanlış vardır en
azından abartı vardır ve bunları fark etmek için bir tane bile antik çağ tarihi kitabı okumak yeterlidir. M.Ö. 10. ve 9. yüzyılda yaşanmış bazı olaylar Asurla veya Mısırla yapılan birtakım savaşlar kutsal metinlerde iyice abartılmışlardır. Süleyman gibi Davut gibi krallar olabildiğince yüceltilmişlerdir lakin gerçek tarihte o kadar da kıymetli insanlar değillerdir.
Ve Mısır’da Firavun, Ra’nın oğlu yani Tanrı’nın tezahürüyken kutsal bir varlıkken Yahudiler de kendi krallarını peygamber yapmışlardır. Ve tıpkı Mısır’ın 2. Ramses gibi bazı krallar tarafından iyice yüce gösterilmesi ve hatta kaybedilen savaşların dahi kazanılmış gibi lanse edilmesi İsrailoğullarında da devam etmiştir. Ve Yahudiler tam toparlanmışken tam bir krallık kurmuşken Asur İmparatorluğu, Babil İmparatorluğu ve çeşitli imparatorluklar onları köleleştirmiştir. Zaten Babil esareti epey meşhurdur ve Nabonidus devrinde birçok Yahudinin de Arap topraklarına zorla göç ettirildiğinden bir önceki videolarımda bahsetmiştim. Haliyle bunlar bir arada kalmak ve kuvvetlenmek varken maalesef dağıtılmış, bölünmüş ve yayılmışlardır. Zaten Arap topraklarındaki Yahudi nüfusu da özellikle Medine’deki Yahudi kalabalığı
herkesin malumudur ve bu da kutsal kitaplarda yazmasa dahi birtakım Yahudi hikayelerinin nasıl olup da İsrailiyattan İslamiyete geçtiğine ve hadisler aracılığıyla taşındığına işaret etmektedir. Kutsal kitaptaki propagandalardan bahsetmek gerekiyorsa eğer örneğin Hz. Süleyman Firavun Şoşenk’in kızını almıştır ve Tevrat’ta Antik Mısır’la alakalı birçok ayet vardır.
Birçok Firavun adı, birçok savaş, birçok ayrıntı geçmektedir ve Mısır genelde bir tanrının hükmettiği ya da öyle iddia edilen ve son derece zalim, kudretli bir imparatorluk gibi gösterilmektedir. Halbuki o dönemde Mısır 3. Ara dönemdeydi yani çöküş çağındaydı ve hiçbir Firavun o kadar da kuvvetli veya tanrısal değildi. Zaten öyle olsaydı Firavun Şoşenk kızını dışarıya vermezdi.
Zira Mısır’da kan kutsallığı diye bir şey vardır. Kutsal kan yani kraliyet kanı dışarıya yansıtılmaz zira o kanda tanrısallık vardır. Hatta bu yüzden Firavunlar dışarıdan da kız almazlar. Cariye yaparlar ama evlenmezler. Hatta kendi anneleri veya kızları veya kız kardeşleriyle ürerler. Zaten Mısır tarihi videolarımda anlatmıştım. O seriyi izleyenler hatırlayacaktır.
Mısır 3. Ara dönemde hiçbir Firavun o kadar da kuvvetli olmamıştır. Hatta aynı anda 4-5 tane Firavunun dahi hüküm sürdüğü olmuştur. Zira kraliyet tamamen çökmüştür. Ve Süleyman peygamber de öyle abartıldığı kadar yüce, büyük, sağlam bir kral değildir. Bir beydir yani feodal bir reisttir. Zaten öyle olmasaydı Gezeri yani gaz zeyifet etmiş olan Firavun’dan kız istemek zorunda
olmazdı. Onun iş ortaklığına muhtac olmazdı. Ama bizler işte Süleyman peygamberin 600 tane karısı vardı. Cinlere hükmediyordu. Bütün dünyayı titretiyordu. Gibi hikayeler duyuyoruz. Halbuki o dönemde hiç de öyle şeyler yaşanmamış. Yani bu adam cinlerle veya büyülerle bütün dünyayı hükmedecek ama ufacık bir yerde yaşayacak ve Mısır’dan, Asur’dan eman dileyecek. Onlardan yardım isteyecek. Çok büyük bir krallığa da imza atmayacak. Lafta kalacak. Yani bu hiçbir kaynakta yazmaz zaten ve o dönemde Asur gibi, Mısır gibi, Nübbiye gibi, Libya gibi birçok bölgede tarih yazılıyor ve her şey kayda geçiriliyor ama niyeyse bütün dünyayı titreten böyle cihanşumül bir imparatorluktan kimse bahsetmiyor. Şimdi burada çok akıllıca davranmaya çalışıp yahu iyi de adam o kadar titretmiş milleti korkutmuş.
Yatsınlar ki yani Süleyman diye bir adam var anamızı belli falan diyecek halleri yok herhalde değil mi? Bu yüzden de saklamışlardır diyenler çıkar. Lakin iş Kiros’a geldiğinde, Nebukadnezar’a geldiğinde veya Esarhaddon’a geldiğinde bu adam belamızı yaptı diye yazmaktan utanmamışlar. Yani arkadaşlar tarih öyle zannettiğiniz gibi dur kaybettik yazmayalım dur kazandık hadi gidelim şeklinde yazılmıyor.
Adamlar kaybettikleri savaşları dahi stellere kaydettirmişler, yazdırmışlar ve sonraki nesillere ibret olsun diye öğretmişler. Bahsettiğim Yahudi toprakları genelde Filistin ve civarını kapsayan bölgedir ve bu bölge Yahudiler için epey önemlidir. Zira Yahudiler bu bölgeye hakim olmayı takıntı haline getirmişlerdir. Çünkü görüldüğü kadarıyla eskiden beri Filistin’de samiler yaşıyordu.
Bunların ekseriyeti Kenan kabilesinden geliyordu ve hem Fenikeliler hem Batı Ürdün nüfusu yani asıl Kenanlılar hem de buraya sonradan göçetmiş olan Amonitler, Morabitler, Edomitler ve İsrailliler olan İbraniler bunlardandı. Fakat İsrailliler bu bölgenin asıl sahibi değillerdi. Zaten Amarna mektuplarında da hirastladığımız Kabiri veya Habiru ifadesi esasen gezginler demektir ve bu da Kenan topraklarında milattan önce 2000’lerden beri hem asıl Kenanlılar hem de sonradan gelmeler şeklinde ikiye bölünmüş bir toplum olduğunu göstermektedir. Yani bir grup yerleşik hayata adapte olmuşken orada artık ev sahibi konumuna gelmişken
diğer bir grup adeta bededi gibi bir oraya bir buraya göçmek zorunda kalmıştır ve bu göçebelik takıntısı kutsal kitapta, tevratta dahi Habil ve Kabil hikayesiyle aktarılmıştır. Hikaye şöyle, Adem peygamberin Habil ve Kabil adında iki evladı olur. Bunlar iki kardeştir ve biri yerleşik hayata geçmiş, hayvancılıkla, tarımla uğraşmaya başlamış, diğeri ise avcılıkla meşgul olmuştur.
Ve Yahve bir gün onlardan adak bekler. Habil en iyi hayvanlarını sunar getirir ve onları kurban eder, Kabil ise meyveler, sebzeler, ne topladıysa onları getirir. Ve Yahve Habil’in kurbanlığını kabul ederken Kabil’in kurbanlığını kabul etmez, yeterince düzgün bulmaz ve Kabil kıskanmaya başlar. Kardeşini öyle kıskanır ki en sonunda onu öldürür.
Böylece yeryüzündeki ilk cinayet işlenmiş olur. Devamında da Tanrı Kabil’i göçebe olmakla cezalandırır. Ayetlerde bu açıkça yazar. Kabil her gittiği yerde başkalarının onu avlamasından korkup sürekli yer değiştirmek zorunda kalacaktır. Eh işte bu hikaye muhtemelen bir aşağılık kompleksinden kaynaklanıyor. Zira Yahudiler, Süleyman peygamber ve Davut peygamber zamanı haricinde hiçbir zaman
tam anlamıyla toplum olmayı ve kraliyet kurmayı başaramamışlar. Hep başka toplumların başka kavimlerin altında esaret altında yaşamışlar, köle edilmişler veya dışlanmışlar. Yani Babil’den sonra dahi asker olmaları veya politikacı olmaları engellenmiş ki bunlar antik çağlardaki en önemli mesleklerdir. Eh Yahudiler bu işlerle uğraşamayınca mecburen ticaretle, alım-satımla ve bu türden
şeylerle uğraşmaya başlamışlar ardından da kuyumculuğa ve borsaya atılmışlar. Zaten bu yüzden hani hesap kitap yapmaya, ticaret yapmaya veya para işlerine kafaları basıyor. Bu arada bu yersiz yurtsuz kalışın diğer bir temsili de Tevrat’ta Yakup ve Esav arasındaki mücadele ile tekrardan sembolize edilmiştir. Bilindiği gibi İbrahim’in İsaak ve İsmail adında iki evladı vardı ve İsmail daha önce anlattığım üzere Arap topraklarına gitmek zorunda kaldı ve orada cürhümilerle birtakım bağlantılar kurdu ve Arapların atası oldu. İsaak ise İbrahim’in yanında kaldı ve İsaak’ın Yakup ve Esav adında iki tane evladı oldu. Hatta bugün eğer İbrahimilerde gerçekten üç tane ata kabul edeceksek önce İbrahim sonra İsaak en son da Yakup gelir. Ama kutsal kitabın bile açık açık naklettiği üzere Yakup her türlü hile ve düzenbazlıkla sinsiliği ile dikkat çekmektedir. Ve Yakup sürekli oradan oraya göç etmiş, kimi gördüyse dolandırmış, bu sayede birçok mal mülk edinmiş ve hatta bir gün ya bir melekle ya da tanrıyla güreşip galip gelmeyi başarmıştır. Bu olaydan sonra da Yakup İsrail yani tanrıyla güreşen adını almıştır.
Bugünkü İsrail oğulları da İsrail’in soyundan geldiklerine inanmaktadırlar. Nasıl ki İsrail kendine bir yurt edinmek için yollara düştüyse İsrail oğulları da o yurdu Fırat ve Dicle arasındaki topraklarda bulmuşlardır. Bayraklarında bile bu görülebilir. İsrail bayrağındaki iki mavi çizgi bu iki nehri temsil etmektedir. Ortadaki yıldız ise İsrail ülkesidir.
Diğer bir ifadeyle kutsal topraklardır. İbrani hikayelerine bakıldığı zaman hep bir göç var ki bunlardan en meşhuru Musa peygamber devrinde olandır. Musa peygamber inanca göre 40 bin köle ile 40 yıl boyunca bir yurt aramıştır. Çölde dağlarda etrafta sürekli yerleşecek bir yer bakınmıştır.
Yani İsrail’de aynı şey, İsmail’de aynı şey, Musa’da aynı şey veya Kabil’de aynı şey şu yer yurt bulamama bir türlü adam akıllı bir yere yerleşememe hep 50 yılda 100 yılda bir göç etme problemi adamlarda ciddi bir kompleks yaratmış. Ki Musa peygamber devrindeki göçte esasen ne kadar doğru Allah bilir. Yani İslami kaynaklarda Musa’nın mücadele ettiği Firavun için ikinci Ramses ifadesi kullanılmaktadır ama ikinci Ramses 66 yıl boyunca başta kalmış ve en sonunda yaşlanmaktan ölmüş bir adamdır ve ikinci Ramses devrinde de hiç öyle 40 bin 50 bin kişinin isyan çıkardığı, göç ettiği, kaçtığı veya 7 büyük felaketle imparatorluğun dağıldığı söylenmez. Zaten ikinci Ramses öyle sular altında milleti kovalıyorken boğulan ölen bir adam da değildir.
2000 yıllık Mısır tarihinde tek bir Firavun boğularak hayatını kaybetmiştir. O da Sezar ve Kleopatra zamanında yani milattan önce kırklardaki son putolemeostur. Ayrıyeten Musa’nın hayat hikayesi de daha önce yaşamış olan Kral Sargon’un hayat hikayesiyle birebir benziyor. Yani daha bebekken sepete koymalar, nehirde yüzdürmeler, sonra bir Kraliçe tarafından bulunmalar bakıldığında bu durumda İsrailoğulları zaten meşhur ve eski olan bir hikayeyi başka bir figürle başka bir karakterle kendi tarihlerine entegre etmiş olabilirler. Ayrıyeten Mısır’dan çıkış da eğer yaşanmışsa dahi öyle 40 yıl falan sürmedi. Tam tersi Yahudiler milattan önce 900 lere kadar tam anlamıyla bir yer yurt sahibi olamamışlardı.
Ve eğer bu hikaye gerçekse bu durumda 1200’lerden 900’lere kadar yani 200 yıldan fazla bir süre bu adamlar hep göçebe yaşamışlar. Dolayısıyla zaten aktarılanlar gerçek tarihle uyuşmuyor. Ama daha fazla ayrıntı vermeyeceğim zaten bunlardan Mısır tarihi videolarımın 4. ve 5. bölümlerinde teferruatıyla bahsetmiştim. Görüldüğü kadarıyla İsrailoğulları bu 200 yıllık süreç esnasında başka imparatorluklarda başka kavimlerde yaşamışlar. Ya sığınmışlar, ya gündelik işçi olarak çalışmışlar ya da herhangi bir tarafları olmadığı için yeri geldiğinde yargıç yapılmışlar. Hatta o dönemlerle alakalı Yahudi kaynakları zaten bu sebeple hakimler başlığında toplanmıştır. Ama görüldüğü kadarıyla İsrailoğulları bu 200 yıllık sığınma esnasında içinde bulundukları kavimlerden pek de haz etmemişler. Hatta en çok Filistin bölgesinde yaşamış olduklarından Filistin kavmine oradaki hakim gurruha nefret duymuşlar ve Filistin kavramını bir küfür anlamında kullanmışlar. Hatta 17. yüzyılda hemen hemen bütün rahipler ve kohenler Filistin’i avam anlamında kullanmışlar ve Göte dahi eğitim Filistinisi diyerek cahile yeni bir tanım getirmiş. Ve zaten Filistin kavramı da o kadar eskiye dayanmaz aslında. Bakıldığında bu isim ilk önce Herodot’la geçer ve o da muhtemelen milattan önce 13. yüzyılda büyük deniz kavmi istilası ile o bölgeye yerleşmiş olan Filistinliler diye ifade edilen başka bir kavimden bahsetmektedir. Bu Filistinlilerle alakalı elimizde net bir kaynak yoktur ama Sami kavimden olmadıkları bellidir.
Filistin Kenan diyarı diye ifade edilir ve Kudüs Kenan’a ithaf edilen bir isimdir. Ayrıca Kudüs’ün diğer bir adı da Ariel’dir ve bu isim İshaya peygamber tarafından verilmiştir. Anlamı da Tanrı’nın aslanıdır. İbraniler için önemli olan diğer bir bölge ise Lübnan’dır ve Lübnan Kardağı demektir. Zira Filistin çevresinde Karya’nın tek bölge orasıdır. İsrailoğulları için bölgeler önemli. Zira onlar ahiretin bu dünyada kurulacağına inanmışlardır. Yani öldükten sonra başka bir alemde değişik bir boyutta tekrardan kalkacağız diye düşünmüyorlar. Tam tersi her şey bu dünyada kurulacak. Mesela Yosafat vadisi epey geniş ve büyük bir vadiymiş. Bu yüzden de mahşerin orada toplanacağı yani öldükten sonra herkesin orada diriltileceğine inanmışlar.
Ayrıca çöplerin ve leşlerin yakıldığı ateşli vadi yani Gehinom daha sonra cehennem haline gelmiş. Benzer daha birçok şey İslamiyete kadar yansımıştır. Örneğin kan içmek veya kanlı bir şey yemek haramdır. Zira kan, can demektir, ruh demektir. Bu ifade kutsal kitapta birçok defa vurgulanmıştır. Ayrıca Yahudilerde çizimler, putlar, heykeller haramdır, yasaktır, şirk koşmakla eşdeerdir.
Bu yüzden de örneğin Roma esareti altındayken Roma paralarını kullanmamışlardır. Zira paranın üstünde Sezar’ın resmi vardır. Ya da Roma bayrağında kartal figürü olduğundan dolayı Roma bayrağıyla Yahudi bölgesine girmek yasaktır. Ayrıca bir gün Yahudiler Herodas’ın sarayını yakmaya kalkmışlardır. Zira sarayda hemen her duvarda geyikler, köpekler veya kartallar gibi semboller bulunmaktadır.
