Erol Günaydın Röportajı | 2005
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=NIYPRRQ9xd8.
50 yıl, yarım asır ve tiyatro sahnesindesiniz. Evet, ne kadar güzel. Geçen sene burada uzun dolu Don Quixote oynuyordunuz Sanço’yu. Evet, evet. Ne hissediyorsunuz 50 yıl? Vallahi ne bileyim sanki burada doğmuşum gibi bir halim var böyle. Hakikaten bu ses tiyatrosu benim çok anılarımla dolu. En çok da burada çalıştım, ses tiyatrosunda.
Çünkü ben daha önce Halden Dormen’le 1955 yılında profesyonel oldum. Sonra bir devlet tiyatrosuna gittim. Oradan tekrar Halden Dormen’e döndüm. 58’de küçük sahnede devam ettim. Teyzesi diye bir oyunla. Charlie Zant diye ben de orada kadın oyunuyla oynadım. Sonra orada Zafer Madalya’sı, Campon 7’i çok güzel oyunlar oynadık. Ama küçük sahne bu sefer o devirde 58’de bize küçük gelmeye başladı. Seyirci çünkü kapıda kalıyordu. 300 kişi alıyordu salon. Daha büyük yer aradı Halden. Ses tiyatrosunu düşündü ve burayı aldı. Bu sefer biz küçük sahneden ses tiyatrosuna göç ettik. 1960 yılında Refik Erduran’ın Ayı Masalı diye bir oyunla burada başladık. Bir şey söylediniz bana.
Geçen sene bu uzun dolu Don Kişot’u oynarken sahneye çıkıyormuşsunuz ve düşmüşsünüz. Ara verdim bir ara. Ama orada yorumunuz çok ilginç. Yani sahne çok sevdiğim için sahne. Derler ki tahta sevdiğini tutar, sevmediğini de atar. Ben uzun süre biraz ara verdim. Ferhan’dan Don Kişot’a başlamadan evvel acaba sahne de kondisyonum nasıl durabilecek miyim? İdare edebilecek miyim? Bir deneyeyim dedim. Kimse yokken gizli gizli şu merdivenlerden usul usul çıktım. Tam adımı atarken bir çelme takıldı sanki bana. Yuvarlandım yuvarlandım ortaya kadar geldim. Neredeydin sen mi dedi acaba sahne? Bana dedi ki neredesin sen? Bak biz de böyle şaka yaparız dedi sahne. Beni kucağına aldı. O kadar mutlu oldum ki oturdum. Salona baktım. Lojalarda dostlarımı gördüm. Cahit Hırgat’ı, Şükran Güngörü, Kamoran’ı, Alta Nerbula, Turgut Boralı’yı, Şevki Yemay’ı.
Ayfer Feray’ı. Hepsini bu lojalarda bana bakarlarken gülerlerken gördüm onları. Sonra da Ferancığımla burada uzun donluk şota başladık. Başladık ama işte ben birden bire bir hastalığa yakalandım. Kansere onu da aldık attık gitti. Geçmiş olsun. Teşekkür ederim. Ben şimdi 50 yıl öncesine gireceğim. Siz 50 yıl önce Papaz Kaçtığı ile zannediyorum. Evet. İlk sahneye çıktınız.
Evet küçük bir üçüncü perde de bir rahip rolüyle şaşkın bir rahip. Ama orada ilginç bir şey var. 6-7 Eylül olayları. Uf. 6-7 Eylül. Ve siz burada Papaz Kaçtığı oynuyorsunuz. Oynuyorduk ama oynayamadık. Sısmı olmaz. Oynayamadık. Ondan sonra 6-7 Eylül olaylarında ben sokaklarda kaldım. Tramvayla bütün İstanbul’u dolaşıyordum ve insanlarının halini seyrediyordum. Vahşetmişimdi her şeye saldırıyorlar. Sonra da buzdolabı taklidi yapmaya başladım. Çünkü sirkeci de bir evin üst katından ütüş kokuş zavallı dolabı çıkardılar pencereye. Oradan dolabı aşağı atmaya çalışıyorlar. Dolabın kapağı açıldı. İçinde domatesler, patlıcanlar, havuçlar düşmeye başladı yere bardaklar. Büyüm diye dolabı attılar aşağıya. Ben burada çocuklara dolap taklidi yapardım. 6-7 Eylül’de yukarılarda atılan zavallı dolabları.
