Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Devlet Teşekkülü | 14. Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=Okwaf26TY58.
Türkiye’nin Tek Kültür Sanat kanalı TRT2’den yeniden merhabalar. Felsefe Söyleşileri ile tekrar karşınızdayız efendim. Düşünce ufkumuzu aramaya devam ediyoruz.
Peki bize önderlik edecek isim yine Şaban Teuman Duralı Profesör Doktor. Öncelikli olarak hoş geldiniz hocam. Hoş bulduk efendim. Nasılsınız? Afiyettesiniz. Çok şükür sağ olasınız. Nasılsınız? Çok teşekkür ediyoruz. Biz de afiyetli olmaya çalışıyoruz. Allah iyilik versin. Sağlığınıza dua edeceğiz. Eyvallah. Umarız yine güzel bir program icra ederiz. İnşallah. İnşallah. Ve tabii ki stüdyomuzda yine editörümüz, değerli editörümüz Beytullah Çakır var. Sen de iyisin inşallah. İyiyim teşekkür ederim sağ olun. Hoş geldin sende. Hoş bulduk.
Evet değerli hocam. Bizim son bıraktığımız yerde devlet temasına girmiştik. Devlet meselesine girmiştik. Devletin nasıl teşekkül edildiğini ilk çağdaki devlet anlayışının nasıl oluştuğuna değinmiştik programımızda. Köylerin nasıl oluştuğunu, kasabaların nasıl oluştuğunu ve bunu oluşturan ana etmenin ne olduğunu anlatmaya çalışmıştık izleyicilerimize. Dilerseniz oradan kaldığımız yerden devam edelim.
Bir geriye bakış durumuna girelim. 10. bin geçmiş bakımından son derece önemli bir dönem dönüm noktasıdır.
Son buzul çağının bittiği ve iklimin ısınmaya başladığı bir tarih olarak geçer. 10. bin. 10. bin altı yüzlerde buzul çağının sona erdiğini görüyoruz. Bu demek değil ki daha sonraki dönemlerde kısa süreli soğuk devirler baş göstermesin. Var. Hatta bin dokuz yüz kırk iki kırk üçte bile bir ufak buzul çağını yaşadığını biliyoruz.
O günden bu yana yani kırklı yılların ortalarından bu yana bir daha çok soğuyan bir iklimle karşılaşmadık. Bu soğumaların sebebi bu. Dünyada eksen hareketleri ile ilgili. Evet güneşteki patlamalarla ilgili. Tabii bunların teknik ayrıntılarına girecek durumda değilim. Uzmanı değilim.
Yuvarlak laflarla ancak geçiştirebilirim bu sorunu. Ama uzun sürmüş binlerce yıl sürmüş buzul çağ dönemi dediğim gibi 10. bin de bitiyor ve o tarihlerde dünyanın nüfusunun beş milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. İnsanların beş milyon civarında olduğunu beş milyondan fazla değildiler. Öyle bir hesap var bugün günümüzde bu buzul çağının sona ermesinden bir süre sonra tarıma geçildiğinden bahsetmiştik. Evet. Tarıma geçilmesi ile birlikte yerleşme başlıyor. Ondan da bahsettik. Köyler oluşmaya başlıyor ve özellikle bu köyleşme olayının haritamız olsa çok iyi olurdu. Yine çağıralım hocam. Çağıralım. Evet.
Mesopotamya dediğimiz bu yörede güneydoğu Anadolu Çin’in doğusu ve Hint yarım adasının
yörelerden bir süre sonra bir süre sonra kasabalara döndüklerini görüyoruz. Hocam Nil tarafında var mı peki ilk köy örnekleri daha sonra mı oluşuyor?
Nil tarafında biraz daha sonra bir dönemde ortaya çıkıyor. Çünkü Mesopotamya’dan Mısır’a bir göç var. Burada biraz konuyu atlıyoruz. Başka bir konuya geçiyoruz ama madem bunu sordun.
Bu duyguların işi karıştığı yerlerde hatalar ortaya çıkıyor. Özellikle tarihte görüyoruz bunu. İnsanlar kendilerini üstün göstermeye çalışıyorlar. Dolayısıyla olduğu gibi kendini yansıtamıyor bu.