Yine kutsal kitapta heykellerden, putlardan nefretle bahsedilmektedir ve bu türden kayıtlar nispeten gençtir. Zira en başında anlattığım üzere eskilerde Yahudilerde putperest gibi yaşıyorlardı. Ama zamanla tek tanrıcı veya tevhide yakın bir tavra geçtiler ve öncü haline geldiler. Bu devirle beraber Yahudiler özellikle kendi itikatlarını belirlemiş ve peygamberlikle alakalı da son noktayı koymuşlardır.
Şöyle söyleyeyim, Yahudilere göre peygamberlik çağı kapanmıştır. Başka bir peygamber gelmeyecektir. Zaten bu yüzden İsa Mesih’i de kabul etmemişlerdi veya Muhammed Peygamberi peygamber saymamışlardı. Onlar bir Mesih’in geleceğine inanmışlar ve bu Mesih’in de kıyamet vaktinde geleceğine iman etmişler. Ki bu kıyamet vaktinde gelecek olan Mesih inancı da İslamiyete mehdi şeklinde sirayet etmiş. Zaten bu yüzden Yahudiler Muhammed Peygambere karşı epey bir mücadele etmişlerdir. Zira onlar bir tek kıyamette gelecek olan bir Mesih’e değil aynı zamanda bu Mesih’in Yahudi soyundan gelmiş olacağına inanıyorlardı ve Muhammed Peygamber bir Arap’tı ve kıyamette gelmemişti. Bu yüzden siyer kitaplarında, hadislerde hatta Kur’an-ı Kerim’de dahi Yahudilerle alakalı epey aşağılayıcı ifadeler vardır ve Yahudiler neredeyse baş düşman yapılmışlardır.
Yine Yahudiler köpeği pis bir hayvan adletmişlerdir ve evlerine köpek sokmazlar. En azından gerçekten dini yaşayan mümin takılanlar yapmazlar ki bu da İslamiyette şafi mezhebinde görülebilir. Ama bu benzerlikler Kur’an’ın veya İslamiyet’in tamamen Yahudilerden alıntı olduğu anlamına gelmez ki öyle olsa dahi zaten Kur’an ve İslamiyet gerçek Tevrat’ı veya gerçek dini devam ettirdiğini iddia eder. En başında konuşmuştuk ve kesinlikle Allah ve Yahve arasında bir ayrım yapmak lazımdır. Zaten Yahve adı esmek kelimesinden türetilmiştir. Zira Yahve Tevrat’ta yazdığına göre hem firavunun ordularını hem de birçok düşmanını esen rüzgarlarla, kasırgalarla yok etmiştir. Bununla beraber Yahve gök gürültüleriyle konuşan şimşekler gönderen ya da bir bulut içinde gökyüzünden yeryüzüne inen ve daha sonra tekrardan bulutların üstüne çıkan bir varlıktır. Bu yüzden gökte gezen Tanrı diye de tercüme edilmiştir. Yahve genelde Sina dağında, Kenan diyarında ve belli başlı birtakım kutsal mekanlarda bulunduğundan dolayı ve sadece İsrailoğulları ile konuştuğundan dolayı mahalli bir Tanrı halini almıştır ve Yahve kesinlikle Hristiyanlıktaki baba Tanrı ile uyuşmaz. Zira Hristiyanlıktaki baba Tanrı bir kurtarıcılıktan, bir şefkatten, bir cennetten bahsederken Tevrat’ta buna dair hiçbir işaret yoktur. Hatta genellikle Yahve katliam yapmayı, adam öldürmeyi, yeri geldiğinde bütün bir toplumu katletmeyi ve oraya yerleşmeyi yani gasp etmeyi öğütler. Ayrıca yeni ahitteki Tanrı İsa aracılığıyla konuşan veya vizyonlar gösteren daha babacan bir Tanrı iken Yahve’ye baktığımızda peygamberleriyle dahi bir şiddet halinde konuştuğuna rastlıyoruz. Yani ya şimşek çaktırıyor, ya yanan bir çalılıktan bağırıp çağırıyor, ya gökyüzünden yanında iki tane keruvvla yani melekle ya da alevli bir bulut içinde enteresan bir vaziyette iniyor veya dediğim gibi gök gürültüleri ile, volkan patlamalarıyla şimşeklerle derdini anlatıyor. Ve Tevrat’ı okuyan herkes de bunları görebilir.
Arabistan’ın kuzeyinde ve hududu Şam’dan Fırat’a kadar uzanan bölgede kurulan Sami devletlerinden kısaca bahsetmek gerekirse ilk imparatorluk Akad İmparatorluğu’dur. Bu imparatorluk Şarukin tarafından kurulmuştur ve halkı tamamen Sami değildir. Akad İmparatorluğu kurulduktan kısa süre sonra Sümer Şehir Devletleri bu imparatorluğu yıllık vergi vermeye mecbur etmişlerdir ve milattan önce 2543 yılında Uruk şehri
Uru Nik bu imparatorluğa son vermiştir. İkinci imparatorluk 1. Babil İmparatorluğu’dur. Bu imparatorluk milattan önce 1830’da Amurrulardan Sumu Abum tarafından kurulmuştur. Başkenti Babil’dir ve Babil, Sümerçe’de Tanrının Kapısı anlamına gelmektedir. Tevrat’ta da Babel adıyla telaffuz edilmiştir. Bu imparatorluğun en meşhur kralı 6. Kral olan Hammurabi’dir. Hammurabi büyük reis demektir ve bu kral adına yaraşır şekilde 280 küsür maddeden oluşan büyük Hammurabi kanunlarını yazdırmıştır. Ayrıca Hammurabi, uzun süren hükümdarlığı esnasında Subaru, Elam ve Amurru’ya kadar olan bütün bölgeleri Babil İmparatorluğu’na katmıştır. Gerçekliği tartışılmakla beraber dünyanın 7 harikasından birisi olan Babil’in ünlü asma bahçelerinin de hatta Babil’in 7 katlı meşhur tapınağının dahi Hammurabi zamanında inşa edildiği söylenmektedir. Ayrıca İslami inancı göre Hz. İbrahim Hammurabi devrinde yaşamıştır. Yahudi inancına göre de insanlar dünya üzerinde toplamda 7.000 yıldır var oldukları için Adem’den itibaren yaşamış olan peygamberlerin yaşları toplandığında İbrahim’in yaşadığı dönem Hammurabi dönemine denk gelmektedir.
Bu sebeple birçok İslami kaynak, meşhur kral Nemrud’un esasen Hammurabi olduğunu iddia eder. 1. Babil İmparatorluğu, İmparator Şemsüdi Tana zamanında Hitit Kralı 1. Murshili önderliğinde Doğu Anatolya’dan güneye kadar inen etiler tarafından çok zayıf bir duruma düşürülmüştür ve kısa süre sonra da yıkılmıştır. Devam edersek bir de Asur Krallığı var. Bu krallık milattan önce 2100’den milattan önce 609’a kadar 1.5 milanyum boyunca ayakta kalmış ve tarihte zalimliğiyle namsalmış bir imparatorluktur. Görüldüğü kadarıyla 1. Babil İmparatorluğunun yıkılmasıyla beraber egemenlik yukarı Mezopotamya’daki Tigir vadisinde oturan Asurluların eline geçti. Diğer adı Salman Sar olan Sargon tarafından kurulan Asur Krallığı, Mısır’a ve Arap topraklarına kök söktürmüş bir krallıktı.
Lakin son kral Asur Balit zamanında, Med kralı Kayaksar’la 2. Babil İmparatorluğunu kuran Nabupolla Sar’ın ortak saldırılarına dayanamayıp tarihe gömüldü. Şimdi inceleyeceğimiz imparatorluk az önce adını andığımız 2. Babil İmparatorluğu. Bu imparatorluk en parlak devrini Nebukad-Nezar zamanında yaşamıştır. Bu kral milattan önce 593’te Kudüs’ü fethetmiş ve Yahudilerin kutsal kitaplarının büyük bir bölümünü yaktırmıştır. Ardından da 17.000 kadar Yahudi’yi esir almış ve Babil’de çok ağır şartlarda çalıştırmıştır. Nebukad-Nezar, İsrail kralı Sedeqiyayı veya Hezekiyah’ı Kukla Kral ilan etmiş ve Kudüs’te bırakmıştır. Lakin Sedeqiyah ilk fırsatta Mısır firavunu ile anlaşma yapmış ve isyan çıkarmıştır. Hal böyle olunca Nebukad-Nezar Kudüs’e tekrardan saldırmış ve Sedeqiyah’ı öldürüp bütün şehri harabeye çevirmiştir.
Birçok kıymetli tapınak da bu esnada yok edilmiştir. Ardından bütün İsrailoğulları Babil’e köle yapılmıştır. Bu durum ileride kutsal kitaplara da yansıdı ve Babil, yüzlerce yıl sonra yazılan İncil’de dahi ruhunu şeytana satmış bir fahişe figürü ile resmedildi. Nebukad-Nezar, 42 yıllık hükümdarlığı esnasında önemli galibiyetler almasının da verdiği özgüvenle kendini tanrı ilan etti ve altından bir heykelini yaptırarak özellikle de Yahudiler
‘in bu heykele tapmalarını sağladı. Lakin kendinden sonra tahta geçen krallar yeterince başarılı olamadılar ve kısa süre içerisinde 2. Babil İmparatorluğu Med İmparatorluğunu yıkıp yerine Pers İmparatorluğunu kuran Kral Kiros tarafından yok edildi. Perslerin Babil’i yıkmasıyla beraber Yahudiler serbest kaldılar ve bu uzun süren esaretten kurtulmalarının sevinci ile hep birlikte ağladılar.
Bu ağlayış öyle önem kazandı ki bugün bile Yahudiler bunu temsilen ağlama duvarı dedikleri antik bir yapının önünde bir ritüel şeklinde ağlamaya devam ediyorlar. Bu arada Babil’in son krallarından birisi olan Nabonidus’un annesi Araplar’ın ay tanrısı olan Sin’in bir rahibesiydi. Bu sebeple Nabonidus Arap paganizmine epey bağlıydı.
Hatta tahtını terk etmiş ve büyük bir kitle ile Arap topraklarına göç etmişti. Bunlar haricinde milattan önce 10. asırdan milattan önce 4. asıra kadar hüküm sürmüş olan İmbatiler veya milattan önce 3. asırdan milattan sonra 2. asıra kadar ayakta kalan Napdiler veya Nebatiler de Sami kavmin bir devamıdırlar.
İmbatiler, Hazreti Davud’un fethettiği fakat Hazreti Süleyman zamanında yeniden isyan çıkarmış bir kavimdirler ve Güney Filistin’de ikamet etmişlerdir. Babil’in Yahudileri zapt etmesiyle beraber güçlenmeye başlamış ve milattan önce 3. asırda Napdiler ile birleşmişlerdir. Napdilerse Amaleklerin devamıdırlar ve Hicaz’da Sinayarım Adası’nda yer almışlardır. Napdilere ait kitabeler Aramiyce yani Pers dilinde yazılmışlardır. Fakat Napdi kralların isimleri ve konuştukları dil Arapçadır. Bu devlet Petra şehrini kurup çölleri hakim olmuştur. Lakin milattan önce 60’larda Roma’nın hakimiyeti altına girmiş, milattan sonra 106’daysa Roma İmparatoru Trajanus tarafından yok edilmiştir.
Kuzey Arabistan’da İslamiyet öncesinde kurulan son devletse Tedmür veya Palmyr diye bildiğimiz Amalika devletidir. Kuruluşu milattan sonra 130’lara denk gelmektedir. Bu devlet Roma’nın bir vilayetinden ibaret kalmıştır. Lakin milattan sonra 270’te çocuğunun yerine tahtı devralan Zeynep’in yani Zenobia’nın devrinde bir parlama yaşamıştır. Zeynep, Arap ilahı latatapan bir putperestti ve devletin hududunu Irak’a, Mısır’a ve Şam’a kadar genişletmişti. Roma’ya isyan etmiş ve Arap camiasında bir örgütlenme başlatmıştı. Lakin Romalılar birçok kişiye rüşvet vermek ve devlete ajan sokmak vasıtasıyla savaşarak mağlup edemedikleri Zeynep’i siyasi tuzaklarla mağlup etmişlerdir. Zeynep’ten sonra Tedmür devleti pek bir varlık gösteremedi. Sessiz kaldı ve İslam’ın ilk yayıldığı günlerde Halid bin Velid önderliğindeki İslam ordusuyla çarpışmayıp herhangi bir savaş yaşamadan İslamiyete geçtiler. Bunlar Kuzey Arabistan’ı ilgilendiren ve Araplarla ilişki kurmuş olan Sami devletleriydi. Güney Arabistan’la alakalıysa pek bir şey bilmiyoruz. Onlar daha izole kalmışlar, pek bir kayıt tutmamışlar ve tarihte de pek bir varlık göstermemişler. Güney Arabistan’da kurulan devletlerden üç tane örnek versem yeterli olacaktır. Bunlar Sebe devleti, Mayniye devleti ve Himyeri iler. Mayniye devleti başkentinin Sana yakınlarındaki Karmayu olması bakımından kıymetli bir devletti fakat tarihte pek de bir varlık gösterememişti. Zaten hemen ardından Sebeler tarafından da yıkılmıştı.
Sebeler’de ise öne çıkan tek bir kişi görüyoruz o da Peygamber Süleyman zamanında yaşamış olan Belkıs. Belkıs’tan sonra bu devlet genelde ticaretle ve ziraatle uğraşmış yani yine pek bir varlık gösterememiş. Sebeler ise milattan önce 115’te Himyeri’ler tarafından yıkılmışlar ve kala kala bir tek Himyeri’ler kalmış.
Himyeri’ler şu açıdan kıymetli onlar hükümdarları Zünuvaz zamanında Yahudili’yi resmi din kabul ettiler ve Zufar yani Reydan şehrinde Hristiyanlığın da özgür bir şekilde dolaşabileceği yeni bir ortam yarattılar. Bu şekilde Araplar hem Hristiyanlıkla hem de Yahudilikle yakından tanışmış oldular. Haliyle ne Arap paganizminden vazgeçebilen ne de tam anlamıyla İbrahimiyye olabilen
yeni bir anlayış oluştu ki bunlara da Hanifler diyoruz. Hanifler daha sonra peygamber zamanında epey önemli bir rol oynayacaklar. Yaklaşık 640 yıllık tarihi esnasında Himyeri devletini 36 hükümdar idare etmiştir. Ve bütün bu tarih esnasında en dikkat çekici olay milattan sonra 523 yılında
Himyeri’leri tamamen Hristiyanlaştırmak için Bizans’ın gönderdiği papazların Himyeri’ler tarafından idam edilmeleridir. Bizans İmparatoru 1. Justinius, Himyeri hükümdarını cezalandırmak için Habeşistan’dan aldığı destekle 60.000 kişilik bir ordu göndermişti. Bu ordudaki en büyük komutanlardan biri ise Abrahah adıyla da bildiğimiz meşhur Ebrehe idi. İslami inanca göre Ebrehe Yemeni fethettikten sonra gözünü Mekke’ye dikti ve fillerden oluşan büyük bir orduyla Mekke’ye doğru hücuma çıktı. Ve Mekkeliler bu orduya karşı mukavemet gösteremediler ve Kabe’ye kadar geri çekildiler. Ebrehe ise filleriyle beraber Kabe’ye kadar girdi. Allah ise tam o esnada binlerce ebabil kuşu gönderdi ve ebabil kuşları ağızlarında taşıdıkları taşları gökten bırakarak adeta taşların mermi gibi inmesiyle bütün bir orduyu mahvettiler. Böylece Allah beytullahı yani evini korumayı başardı. Müslümanlar bu olayı fil vakası diyebilirler ve Kur’an’da da bununla alakalı ayetler vardır. Lakin bir tek ayetler değil çelişkiler de vardır. Zira Ebrehe’nin Mekke’ye saldırdığını söyleyen hiçbir kaynak yok.
Hadi saldırmış olsa dahi kuşların bıraktığı taşlarla yenildiğine dair bir rapor yok. Ayrıyeten İslami camia bu olayın 570’te yaşandığını iddia ediyor. Yani Peygamberin doğduğu dönemde ki bu da bir mucizedir diye ifade ediliyor. Lakin tarihi kaynaklar Ebrehe’nin milattan sonra 553’te öldüğünü gösteriyorlar.