Popaz kaçta oynuyorsunuz? Evet. Böyle bir toplumsal ihtiyarlığı yaşanırken? Tabii sonra… Siz de popaz mı oynuyorsunuz? Ben de popaz oynuyordum. Ne yaptınız peki? Akışı değiştirmediniz mi? Yok değiştirmedik canım. Popaz oyunla bir şey demediler. Tiyatroya o zamanlar daha iyi biliyordu halk, daha iyi anlayışlıydı. Yani dükkanlara falan saldırdılar ama tiyatroya saldırmadılar. Ben öyle bir şey okumuştum. Ismi değiştirildi o dönemde. Yok kaçan kaçana diye bir sonra ikinci versiyon da Haldun ismini değiştirdi. Kaçan kaçana diye koydu. Kovalamaca vardı içinde ondan dolayı. Yoksa 6-7 Eylül’den dolayı ismi değişmedi yani. Çünkü kızmıyordu halk o zaman anlıyordu yani popaz kaçtı bir tiyatro oynuyor. Ama sizin… Sonra bizim İskambil oyunu dur popaz kaçtı. O yüzden belki… O yüzden belki bir şey yapılmadı popazlara. Yani İskambillerden popazlar kalkmadı. Kaldı İskambillerden popazlar 6-7 Eylül’le rağmen. Şimdi popazlık var ama gene. Ya sormayın. Aynı şeyler tekrardan. Evet. Bir de Sayın Günaydın siz Galatasaraylısınız. Galatasaraylısı’lısınız. Evet. Ve hani Şamata geceleri var. Onu ben icat ettim. Onu siz icat etmişsiniz. Evet. Hem o hem de sizin. Yani 50 yıl sonra dümdüllü ödülü alacağınız daha o günlerden belliymiş. Belliymiş. Belliyse seni seviyorum. Evet çok. Siz dümdüllüyü taklit ederek mi başladınız? Evet dümdüllüye çok meraklıydım. Galatasaray’a başladığım zaman. Ne yapıyordunuz mesela? Beşiktaş… Selamünaleyküm diye onların oyunlarını oynuyordum ben. Kendi kendime efendim gözünüze bir nokta görürüm. Sen bir de benim kulağıma bak. Ne var kulağımda? Alkıları aykıran kolunu. Ne yapayım yani diye. Böyle taklitler yapar. Çocukları güldürürdüm. Dümdüllüyü seyrederdim. Bütün kolpalarını öğrenirdim.
Ondan sonra onu aynen taklitini yapardım. Çocuklar da eğlenirdim ve çok severdim dümdüllüyü. Her pazar Beşiktaş’ta Kambur’un bahçesinde gider onu seyrederdim. Antraklar çalarlar sonra içeri girerler. Oyun başlar. Bazen kavuklu oynar bazen ibiş oyun oynar. Hain kahyalar filan oynar. Her haftada haftaya düğünümüz var der. Öyle bitirirdi. Çok şekerdi dümdüllü. Nur içinde yazsın. Okulda da herhalde siz o zaman… Ben çıkardım dümdüllü’nün adamlarını oynardım orada. Kafanıza ben oyuncu olacağım. Okulda herhalde yatkıya başladı. Yoktu daha. O bile yoktu. Yalnız Fransız çocuklarım da oyuncudur. Onlarla beni seviyorlardı. Sonra onları güldüre güldüre. Bu çocuk çok komik dediler. Büyüklendiler beni bir gün maç sırasında. Konferans salonuna götürdüler. İntihana soktular. Moliere’nin bir parçasını söyledim. Reşit Baran, Ahmet Kutsi, Tecer, Necdet Mahfi, Ayral, Halid Ön Taner, bütün bunlar jüri değildi. Bunlar dediler ki tamam bu çocuk kalsın. Tiyatroda rol verdiler bana. İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun Andaval Palas piyesinde oynadım. Öyle başladım. Sonra şair evlenmesinde bir zenler rol oynattı bana Ahmet Kutsi, Tecer. Kutsi, Tecer çok iyi insandı. Anadolu seyirlik oyunlarını bilir. Bu aşık veyseli o bulup getirmişti. O bana çok şey verdi tiyatrocu olmam için. Güç verdi, yüklendi filan.
Baktım ki yürüme başladık gidiyoruz. Şaka yollu tiyatroya girdim. Biraz kaderağlarını örmüş gibisiniz. Kaderağlarını ördüm ben içinde kalıverdim. Peki hiç şey düşünmediniz mi? Yani söylediğiniz dün bir lüyle başlamışsınız. Çok da yakışıklıymışsınız. Ben sizin eski fotoğraflarınızda baktım. Ben jön olayım falan gibi. Oynattılar bana jön. Jön oynattılar ama çok komiklik vardı içimde. Ne bileyim içimde bir komik vardı onu atamıyordum. Jönlüğe hiç gidemiyordum.