Çünkü genci iler, gerek Amerika’da, gerekse Afrika’da genci iler, Mısır medeniyetinin genci ileri yarattıklarından bahsederler. Demir dedi ya burada o dönemlerde köyleşme var mı tam olarak yok. Yani 6 ile 10.000 arasında köyleşmelerde, Mısır’da bunun izlerine rastlamıyoruz. Bunun da sebebi yaklaşık 6.000’de ve 5.000’de Mesopotamya’dan Filistin’e ve oradan Mısır’a bir göçün olduğunu görüyoruz.
Bunlar Aktenli insanlar. Mısır medeniyetinin bani’si Aktenli insanlardır. Bu eski Mısırlıların günümüzdeki kalıntıları devamı Koptlardır. Kıptiler. Kıpti diyoruz. Kıpti çingeni demek değil, ilgisi yok. Evet. Bu bir kavram karışıklığıdır. Kıptiler, Mısır, eski Mısırlıların Araplaşmadan önceki Mısırlıların ahvadıdır. Onlardan gelirler. Bir ihtimal, kesin bilmiyorum ama bir ihtimal Kıpti dili de o eski Mısır dilinin bir devamı olması lazım. Mısırlılar dediğim gibi Aktenli insanlardı. Hami örkünden gelirlerdi. Hami dil grubuna dahil bir dili kullanırlardı. Nuh’un oğullarından olan ham. Evet öyle kabul edilir. Hami ve Sami dillere akrabadırlar.
Hami dillerinin kalıntıları arasında bugün mesela berberlerin dilini görüyoruz. Cezayir’de, Tunus’ta, Fas’ta, Mauritanya’da yaşayan berberiler ve onların yine yakın ve akrabası olan Tuaregler vardır. Bunlar Hami dillerini kullanırlar ve yine yanlış hatırlamıyorsam Habeşistan’daki dilde Hami dilidir.
Amhar dili Habeşistan’ın resmi dili Amhar dili. Hami’den geliyor o zaman. Oradan geliyor. Şimdi bu biraz daha sonra burada köylerin belirttiğim nedenden ötürü biraz daha sonra köylerin oluştuğunu görüyoruz. Köy ile kasaba arasındaki fark ne? Sadece insan miktarı, nüfus açısından mı? Hayır.
Tabii ki nüfus önemli bir etken. Yani kasabalar daha kalabalık. Köy birkaç on haneden oluşuyorsa kasabada yüzlerce hane var. Bunların en eskileri yine en önemli ve eskileri bizim Güneydoğu Anadolu’da gördüğümüz birtakım iki de bir ortaya çıkarılan küçük şehirler, kasabalar.
Bu kasabaların en önemli özelliği köylerden farkı nüfuslarının mütecanis olmamasıdır. Aynı boy, aynı oma gelip yerleşmiyor. Obalar var, değişik obalar var. Bir obalar birliği.
Daha ziyade belki boy yerleşiyor. Obalardan oluşan boy yani kabilelerden oluşmuş aşiret olabilir. Peki aynı kavimler mi bunlar hocam? Tabii. Bir akraba obalardan bahsediyorsak aynı kavim şeysine giriyor bu çerçevesine girmek nedir?
Eee, obalar arasındaki fark mademki kavmi örkeydi, nereden ileri geliyor olabilir, önemli ölçüde Tanrıları farklıdır. Daha önce bundan bahsetmiştim size Borneo’daki yaşantımdan söz etmiştim.
Dedim ki uzun evler var orada dedim. O uzun evlerin her birinde belli bir dinin bölümü vardır. Yani bizim bir bütün dinimiz var, obamızın dini diyelim, hatta boyumuzun dini diyelim. Bu dinin farklı bölmeleri var.
Mesheb diyemeyiz, daha o günkü dinlerde mesheb farkından bahsedemeyiz. Ama Tani Tanrılar, öyle diyeyim, yavut putlar farklılaşabiliyor. Peki bu farklılıklar bir çatışma yaratıyor mu bu obalar arasında?
Yaratabilir, çatışabilirler ama çoğu kere uzlaşıyorlar. Çatışmalar çok sert cereyan etmez. Ona çok sonra geleceğiz, savaş sanatı icat edilmeden önce kavga vardı. Topluluklar birbirleriyle kavga ederlerdi.
Bunlar çocukluğumda gördüğüm Türkiye’deki büyük şehirlerin mahalleleri vardı. İstanbul, Ankara, Trabzon, ne bileyim belki İzmir tam bilmiyorum orayı, Adana, ne bileyim Diyarbakır.