Yani Ebrehe 17 yıl sonra mezardan kalkıp fillerden oluşan bir orduyla Mekke’ye yürümüş olamaz. Kaynakların yazdığına göre Ebrehe Yemeni fethettikten sonra bir darbe yapmış ve tahta geçmiş. Tahta geçtikten sonra ise kısa süre içerisinde ölmüş ve taht yani hüküm ondan devam etmiş. Hatta Yemen halkı Ebrehe ve soyunu hiçbir zaman hükümdar kabul etmemiş, birçok defa isyan çıkarmışlar ve milattan sonra 575’te Ebrehe soyundan gelen son hükümdar Masruk’u öldürüp tahtı İran’a bırakmışlar. Yani Peygamber doğduğu esnada Yemen ve civarı zaten İran imparatorluğuna aitmiş. İslam tarihi ve Araplar için son derece önemli olan diğer bir olaysa Seydül Arım’dır. Bu olay Araplar için milat kabul edilir ve tarihi buradan itibaren başlatırlar. Olay şöyle, milattan sonra 2. yüzyılda Güney Arabistan’ın neredeyse tamamını sulayan Mağarip’teki arm seddi yıkıldı ve bu seddin yıkılmasıyla birçok kasaba birçok göy sular altında kaldı. Ardından da su yokluğundan bir kıtlık başladı, kuraklık baş gösterdi ve halk bunun tanrının bir cezalandırması olduğuna inandı. Ardından da topraklarını terk ettiler. Yani tam anlamıyla bir kavimler göçü yaşandı. Seydül Arım olayından sonra Kahtani’lerin büyük bir kolu olan Kehlen kabilesindeki birçok aşiret kuzeye doğru göç ettiler ve bu kollar Irak, Suriye ve Necit taraflarına dağıldılar. Uzun süre göçebe yaşayan ve tam anlamıyla bir yeryurt edinemeyen Araplar bir süre sonra saldırganlaşmaya ve çeşitli yerleri işgal etmeye başladılar. Pers ülkesinde 2. Şapur baştaydı ve 2. Şapur daha anne karnındayken sembolik bir şekilde taç giymişti. Zira o daha doğmadan bir ay önce babası Hürmüz ölmüştü. Haliyle Şapur 16 yaşına gelip de kendi zekasını kullanmaya başlayana kadar İran toprakları iktidar meraklısı valiler tarafından yönetilmişti. Araplar da bu iktidar zayıflığını fırsat bilip birçok bölgeye yerleşmişlerdi. Bu göç eden gruplar önemli. Zira daha sonra Mekke ve Medine’de göreceğimiz hemen her kabile buradan geliyor. Örneğin Umman’a giden kola Umman bin Amir diyoruz veya Yesribe yani bugünkü Medine’ye giden kola Sa’lebetül Anka bin Amir diyoruz. Bu koldan Hazrek ve Evz kabileleri meydana gelmiştir ki ileride Muhammed peygamber de bunlarla epey bir savaşacaktır. Mekke’ye gidip Huza’ya kabilesini meydana getiren kol ise Harise bin Amir’dir. Ayrıca bu kollardan en öne çıkanlar Suriye’ye gidip Gassan emirliğini kuran Cefne bin Amir ve Irak’a gidip Hire emirliğini meydana getiren Benillah’ımdır. Hire Arap devleti hem Türklerle hem de Romalılarla epey bir mücadele etmiştir.
Aynı şekilde Türkler de hem Sasanilerle hem de Araplarla epey bir çarpışmışlardır. Buradaki olay şöyle Sasaniler Arapları Roma’ya karşı mücadele etmek için kullanıyor. Roma’da Türkleri Araplara ve Sasanilere karşı kullanıyor. Böylece iki büyük imparatorluk iki ufak devleti veya beyliği sürekli meydan muharebesi ile çarpıştırıyor. Haliyle ne oluyor? Araplar hem Türk düşmanı oluyorlar.
Bunun başında gösterdiğim kaynak buna örnektir. Türklerden hiçbiri iyi değildir diyen anlatımlar türüyor ama aynı zamanda peygamber devrinde ve sonrasında Türkler savaşçı millettir cesurdur diyen bir takım hadisler ortaya çıkıyor. O kadar mücadele edince hem rakibe saygı duyuyorsun hem de bir yandan nefret ediyorsun. Bu normaldir. Ama Hire devleti en çok yine bir Arap beyliği olan Gassanilerle mücadele etti. Zira büyük imparatorluklar öyle istiyorlardı. Hire ve Gassani devletleri peygamber dönemindeki politik durumu anlamamız için epey önemlidir. Şöyle ki Gassani devleti milattan sonra 220’de kuruldu ve emirlerden biri olan El-Haris bin Cebele asalet ünvanı alıp kabile başkanlığına getirildi. Gassanilerin son emiri ise Hristiyanken zoraki bir şekilde Müslümanlığa geçen fakat peygamber öldükten hemen sonra tekrardan Hristiyanlığa geçip Bizans’a kaçan Cebele bin Eyhem’di. Hire devleti ise önce reisleri Fehim bin Ganem zamanında Bahreyn’e yerleşmiş ardından da Malik bin Fehim zamanında Irağ’a doğru ilerleyip Anbar şehrine hakim olmuşlardı. Lakin asıl hakimiyet Bizans’ta ve Sahsaniler’deydi. Hatta Susan Weiss Baer’in anlattığına göre 4. yüzyılda Arap toprakları tamamen Pers askerleriyle dolup taşmış vaziyetteydi.
Orientalist bir zihniyetle inceleyecek olursak bu durum ileride İslamiyet’in zerdüştüylükten niçin bu kadar esinlendiğini göstermektedir. Devam edelim. Hire devleti esasen yayılmacı, büyümek isteyen, toprak isteyen bir devlet değildi. Daha ziyade mala, mülke, paraya kıymet veriyorlardı ve az önce anlattığım tedmür devletinin
de sahadan ayrılmasıyla beraber Hire devleti Sahsanilerle, özellikle Bizans topraklarına epey bir saldırı düzenledi. Bu esnada baya bir yağma yapıldı, ganimet toplandı. Hire devleti resmen zenginliğe kavuştu ama bu zenginlik onlara kalıcı bir imparatorluk tanımadı. Zira peygamber öldükten sonra Halid bin Velid zamanında Yuşa bölgesinde yapılan
muharebede son hükümdaları Münzir’in de öldürülmesiyle Hire devleti tarihe karıştı ve bütün tebası da İslamlaştı. Diğer bir önemli kolsa, Kinde emirliğini kuran Beni-Kindelilerdir. Bunlar önce Bahreyn’e ve Yemame’ye ardından Hadramut bölgesindeki Kinde şehrine ve en sonunda da Medine’ye yerleşmişlerdir. Kindeliler, M.
400’lerde Hücr bin Amr’ın birçok kabileyi kendi kabilesi altında toplaması ile büyük bir emirlik haline gelmişlerdir. Lakin milattan sonra 633’te yine Halid bin Velid önderliğinde İslam’a geçirilmişlerdir. Bu arada meşhur İmrül Kays da Kinde emirlerinden biriydi. Hatta bazı ateist yazarlar İmrül Kays’ın kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. Şeklinde bir şiirinin olduğundan ve bu şiirin Kur’an’da Kamer suresinde birebir kopyalandığından bahsederler. Evet, Arapların nereden geldiğini ve Sami kavmin hangi önemli aşamalardan geçtiğini görmüş olduk. Şüphesiz bütün bu beylik veya devletler apayrı bir videoyu hak ediyorlar. Lakin öyle yaparsak Peygamberin doğumuna gelene kadar bir 10 video çekmem gerekirdi. Bu sebeple bu kadar özet yeter bence. Bunca genel bilgiden sonra geriye bir de Arap coğrafyasını incelemek kaldı. Ki bu epey önemlidir. Zira halkların karakterini ve hukukunu tayin eden yegane etken bulundukları bölgenin doğal şartlarıdır. Örneğin Mısır için Nil Nehri ciddi bir öneme haizdir. Öyle ki Mısır’ın diğer kavimlerce verilen adı Nil Ülkesidir. Fakat Mısır eşi benzeri olmayan bir medeniyetti ve antik dünyanın kalbiydi. Arabistan ise tam tersiydi. Antik krallardan hiçbiri bu Almanya’nın 6 katı büyüklüğündeki çöle saldırmak niyetinde olmamışlardı. Çünkü Arabistan’da antik dünya için olmazsa olmaz diyebileceğimiz bir zenginlik yoktu. Firavun Sesostris veya Büyük İskender gibi bazı insanlar Arabistan sınırına kadar saldırmışlardı ama bundaki tek gerekçe bütün dünyaya hakim olmak istemekti. Onlar hiçbir zaman çöldeki kavmi ciddiye almamışlardı. Bu sebeple Arap adı tarihte her zaman çapulcu veya bedevî manasında kullanılmıştır. Netice de Arap coğrafyası su kıtlığı olan, epey büyük bir bölümü çölden ibaret olan ve etrafı dağlar ve kayalarla çevrili yani yaşaması pek de keyifli olmayan bir coğrafyadır. Normaldir ki bu türden bir coğrafyada yaşayan her halkta olacağı gibi Araplar da agresif, en ufak bir gölge veya su birikintisi için kavga edebilecek, sürekli yaşam mücadelesi veren bir kavim olmuşlardır. Tarihe bakıldığında bedevîlerin pek de mala mülke düşkün olmadıkları, daha ziyade vikingler gibi bir yaşam tarzı olarak yağma yaptıkları görülüyor. Her ne kadar paradan hoşlansalar da kocaman saraylar veya birkaç tonluk heykeller pek de umurlarında olmamış. Zira bedevîler tam anlamıyla bir soyguncu hayatı yaşarlar. Kervanlara baskınlar düzenleyip, birtakım ufak kasabalarda yağma yapıp, halkı gasp edip ondan sonra çöle geri dönerler. Haliyle bu adamlar bir yerde sabit kalmazlar, sürekli göç ederler, göçebe hayatı yaşarlar ve bu yüzden taşınabilir mallar kıymetli olmuştur. Yani adam bir sarayı veya heykeli ciddiye almaz, zira taşıyamaz. O, yük hayvanlarıyla, deveyle taşıyabileceği şeyleri toplar ve çadırda yaşar. Zaten bu yüzden skenites yani çadırların altında yaşayanlar adıyla adlandırılmıştır. Bedevî kavramı da buradan gelir. Arabistan’da bitki ticareti namına da pek bir şey yapılmamıştır. Zira hurma ve akasya gibi üç beş tane bitki haricinde pek bir şey yetiştirme şansınız yoktur.
Bu sebeple Araplar genelde bir bölgeye yerleşmiş ve orada vahalarda özellikle bir yerleşim yeri kurmaya çalışmışlardır. Bedevî olanlar çölde ayrı ayrı yaşarken, toplumlaşmaya, merkezileşmeye çalışanlar da kendi aile ve akrabalarıyla bir bölgeye hakim olmuşlardır. Bunlar genelde ya kıyılarda ya da vahalarda ikamet ederken, koşulların da el vermemesi sebep ile fazla kalabalık olamamışlardır. Zira bir vahaya on bin tane adam sığmaz. Haliyle her kabiyle kendine özel bir bölgede yaşayıp kendine özel bir tanrı geliştirmiştir. Tıpkı Antik Mısır’ın milattan önce dört binlerde olduğu gibi Nome Nome eyaletlere ayrılması gibi. Onlarda her Nome’ye ayrı bir tanrı koymuşlardı ve bütün Nome’ler birleştiğinde, Kral Narmar önderliğinde bütün tanrılar Mısır mitolojisini oluşturmuşlardı.
İşte Araplarda da durum böyleydi. Her vahada her bölgede başka bir kabile vardı. Her kabile kendine özel bir hukuka ve dine sahipti. Fakat zamanla bu kabileler Mekke, Medine veya Yemen gibi bölgelerde birleşip karma kültürler geliştirmişlerdi. Ama genel baktığımızda Kuzey Arabistan’la Güney Arabistan arasında epey bir fark vardı. Yani Araplar bir tek dışarıya kapalı değillerdi, içeriye de bir yerde kapalı olmuşlardı. Bu dağınık vaziyet yüzünden Araplar tam anlamıyla bir imparatorluk kuramadılar. Ama aynı zamanda Asimile de olmadılar. Kendi özgürlükleri, kendi anlayışları, yaşam tarzları en ön plandaydı. Candan bile kıymetliydi. Ama büyük imparatorluklar işte Mısır, Roma veya diğer Sami kavimler elbette Araplardan istifade ettiler. Ayrıyeten Araplar her ne kadar özgür kalıp tıpkı Antik Mısır’da olduğu gibi özgün bir kültür yetiştirmiş olsalar da bu kültür kabileden kabileye ve bölgeden bölgeye değişime uğramıştı. Yani diğer imparatorluklar Araplarla gerçekten ilgilenmişti. Ama tabii ki sömürmek babında. Şimdi Arap kavmi dendiğinde aklımıza 5 tane özellik geliyor ve bütün kaynaklarda da Araplar 5 çerçeve ile ele alınıyorlar.
1 çöl 2 bedavi hayatı 3 kabilecilik 4 putperestlik 5 misafirperverlik ve bütün bu konular üzerine gerçekten araştırma yapılmış emek verilmiş ve en ince ayrıntısına kadar incelenmiş konulardır. Belki Müslüman coğrafyalarda o kadar da üzerine durulmamıştır ama Batı’da en azından önemli şarkıyaççılar veya müsteşrikler bu konuda uğraşmışlar.
Çöl çöl hukuku dediğimiz bir hukukun oluşmasına sebebiyet vermiştir. Hatta kaynaklarda yazdığına göre Arap toplumunun toplam nüfusunun 6’da 5’i bedavi hayatı yaşamıştır. Zaten Mekke ile Medine arasında bile deve ile 11 gün sürecek bir mesafe vardır. Haliyle Araplar pek de yolculuk insanı olmamışlardır ve eğer yolculuğa çıkacaklarsa da birbirine güvenmek zorunda kalmışlardır.
Zira çölde konaklayacaksın akrep mi gelir, yılan mı gelir, çöl tilkisi veya herhangi bir yabani hayvan mı gelir bilemezsin. Bu yüzden de nöbetleşe bir şekilde uyursun ve halkla kenetlenmiş olursun. Yani herkes birbirinin arkasını koruduğundan dolayı birbirine borçlu olur ve aynı zamanda mesafe fazla olduğundan dolayı binek hayvanları da kıymetli hale gelmişlerdir. Bir Arap için olmazsa olmaz iki hayvan vardır.
Biri at, diğeri ise deve. Lakin sanıldığının aksine at daha kutsal ve daha kıymetliydi. Hatta doğabilimcileri atın gerçek yurdunun Arabistan olabileceğini söylerler. Zira amacınız eğer yük taşıtmak değilse atlar bu coğrafyada hem haberleşmek hem de savaşmak için daha kullanışlı hayvanlardır. Ayrıca atlar ateşkes sembolüdür.
Eğer bir dargınlık, bir kavga, bir problem varsa at hediye edildiği takdirde olay kapanır ve çok sağlam bir tay doğduğunda kutlamalar yapılır, yemekler dağıtılır ve at sahibi olmak Arabistan’da zenginlik göstergesidir. Zira at çok pahalı olduğundan hali vakti yerinde olmayan bir insan ata binemez. Devenin kıymeti ise hem çok fazla yük taşıyabilmesinden hem de çölde yemek yemeden, su içmeden, uzun süre seyahat edebilmesinden geliyor. E çölde sürekli oradan oraya giden bir bedeviy için deve en sağlık yoldaştır. Hatta bu yüzden bir bedvi öldüğünde devesiyle beraber gömerler. Ki bu anlayış dünyanın hemen her kavminde oluşmuştur. Mesela Türkler de eğer birisi ölürse atıyla beraber gömerlerdi. Atın onu öteki aleme daha kolay bir şekilde sırtında taşıyacağına inanmışlardı. Kaynaklar Arabistan develerinin hiç su içmeden kışın 25 gün, yazınsa 5 gün boyunca yolculuk yapabildiğini yazıyorlar. Hatta bu yüzden çok masrafsız bir hayvan olduğundan dolayı en cazip hayvan haline gelmişler. Ayrıca deve su içtikten sonra 3-4 gün boyunca içtiği su midesinde tertemiz kalırmış. Bu yüzden de Araplar çok lazım olduğu takdirde devenin boğazına bir çubuk sokup deveyi kusturur ve kustuğu suyu içerlermiş. Bu da yetmediği takdirde devenin karnını bıçakla yarıp akan suyu içerlermiş. Yani deveyi feda ederlermiş. Ayrıca deve, ölü veya diri her türlü işe yarar. Örneğin idrarından tuz elde edilir. Bu yüzden bazı Araplar deve idrarı içerler veya idrarı buharlaştırıp tuzunu alır ve yemeklerde kullanırlar.