Çünkü çok kazık kalıp gibi bir adam. Ben öyle adam değilim fıkır fıkır içim. Hala içinde bir çocuk var ki o hiçbir zaman çıkmıyor dışarıya. Orada oynuyor. Bu da çocuk oyunu gibi geliyor bana tiyatro. Onun için ikimiz birden oynuyoruz içimdekinden beraber fıkır fıkır. Yalnız bir film çevirdim Yeşil Kurbağalar Öter Göllerde diye. Muhterem Nurlan jön oynadı. Bıyıklarım köy delikanlısı zırtında sazım. Geldim buralarda filan. İlk filmim oydu. Çok iş yaptı o film. Türkler söylettiler bana. 50 tane türkü söyledim orada. Necati Başar’a çalıyor bana söyletiyorlardı. İlk filmim işte jön prömiyiydi. Sonra dediler ki sen yakın. Ondan sonra jön oynamak aklıma gelmedi. Bir de Mina diye bir oyun çevirdim. Ulvuraz’dan. Ben orada jön oynadım. Ayfer Feray sevgilimdi. Ulvuraz da Ayfer’in kocasıydı. Üçlü küçük sahnede oynadık. Ama Ulvuraz’ı çok seviyordum.
Bir Rasim Öztekin yazısını okudum. Siz Ulvuraz rahmetli cenazesine gitmişsiniz. O çiçeklerim öldüten sonra. Evet ben ilan verdim. Ulvuraz 50 bin lira borç için o kadar büyük sıkıntı etti ki. Oradan kalbimine vurdu öldü. Sonra cenazeye gittik Turgut Boralı ile. Allah’ım milyonluk çiçekler var. Yahu dedik bu adamcağız da bu çiçekleri sağlığında parasını versinlerdi.
Bu borç yüzünden ölmezdi. O zaman gittik Milliyet Gazetesi’ne ilan verdik. Biz ölünce bize çiçek yollamayın paralarını şimdiden yatın hesabımıza diye. Ama galiba sanatçıların hep aynı şey oluyor değil mi? Ama sanat da öyle güzel. Yani sanatçı ıstırap çekmezse azıcık sıkıntılara düşmezse. Ben onun sanat olduğunu yaptığına inanmıyorum. Zengin insanın sanat yapacağına inanmıyorum. Bol param var.
Niye yapayım ben bu işi ya? Niye uğraşayım bu insanları güldüreyim? Ben onların soy tersi miyim? Yani niye yapayım, niye eğlendireyim insanları? Param var ben gideyim eğleneyim. İnsanlar beni eğlendirsinler diye düşünür herhalde insanlar. Ama o ıstırapların içinde, o acıların içinde kalıp, onlardan sonra kurtulup bir mutluluğa erişmek, başarıya doğru koşmak için daha iyisini yapacağım, daha iyi olacak diye.
Düşüncelerle daha savaşı sürdürmek o kadar hoş bir şey ki. Sonra mesela bizim çektiğimiz acı günler ileride birbirimizi anlatırken çok tatlı anılar haline dönüşüyor. Yerlere yatarız parasız kaldığımız günleri. Nasıl rehin kalmıştık, nasıl kaçmıştık otelden para vermeden. Bütün bunlar başımızdan geçen olaylardır. Ama ileride eğlence oluyor bize. Peki genelde komedi oynadınız. Komedi de oynadım dram da oynadım.
Ama galiba ağırlık… Kentarlar da oynadım dramı. Halkın Gözü Kalbin Sesi diye çok romantik bir klasik oyunda oynadım. Yine Öztekin’in yazısında vardı hani biz güleriz güldürürüz ama kimiz avanda içimiz çok ağlarız. Sizin öyle günlerinizden biri var mıydı? Var dolu var. Yani içiniz kan ağlarken işte salon bu kakardan yerlere yatırdığınız bir hamam mı?
Babamız ölür, çıkarız. Benim mesela 300 çocuğum doğdu. İkisi yaşamadı, öldü bir tanesini kurtarabildik. Ama bütün o sıkıntıları hiç belli etmeden sahnede güldürerek oyun oynadık. Bir de Altan Erbulak’la küçük sahnede benimle oynar mısınız diye iki palyaç oynuyorduk. Altan çok çocuk istiyordu. Altan’ın çocuğu doğdu sonra öldü. Oynarken baktım gözleri doldu beni de ağlattı. İkimiz birden ağlaya ağlaya oynadık o palyaç rollerini.
Yani şimdi bile hemen dolarım yani. Onun için bunlar çok geçti başımda. Bir sulu gözlülüğü de hemen ağlarım ben. Biraz damar sertleyi mi başladı nedir? Erol Bey ama sizin suçlarınız da büyük. Siz bir kere küçük sahnenin mührünü kırmışsınız. Şan Tiyatrosu’nun mührü de bende. Bütün ihtilallerde tiyatronun kapıları mühürlendi.