Bu büyük şehirlerin mahalleleri vardı ve bu mahallelerin delikanlıları, bebeleri birbirleriyle kavga ederlerdi. Bunlar farklı yörelerdi diyelim. Her mahallede oturan çocuklar, delikanlılar diyelim, kavga etmeye can atarlardı ve birbirlerine girerlerdi.
Çatışmalar, sopa, mevsim, yemişleri, domates, patlıcan, sebzeleri birbirlerine atarlardı. Bir şey var ya taktik maktik yok. Basit taktikler olabilir ama strateji yoktu. Strateji bir teoridir, bir bilimdir. Amaç bir şey kazanmak da değil sadece kavga etmek.
Saçma sapan kazançlar var tabii. Biz o mahalleyi işgal ettik, o arsayı aldık, ele geçirdik. Çünkü arsa çok moldu tabii, nüfus azdı. Düşünün ki ben ilkokulu 57’de bitirirken Türkiye’nin nüfusu 28 milyon muydu neydi? Alabildiğine bir sahaha var ortada.
Şehirlerde de böyleydi, iki üç katlı evler ve bol miktarda bahçe, yeşillik. Ondan sonra o bahçeyi ben ele geçirdim, bu bahçeyi sen ele geçirdin. Orada meyveler var, onları sadece yemiyor o meyveler, silah olarak da kullanıyor, birbirine atıyorlar. Buna benzer bir olay cereyan ediyor.
Dediğim gibi askerlik ve savaş sanatı icat edilene değil, bu böyle gidiyor. Bunların daha karmaşıkları var devletler arasında, daha sonra geleceğimiz devletler arasında da tabii ki kavgalar ortaya çıkıyor. Ve bunlarda ciddi artık şeyler var, karşıtlıklar var.
Ama henüz tam teşekküllü bir stratejiden bahsedemeyiz. Dolayısıyla bu talih tanrıların farklılagçması, putlar tanrı demeyelim biz bunu, putların farklılagçmasından ötürü çıkan kavgalarda var arada.
Çoğu kere bunlar yaralanmalara falan yol açıyor, ölüm pek az oluyor bunlarda ve ondan sonra uzlaşıyorlar. Birbirlerinin putlarını kabul ediyorlar diyelim, böyle bir uzlaşma durumu var, nerede kasabalardan. Hocam özür dileyerek şunu söyleyebilir miyiz?
O bölgede dini bir kurumsal yapı ya da dinin kurumsallaşmasından bahsedemediğimizden ötürü de burada ciddi bir dinin gelişkin bir hali olmadığı için bir kavganın ya da bir ayrışmanın çok fazla belirgin olmamasından bahsedebilir miyiz? Aynen bu oluyor. Dinin belirmesi tapınakların inşaatıyla başlar. Bu çok önemli bir noktadır.
Tapınak inşaatından önce şeyler yok. Tapınılacak varlık doğadaki olaylar veya nesnelerdir. Belli bir ağaç, belli bir dağ, belli bir hayvan. Irmak, bir nehir belki.
Daha çok hayvanlar, onu anlatmıştım, Amazonlardaki, Güney Amerika’da Amazon’daki o papağanı falan anlatmıştım size. Şeylerden itibaren tapınaklarda put soyutlaşır, tanrı fikri ortaya çıkmaya başlar ve en eski tanrılar dişidirlar. Tanrı çadırlar. Hanımlar bundan ötürü hemen mutlaka coşacaklardır. Coşsunlar. Çünkü dişi, genelde dişi, özellikle insandan bahsediyorsak kadın bilinmez mucizevi bir varlık olarak görülmüştür. Doğurgandır çünkü.
Burada yürüyor tek böyle bir insan, bir varlık yahut hayvan da olabilir, yürüyor burada. Sonra bir bakıyorlar, bu ikilenmiş, üçlenmiş, dörtlenmiş. Yavruları var etrafında, evladı var. İnsansa evladı, hayvansa yavruları var etrafında. Bunu çözemiyorlar. Bunun kendiliğinden olduğunu düşünüyorlar. Onu çözemiyorlar.