Bununla beraber deve gübresi ateş yakmak için yardımcı bir maddedir. Ayrıca bedeviler lazım olduğu takdirde deve sütü içerler ya da kesip etini yerler. Buna mukabil derisinden de çadır yaparlar. Yani ölüsünden dirisinden her türlü istifade ederler. Bu açıdan bir Arap için deve olmazsa olmazdır. Yani bir Moğol için at neyse bir Arap için de deve odur.
Tek bir hayvandan bile olabildiğince istifade eden ve doğayı öğrenmeye çalışan, doğayla barışık yaşamaya çalışan bir kavim için elbette doğayı daha iyi anlamak ve doğaya göre plan yapmak önemlidir. Bu yüzden de Araplarda yıldızlara bakmak, yıldızlar aracılığıyla kehanette bulunmak, geleceği görmeye çalışmak, hangi mevsimde ticaret yapacağını, hangi mevsimde göç edeceğini ve hangi mevsimde ne ekeceğini öğrenmek önemlidir.
Bu açıdan Araplarda da diğer bütün medeniyetlerde olduğu gibi ilk dinler doğa eksenli oluşmuşlardır. Bu yüzden de genellikle ahiret anlayışları bu dünyaya benzerdir. Yani hayal gücü o kadar da gelişmemiştir ve bu bütün sami kavimler için geçerlidir. Bu doğaya bakarak kurgu yapma anlayışı fantastik kurgunun önüne geçti ve samilerde ahiret dahi dünyaya benzer bir şekilde yaratıldı. Ama tabi bugün baktığımızda tam tersini gösteriyorlar. Yani bugün Arap dendiğinde veya Doğu dendiğinde hemen dansözler, tütsüler, neredeyse seks partileri veya nargile içen keyfine bakan bir şey, binbir gece masalları veya Alaaddin ve sihirli lambalar bu türden şeyler var. Lakin bunlar biraz yanlış ve nispeten yeni. Bu egzotizmle romantizmi birbirine karıştırıyor olmamızdan kaynaklanıyor.
Samiler sürekli bir göç veya savaş halinde yaşamışlardı ve haliyle yaşam şartları sertti. Bu sebeple ahiret üzerine o kadar da düşünmemişlerdi. Onların bütün metafiziyi bu dünyada görülen şeylerin bir üst versiyonundan ibaretti. Hugo Winkler bu durumu şöyle ifade ediyor. Samilerin yazdığı gerçek dünyanın büyütülmesi ve abartılmasıdır.
Bir çocuğun iki ölçü şekeri gerçek bir şekerden daha cazip bulması gibi. Kısacası samilerde savaşçı olanlar galibiyetin ve darmadağın edilmiş on binlerce düşmanın bulunduğu bir öte alem, teknik becerisi olanlarsa devasa saraylar ve akıl almaz yapıların bulunduğu görkemli dünyalar hayal etmişlerdir. Bu sebeple Arap paganizmi dahil birçok inancın ahiret kavramı zayıftır.
Zira samiler bu dünyanın gerçek olmadığı fikrine o kadar da aşina değillerdi. Gerçi tarihe baksalar belki fikirleri değişirdi. Çünkü büyük sargon, hamurabi veya nebukadnezar gibi insanların onca servet ve orduya rağmen yok olduklarını ve birçok krallığın onca ihtişama rağmen tarihe gömüldüğünü görmüşlerdi.
Bütün bu imparatorluklar ve tanrı krallar şu an yalnızca kitaplarda yaşıyorlar. Haliyle acaba bu dünya geçici de gerçek olan dünya başka bir boyutta mı diye sormak pek de zor gelmemeli. Ki bir süre sonra gelmeyecek zaten. Yahudi inancıyla beraber Hristiyanlığın da ortaya çıkmasıyla bambaşka bir dönem başlayacak. Sami demişken İslam camiasında Arapların Nuh’un üç oğlundan birisi olan Sam’ın soyundan geldiğine dair bir inancın olduğundan bahsetmiştim zaten. İnanca göre Aramiler, Süriyaniler, Asuriler, İbraniler, Himyeriler ve Araplar böyle ortaya çıkmışlardır. Bu kavimler arasındaki dini benzerliklerin sebebi de buradan kaynaklanmaktadır.
İşte Arap paganizmi de bundan etkilenmiş. İster Baal, isterse Enke olsun bir şekilde diğer kavimlerdeki inançlar Arap paganizmine sirayet etmişler. Fakat bütün buna rağmen Araplar bir uluhiyyet kavramına sahip olmuşlar. Yani tam anlamıyla Politeist veya Putperest demek doğru olmaz.
Arap paganizminde ruhların başında İlu ve İlat adında iki varlık bulunuyordu ki bunlara Rab veya Rabbaat da denirdi ki bu Rab ifadesi Tevrat’ta falan da yer alır ve hem efendi hem de tanrı demektir. Ki bugün bile İngilizce’de Lord dendiğinde Lord hem tanrıdır hem de bir Lord, bir efendi, toprak beydir.
Araplar bu ilahlara ya Maşeba yani taş koniler ya da Aşera yani tahta çubuklar aracılığıyla tapmışlardır. Maşeba daha ziyade bir put bir heykel gibi Aşera ise bir totem direği gibi ifade edilebilir. Ve Araplar bunlar aracılığıyla esasen tek bir tanrıya tapmışlardır.
Diğer tanrılar örneğin Lat, Menat ve Uzza gibi baştanrılar esasen ana tanrının kızlarıdır veya melekleridir. Hatta Araplarda ifritleri, cinleri ve doğadaki bütün varlıkları ifade etmek için Allahu Teala kavramı İslamiyet’ten önce dahi yaygındır. Ve bu benim uydurmam değildir. Bizzat ulema dahi bunu kabul etmiştir. Kaynak şu anda ekranda merak edenler bakarlar.
Ama Müslümanlar buradaki Allahu Teala’nın bugünkü ile aynı olmadığını iddia ediyorlar. Yani Araplar Allahu Teala kavramını doğa için kullanmışlar yani mükevvenat. Ama şimdikiler tek bir yaratıcı, tek bir ilah için kullanıyorlar. Yani bir şey diyemeyeceğim. Sonuçta iman meselesi ve isteyen istediği şekilde inanmakta özgür. Ama bunlar önemli şeylerdir. Bu yüzden de dikkate almak lazımdır. Mesela bugün karanlıkta tek başınıza yürürken, bir incir ağacının altından geçerken veya bir çöplüğün kenarından geçerken ya da tuvaletinizi yaparken destur çekmeniz antik Araplardan kalma bir gelenektir. Çünkü onlar da doğa ruhlarından, ifritlerden ve cinlerden korunmak için bu tür faaliyetler öncesinde birtakım sihirli sözler söylerlerdi veya dua ederlerdi. Ayrıca bu kötü varlıklardan korunmak maksadıyla muskat akarlardı. Ama elbette bütün bunlar Arapların kendi yaratımları değildi. Ya Babil’den, Asur’dan, Mısır’dan kalma birçok inanç vardı ve özellikle de İbraniler tarafından Arap paganizmi epey bir şekillendirilmişti. Bu açıdan Arap paganizmi epey sankritize ve grift bir paganizmdir.
Ki İslamiyet’te de bu paganizmden kalma birtakım adetlerin veya öğretilerin bulunması enteresandır. Zira bu, Kur’an’ın nasıl olup da hem Antik Mısır’dan hem Babil’den hem İbrani kitaplarından hem de Zerdüştüylük’ten izler barındırdığını gösteriyor gibi bir şeydir. Örneğin Arapların kutsal saydığı hubal taşının bir benzeri çok daha önce Asur’da hobal adıyla vardır.
Bu put kırmızı akık taşından yapılan insan biçimli bir heykeldir ve Kureyş’in savaş ilahıdır. Laat ilahı ise Tayf’in baş tanrısıdır ve Errabbe adıyla bilinmektedir. Ayrıca Laat, Yunan paganizmindeki Letoy’la da bir benzerlik taşımaktadır. Uzza, Gatafa’nın baş ilahıdır ve Venüs’ün temsilidir. Ayrıca zenginlik tanrısıdır yani Pluton’dur.
Menat adındaki tanrı ise Medine’deki Evs ve Hazrek kabilelerinin baş putudur ve Şans ilahıdır. Bunlar haricinde Yağus, Yağuk, Nesr, Ved ve Süva gibi başka başka ilahlar da vardır. Bu ilahların büyük bir kısmı diğer kavimlerden devşirilmiştir. Özellikle de M.Ö.3. yüzyıldan itibaren Arabistan’da iyice güç kazanmaya başlayan Yahudilerin Midrashim edebiyatı,
geç dönem Arap paganizmini epey bir etkilemiştir. Zira Arapların taptığı birçok ilah, esasen Yahudi edebiyatında adı geçen meleklerin bir varyantıdırlar. Bizim baş melek dediğimiz güçler Araplarda doğa ilahı olmuşlardır. Yahudilerin Elohim dediği kutsal varlıklar Araplarda El-Ilah adını almışlardır. Zaten Eloh ve ilah kelimelerinde bile bu benzerlik görülmektedir.
Tevrattaki baştanrı olan Yehova veya Yahve, ki bu ayet gönderen yani İslamiyet’teki Allah’a tekabül eden varlıktır, esasen tek başına iş gören bir varlık değildir. Tevrat’ta dahi Rab ifadesiyle örneğin Lut kavmini teftişe gidildiği zaman üç varlığın ortaya çıktığı söylenmektedir. İbrahim karşısında üç kişi, üç melek veya Rabbi görmüştür.
Ve bu varlıklar gidip teftişte bulunup istihbaratı Yahve’ye göndermişlerdir. Yani Yahve melekleri veya yardımcıları aracılığıyla bilgi edinmeye çalışan bir varlıktır. Ya da doğayı yarattığı varlıklar aracılığıyla yönetmektedir. İşte baktığınızda bu tanrı Araplarda Lath, Menath ve Uzza aracılığıyla doğayı yönetmekte olan bir gök tanrısına tekabül eder.
Ve Araplarda tek bir tanrı kabul etmiş olsalar da bu diğer varlıkları yardımcı tanrıları aracı görmüşlerdir. Mesela İslamiyet’te de Mikail, Cebrail, İsrafil ve Azrail vardır. Gerçi Azrail adı Kur’an’da yer almıyor ama Müslümanlar bir şekilde bu isimle bir meleği de oluşturmayı başarmışlar. Zaten İsrafil kıyamet vaktinde sura üflemekle görevli, Mikail doğa olaylarıyla felaketlerle, yıldırım, şimşek veya depremlerle görevlendirilmiş ve Cebrail ise vahyi iletmekle mükellef olmuş. Yani bir Arap paganı bugün yaşasa ve Müslümanlara baksa siz de bizim gibi putperestsiniz. Bizler yalnızca birtakım heykellerle ve objelerle bu varlıkları sembolize etmiştik.
Sizler herhangi bir heykelle veya fotoğrafla bunları göstermiyorsunuz. Böyle diyecektir. Çünkü Arap paganları bu varlıklara direkt olarak tapmıyorlardı. Onları aracı görüyorlardı yani şefaat dileniyorlardı. E bugün baktığınızda birtakım tarikatlarda cemaatlerde şeyhlere şefaat dilenme amacıyla tapan insanlar yok mu? Tek fark Arap paganları kendi yaptıkları putlara tapmış ve onlar aracılığıyla şefaat istemişler.
Bugünkü insanlarsa halen yaşamakta olan veya birkaç yıl önce ölmüş olan hocaları kullanıyorlar. Özetle söylemeye çalıştığım şey şu. Arap paganları deyince öyle yüzlerce puta tapan ve neye inandığı belli olmayan bir kavimden bahsetmiyoruz. Bu putlar sadece semboliktir. Yani Arapların helvalardan put yaptıklarına ve daha sonra o helvaları yediklerine dair birtakım aktarımlar vardır. E adamlar şimdi tanrıyı mı yemiş oldular yani? Bir tanrı yaratıp ardından da mideyi mi indirdiler? Elbette öyle bir şey yok yani o kadar cahil veya aptal değiller. Bunlar yalnızca sembolik. Şimdi Arap toplumundan devam edelim. Araplar esasen çöl sayesinde epey bağımsız kalmışlardır. Bu sebeple Araplar dış düşmana karşı değil iç düşmana karşı temkinli olmak zorunda kalmışlardır. Zira her bölge başka bir kabileye ait hale gelmiş ve birtakım kabileler fazla kuvvetlendikleri zaman savaş çıkarmaya veya başka kabileleri boyunduruk altına almaya başlamışlardır. Bunca kabileden mürekkep bir coğrafyada herkesi bağlayacak, herkesi engelleyecek ve herkesin sorumlu olacağı genel bir yasa gerekmiştir. İşte bu da asabiyet veya çöl hukuku diye ifade ettiğimiz Arap kültürüdür. Gerçi kabile diyorum ama daha kabile sistemine gelmedik. Lakin zamanla özellikle de milattan önce 500’lerde Babil’den gelen büyük göç yüzünden Araplarda bir birleşme mecburiyeti baş gösterdi. Aşiretler dediğimiz aileler çeşitli anlaşmalarla bir araya geldiler ve kabile halini aldılar. Her kabile belli bir kasabayı veya şehri anayurdu belledi. Fakat Mekke ve Medine gibi büyük bölgelerde her ne kadar lider bir kabile bulunsa da tek bir kabile tek başına yeterli değildi. Zira bu bölgeler kozmopolitlerdi. Yani buralarda birbirinden farklı birçok halk yaşamaya başlamıştı. Ama hiçbir zaman Arap topraklarında büyük bir imparatorluktan veya krallıktan bahsetmek mümkün olmamış.
Bütün toprakları hükmeden ve nerede ne yaşanırsa hesabını sorabilecek bir kral veya hükümdar çıkmadığından dolayı her kabile kendi mensuplarıyla ilgilenmek ve onları yönetmek mecburiyetindeydi. Yani bir kabile mensubu başka bir kabile ile çatışmamalı ve problem çıkarmamalıydı. Bu yüzden de genelde karşılıklı anlaşmalara imza atılırdı. Ama anlaşmalar yazılı bir şekilde değil sözlü bir şekilde yapılırdı.
Eller sıkılır, yemin edilir ve anlaşmadan cayılmayacağına dair namus ve şeref sözü verilirdi ki zaten bir kabile anlaşmayı bozduğu takdirde diğer hiçbir kabile onunla iş yapmazdı. Bir kere anlaşmadan cayan bir daha cayar, öyleyse boykot etmek, ticareti engellemek ve dışlamak, bu türden sahtekârlarla iş yapmayı kesmek en doğru olandır diye düşünürlerdi. Bu yüzden de Arap coğrafyasında toplum baskısı veya diğer kabilelerle iyi anlaşmak, elalem ne der korkusu epey baskındı. Ayrıca antlaşmalar babadan oğula geçebildiği gibi yüzlerce yıl boyunca devam edebiliyordu. Bu yüzden de anlaşmaya sadık kalmak, atalarına da sadık kalmak şeklinde anlaşılıyordu. Babam ne demişse o, atam ne yapmışsa o, dedem neye inanmışsa o ve Kur’an da ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve yanlış yolda olan kimselerse kabilinden bir cevap vermiştir. Ki bence epey mantıklı bir cevaptır. Kabileler arasında ilişkileri iyi tutmak ve sağlama almak için öncelikle birçok erkek evladınızın olması yani soyunuzun yürümesi ve kalabalık olmanız epey elzemdir.
Bununla beraber iyi bir hitabete sahip olmak yani bir ticaret yapacağınızda karşı tarafı kazıklıyormuş gibi görünmeden istediğiniz tarafa çekmek, istediğiniz miktarda ve fiyatta anlaşmak yani bir şekilde tatlı dille yılanı deliğinden çıkarmak epey önemliydi. Hatta bu Araplardaki belagat kültürünün de temelidir ve Araplarda ticaret epey önemlidir. Hani bugün derler ya pazarlık sünnettir.