Ya bu tiyatronu nedir bu insanlardan çekti yani. Mülki amirlerden çekti ama Allah’tan şimdi benim jübilemde. Bu Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Bey o kadar güzellikler yaptı ki bana. Ona çok teşekkür ederim. Yani İstanbul’a beni kucaklattı. Sağ olsun. Yani her yerde zaten biz hayrıma. Ben 50 senedir hiç böyle bir ikram böyle bir güzellik mülki amirlerden görmediğim için çok duygulandım yani. Sizin 50. yılınızda mı anlaşıldı kıymetiniz? Biraz öyle anladık yani. Bizde insanlar öldükten sonra zaten şey yaparlar. Ah vah vah şöyleydi böyleydi derler. Hayattayken hiç isim vermezler bir sokak isim vermezler bir şey vermezler ama Nasrettin Hoca Akşehir’de bir üsdüm var. Evet onu soracaktım. Siz uzun yıllar göle maya çaldınız. Kardeşlik sevgi. Aşk mayalarını.
Oyunculuğu da ben ona benzetiyorum. Yani siz böyle 50 yıldır bir maya çalıyorsunuz. Maya çalıp tutarsın diye. Var mı biraz tutuyor mu? Ama tuttu barışa geldik yani. Çok mayalar çaldım. Barış mayası barış mayası. Çünkü kim var ne yapar bakıyorsunuz hemen kapışıyorlardı insanlar. Gerçi yine kavga var yine patırlar gürültüler var ama artık biraz huzura kavuştuk yani. Çok sağ sol kavgaları vardı. Onların mayalarını çaldım hep.
Hep barış mı? Barış mayasını çaldın. Çala çala bir hal oldu. Göl bozuldu yoğurttan. Gölün rengi değişmeye başladı. Peki bu uzun yıllarda değil mi Nasrettin Hoca’nın kavuğunu? Evet. Siz en çok hangi Nasrettin Hoca fıkrasını seversiniz? Ben Nasrettin Hoca’yı Türk halkının çok iyi tanımlayamadığını düşünenlerdenim. Hep o göle maya çalma hikayesi. Evet hikayesi. Eşliğe ters bilme hikayesi. Evet bir sürü vardır hikayesi.
Siz en çok hangi fıkrasını seversiniz Nasrettin Hoca? Vallahi işte hocam cenaze giderken sağında mı durmalı solunda mı içinde olmadığı nerede olursa ne olur der. Onu severim ben. Bir de eşeğe ters binme hikayesi de güzel der. Bir bizim nezaketimizi anlatır. Yani ben hem eşeğin gittiği yere gitmek istemiyorum hem de ben giderken arkamdakilere sırtımı dönmek istemem der. Eşeğe o yüzden ters binmiştir. Ayrılırken onların gözüne baka baka uzaklaşır.
Severim işte böyle güzel hikayeleri vardır hocana yani. Siz kavuğunuzu Haytakçe Tepe’ye verdiniz. Verdim sonra o başka bir yere verdi. Kavuk oralarda buralarda. Hadi bu kavuk tartışması. Şimdi ama orta oyundaki kavuk başka hocanın kavuğu başka. Evet o başka. Hocanınki medrese kavuğu. Orta oyunda da böyle bir kavuk adeti yok. Münir Özkula şey… Kızıyorsunuz buna sanki biraz.
Tabi canım nedir bir kavuk herkes istiyor. Bu kavuk Ferran’ın hakkıdır. Çünkü Ferran gelenekseli en uygun tiyatroyu yapan. Adı orta oyuncuları. Öğrenciyi yetiştiren. Hakikaten çok hizmetleri var. Şu tiyatroyu bu güzellik hale getiren. Yani o kadar iyilikleri var ki tiyatroya Ferran’ın. Yani ödenmez hakkı şu tiyatroyu nasıl muhafaza ediyor Balkanlar ne güzel tiyatrosu burası. Bütün varlığı yoğunluk kazanıyor buraya harcıyor.