Yani erkek kadın cinsiyet ilişkisinin sonucunda, dokuz ay, bilmiyorum kaç gün sonra bu çocuğun doğmasını düşünemiyorlar. Nuhuşunu düşünüyorlar. Neden etki bağlantısı çok uzun süre kurulamıyor? Mucizevi bir durum zaten. Mucizevi bir durum.
Hala bana da sorarsa gene bir mucize de neyse. Ben on bin yıl öncesinde kaldığım için, maaşlasın seyircilerimiz. Her neyse kadının bu doğurma işi onu Tanrılığa götürmüştür. Çünkü Tanrı yaratan, ortaya koyan bir varlıktır. E bir bakıyorlar ki, işte bunu uyuyor mu? Bunu yapıyor. Kadim Tanrılar, arkayik Tanrılar hep kadın olarak düşünülmüştür. Büyük dinlerde Tanrı çalıktan arta kalan semboller vardır. Hindulukta inek mesela.
İnek kutsaldır hindulukta. Neden? Doğurganlığı. Doğurganlıktan da ibaret değil. Doğurum besliyor. İnek çok sembolik bir hayvandır. Yavrusunu beslemesi çok belirgindir. Yavrusunu beslemek neden kalmıyor? Seni beni de besliyor.
Sütünü içiyoruz, yordunu yiyoruz, peynirini yiyoruz. Bereketli bir hayvan yani. Çok bereketli bir hayvan. Son derece bereketli bir hayvan. Ondan sonra tabii biz haksızlık ediyoruz hep yaptığımız için inek falan. Şey aptal hayvan gibi falan. Öyle bir şey değil. Hocam kutsal dinlerin genelinde yani kutsal kitaplarda da belirtilen bu doğum hikayesi çok özel olarak ilk anlatılan öğretidir.
Hatta altı çizilerek anlatılan mesela Alak suresi ilk inen suredir. Veya İncil’de de baktığımızda ya Tevrat’ta yaratılış bölümleri hep ilk gelen. E Kur’an’da Bakara suresinde de Bakara’ya inek değil midir? Evet. Benzer şeyler var aslında. Gerçi orada ona tapılıyor diye yeriliyorlar. Ona tapanlar. Evet.
Hazreti Musa’nın öfkesinden hareketle işte kavmi hala bunları tapıyor diye. O Samiri’nin yaptığı şey. Evet. Buza o da şey. Altın muza. Evet. Kasama’da şehirde göreceğimiz olayların girişiyle karşılaşıyoruz. İş bölümü başlıyor. Hafif tertip iş bölümü başlıyor. Dediğim gibi din kurumlaşmaya yöneliyor. Tapınaklar ortaya çıkıyor. Bu dinin kurumlaşmasına işaret ediyor. Önce dağınık olarak gördüğümüz belli belirsiz gördüğümüz din burada baskın bir hale gelmeye başlıyor. Hocam bu aklıma şeyi getirdi. Bununla birlikte unutma aklınla bin yaşa. Kurumlaşma sadece tapınak değil din adamları ortaya çıkıyor.
Ruhman sınıfı belirmeye başlıyor kasabada. Daha önce yok muydu? Yine belli belirsiz. Bizi çok yakından ilgilendiren bir husus Türklerde çok uzun sürmüş olan KAM kurumu vardı. Moğolca’da Şaman dedikleri. KAM.
Din adamı mıdır değil midir çok belirgin değil. KAM’ın büyük ölçüde önemli ölçüde herhalde bir rahip diyebiliriz. Emin değiliz. Kasaba da bu artık iyice şeyleri belli oluyor çerçevesi belli olmaya başlıyor.
Dinnler arası uzlaşı bir rahip sınıfının ortaya çıkması vs. Öncesinde de çatışmalardan bahsettik. Göbekli Tepe örneğini getirdi benim aklıma. Göbekli Tepe’de de şöyle bir şey var hocam araştırmalar sonucunda. Çevre köylerden yahut kasabalardan belirli mevsimlerde geliyorlar.
Bir çok tapınak var orada muhtemelen bir çok o köyün kasabanın tanrısı mevcut orada orada bir araya geliyorlar işte. Yani orada uzlaşmayı sağlayabiliyorlar. Hani ilk örneklerinden biri olarak geldi aklıma ve bahsettiğiniz bu ruhban sınıfı da muhtemelen ilk olarak hani karşılaştığımız yer Göbekli Tepe oluyor. Hani belki ruhban sınıfına açılan yol ilk olarak buradaki bu şeylerden ortaya çıkıyor ama şöyle bir şey var hocam farklı olarak.