İşte bu zaten tüm Arapların peygamber yokken dahi yaptıkları bir şeydir. Zira büyük bir anlaşmaya varacağınızda olabildiğince karlı bir şekilde çıkmanız lazımdır. Bu yüzden de Araplar genelde büyük bir işten önce rakipleriyle görüşür, ona iltifat eder, güzel konuşur, hatta mümkünse evine misafir eder, en iyi şekilde ağırlar ve eğer varsa kızlarını karşı tarafa verirlerdi. Yani kan bağı sağlarlardı. Arada kan bağı olduktan sonra yani resmen bir aile olmaya başladıktan sonra zaten hiçbir taraf karşı tarafa yanlış yapmayacaktır. Benzer şekilde Muhammed Peygamberin de ilk dört halifeyle yani Ebu Bekir’le, Ömer’le, Osman’la veya Ali’yle akrabalık ilişkileri kurduğunu görüyoruz. Zaten daha öncesinden de akrabalık ilişkileri vardı ama kız almalar, kız vermeler bu türden şeyler aralarındaki bağı daha da sağlanlaştırmış. Ama elbette bir tek evlenmelere dayalı diplomatik ilişkilere güvenmek doğru olmaz. Bu yüzden de gerçekten iyi anlaşabilmek amacıyla sağlam bir belagate sahip olmak önemli. Zaten bu Araplardaki en önemli özellik. Hemen her Arap potansiyel bir hafızdır. Araplarda birçok şiire ezberlemek, hatta 3-4 saat süren şiirler okuyabilmek, hikaye anlatmak, bunlar epey kıymet gören ve itibar kazandıran işlerdir.
Ukkas panayırı gibi önemli panayırlarda resmen homerosvari bir şekilde destan okumaları yapıldığı, en uzun destanı okuma şeklinde veya en güzel şiiri okuma şeklinde edebiyata dair yarışmalar yapıldığı ve birinci gelen şiirin şairinin adıyla beraber Kabe duvarına asıldığı hemen her kaynakta yazar. Hatta William Jones, Mekke tapınağında uzun yıllar boyunca asılı kalmış olan 7 popüler Arap şiirini tercüme etmiştir.
Ve uzmanlara göre bu şiirlerde kullanılan dil daha sonra Kur’an’da dahi tekrarlanmıştır. Bu panayırlar, festivaller ve yarışmalar Mekke’de düzenlendiği için Mekke’nin kültür, edebiyat ve dini açıdan son derece gelişmiş olduğu belli. Hatta bütün Arap topraklarında din özgürlüğünün en geniş bulunduğu ortam muhtemelen Mekke’ydi.
Hatta Mekke, din işini ticarete alet etmiş ve Kabe’nin dinsel bir merkez olma avantajını kullanıp bütün Arap topraklarındaki putları Kabe meydanında bir araya toplamıştır. Böylece birbirinden bağımsız birçok kabile toplu bir şekilde Mekke’ye hac yapmaya veya başka bir iş için Mekke etrafından geçerken ibadet etmeye gelebilecekti.
Eh bu adam Mekke’ye geldiğinde ne yapacak? Bir tek ibadet etmeyecek. Panayırlarda para harcayacak, belki alışveriş yapacak, bir şekilde Mekke’ye para kazandıracak. Ayrıca Mekke’ye sahip olan kabileyi görecek, ne kadar haşmetli ne kadar kudretli olduklarını anlayacak ve geri döndüğünde halkına onlardan bahsedecek. Ve bu durum Mekke’ye hem para hem de şöhret kazandıracak. Bu açıdan Mekke’ye sahip olmak demek hem güç hem para hem de şöhret sahibi olmak demek. Ki bilindiği gibi peygamber devrinde bu kabile Kureyş kabilesiydi. Ve Kureyş kabilesi ticarete o kadar çok önem vermişti ki hemen hemen her mensubu tüccardı. Ki peygamber dahi bunlardan biriydi. Kureyş ticaretin çoğunluğunu Habeşistan’la yapardı ama diğer Hristiyan devletlerle de birtakım anlaşmalara imza atmıştı.
Zaten o kadar önemli bir merkeze sahip olan bir kabile diğer devletlerle dış dünyayla da ilgilenmek zorunda. Yani diğer imparatorluklardan veya diğer ticaret ağlarından haberdar olmaması imkansızdır. Bu açıdan Kureyş kabilesi Arap coğrafyasındaki en açık görüşlü ve belki de en bilgili en entelektüel kabileydi.
Eh bu kadar önemli bir merkeze sahip olan ve hem dinle hem ticaretle hem de diğer halklarla bağlantı kuran bir kavmin bir kabilenin elbette belagatte ustalaşması gerekirdi. Arapça’da, şiirlerde, mitolojilerde ve ikna kabiliyetinde uzmanlaşmış olması lazımdı. Aksi halde başta kalamazdı. Başka bir kabile daha fazla itibar sahibi olup o kabileyi indirirdi.
Bu açıdan Sefadü’s’un da yazdığı gibi bir Arap için en önemli olan şey Arapça’da, belagatte ve edebiyatta uzmanlaşmaktır. Hatta Kur’an’daki şu ”Sıkıyorsa bir benzerini getirin” şeklindeki ayeti dahi bu şekilde yorumlamak mümkündür. Zaten Müslüman veya gayrimüslim herkesin kabul ettiği yegane bir olgu var ki o da İslam öncesi Arapların belagat ve edebiyatta zirveye ulaştıklarıdır.
Araplar genellikle İbranice, Süryanice veya Kalde lisanında konuşurlardı. Böylece Arapça, dünyadaki en zor dillerden biri haline geldi. Mesela Kur’an’da geçen huri kelimesi genelde genç kız anlamındadır. Lakin bazı reformcular ”üzüm salkımı” şeklinde bir mana da verebiliyorlar.
Ya da bir kelime söylüyorsunuz. Anlamı ”lokmanın boğazında kaybolması” gibi yolculuğa çıkan adamın da gözden kaybolması, gitgide ufalması anlamına geliyor. Yani enteresan bir dil. Zaten Kur’an’ın da bir türlü yorumlanamıyor olması veya yanlış yorumlanıyor olması da bu yüzden. Öyle bir dil ki yani bin tane anlam vermek mümkün. Araplardaki diğer bir önemli husus ise hangi soydan geldiğiniz.
Yani kimin çocuğu olduğunuz veya kimin babası olduğunuz. Zira Araplar soya, aşirete ve geçmişe epey kıymet verirler. Mesela baban önemli bir insansa şu kişinin oğlu şu şeklinde bir isim verilir. Yani kendi isminden ziyade önce babanın ismiyle anarlar. Veya diyelim ki ben çok önemli bir insan oldum. Bu durumda babam şunun babası şeklinde adlandırılır.
İşte bu ebular, mebular, ibin, bin bütün bu künyeler buradan geliyor. Ahmet oğlu Mehmet veya Mehmet’in babası Ahmet şeklinde. Ki bu sadece toplumda saygınlık kazanmak ve kıymete binmekten ibaret değil. Başınıza gelen kötü şeyler de babalarınız veya atalarınız yüzünden geliyor gibi bir inanca sahipler. Yani günah veya lanet nesilden nesile geçiyor. Hatta Arap coğrafyası ile ve Arapların yaşadığı o kötü yaşam şartlarıyla alakalı bile işi dine bağlamışlar. İslamiyetle beraber Tevrat’tan hareketle yaşam koşullarını İbrahim peygamberin oğlu olan İsmail’e dayandırdılar. İsmail, İbrahim’in bir cariyesinden doğmadır. Daha sonraysa Rabb’in lütfuyla İbrahim’in karısı olan Sara, İshak’a gebe kalmıştır.
Yani İshak peygamberin karısından doğmuşken İsmail bir cariyeden doğmuştur. İşte bu mertebe farkı coğrafyaya da yansımıştır. Hatta ayetlerde yazdığına göre cariye çocuk doğurduktan sonra şımarmış, terbiyesizlikler yapmaya başlamış ve gözden düşmüştür. İslamiyete göre Araplar İsmail’in soyundan gelmişlerdir. Ve İsmail lanetlendiği için dünyanın en güzel bölgeleri diğer insanlara bırakılmış, en çetin bölgesi olan çölse Araplara vakf edilmiştir. Bu yüzden Araplar diğer milletlere karşı kıskançlıkla, hasetle dolu bir düşmanlık beslerler. Ve çöllerden geçen herhangi bir kervan radara takıldığı takdirde mutlaka yağmalanır.
Zaten bu yüzden çöller tarih boyunca güvensiz, hırsızlığın ve gaspın kol gezdiği, vahşi ve yabani insanların hakimiyeti altındaki tekinsiz mekanlar şeklinde tasvir edilmişlerdir. Fakat Hindokyanus’una doğru indiğinizde hem su ve gölgelik alanlarla birlikte gelen kolay yaşam şartları hem de bununla beraber gelen kalabalık ve insan çeşitliliği o bölgelerde yaşayan grupları daha makul insanlar yapmıştır. Söylendiğine göre bu bölgede yaşayan Araplar bölgenin altın yataklarıyla dolu olması sebebiyle zenginleşmiş ve çok refah yaşamışlardır. Hatta altın o kadar bollaşmış ki bir kıymeti de kalmamış. Kimi dönemlerde demir bile altından daha kıymetli hale gelmiş. Devam edersek Arabistan’daki diğer bir önemli kolsa sabilerdi. Son derece dindarlardı ve günde üç defa dua etmek gibi ritüelleri vardı. Bu da Kur’an’da namazın neden sadece günde üç defaya mahsus olmak üzere istendiğine dair bir işaret olabilir. Kaynakların yazdığına göre İslamiyet’te ilk yıllarda namaz esasen üç vakitti. Lakin daha sonra Miraç hadisleriyle beraber beş vakite çıkarıldı. Hatta söylendiğine göre Şiiler tam da bu yüzden üç vakit namaz kılmaktadırlar. Yani bütün Müslümanlar beş vakit namaz kılmıyor.
Ama bundan pek de emin değilim çünkü bazı kaynaklarda Şiilerin de beş vakit namaz kıldığına ama öğle ile ikindiği ve akşamla yatsıyı birleştirdiklerine dair ifadeler vardır. Asabiyet sisteminden devam edersek. Şimdi görüldüğü kadarıyla Araplar agresif, yağmacı, kavgacı ve kin tutan kimselermiş. Hatta bir düşmanlarını öldürdüklerinde boğazlarından kanlarını dahi emerlermiş.
Bir takım oryantalistler, örneğin Maxim Rodinson böyle söylüyor ki muhtemelen abartıyor. Ama her halükarda Araplarda kan davası veya gerçekten bir kin tutma anlayışının bulunduğu belli. Ve Araplarda hemen her kaynağın ittifak ettiği bir şey var ki gurur, şeref, namus, haysiyet, candan bile kıymetli. Hatta bir Arabın kolunu kes veya evini yık yani ona bir şekilde zarar ver. En fazla yapacağı şey kısasa kısas mantığıyla aynı şeyi sana yapmaktır. Ama bir Arabın avradına veya sakalına laf ettiğin takdirde kan çıkar. Avrat diyorum, burada kimse duyar kasmasın çünkü Araplarda kadın veya hatun yoktur. Avrat vardır. Avrat da avretten gelir yani örtülmesi gereken ayıp yerler, cinsel organlar anlamında kullanılır. Ve Arapların da kadını örtülmesi gereken bir varlık olarak görmeleri ve örtüye sokmaları bu açıdan manidardır. Halbuki tarihe baktığımızda ta Sümer devrinden beri yani yaklaşık 4000 yıldır örtünme geleneği zaten birçok toplumda varmış. Fakat onlarda bir asalet göstergesiymiş. Örneğin zengin veya önemli kadınlar başlarını örterler. Daha sonra evli kadınlar da başlarını örtmeye başlamışlar. Ama bir fahişe veya gözden düşen bir kadın başını örtemez veya bir köle başını örtemez. Hatta Hammurabi kanunlarında dahi başörtüsüyle alakalı kanunlar vardır. Lakin İslamiyet’e geldiğinde olay değişmiş. Yani bu ayıbı örtmek gibi bir anlama kavuşmuş. Hatta bugün bunu kıymetli bir şeyi örtmek yani ayıptan değil de hürmetten örtmek şeklinde yorumluyorlar. Mesela bugün bir Müslümanla tartışsak muhtemelen şöyle bir cevap verecektir. Kardeşim sen çok önemli bir mücevherin veya bir eşyan olduğu zaman bunu kasada evde gizli bir yerde saklıyorsun değil mi? Herkese göstermiyorsun yani yoksa çalarlar, göz koyarlar. E madem öyle en kıymetli varlığın olan karını veya kızını niçin herkese gösteriyorsun? Niçin saklamıyorsun? Yani örtünmek kadını korumak için vardır. Zulüm değildir derler. İyi de kadın mal mı yani? E tamam kadını anladık yani bugün dahi birisi bir kadına laf ettiği takdirde kavga çıkar. Ama sakal ne alaka? Bu da yine Arap kültürüyle alakalı. Araplarda bir anlaşma yaptıktan sonra, bir imza attıktan sonra sakalını sıvazlamak veya bir zaferden sonra, bir galibiyetten sonra mağrur bir şekilde sırıtıp şöyle gene sakalla oynamak adettir. Hatta sakal erkeklik göstergesidir. Bu yüzden de Araplar sakalı olmayan bir tüccarla pek de ticaret yapmazlar. Zira güvenmezler. Adam saymazlar. Ki bu bugün bile devam ediyor aşağı yukarı. Diyanet veya bir takım hocalar halen daha sakalı olmayan erkekle alakalı saçma sapan şeyler paylaşıyorlar. Halbuki peygamberle savaşan müşrikler de sakallı insanlardı. Ve bugün sakal sünnettir. Lakin peygamberle alakası yoktur. Zaten Araplarda sakal bırakmak bir yerde mecburiyettir. Bir de kan davasından bahsetmek lazım. Şimdi Araplarda kanın bedeli kandır ve bu kesinlikle kabul görmüş bir şeydir. Mesela benim kabilemden bir çocuk karşı kabileden bir çocuğu öldürdüyse, karşı kabileden o çocuğun yakınları bu benim kabilemdeki katil çocuğu öldürmeye hak kazanmışlardır. Ve kimse buna engel olamaz. Yani vay işte dur öldürmeyin hata ettin falan demek yok. Birisi öldürdüyse eğer karşılığında canı alınır. Lakin Araplar bununla da yetinmezler. Ve öldüren kişiyi değil öldüren kişinin bir yakınını öldürmeyi tercih ederler.
Mesela diyelim ki benim evladım karşı taraftan birini öldürdü. Bu durumda evladımı değil ya beni ya da varsa başka bir kardeşini öldürüyorlar ki vicdan azabı çeksin. Ayrı yeten bu sistem herkesin suç işlerken iki defa düşünmesini sağlıyor. Zira ben bir suç işlediğim takdirde ben değil çok sevdiğim bir yakınım zarar görecek. Bu yüzden yanımdakilere bir zarar gelmesin diye ben de dikkatli olmak zorunda kalacağım.
Ve bu diğerleri için de geçerli. Yani herkes bir diğerinden sorumlu olmuş olacak. Aksi halde kan davası çıkarsa bir uyuşmazlık baş gösterirse bu durumda bırak bir kişiyi beş kişiyi yüz kişi ölür. Kan davası babadan oğula veya diğer erkek bireylere devredilir ve çoğu zaman bir torunun dedesinin intikamını almak için öldüğü olur. Yani yıllar boyunca kuşaklar boyunca devam eder.