Üstelik de yani tiyatrodan kazanıldığını insanlar mesleğine yatırmazlar. İlk defa ben Ferran’da bunu gördüm. Bu günümüzün dünyasını anlatmıyor mu? Yani herkes yani bu kavuğun peşinde. Peşinde gidiyor alacak da gündeme gelecek. Gökür kümriye olacak gündeme girecek. Kavuk bende diyecek sonra kaybolup gidecek. İki gün bahsederler üçüncü gün oturlar. Ama Ferran onun değerini çok daha iyi bilir. Yani küçük prens de vardır. Gülümün değeri benim ona verdiğim emekle ölçü müdürler. Evet yani onun için ne bileyim bir gül için bir bahçıvan bin dikene katlanır gibi böyle sözler vardır. Değer vermek meselesidir. Birisi alır atar bir kenara tozlanır. Ama o onu o kadar güzel muhafaza eder saklar ki. Kıymetini o bilir. Kıymet bilene vermek lazım. İşte biz de öyle yaptık Ferran’a verdik. Bir de sayın günaydın. Herkes sizin oyuncu kişiliğinizi biliyor ama bunun dışında sizin senaryo ödülleriniz var ama aynı çevrileriniz var. Aslında tek bir de birden bir sanatçısınız. Çok seviyorum. Bu mutfağını seviyorum tiyatro. Tiyatro ile olan işleri seviri. Nina’yı çevirmiştim. Avinyon’a gittim devlet tiyatrosundayken. Bir burslu Ergun Köknar’la Sunan’ın kocasıydı. O da Galatasaray’dan arkadaşım rahmetli. Avinyon’a gittik. Fransa’da kaldık. Gezdim oraları. Aslında bana işte buldular gelmiyordum buraya. Ergun yalvardı vatan hainsi sen devlet parasıyla geldik nasıl kaçarsın diye. Ağlı yazırlığa beni buraya getirdi. Sonra Muhsin Bey bana niye geldin dedi. Ben seni yolladım gelme diye dedi. Ama iyi ki gelmiş. Fransa’da olsaydın. Ben buradaki kadar mutlu olamazdım. Ben bu ülkeyi seviyorum. Patırdısıyla, gürültüsüyle, kavgasıyla, dövüşüyle. İnsanıyla. Hadi tiyatro sanattan anlamazlığıyla. Ama seviyorum bu insanı. Bu insanların sevgisi bambaşka. Mesela onu diyorum hep. Biz Anadolu’ya turneye gittiğimiz zaman. Gazi Antep olsun, Adana olsun. Bu İskenderun Mersin. Her yerde bizi oyundan sonra yemeklere, davetlere, ziyafetlere çağırıyorlar. En vahiy çeşit yöresel yemekler ikram ediyorlar. Hediyelere boğuyorlar. Şimdi Fransa’da ben Paris’te oynarken Marsili’ye gitsem ben orada kim yemek verir? Fransa’da kimse vermez. Seyreder gider. Tiyatro seyrettik derler. Marsili’yesi de çok bu Türk halkının değil mi efendim? Evet çok. Çok işte büyük sevgilerle dolu. Anadolu onun için kucaklıyor iyi tiyatrocı gittiği zaman. Peki bu sahnede, yani tiyatro sahnesinde daha doğrusu sizi en mutlu eden olay neydi? Var mı öyle satır başlığıyla? Burada mı? 50 yılık oyunculuğunu? Var tabi. Burada aldığım ödüller var. İlhan İskender var. Alta Nermulak ödülünü aldım. Ferhan’la oynadığım, İstanbul’u satıyorum Soyut Padişah var. Yani öyle ken terlendi oynadığım oyun var. Haldun’da oynadım. O kadar değişik güzel tiyatrolarla çalıştım ki. Bunları düşündüğüm zaman mutlu oluyorum. Ne güzel oyunlar oynamışım ben.
Ne güzel işler yapmışım bu tiyatrada diye. Bu sahneyi çok seviyorum. Ve işte salonda baktığım zaman bütün Ayfer’leri filan, bütün arkadaşlarımı, lojalardan seyrederken gülümseydiklerini görüyorum. Buranın yeri çok başka benim yüreğimde. Peki Sayın Günay, bir de siz bay yanlıştınız. Bir de bay yanlıştınız mı? Doğru. En büyük hatanız neydi? Yani dönüm noktaları vardı diye bir karar veriyorsunuz şey yaparsın.
Evet. Muhasebe yaptığınızda bir şey var mı? Olmadı. Ben tiyatroda mesela hiç öyle bana şu rol verilse de oynasam, şunu yapsam, bunu etsem, diye hiç düşünmedim. Bakarım distribüsyona birinci uşak. Peki birinci uşak. Birinci uşağı en iyi şekilde oynamaya çalışırım. Şurada mesela bir fade oyunda bir tek lafım var içeri giriyorum bir hinkli olarak. Beni kimse aradı mı diye soruyorum.