Milattan önce 10.000. yıllarda dair olduğu bulgusu bulunuyor Göbekli Tepe’de. Bu çok belirlediğimiz tarihlerden çok erken bir dönem değil mi? Onu söyleye söyleyemez dinimizde tüm itti. Bu tarihler kesin değil. Yuvarlak hesaplar. Yuvarlak hesaplar. Neye dayanarak söyleniyor bunlar?
Hem yer tabakalarının araştırılmasından, arkeoloji, paleontoloji ve benzeri araştırmalardan elde edilen sonuçlar.
Hatta daha önce bu hikayeyi anlattım Kırklareli’nde çok sevgili bir dostumuz Mehmet Bey tarih öncesi arkeoloji. Ben bulama başladığımdan adlarını hep unutuyorum. Şimdi suya da aklıma gelmiyor bu hocamızın. Yıllar yılı Kırklareli bölgesinde araştırma yapmıştır.
Çok hayırlı bir araştırmacımız. Orada bir köy kurdu. Tarih öncesi. Zaten bu tarih öncesi terimini daha sonra açacağız. Bir köy inşa ediyor. O günlerde köyler nasıl görünüyor acaba? Böyle bir şey. Hayali tabi. Enimizde bir resmi yok. Film yok, şu yok, bu yok. Onuncu bin köylerinin. O köyü bir gün ziyaret ettik. Ben böyle duruyorum. Aşağı yukarı 20-30 metre ötemde Mehmet hocamız duruyordu. Bana seslendi. Ayağını çek dedi. Niye çekeyim ya dedim. Yerimde oynadım. Sen dedi onuncu bine basıyorsun.
Araştırmalarında geldikleri nokta onuncu bin tabaka. Ama bu on üçüncü bine de gidebilirsin. Gittiler mi gitmediler bilmiyorum. Devam ediyordu. Neydi mesele? Mesopotamya’dan Anadolu üzerinden Trakya’ya ve Trakya’dan Avrupa’ya uzanan bir göç yolunu araştırıyorlar. E defalarca göç baş gösteriyor. Biz bir iki keresinden bahsettik. Büyük göçten işte Afrika’dan çıkışta filan falan. Ondan sonra sayısız göçler var.
En önemli olanlar da bu şimdi bahsettiğim onuncu binde. Niye buradan çıkıp buraya doğru gidiyorlar? Canları mı sıkılmış? Bugünkü gibi yapacak işleri olmayan turist mi bunlar? Can sıkılsın. Ne yapayım kumar mı oynasam içsem mi yoksa öyle saçma sapan geçsem mi? Kafasında değil.
İhtiyaç. Nüfus artıyor burada. Artıyor ve topraklar geçindirmediklerinden binler içinde yürüyorlar tabii. Binlerce yıl içinde gidiyorlar. E buradaki buzlar bahsettim ya iklim ısınıp da buzlar çözülünce bu topraklar açılıyor burada.
Şu yörede topraklar açılıyor. Buraya doğru bir akım var yerleşmek üzere. En eski toprak bu nasıldır? Olağanüstü bir yerdir. Beni dövsen de beni bana sövsen de ben buradan gitmem. Bu kadar enteresan bir yer mi var?
Buralara gideceksin. Ne var burada ya? Buralarda ne var hiçbir şey yok. Diyeceksin ki ne oldu ya oralarda iyi yaşarsın. Burada bizde de kötü yaşıyoruz başka ama beni dolduran bir şey düşün. Orada 10. binle hemhal oluyorum.
O günkü mutluluğumu bir şey anlatamam ben. 10. binle duruyormuşum ben meğer. Zamanında yolculuk yapıyormuş üstü gibi değil mi hocam? İnsanlarla Mehmet hocamın kurduğu köy bana 10. bini geri getiriyor.
Neyse şimdi onların bir tarafa tapınaklar meydana geliyor. Ruhban sınıfı oluşuyor. Ruhban sınıfı çok önemli bir olay. Ruhban sınıfı toplumu yönlendiren yöneten bir zümredir.
Bilgelik dediğimiz insanın en üst tabakasını oluşturan düşünce bakımından bu rahiplerden geliyor. Rahiplerden neşet ediyor.