Bu yüzden de olay kan davasına bağlanmadan ya tatlı dille anlaşmak bir şekilde olayı tatlıya bağlamak ya da paşa paşa kan diyetini ödemek gerekir. Ama bazen olayın tatlıya bağlandığı da olur ve herhangi birisi ölmeden on deve karşılığında olay tatlıya bağlanır. Zira Arabistan’da bir can karşılığı on devedir. Ama genelde Araplar intikam almayı tercih etmişler. Ve bir iki kişinin yaptığı suç veya hata yüzünden masumları katletmişler. Bu aynı zamanda herkesin herkesten sorumlu olmasını ve herkesin herkese karışabilmesini sağlıyor. Zira bir kişinin yaptığı bir hata bütün kabileyi bağlıyor. Para karşılığında suçu affettirmek muhabbetine geldiğimizde ise bu da başka başka problemler yaratabiliyor. Mesela böyle bir durumda en zengin olan en çok suçu işleyen kişi olacaktır. Zira adam istediği her şeyi yapıp on deve, yirmi deve ne kadar lazımsa verip sıyrılabilecektir. Ama aynı zamanda en zengin olanlar en meşhur olanlar olacağından genelde bu insanlar itibarlarına kıymet verirler ve zaten hayır işleri yaparlar. Yani Araplarda zengin olanlar genelde fakire fukaraya yardım edip, giydirip, yemek verip veya bedavadan hayvan dağıtıp övgü toplarlar.
Ama tabii ki ver ver bir yere kadar yani sonsuza kadar para verme para dağıtma şansın yok. Bu yüzden de her kabile bir yandan veriyorken bir yandan da almaya çalışmış. Hatta özellikle fakirden fukaradan epey bir istifade etmişler. Mesela Kureyş en zengin en meşhur kabileydi ama aynı zamanda bütün hükümdarlığı halkı, fakiri, fukarayı sömürmeye dayanıyordu.
Yani Kureyş zenginleşiyorken halk daha da fakirleşiyordu. Hatta bu şekilde Arap topraklarında iki türlü kölelik oluşmuştu. Biri savaşlardan elde ettiğin cariyeler veya esirler, diğeri ise borçlandığı için köle olmayı kabul edenler. Yani adamın 50 altın borcu var diyelim ve 50 altın parası yok ödeme vakti geldi.
Ben bir yıl iki yıl ne kadar lazımsa çalışayım, borcumu ödeyeyim ardından serbest kalayım. Borç karşılığında köle olanlar esasen tam köle değil hizmetçi gibilerdi zira onlar normalde özgür insanlardı. Ama savaşta elde ettiğin, böyle bayağı yağma yaptığın ganimet diye topladığın insanlar herhangi bir hakka veya hukuka sahip değillerdi. Onlara istediğin şeyi yapman, istersen dövmen, istersen öldürmen serbestti. Ama bu konu Müslümanlar tarafından epey bir su istimal edilmiş. Yani İslami kaynaklara baktığında sanki İslamiyet’ten önce her gün millet kölesini sakatlıyordu, öldürüyordu, kırbaçlıyordu, felaket işkence yapıyordu gibi değişik bir anlatım var. Lakin bu gerçekle uyuşmaz. Zira köle pahalı bir şey ve herkes köle sahibi olamaz. Zira bakmak masraflı, ayrıyeten almak masraflı. Sattığın takdirde felaket para ediyor. Bu durumda eğer bir köleden memnun değilsen, dur bacağını kırayım, vay kafasını keseyim, hadi 100 tane kırbaç vurayım demezsin zaten. En basiti satarsın ve alacağın paraya bakarsın. Aksi takdirde öyle zarar vermek, öldürmek veya sakatlamak kendi topuğuna sıkmak demektir. Yani en basiti şöyle bir örnek vereyim, köle maldır ve bugün de ev gibi araba gibi çeşitli mallarımız var.
Yani varlıklarımız var ve siz yahu zaten tapusu bende dur evimin bir kapısını kırayım, duvarı yıkayım, dur yakayım, bakayım ne olacak. Ya da araba zaten benim değil mi kardeşim dur lastiğini patlatayım, hemen kaza yapayım der misiniz? Demezsiniz yani mantıksızdır bu ama tabii köle olmak her halükarda kötü. Bu yüzden de ne kadar çok erkek evladın varsa ve ailen ne kadar büyükse kafan o kadar rahat. Çünkü sen borca girsen, bir problem yaşasan en azından bir evladın, bir kardeşin, bir yakının yardımcı olur. Yani köle olmak zorunda kalmazsın. Asabiye sisteminden devam etmek gerekiyorsa eğer kan davasından zaten bahsetmiştim, ayrı yeten kan davasının muhtemel sonuçlarıyla alakalı da bir takım önlemler alınmıştır. Mesela diyelim ki Arap topraklarında bir kabileden bir kişi dışlandı veya bir kan davası muhabbeti yaşandı ve adam zanlı haline geldi. Eğer başka bir kabileye sığınırsa ve o kabile onu kabul ederse bu durumda kan davası o kabileye sıçrar ve bir emanname çıkarılır. Bu adam şu kabilenin koruması altında. Yani bir kafa kağıdı gibi, koruma kağıdı gibi bir şey. Ve eğer karşı kabile kan davasını devam ettirmek isterse bu durumda yeni bir kabileyle daha mücadele etmek zorunda kalacaktır. Ayrı yeten kişi eğer kabilesinden dışlandıysa ve herhangi bir emanname alamadıysa bu durumda o kişiyi öldürmek caizdir. Kimse kan davasına koşamaz veya hesap soramaz. Bu yüzden de Araplarda bir misafir kabul etmek veya bir sığınmacı kabul etmek epey zordur. Birine misafir olmak ve misafir almak en önemli işlerden biridir. Zira bütün kabileyi, bütün aşireti ilgilendirmektedir.
Ama emanname ile alakalı ek bir bilgi daha vermek gerekiyorsa eğer, bir dönem Muhammed peygamber de benzer bir problemle karşı karşıya kalmıştır. İslamiyet’i yaymaya başladığı ilk yıllarda amcası Ebu Talip onu korumuştur. Bu yüzden de diğer aileler Muhammed peygamberle çok fazla uğraşamamışlardır. Ebu Talip öldükten sonra başa Ebu Leheb gelmiştir.
O da en başında korumuştur fakat hem diğer kabileler tarafından yapılan baskılara mukavemet gösterememiş, hem de Muhammed peygamberin Mekkeli müşrikleri cehennemlik yoldan sapmış veya bu gibi ifadelerle suçlaması yüzünden Ebu Leheb bir yerden sonra artık Muhammed peygamberi kovmuştur.
Ve Muhammed peygamber bir emanname alamadığından dolayı öldürülmesi caiz birisi haline geldiğinden Mekke’den kaçmak yani hicret yapmak zorunda kalmıştır. Bu arada Ebu Leheb Kur’an’da da adı geçen ve cehenneme gireceği net bir şekilde ifade edilen biridir. Zaten Ebu Leheb adı da bu yüzden verilmiştir. Ebu Leheb ateşin babası demektir. Yani Müslümanlar bu adam cehennemlik zaten diye ateşlik bir isim vermişler. Gerçi bazı kaynaklar özellikle Müslüman kaynaklar ya çok çabuk kızardı hemen yanakları kıpkırmızı olurdu. Bu yüzden de babası ona ateşin babası hani ne kadar ateşli ne kadar kızgın bir çocuk anlamında bu ismi vermişti derler. Lakin bana pek de mantıklı gelmedi. Bu arada Ebu Leheb’in gerçek adı Abdül Uzzadır. Ve Abdül Uzza, Uzzanın kulu veya hizmetkârı anlamındadır.
Hatta Abdullah da Allah’ın kulu veya Allah’ın hizmetkârı anlamında benzer bir isimdir. Ayrıca Araplarda eğer bir kabile başka bir kabileyle savaştıysa ve mağlup olduysa yapabileceği iki şey vardır. Ya galip gelen kabileye boyun eğecek ve onlara dahil olacak. Ya da gururundan onurundan madem kaybettik artık bu topraklarda işimiz yok deyip bütün kabile halinde başka bir bölgeye yerleşecekler.
Eğer yerleşecek başka bir bölge veya sığınacak başka bir kabile bulurlarsa ne âlâ. Bulamazlarsa kader putuna yani menata kalmışlar demektir. Araplar her ne kadar yağmacı ve gaspçı insanlar olsalar da misafire ceplerindeki bütün parayı hatta kölelerini dahi verirler. Ki bununla alakalı en meşhur üç hikayeyi paylaşsam herhalde yeterli olacaktır.
İlk hikayeye göre bir gün Arab’ın birine bir misafir gelmiş ve Arab misafire o kadar çok hürmet etmiş ki babadan kalma yadigar kılıcı haricinde elindeki bütün malı, mülkü, altını, her şeyi vermiş ve o şekilde uğurlamış. İkinci hikayede ise Şeyh Kayıs’a misafir olmaya gelen birisi Şeyh Kayıs uyumakta olduğundan dolayı onun bir cariyesiyle karşılaşmış ve cariye adama 7000 altın ve birçok deve vermiş o şekilde göndermiş. Şeyh Kayıs’te sabah uyandığında ulan ne abartmışsın ya biraz daha az verseydin demektense oh iyi yapmışsın. Keşke biraz daha verseydin demiş. Üçüncü hikaye ise kör hatem diye birinden bahseder. Hatem yaşlı ve iki tane kölesi yardımıyla yürüyebilen tek başına sağa sola gidemeyen kör bir insandır ve bir gün ona misafirliğe birisi geldiğinde verecek hiçbir malı olmadığından o iki köleği hediye etmiştir. Tabii bunlar muhtemeldir ki uydurmadır, abartıdır ama nihayetinde Araplarda misafirperverliğin epey kutsal olduğu da bir gerçektir. Zira Araplarda tanrı misafiri dediğimiz yolculuğa çıkmış muhtaç olan bir adama yardımcı olmamak en büyük suçtur. Hiçbir kabile bunu hoş karşılamaz. Öyle ki eğer sana sığınan kişi kan davalı olduğun normalde öldüreceğin biri ise bile sana sığındığı takdirde öldürmen yasaktır. Ona en iyi şekilde bakman, ağırlaman ve göndermen lazımdır. Yani iş misafirlik olduğunda kan davaları dahi askıya alınır. Ooo ne iyi ortammış ya madem öyle ben de her gün bir yere misafirliğe giderim hiç çalışmaya bile gerek kalmaz. Ve davadan mal mülk diye düşünenler varsa eğer o iş o kadar kolay değil. Bir yere misafir olduğunuzda o evin, o aşiretin kan davasını ve her şeyini yüklenmiş oluyorsunuz. Örneğin ben misafirliğe gittiysem ve misafirliğe gittiğim esnada bir çatışma bir olay yaşandıysa kendim ölmek pahasına ev sahibini korumak zorundayım. Ayrı yeten daha sonra ihtiyaçları olduğu takdirde tekrardan yardıma koşmam gerekir.
Yani misafir öyle keyfine göre her yere gidip bedavadan yiyip içip kalkamaz. Zira iki tane aşirete misafirliğe gittiyse ve yarın öbür gün bu iki aşiret kan davalı hale geldiyse hangi tarafta savaşacağı belli değildir. Ve hangi tarafta savaşırsa savaşsın diğer tarafın misafirlik hakkını çiğnemiş olacağından ömür billah bir daha o adama kimse bakmaz.
Medine, ekseriyeti Yahudilerden oluşan ve Şagaret, Evset ve Kureyza gibi üç büyük Yahudi kabilesinin kontrol ettiği bir şehirdir. Ve İslam öncesi adı Yesriptir. Medine, Mekke’ye kıyasla daha şehirleşmiş bir biçimdedir. Zaten Medine kelimesi de şehir anlamına gelir. Mekke ise sağında Yemen, solunda da Suriye olmak üzere tam orta bölgede yer alıyordu ve toprakları tarım için elverişli olmadığından ticaret merkezi yapılmıştı. Bu arada Mekke’nin antik Yunanca verilen adı Makoraba’dır. Bu kelime sahibi ilaçesinde mabet anlamına gelmektedir. Bu mabet ile kastedilen şey ise muhtemelen Kabe’dir. Kabe ise şeklinin de gösterdiği gibi küp anlamına gelmektedir. Özetle Mekke dendiğinde karşımıza iki figür çıkmaktadır. Birincisi bütün Arap topraklarından birçok kabile ve putun Mekke meydanında bir arada korunduğu ve hemen her kabilenin her yıl düzenli bir şekilde buraya hac yapmaya geldiği, yani Mekke’nin Kudüs gibi dini bir merkez olduğu. İki, konumu itibariyle Mekke’nin ticari bir merkez görevi gördüğü. Öyle ki ticaret yapabilmek için dört bir yandan gelen birçok tüccarın devasa kervanlarla Mekke’ye geldiği ve sırf ticaretin daha serbest yapılabilmesi için bütün kan davalarının ve savaşların yasaklandığı yasak aylar dediğimiz dört aylık bir süreç esnasında Mekke’ye oluk oluk altın aktığı. İbrahim’in semavi inançlar bakımından öne çıkan iki evladı vardır. Biri İshak, diğeri ise İsmail’dir. İsmail, İbrahim’in Hacer isimli bir cariyesinden doğma olduğu için tam anlamıyla kutsanmış değildir. İshak ise karısı Sara’dan doğduğu için özel biridir. Zaten İshak’ın doğumu dahi özellikle vaat edilmiştir. Tevrat’ta yazdığına göre İbrahim ve Sara bir gün otururlarken karşılarında üç kişi görürler. Bu üç kişinin tanrı mı yoksa melek mi olduğu söylenmez. Tevrat’ta bu kişiler için geçen ifade Rab’dır.
İbrahim’i yeni bir evlatla müjdelerler. Halbuki İbrahim ve karısı o dönemde çoktan kocamışlardır. Örneğin Sara 90 yaşındadır. Hatta bu yüzden bu yaşımıza rağmen yeni bir çocuk sahibi olabilir miyiz diye şaşırmıştır. Ve Rab, benim gücüm her şeye yeter. Minvalin’de bir cevap vermiştir. Ardından Rab gider ve Lut kavmini helak eder. Bir süre sonraysa İshak doğar. Buradan sonrası karışık. Gördüğümüz kadarıyla İshak doğduktan sonra Sara, büyük oğlu İsmail’in ve annesi Hacer’in gönderilmesini istedi. Tanrı da bunu onayladı ve İbrahim’e korkma, onlarla birlikte olacağım. Diyerek onları göndermesini söyledi. Hacer de çocuğu alıp güneye, Paran çölüne doğru yola çıktı. Bu hikaye daha sonra Davut’a verilen Zebur, diğer adıyla Mezmurlar kitabında 84. bölümde yeniden aktarılır ve Bekke vadisinden geçerken Kınarbaşı’na çevirirler orayı. İlk yağmurlar orayı berekete boğar. İfadesi geçer. Bu Bekke veya Baka daha sonra Bey’inin Mey’e dönüşmesiyle Arapça karşılığı olan Mekke halini almıştır.
Ayrıca çorak bir arazinin yolculuğu kolaylaştırmak adına Tanrı tarafından Pınarbaşı’na çevrilmesi ve bereketlendirilmesinden de Zemzem suyu dediğimiz başka bir kutsiyet meydana gelmiştir. İsmail’in ve Hacer’in hayatını kurtaran bu su kaynağı inanca göre onlara ev sahipliği yaptı ve oraya yerleştiler. İsmail Mekke’ye yerleştikten sonra İbrahim sık sık onları ziyarete geldi.
Ve hatta oraya inanışa göre Kabe dediğimiz tapınağı yaptırdı. Bu sebeple bu bölge kutsal bir bölge sayıldı ve ileride de hac mekanı yapıldı. Kabe tapınağı aynı zamanda Hacer ve İsmail’in eviydi ve inanca göre öldüklerinde o bölgeye gömüldüler. Fakat Kur’an’da daha kapsayıcı bir anlatım vardır. Ali İmran suresinde 96. ayette şöyle yazar. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla doğrusu insanlara ilk kurulan ev Mekke’de olandır. Alemlere uğur, bereket ve hidayet kaynağı olarak kurulmuştur. Devam edersek, inanca göre İbrahim Kabe’yi inşa ederken bir melek gökten gelmiş ve ileride Ebu Kubeys tepesine gökten düşmüş olan bir taşı getirip Kabe’nin yanına koymuş. Bu taş en başında süt gibi bembeyazmış ama daha sonra insanların günahları yüzünden kapkara hale gelmiş. Bu bahsettiğimiz taş Hacer-ü Lesvet taşıdır ve gerçekten de gökten düşmüş olma ihtimali vardır. Zira birtakım yazarlar araştırmalara göre bu taşın esasen bir meteor parçası olabileceğini söylerler.