Çıkıyorum. O kadar zevkli oynadım ki onu. Herkes onu görmeye gelirdi bir iki laf için. Ama çok çalışırdım onu. Dışarıda hazırlık yapar, sahnede öyle dalar idare ederdim. Yalnız bir tek şey var üzüldüğüm. Bu sahnede oynayamadığım. Kafkanın şeyse duruşma. Erol Keskin sahneye koyuyordu. Bay Kayı oynuyordu. Bir hayli provo yaptık. Sonra paramız yok biz bunu oynayamayız. Kimse de görmez mi ölmez dediler. O duruşmayı oynayamadığıma çok üzüldüm. Çünkü Bay Kayı iyi oynayacağım. Ama bunun dışında televizyonda da oldu. Zennek veya kadın oynayın diye çok başarıyla. Hiç irite etmezdi. Ama ben kırıltmam erkek gibi oynarım kadını. Irite eden oyuncular oluyor erkek
oyuncular mı? Sizin farklı bir sınıfı var mı? Saadet halam yaşlandığı zaman bir amca dediler ona. Amcalaştı. Yani kahveye gider erkeklerle konuşup filan böyle gayet şeydi. Ben biraz ona benzedim. Yaşlanınca. Saadet halamını çok inceledim. Sonra benim Beşiktaş’ta oturduğum zaman kapımın önünde bir cami vardı oranın tuz baba. Tuzcu baba
Bahriye Hanım vardı. O da benim evin anahtarı bile onda dururdu. Ben o Ajans Bahri’yi de çok incelediğim için o kadınları örnek aldım. Onlardan böyle çıkış yaparak biraz erkek gibi oynadım. Yani kırıtmadım. Evet. Evet. Eee öyledir ama her kadında bir erkeklik. Her erkeklik de bir kadınlık vardır yani. Bir şey demişsiniz bugün tek amaç kadın oyuncuları soyundurmak erkek oyuncuyu kadınlaştırmak. Öyle mi? Yani soyunans
şu dergilere bakıyoruz. Evet yani. Bir de sanat için soyunurum. Ya niye sanat için soyunuyorsun? Soyunuyorsan soyun. Denize giriyorsun soyunuyorsun. Sanat için de mi soyunuyorsun? Deniz mi bu sanat? Yani niye sanat için soyunurum? Yani ille dondan gezmek için bahane mi bu? O o. Yani bunlara ben Katiyen aklım ermiyor. Eee ondan sonra evet yani Marlon Brando’da çekti bir film bilmem ne etti ama senaryo icabı geldi gitti. Ama sanat için soyunmadı ki adam senaryoda
öyle gerekiyormuş soyundu. Sabah yatağa kalktığın zaman dondan da uyanabilirsin yani. Bu ille soyumak demek değildir. Ama bu laf çok komik. Sanat için soyunabilirim. Sanat için yüzebilirim boğulabilirim filan. Böyle bir takım laflar var. Seymiyorum bunları. Ve şeyde kadını oynarken de erkekler biraz kırıltık ve kadın taklidi yaptıkları zaman da efemi ne oluyorlar yani? Travestiye dönüşü iş. İnandırıcı olmak lazım. İş çok ciddi. Yani kadın rolünü alaya alıp oynamamak lazım. Her rol çok ciddi. Komedi çok ciddi bir iştir. Ben kadın yapıyorum diye herkes gülüyor diye he he he diye gülerek oynanırım bu. Bırak da seyirci gülsen ona çalışıyorsun yani. Bence işi çok ciddiye almak lazım. İncelemek lazım. 2005’in yani siz 55’te profesyonel anlattığında sahneye çıktınız. Öncesi de var. Tabii tabii var amatörlüğüm var. 2005-50 yılda nasıl değişti? İşte tiyatrocular ben ona şaşıyorum. Ben de hayret ediyorum. Yani ben İstanbul 500 bin nüfustu. 1 milyon oldu. Tiyatro oynarken bir şeyler yer yoktur asarlardı. Doluydu. Bir oyun afişte bir ay bir buçuk ay kalabilirdi. İki ay kalabilirdi. Şimdi 20 milyon oldu İstanbul. Bir oyun 3 gün duramıyor. Seyirci yok. Şu yok bu yok. Birden
biri bu kalabalık grubu nasıl geldi nasıl doluştu. Yani bir kıyamet günü gibi İstanbul’da kalabalık. Gelirken yollarda bakın hiç boş arazi yok. Yukarıdan yağmur düşecek. Nereye düşeyim? Bir çimen arıyor. Yağmur çimen bulamıyor damlalar. Yani böyle bir vaziyet. Bu kadar kalabalıkta hiçbir tanesi tiyatroya gelmiyor. Onların içinden 15-20 tane adam çıkıyor. Hadi bakalım ne oynuyor burada diye bakıyorlar. Yani o kadar
bu televizyon da yaptı bu kötülükleri yani. Ama bütün birçok oyuncu da televizyonda şimdi. Eskiden daha ulaşılmaz. Faydası da var tabii. Çünkü biz çok açlık çektiğimiz için televizyon karımızı doyurdu. Televizyonun da tabii etkisi olmadı değil oldu ama yani bir de bu kalabalık ve trafik sıkışıklığı ve şeyler enflasyonlar herhalde halkı etkiledi. Tiyatro mesela burada ama Beyoğlu’ndan buraya otoparkı bırakacak da yürüyecek adam yok. Herkes hazır istiyor arabasını bırakıp asansöre binip tiyatroya girmek istiyor. İnsanlar böyle düşünüyorlar. Uzaklardan buraya ulaşmak da zor. Bir de işte sizin de söylediğiniz gibi televizyon etkiyede eskiden hani oyuncular daha ulaşılmaz. Kimi zaman sinema sahnesinde gördük ama daha ulaşılmaz. Evet. Şimdi aynı oyuncular tiyatro sahnesinde olunca şey diye bir algı da yanlış da olsa ya ben onu nasıl izliyorum. İzliyorum diyor ama yine de popüleriteyi takip ediyor. Popüler insanların oynadığı oyunlar daha çok iş yapıyor. Diğer özgün tiyatrolara pek insan gitmiyor. Yani görmediği için onu da belki televizyona çıkarırlar diye mi bekliyor nedir? Masraf oluyor ona galiba. Çünkü masrafı tiyatroya harcamıyor halk.