Haliyle antik çağlarda bir bedevi gökten yana yana inen bir taş gördükten sonra işte bu tanrılardan bize bir hediye gibi düşünmüş olabilir. Ama taşın bembeyaz olduğu fikri bir problem barındırıyor. Zira gök taşları meteorlar bembeyaz inemezler ama muhtemelen bu hikaye zaten semboliktir. Yani bakın zamanında bu taş bembeyazdı ama bizler yoldan çıktık cehennemlik olduk bu yüzden de kapkara hale geldi. Eğer doğru yola iletilmezsek bizim de bahtımız ahiretimiz aha bu taş gibi kapkara olacak. Ama bu taşın formu İslamiyet ile alakalı değildir. Örneğin göze benzemesi yüzünden işte bak buradaki göz aslen Ra’nın veya Horus’un gözüdür. Yani bu taş antik Mısır’dan kalmadır derler. Lakin bu yanlıştır.
Taş dikkatli bakıldığında Vajinaya benzer. Bu da bir ilahenin taşı olmasından kaynaklanır. Araplar İslamiyet’ten önce dahi Kubeyt ve Petra bölgesinde bu taşı El Latın yani bir ilahenin sembolü saymışlardır ve o amaçla tapmışlardır. Bazı insanlar Kibale’yi de bu taşla eşleştirmektedir. Ama Hacer-i Lesvet taşının İslamiyet’ten önce dahi Arap tanrı çalarına adandığı bellidir. Neyse. İslami ve İbrani kaynaklara göre Mekke’nin inşası milattan önce 2000 ila 2030 yılları arasına denk geliyor. Yani bu Kudüs mabedinden yaklaşık 1000 yıl öncesine tekabül ediyor. Ve Kabe kurulduğundan beri orada yaşayan birtakım gruplar oruç, namaz, hac ve bu türden ibadetleri devam ettiriyorlar.
Yani İslamiyet’ten önce dahi Araplar ve o bölgede yaşayan diğer kavimler zaten İslam’ın hemen her şartını yerine getiriyorlardı. Sadece tevhid yoktu. Ama İslami kaynaklar tam tersini iddia ederler. Derler ki o ibadetleri yerine getirenler esasen İbrahim’in yolundan giden Hanif veya Hunefa dediğimiz başka bir gruptu. Yani Putperestler değillerdi. Lakin Hanifliğin Hristiyanlıkla beraber ortaya çıktığı birçok kaynak tarafından desteklenmiştir. Zaten Hanifler inanç bakımından da İbrani’den ziyade Hristiyan gibi davranmışlardır. Hatta yine birçok kaynakta Varaka bin Neffelin ki önde gelen bir Haniftir ve Muhammed Peygamberin de hocası olduğu iddia edilir. Hristiyan olduğu söylenmektedir.
Dolayısıyla milattan önce 2000’lerde Hanif diyebileceğimiz bir grubun olduğunu iddia etmek yanlıştır. Zaten İbrahim’in yolundan giden İbrahimî dediğimiz kavimler de Museviler veya İsrailoğullarıdır. Ve onlarla alakalı tarih de zaten bellidir. Ve bu tarihler İbrahimî tarih diyelim. Öyle Arap coğrafyasında hiçbir şekilde putperest olmayan tevhidi tamamen savunan ve İbrahim’in yolundan giden bir grubun olduğunu iddia etmez. Hatta Kabe’nin milattan önce antik çağlarda Yahudiler tarafından dahi kutsal görüldüğü ve kıymete bindiği belli. Ama Yahudiler daha sonra Hubal gibi taşların gelmesiyle, Arap paganizminin kuvvet kazanmasıyla bu bölgeden inanç bakımından uzaklaşmışlar.
Ve yine milattan önce 6. yüzyılda özellikle Babil zulmünden kaçan Yahudilerin ve daha sonra Nabonidus devrinde gelenlerin Sadukhiylik dediğimiz, resmen ahireti, melekleri, her şeyi reddeden ateizme yakın bir grub oluşturdukları ve bunların da Arap topraklarında etkin oldukları yine bilinmektedir. Şimdi Kur’an’daki ayetlerden de hareketle Kabe’nin ne tür bir tarihe sahip olduğundan bahsettik. Ama bu bahsettiğimiz Kabe ile bugünkü Kabe aynı değil. Zira İbrahim peygamber eğer gerçekten yaşamışsa ve bu türden bir mabet inşa etmişse dahi o mabet bugüne kadar gelmedi. Bir çok defa yıkıldı, parçalandı, restore edildi ve hatta başka başka bölgelerde başka tapınaklar kuruldu. Yani bugünkü Kabe ile hikayelerde geçen Kabe aynı Kabe değil. Zaten Muhammed peygamberden 700 yıl önce yaşamış olan tarihçi Diyodorus’ta Kabe’den bahsederken, tamutlar ile sabalar arasında ve Kızıldeniz sahilini kutsayan kutsal bir tapınak, bir mabet ifadesini kullanmıştır. Yani net bir şehir ismi vermemiştir. Mekke, Medine veya başka bir şey demektense sadece tapınağın varlığından bahsetmiştir. Ve ondan 3 asır sonra yaşamış olan ve Diyodorus’u da kaynak alan Agathardides daha da kafa karıştıran bir şey yapmış ve Kabe’den hiç bahsetmemiştir. O bölgeyi ifade ederken zaten bütün bölgenin kutsal sayıldığından bahsetmiştir. Bu da acaba Diyodorus zamanında bir Kabe vardı da Agathardides zamanında yok muydu, yıkılmış mıydı? Veya başka başka Kabe’ler de vardı da bu yüzden net bir Kabe’den bahsetmek gereksiz miydi diye düşündürüyor. İşte bu yüzden Den Gibson gibi bazı yazarlar Kabe’nin Mekke’de değil de başka bir bölgede olduğundan bahsediyorlar. Yani antik çağlarda Kabe ile alakalı uydurulan veya anlatılan ne kadar hikaye varsa bunlar Mekke’yi kapsamıyor.
Petra’da başka bir bölgede daha yüce bir Kabe vardı ama o yıkıldı ve daha sonra Mekke’de 5. asırda başka bir Kabe yapıldı. O Kabe’de İslamiyet ile beraber bir anlam kazandı hatta birçok bölgede birçok Kabe inşa edildi ve Muhammed Peygamber devrinde bütün bu Kabe’ler yıkıldı. Kala kala Mekke’deki kaldı ve bütün hikayeler Mekke’ye atfedildi diyorlar.
Ama bu türden iddiaların ilmi bir kıymeti yoktur. Zaten ilk videoda anlatmıştım Mekke’nin antik kaynaklarca verilen adı Makoraba’dır ve bu sabiilehçesinde mabet anlamına gelir. Yani başka bölgelerde başka Kabe’ler olsa dahi asıl Kabe veya bu hikayelerle alakalı asıl kaynak Mekke’dir.
Ve bu türden iddialar öne sürenler aynı zamanda Muhammed Peygamber’in gerçekte yaşamadığını, Muhammed Peygamber diye birinin hiçbir zaman var olmadığını, tam tersi birçok kişiyle alakalı birçok hikayenin Muhammed Peygamber adında bir kişi de toplandığını, yani nasıl ki birçok Kabe varken bütün Kabe’ler tek bir Kabe haline geldiyse,
birçok lider, kabile veya yasa varken bunların da hepsinin yeni bir proje olarak sunulduğunu iddia ederler. Hatta Kur’an veya Musaf zaten birçok kabile de vardı. Her kabile kendine ait bir Kur’an’a sahipti, bir yazıta, bir kitaba veya bir yasaya sahipti. Ve bütün bunlar birleştiğinde, bütün tanrılar tek bir tanrı haline geldiğinde buna Kur’ani Kerim adı verildi.
Yani diğer bütün Kur’an’lardan daha üstün olan tek bir kitap. Haliyle bütün Müslümanlık, esasen Hristiyanlığa veya Yahudiliğe karşı, Roma’ya karşı, İran’a karşı Araplar tarafından oluşturulan bir proje. Lakin ben bu türden iddialara itibar etmiyorum. Zira binlerce kaynak varken ve binlerce kaynak tersini söylüyorken, bir tane ayrıntıdan, bir tane olaydan hareketle hemen bambaşka bir tarih yazmak,
komplo teorisyancıliğidir. İnanmak isteyen ona da inanır ama gerçek budur, hakikat budur demek amatör davranmaktır. Zaten amatörler abartmayı severler. Biz abartmıyoruz, olabildiğince çeşitli kaynaklardan ayrıntılı bir şekilde ve makul bir şekilde aktarım yapmaya çalışıyoruz. Ali İmran Suresinde 96. ayette yazdığına göre, Dünya üzerindeki ilk ev Kabe’ydi. Burada geçen ifade evvele beytindir ve evvel ilk veya önce beyt ise ev demektir. Lakin bu durumda Kabe’nin 10.000 yıldan eskiye dayandığını düşünmek gerekir ki bu da gerçek tarihle uyuşmaz. Bu sebeple bazı hadislerden hareketle bir takım ilahiyatçılar Kabe-i Muazzama isminden yola çıkmış
ve bunun şu anki Kabe olmadığını, asıl Kabe’nin Adem zamanında kurulduğunu ve bu inşaatın Cebrail önderliğinde ilerlediğini söylemişlerdir. Hatta bununla da kalmamış Kabe’nin Adem’den 2000 yıl önce inşa edildiğini ve Adem’in Kabe’nin yanında şekillendirildiğini dahi iddia edenler olmuştur. İnancı göre bu ilk inşa edilen Kabe, Nuh tufanından sonra tamamen toprak altında kalmış, sonrasında ise İbrahim’in yeniden inşa etmesiyle yeni bir Kabe yapılmıştır. Fakat bu da son Kabe değildir. Zira çeşitli kaynaklar Kabe’nin üçüncü defa inşa edildiğini ve bunu da yine Nuh’un soyundan gelen bir grubun, yani Amal-i Kalı’ların yaptığı söylenmektedir.
İbrahim’in Kabe’si birkaç metrelik, üstü açık ve kapısı olmayan bir Kabe iken Amal-i Kalı’ların yaptığı Kabe daha süslü püslü ve gösterişlidir. Hatta iddiaya göre bu sebeple Kabe bahane edilmiş ve bölge bir ticaret kenti yapılmış ve böylece ortaya Mekke çıkmış.
Lakin bu Kabe de uzun süre ayakta kalamamış. İnsanlar Kabe’ye odaklanmak ve ona iyi bakmaktansa, ticarete odaklanmak ve paraya bakmakla meşgul olmuşlar ve Kabe zamanla harap olmuş. En sonunda ise Seyrülferra adı verilen bir sel felaketinde paramparça hale gelmiş. Daha sonra Mekke’ye hakim olan cürhümilerden Haris bin Medadı Askar isimli bir reis, Kabe’yi dördüncü defa inşa ettirmiş. Hatta bu sefer Kabe’ye bir zincir ve kapı da taktırmış. Yani biraz daha büyük ve daha sağlam bir Kabe inşa ettirmiş. Ama o Kabe’ye de iyi bakılamadığından mabet harap olmuş. Ardından Huzaa kabilesi cürhümileri Mekke’den kovmuş, yönetimi devralmış, Hacer-i Lesvet taşını da Kabe’nin tam yanına yerleştirmiş ve Kabe’yi resmen en başından yaparcasına restore ettirmişler. Yeni lider Gülpşin, Kabe’nin bakımını babadan oğula miras bırakmış ve ondan sonraki her kuşak da Kabe’ye düzgün bir şekilde bakmışlar.
400’lü yıllara geldiğimizde ise Gülpşin’in birkaç kuşak sonraki torunu olan Huleyli ibni Habeşiye, kızı Hibla’yı Kureyş kabilesinden Kusay bin Kilab ile evlendirince Mekke ve Kabe Kureyş’in eline geçmiş. Gerçi bu evlenme zaten politik bir evlenmeydi. Zira Kureyş Mekke’yi her halükarda ele geçirmişti. Hatta Mekke anlatıya göre yozlaşmıştı ve Kusay bin Kilab Kabe’yi bir testi şarap karşılığında satın almıştı.
Abartıdır, rivayettir, belki de hakikattir bilmek mümkün değil ama genelde Kabe ile alakalı her hikaye oraya en başında bir kabilinin, bir grubun hükmetmeye başladığı fakat Kabe’ye iyi bakılmadığı için bir süre sonra o grubun oradan dışlandığı veya gönderildiğidir. Bakıldığında Güpşin’den itibaren Kabe’ye iyi bakılmış ama bir süre sonra insanlar dinden uzaklaşmışlar. Öyle ki bir testi şarap karşılığında bile mabedi vermişler veya bunlar tamamen uydurmadır ve önceki kuşakları aşağılamak ve yeni kuşakların ne kadar iyi olduğunu göstermek için ortaya konulan birtakım hikayelerdir.
Ama her halükarda Kusay bin Kilab ile beraber Mekke daha da gelişti ve peygamber devrindeki Mekke’nin de asıl mimarı Kusay bin Kilab’tı. O Kabe’nin etrafına kendi evini inşa ettirdi ve kendi evlatlarına da aynı şeyi yapmalarını öğütledi. Böylece Kabe’nin etrafında daha da büyüyen, daha da genişleyen ve kalabalıklaşan bir şehir meydana gelmiş oldu.
Daha sonra Kusay’ın Haşim adındaki bir torunu eski baharat yolu üzerinde Mekke’den Yemen’e giden bir kış kervanıyla Kuzeybatı Arabistan’ın ötesine geçip Suriye’ye kadar uzanan bir yaz kervanı şeklinde iki büyük kervan yolu inşa ettirdi.
Haşim daha sonra Yesribe yani Medine’ye gitti ve orada hem ticari ilişkiler kurdu hem de siyasi kuvvet kazandı. Zira önde gelen bir kabileden kız aldı ve Şeybe adında bir erkek evladı oldu. Şeybe epey zeki ve başarılı bir çocuktu lakin Haşim onun büyüdüğünü göremeden vefat etti. Haşim öldükten sonra kardeşi Mutdalip Şeybe’ye sahip çıkmaya karar verdi ve Yesribe gelip çocuğu aldı.
Lakin geri dönerlerken onları yolda görenler ooo Mutdalip kendine çocuk bir köle almış şeklinde bir hikaye uydurdular ve bu dedikodular her ne kadar Mutdalip karşı gelse de halkın ağzına yerleştiler. Hatta çocuğun adı dahi Şeybe olmaktan çıktı ve Mutdalib’in kölesi haline geldi yani Abdülmuttalip.
Bu Abdülmuttalip epey kıymetli birisi olacak ve ileride söylendiğine göre Ebrehe Mekke’ye fillerle geldiğinde Mekke’yi koruma görevini üstlenecek. Mutdalib’in Şeybe’nin Abdülmuttalip yapılmasına karşı çıkmasına dair anlatılan hikayeler de sonradan uydurulmuş olabilir. Zira adam kardeşinin evladını sahiplenmek istemişse kimse buna köle diyemez dese dahi o kadar kuvvetli bir adam zaten çocuğun adının köle kalmasını engeller.
Eğer buna izin verdiyse demek ki orada başka işler dönüyor demektir. Kabe’den devam edersek Kabe Kusaybin kilaptan sonra da elbette tekrardan yıkıldı ve restore edildi veya en başından bir daha yapıldı. Örneğin daha peygamber 35 yaşındayken yani daha hayattayken Kabe’ye soyguncular girdi ve Kabe’yi harap ettiler. O esnada Kabe’de buhur yakan bir kadının bıraktığı buhurdan sıçrayan kıvılcımlar da Kabe’yi tutuşturdu.
E daha sonrasında tekrardan sel felaketleri var, varoğlu var yani emeviler devrinde, Osmanlı devrinde, çeşitli devirlerde Kabe birçok defa yıkılmış veya restore edilmiş. Yani herhal yukarda İbrahim’in inşa ettiği Kabe ile bugünkü Kabe aynı Kabe değil ve ekseri ulema da bunu kabul etmiştir. Zaten neredeyse bütün İslam tarihi kitaplarında şu ifadeye benzer bir ifadeye rastlamak mümkündür. Kabe çok nadiren yağan ama yağdımı çok sert yağan yağmurlar tarafından ve özellikle de sel taşkınları tarafından harap edilmiştir. Bunu her daim söylerler ki bu da enteresan bir şey. Zira hatırlayın daha önce Seylül arm olayından bahsetmiştim. Mağripteki büyük baraj yıkılmıştı ve o sel felaketinde birçok Arap göç etmek zorunda kalmıştı. Birçok kabile de böyle ortaya çıkmıştı zaten ve bu olay görünen o ki tekrar etmiş. Mesela milattan sonra 540’ta Himyer’in merkezinde Mağrip yakınlarındaki Mağrip barajı tekrardan yıkılmış ve yine birçok köy sular altında kalmış ve halk göç etmek durumunda kalmış. Bu da yetmiyor 590’larda aynı olay bir daha yaşanıyor tamamen aynı muhabbet ve bu olay Kur’an-ı Kerim’de Sebe suresinde dahi vurgulanıyor. Ama Kur’an buna Allah’ın bir cezası veya bir gazabı diye gösteriliyor. Yani enteresan bir şey insanlar mühendislik hatasıdır bir yerde yanlış bir şey yapmışızdır. 50 yılda bir yıkıldığına göre demek ki bir problem var yani bir bakalım bir tamir edelim en başından bir düzeltelim demek yerine Allah bizim belamızı veriyor demişler öyle gitmişler.