Deziye harcıyor, yemeğe harcıyor. Pazar günü Boğaz’a gidiyor. Bayramleyin, Sayfiye’ye gidiyor. Bayramlarda. Buraları harcıyor da tiyatroya verdiğini haram zannediyor. Peki siz sinema ve uzun yıllar filmlerle bilmiyorum kaç tane filminiz var? Vallahi işte yüze yakın filmim var. Bir de o kadar video var. Bir de diziler var. Diziler var. Televizyonu sevdiniz mi siz? Televizyonu pek sevmiyorum ama mecburuz çünkü onunla medare maişeti düzenliyoruz, toparlıyoruz. Çünkü tiyatroda bir kazanç yok. Tiyatro başka türlü bir meslek. Yani sevgili yapılacak bir iş. Biraz donkişotluk tiyatro. Ama televizyonda para alıyorsun, kazanıyorsun, ev kiranı veriyorsun. Borsuz, hartsız, kredi kartlarını ödeyebiliyorsun. Onlarla idare ediyorsun. Biraz rahatlattı
bizi yani. Yoksa benden önceki nesil benim tiyatroya başladığım zaman hep darlazilerdeydi. Sıkıntılar çekerdi. Onun için bize zenginler davet ve ziyafetler verirdi. Bu tiyatrocular pek karınları doymuyor. Böyle güzel yemekler yemiyorlar diye. Ama şimdi öyle değil. O zamanlar kimse çocuğunun tiyatrocu olmasını istemezdi. Şimdi döve döve televizyon kapılarında kuyruğa sokuyorlar çocukları.
Bizde bir çocuk vardır muhakkak. Yok, tabi. Bakış değişti. Her şey değişti. Bir de kültür yani. Bu başka bir şey. O zamanlar daha kültürlü insanlar vardı İstanbul’da. İstanbul’lular vardı. Şimdi İstanbul’lu kalmadı yani pek. İstanbul’lar göçtüler, başka yerlere gittiler. Şimdi herkes ünlü olmak istiyor değil mi? Siz de yeni gençlerden de görüyorsunuz. Herkes yırtmak istiyor. Çok çabuk çıkmak istiyor. Merdiveni hemen yırtmamak istiyorlar. Ama siz az önce konuşurken dediniz ki ben bir kemancı gibiyimdir. Makyajımı silince… Tabi. Kendim olurum, çıkarım sokağa. Pazara giderim, mehaneye giderim, kahveye giderim. Herkeste dolaşırım. Amcaları, dayıları gibi. Halk benim akrabam gibidir. Tanıdık. Onlar beni, ben onları tanırım. Katiyen kara gözlük takmadım. Katiyen sokak değiştirip de aman beni tanırlar buradan geçeyim demedim. Tanıyanlarla da selamlaşarak, muhabbetlerle yürüdüm.
Star olmak istemeyenlerdensiniz. Katiyen istemem. Çünkü ben halka ait bir insanım. Onlar için yapıyorum bu sanatı. Ama sokakta yapmam. Buyurun benim sanat yaptığım yere. Gelin orada beni saniye de seyredin. Sonra çıkalım beraber kol kola yürüyelim derim. Yani bu daha güzel bir şey. Hiç bodyguardım olmadı. Olsaydı zaten sapıtırdı adam. Akrabam gibidir diyorsunuz sokaktaki insanlar.
İzmir Bey unutamadığınız, sokakta karşılaştığınız anılar ve anlar var mı? Vallahi herkesten beni görenler gülüyorlar. Öpüşürüm ben. Selamlaşırım, tokalaşırım. Benim bir kapıcım vardı. Onu tiyatroya çağırdım. Hep davetleri veririm onlara. Geldi ertesi sabah kapıyı çaldı. Sımsıcak bir ekmek getirdi. Bu da benden dedi. İyiymiş bari. Evet tabi. Yani karşılıklı böyle muhabbetlerimiz vardır çok. Sonra bana derler ki akşam komiklik yap.
Güldür bizi derler. Sokakta yürürken. Kapıcılar söyler. Ben hoşuma gider. Tamam dedim daha komik oynayayım derim. Ne güzel adamlar güldürmek ısmarlıyorlar bana. Kaka ısmarlıyorlar. Giderken yolda. Peki efendim bu 50 yılın sonunda işte hep gülümsüyorsunuz. Kızıl insanlara çok gülerim diyorsunuz. Tabii. Çok gülerim. Benim hayata bakışım hep öyle.