Bu arada İbrahim devrinden beri var olan Zemzem kuyusunun da daha sonra Yemenli bir kabile tarafından kapatıldığını gizlendiğini söylemek lazım. İnancı göre İsmail’in soyu iyice sapıtmış yoldan çıkmış ve Zemzem kuyusu kurumuş. Yani Rab, Tanrı onlar üzerinden kutsamasını geri almış ve Mekke civarında yaşayan halklar da susuzluktan göç etmek zorunda kalmışlar
ve göç etmeden evvel ceza olsun diye Kabe’nin içindeki iki büyük altın geyik veya altından zırhlar gibi bazı önemli malzemeleri Zemzem kuyusunun içine gömüp komple kumla bölgeyi kapatmışlar. Bundan 100 yıl 200 yıl sonra elbette işte içinde gömü olan hazine olan büyük bir kuyu var şeklinde hikayelerin ortaya çıkmasıyla bölgeye birçok kişi gelmiş başka başka kuyular açmışlar acaba burada mı şurada mı diye ve bir yandan da su ihtiyacı hasıl olduğundan su için bir takım kuyuların açılmasıyla hangi kuyu Zemzemli veya Zemzem neredeydi unutulmuş zira bölgede onlarca yüzlerce kuyu meydana getirilmiş. Yani bugünkü Zemzem kuyusu veya Zemzem suyu gerçek Zemzemle alakalı olmayabilir. Ama elbette bir Müslüman bunu kabul etmez hemen reddeder zira inanca göre daha sonra Allah gerçek bir mümine Zemzem’in yerini göstermiştir. O mümin az önce anlattığımız şey be yani Abdülmuttalip’tir. Abdülmuttalip Kabe’de yatmış kalkmış sabah akşam dua etmiş gerçek bir mümin olmuştur. Halbuki putperesttir sorsan tam tersini iddia ederler. Ve Allah rüyasında ona gerçek Zemzem’in yerini göstermiştir. Ve Abdülmuttalip çok uzun uğraşlar sonucunda Zemzem’i zar zor bulup anca kuyu inşa ettirebilmiştir. Hatta bu inşaat sırasında Abdülmuttalip o kadar çok yorulmuştur ki şöyle bir dua etmiştir. Eğer 10 tane erkek evladım olsaydı ben bu kuyuyu çok daha rahat inşa ederdim ve yemin ediyorum eğer 10 tane erkek evladım olursa bir tanesini Allah’a kurban edeceğim. Ve ileride gerçekten de 10 tane erkek evladı olmuştur. Ve iş kurban vermeye sözünü tutmaya gelmiştir. Ve kahine danışmıştır. Fal okları dediğimiz bir yöntemle kurruğa çekilmiştir. Ve en sevdiği oğlu yani en küçük oğlu olan Abdullah çıkmıştır.
Bu fal okları şöyle yapılır siz 10 tane taş koyarsınız her taş bir evladı sembolize eder ve havaya bir ok atarsınız. Ok yere düştüğünde hangi taşı gösteriyorsa o idamlıktır. Yani şişe çevirmece gibi bir şey. Ama Abdülmuttalip Abdullah’ı kurban etmek istemediğinden tekrardan kahine danışmıştır. Ve kahin her can karşılığında 10 deve ödenmesi yasasından hareketle
madem öyle Abdullah çıktıysa 10 deve fidye et ve kurruayı bir daha çek. Yine Abdullah çıkarsa 10 deve daha ekle. Abdullah’ın idamı daha doğrusu kurbanı iptal olana kadar denemeye devam et demiştir. Ve söylendiğine göre 1, 2, 3, 4 derken 10. sefere kadar her seferinde Abdullah çıkmıştır. Yani Abdülmuttalip 10 kere 10 deve yani 100 deve ödemek şartıyla ancak evladını kurban vermekten kurtulabilmiştir. 100 tane deve kurban etmek öyle her gün görülen bir şey değil. Bu yüzden bunlar kesildiğinde ve et halka dağıtıldığında herkes mutlu mesut olmuş, bol bol yemek yemiş, kutlamalar yapmış ve şükretmişler. Abdullah’a dua etmişler. Ve bu aynı zamanda Abdullah’ın normal bir insandan 10 kat daha kıymetli olduğu anlamına geliyor. Daha doğrusu Müslümanlar böyle yorumluyorlar. Yani kimse ulan Abdülmuttalip ile ne şanssız bir adammış yahu yazık 10 defada çıkmaz yani diye düşünmemiş. Tam tersi Abdullah demek ki 10 kat daha kıymetli bir adammış demişler. Zira Abdullah daha sonra Kureyş kabilesinden Amine adında bir gelin alacak ve bunlardan Muhammed peygamber doğacak. Hemen her kaynağın ittifak ettiği bir şey var ki o da Kabe’de bütün kabilelerden putların bulunduğudur.
Yani bütün Arap coğrafyasında kaç tane put varsa Kabe meydanında toplamışlar. Ve bu putların sayısı 360 civarında falanmış. Bu hemen her kitapla yazar. Lakin mantığken pek de makul görünmüyor. Zira bugünkü Kabe evet büyük bir şey ama peygamber devrindeki epey ufaktı.
Ve 360 tane putun üst üste yığılmadan veya biri diğerini örtmeden açık bir şekilde görülecek vaziyette yerleştirilmesi büyük bir alan gerektirir. Yani muhtemelen ya o dönemki Kabe ile alakalı rivayetler yanlış bilgi veriyorlar, Kabe epey büyükmüş ya da putlar o kadar da kıymetli değillermiş. Öyle hepsi bir araya cümbüş şekilde yerleştirilmiş. Veya Leslie Hesleyton’un da yazdığı gibi bu putlar Kabe’nin dışına, meydana yerleştirilmişler. Tıpkı totem diriği gibi. Ve isteyen kendi putunu bulup onun önünde dua etmiş. Veya bazı kaynakların yazdığı gibi Kabe’de hiçbir put yokmuş. Yalnızca İbrahim devrinden kalma onun kurban ettiği kestiği koçun boynuzları bulunmaktaymış. Ki gerçekten de bu yazar, yani putperestliği ile 360 tane putla sembolize edilen Kabe’de, yalnızca İbrahim’dan kalma bir iki tane objenin bulunduğunu söyleyen birçok kaynak vardır. Haliyle hakikat nedir bilmek mümkün değildir. Ek bir bilgi vermek gerekirse, Kabe’nin yanında bulunan ve İbrahim’e ait olduğu düşünülen makamı İbrahim,
yani İbrahim’in ayak izi, inanca göre Kabe’nin inşası esnasında İsmail’in İbrahim’e çok ağır bir taş vermesiyle oluşmuştur. Taş o kadar ağır gelmiştir ki İbrahim’in üzerine çıktığı kayada bir çöküntü oluşmuş ve adamın ayak izi taşa geçmiştir. Lakin bunun bir benzeri de yine ismi İbrahim’e yani Abraham’a çok benzeyen Hindistan’ın Brahma’sıyla alakalı anlatılmaktadır.
Onun da ayak izleri benzer bir şekilde kalıplaşmıştır. Yine Hindistan’daki Sarasvati, İbrahim’in karısı olan Saray’la benzerlik taşımaktadır. Ve bu enteresan bir ayrıntıdır. Yine bugünkü Müslümanlar hac yaparken Safa ve Merve adındaki iki tepe arasında yedi tur dönerler. Ve bu tavaf etmektir.
Lakin bu gelenek de Arap paganizminden kalmadır. Zira Safa ve Merve esasen İsaf ve Naila adındaki iki putun kutsal mekanlarıdır. Ve pagan araplar da aynı şekilde tavaf ederlerdi.
Hac demişken, putperest arapların hac yaparken ettikleri dua bugünkü Müslümanların hac yaparken ettikleri duayla tamamen aynıdır.
Yani bugün geçmişe gitsek ve pagan arapların hac yapma şekillerini inceleyecek olsak belki ihram haricinde pek de bir fark görmeyecektik. Şimdi size enteresan bir hipotezden bahsedeceğim. Muhammed Peygamberin miraç yaptığıyla alakalı birçok rivayet vardır. Kur’an’da da bir kulun Mescidi Haram’dan Mescidi Aksa’ya bir gece içinde yürütüldüğü veya gönderildiği yazmaktadır.
Ve birçok hadiste, birçok rivayette Muhammed Peygamberin o gece miraç yaparken Burak isimli bir binekle, ister kanatlı at, ister unicorn, isterse sadece binek zira Burak’ın binek anlamına geldiğini de söylerler. Bir şekilde Muhammed Peygamberin göğe yükseldiği, bütün alemleri gördüğü, birtakım meleklerle konuştuğu, cenneti, cehennemi hepsini tanıyıp, bir yandan da eski peygamberlerle sohbet ettiği ve Allah’la görüştüğü ardından o gece namazın müminlere farz kılındığı, daha ziyade emredildiği söylenmektedir. Lakin bu namazın farz kılınması, emredilmesiyle alakalı süreç epey bir kafa karıştırıcıdır. Zira burada bir pazarlık yapılmaktadır. Muhammed Peygamber o gece Allah’la görüşmüştür veya konuşmuştur.
Ve nasıl görüştüğüyle alakalı da birtakım rivayetler vardır. Kimi rivayet bir perde arkasından konuşur der, kimi rivayet gördü der, kimi rivayet konuştu der, kimi rivayet elçi vardı der. Tonla anlatım var. Hepsine girmiyorum. Özetle o gece konuşuldu ve Allah müminlere elli vakit namazı uygun gördü. Muhammed Peygamber de Allah’a karşı gelemeyeceğinden eyvallah dedi ve geri döndü. Lakin dönerken, elli vakit namaz, günde her on dakikada bir namaz kılmak gerekir. Bu insanlar bunu yapmazlar. Hadi yapsalar dahi ağır gelir yani. diye düşünürken Musa Peygamber’le karşılaşır ve Musa Peygamber, Sen git, söyle, rica et, beş indirsin der. Daha doğrusu beşe indirsin der ama Muhammed Peygamber bir türlü anlamaz. Beşe indirsin fikrini beş indirsin anlar ve Allah’la tekrardan konuşup beş indirmesini ister. Böylece namaz kırk beş vakit olur. Geri döner, halen daha kırk beş çok fazla ne yapacağım derken, Musa Peygamber yahu beş indirsin, beş indirsin falan diye diye Muhammed Peygamber git gel yapar ve kırk, otuz beş, otuz derken beş vakte kadar indirmeyi başarır. Lakin bu hikaye hem abartı görünüyor hem de Muhammed Peygamber’i duyduğunu anlamayan kafası basmayan birisi gibi lanse ediyor. Zaten bu hikaye dediğim gibi hadisler aracılığıyla dine girmiştir. Zira Kur’an’da Muhammed Peygamber’i şöyle göğe yükselttik, böyle alemlerde gezdirdik, bir de şöyle pazarlık yaptık gibi ifadeler yer almaz. Zaten namazla alakalı ticareti bırak, namazın nasıl kılınacağı dahi tam anlamıyla belirtilmez. Bu yüzden bu hikaye esasen Muhammed Peygamber’e dayanmıyor olabilir.
Hatta bir benzeri İbrahim Peygamberle alakalı Tevrat’ta aktarılmaktadır. Size başlarda İbrahim’e üç adamın veya Rabb’in göründüğünü ve Rabb’in İbrahim’i yeni bir evlatla müjdelediğini ardından da Lut kavmini helak etmeye gittiğini söylemiştim. Ve bu hikaye tam anlamıyla Miraç hikayesindeki pazarlığa benzer bir pazarlıkla devam ediyor. Bu üç adam, duyduk ki Lut kavminde herkes yoldan çıkmış, gidip göreceğiz ve doğruysa orayı helak edeceğiz. Kabilinden bir şeyler söylerler. Ve İbrahim, ya belki orada elli tane iyi adam vardır. Onların hatrı için yok etmeseniz olmaz mı? diyor. Rabb kabul ediyor. Ama İbrahim daha sonra, ya belki kırk tane iyi adam vardır diyor ve aynı muhabbetle sayıyı indiriyor. Ve İbrahim devam edip, ya belki otuz tane vardır, yirmi tane vardır diye diye pazarlık yapıyor ve sayıyı indiriyor. Ayetler zaten ekranda. Merak edenler okuyabilir ve epey benziyor değil mi? İşte bu yüzden Miraç’la alakalı Kur’an’da geçen ifadenin aslında Muhammed peygamberi için değil de İbrahim peygamberi için söylenmiş olması muhtemeldir. Zaten ayette de açık bir şekilde Muhammed adı geçmez.
Lakin tefsirciler parantez içinde o kişi Muhammed peygamberdir diye yazarlar. İsra yani gece yürüyüşü suresinde geçen ayet tamı tamına şöyledir. Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla bir gece kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir.
Ee Muhammed’in Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a fiziken gitmediğini biliyoruz. İbrahim peygamberin ise bu yolculuğu defalarca kere fiziken yaptığı ayetlerde yazıyor. O İsmail’i ziyaret etmek maksadıyla defalarca kere bu yolculuğu yapmıştı ve rehberi de Rabb’dı. Hatta belki de bu yüzden ona Halilullah yani Allah’ın dostu adı verilmişti. Ayrıca ayette kulunu yazıyor. Yani konuşan kişi Allah değil, tam tersi Allah’a hitap ediliyor. En azından böyle bir ihtimal vardır. Zira Allah başka birine kulunu şeklinde hitap etmez. Dolayısıyla Müslüman olmayan birisi bu hikayeye baktığında İbrahimî dini devam ettiren Müslümanların burada eski bir dini hikaye olan ve İbrahim’in
yaptığı gece yürüyüşünden bahseden ayetleri yanlış anladıklarını iddia edebilir. Gerçi Muhammed peygamber fiziken gitmedi dedim ama gittiğini söyleyen hadisler de var. Gidip geldiğinde yatağı hâlâ sıcaktı gibi ifadeler var. Yani o kadar hızlı bir şekilde gidip gelmiş. Hatta bazı hadislerde rivayetlerde bu yolculuğun bin yıl sürdüğünü
söylüyor ama bu dünyada bir saniye bile sürmediğini iddia ederler. Yani Muhammed peygamber zaman yolculuğu yapmış ki benzer hikayeler Yuhanna peygamberle veya Enok peygamberle alakalıda aktarılır. Kimisi vizyon görür ve bu vizyonda yıllar geçer. Halbuki dünyada hiçbir şey değişmemiştir. Kimisi ise bedenen göğe çıkarılır ve alemleri tek tek tanır. Bu türden göğe yükselme hikayeleri birçok mitoloji de vardır. Hatta yine Araplarla yakın ilişkiler kurmuş olan zerdüştîler de de benzer bir hikaye aktarılmaktadır. Bakın burada Kur’an onlardan çalmıştır demiyorum ama neticede nesnel bir şekilde bu türden benzerlikler var. Mesela pehlevi metinlerinde örneğin Menokhe Kratta
veya Zatspram’da gökyüzünü zorla ele geçirmeye çalışan cinlerin üzerine fırlatılan kuyruklu yıldızlardan bahsedilir. Ve bu olayın bir benzeri de Kur’an’da vardır. Mülk ve Hicr suresinde kuyruklu yıldızların şeytanlara atış talimi olduğu söylenmektedir. Ya da Kur’an’daki iki büyü meleği olan Harut ve Marut, İran’daki Mazdeizm’in iki
ameşas pentası olan Hardad ve Murdağ da tıp atıp benzemektedir.
İlk Yorumu Siz Yapın