Yani gülümseyerek bakmak. Onu seviyorum. Ben niye kızıyım ki? Yani kızılacak bir şey yok ki. Yani başıma bir şeyler geliyorsa benim kabahatim yok. Civardan şuradan buradan teşhitli şeyler gelmiştir başıma. Ben bunlarla eğlenirim ve başımdan geçenleri de anlatırım. Mesela Ankara Devlet Diyatosu’ndayken 1-2 ay kadar maaş alamadım. O kadar sıkıntı çekiyordum ki biri bana dedi ki sende de bir şey var. Meyane dedi Ulus’ta. Oraya gir. Orada bir küçük boylu bir adam vardı. Ona kaç paranın olduğunu söyle. Ver parayı orada otur dedi. Gittim iki buçuk lira var dedim. Geç şuraya dedi. Yarım şerakli getirdi. Peynir getiriyor. Börek getiriyor. Ve artıkları biriktirirmiş. Artık rakaları önüme koydu. Yemiyenin peynirini bana getirdi. Yemiyenin patatesini bana getirdi. Ben karnımı doyurdum iki buçuk liraya çıktım ondan. Ne kadar güzel. Hiç bulaşık olmuyor o
kontada. Peki efendim siz 72 yaşındasınız. 73. 33. 33’lü ya. 73 oldum artık. Peki öyle diyelim. Bir tencil yapalım. 50 yıldır sahnedesiniz. Ve sizin yaşam felsefeniz nedir? Yani gülmek mi? Gülmek. İyi bakmak hayata. Yani her şeyin bir canı olduğunu zannederim. Ben bahçeme bakarım. Bahçede çiçeklerim karıncalar.
Bahçede bir hayat yaşıyor. Onu hep hayal eder otururum bahçede düşünürüm. Çok hoşuma gider. Çimenci çıkarıp önünde bir böcek tırmanmaya çalışır. Kediler dolaşır. Kargalar yuva yapar. Onların içinde bir alem yaşar yani. Alemin içinde başka bir alem var. Onu düşünürüm. Ve severim ben. Bilmiyorum. Her şeye sevgiyle bakmak çok hoşuma gidiyor. Kızmıyorum. Kızamıyorum yani. Efendim bir de
5 Haziran’da yani bu programın yayınlanacağı gün siz 50. Sanat yılınızı dostlarınızla birlikte kutluyoruz. Seyredeceğim onları. Uylu Rüaz ile ilgili bir anınızı anlatmıştınız. İşte düşündüğünüzde 50 yıl salonun dolu ne hissediyorsunuz? Bu kadar çok dostunuz olduğunu, seveniniz olduğunu. Bilmiyordum. Çok sevindim. Eğer benim bir tarlam varmış da
ben hiç yeşermeyecek zannederdim. Şimdi çiçekler içinde. Çok hoşuma gitti. Gerçekten bilmiyor muydunuz? Bilmiyordum. Bu kadar olacağını bilmiyordum. Ürkerek gittim. Bana Muhsin Bey derdi ki çok tevazu gösterme inanırlar. Ben inansınlar diye inadını inandığına tevazu sahibiyim der yani. Ben böyle bir bana geleceklerini koşturup sanatçıların birkaç arkadaşın belki katılır diye
düşünüyordum ama canı gönülden hepsi katıldılar. Az önce bir telefon geldi mesela. Evet. Ayşe Hanım’dan. O benim eski dostumdur. Acla Pekkan. Eski arkadaşımdır. Çok severim kendisini. O kadar mutlu oldum ki. Sağ olsun. Ne söyleyeceksiniz Eğlenceli Sanat Yılınız’a sahnede? Sahnede mi? Ne diyeceğim biliyor musunuz? Bu mesleğin emekliliği yok. Bizim işlerde Allah
kıldan emekli etmedikçe her zaman rolü var. Ağır hastanın da rolü var. Hatta ölümün bile rolü var. Ölmüş adamın rolü var yani. Onun için bizim işimiz pazara kadar değil mezara kadardır. Ama yine de eski performansını kaybettiğim için şöyle bir tekerleme yapmak istiyorum. Yıkmadan perdeyi eğlemeden sahneyi viran usul usul çekilelim huzurdan. Zira artık gençlerindir.
Gençlere kalsın bu meydan. Canım ara sıra bize takılacağız. Amca dede rolüyle kıyıdan kenardan. Her ne kadar sürçülisan ettimse affola, baki kalan bu kuvvede bir hoşse daha. Ben çok teşekkür ediyorum. Ben teşekkür ediyorum.
7. Cet diye konuk oldunuz. Çok büyük grup sağ olun.
İlk Yorumu Siz Yapın