Neden? Çünkü rahip aklın aşikar bir belirtisi olan suyut düşünmeye doğru gidiyor.
Put tanrıya dönüşüyor. Somut olan tapınanacak nesleden soyut bir varlığa yahut varlıklara geçilmektedir. Bu soyutlama olayı bir nevi rahipleri böyle ön filozof yapar mı? Bilge diyorum bilgeliğe doğru gidiyor. Üstün bilgeler tanrı dostu kabul edilen venilerdir. Hıristiyanlıktaki azizler. Bizde veni.
Bu nereden geliyor? Rahiplikten başlayan bir iş. Herkes rahip olabiliyor mu? Hayır. Ben pilot olmak istiyorum, okuyorum, oluyorum. Avukat olmak istiyorum, okuluna gidiyorum, geri zekalı değilsem oluyorum.
Rahim olabilir miyim? Hayır, olamam. Bunun için en önemli etmen ne hocam? Oraya seçilmen lazım. Onu biz bilmiyoruz. Bizde ruhban yok. Tanımıyoruz. Müslümanlıkta. Bize en yakın kim var? Hıristiyanlar var. En yakın iç içe yaşadığımız.
Hıristiyanlıkta da nerede var ruhban? protestantlar da yok ama katonik ile ortalokslar da var. Sen ne olacaksın ben rahip olacağım, papaz olacağım. Gidiyorsun, yazılıyorsun, papaz olunca. O yok öyle bir şey. Evet sen bir niyet bildirebilirsin.
Çoğunlukla da eskiden bugün ne oluyor bilmiyorum ama niyetle bildirmezlerdi. Seçilir alınırlardı. Sen papaz olacaksın derlerdi çocuğa. Bir ruhban okuluna veya manastıra gider. Orada yetiştirilir. Herkes buna kabiliyetli değildir. Bu söylediğime bizde en yaklaşan velidir. Velilik ilahi bir ihsandır. Veli olunmaz veli yapılır. Allah adamı veli olarak belirler. Ha her belirlediği olur mu? Olmayabilir.
O da kendine bir mürşid bulursa. Kaderdir buna. Bunlar irade işler değil. Neyse şimdi bunu bir tarafa bırakalım. Hocam Sümerler’de de rahiplik bir yönetim merkezi gibi algılanıyor. Orada tanrısal bir yönetim merkezi de var. İlk yaşayışlara baktığımızda, ilk devrelere baktığımızda bunu görüyoruz. Bir bağ var. Az önce de sizin söylediğiniz gibi. Rahitler devleti yöneten bir sınıf. Eee işte din devleti dediğimiz de budur. Ama daha oraya gelmedik. Epihi var. Frenkcesiyle teokrasi rahiplerin iktidar olduğu devlet mekanizmasıdır.
Atabiliyor muyum? Ve rahip olmayanlar cahil cüheyladır. Laikos. Laikos Yunancası. Sonra Laikos olmuş Latince’de. Bize laik diye geçmiş. Fransıya laik diye geçmiş. Oradan da biz kapmışız.
Rahip olmayan diye ben bunu ruhman olmayan diye Türkçeleştiriyorum. Anti-klerikal dediğiniz şey değil mi hocam bu? Evet klerikal olmayan.
Bu genel geniş halk kitlesi olarak görülmüştür.
Senin ruhmanı yoksa ruhman olmayanın da yoktur. Bizde laiklik bu yüzden olmuyor belki. Ruhban sınıfı yok. Bizde ruhban sınıfı olmamışız. Biz hep laiklik. Tabii oldu molası laiklik. Çünkü bu yok. Ruhbanı yok.
Küçültücü bir anlamı vardır. Yunancada, Latince’de. Bizde de ne hikmetse çok yüceltici bir anlamı var. Tabii hayır sadece bizde değil. 17. yüzyıldan itibaren ve özellikle de Fransız ihtilalinden sonra. Bu Avrupa’da da çok yüksek yüze görülmüş bir olaydır. Cahil cüheila demektir. Nasıl ki İslam’dan önce Araplar için cahil deniliyorsa. Cahiliye devri. Orada da bu ruhban olmayanlar cahil olarak görülmüşlerdir. Halk kitlesi. Şeyden kopuk. Hakikatle olan bağıntısı rahip üzerindendir. Bu yalnızca hıristiyanlıkta değil. Bütün dinlerde Müslümanlık hariç. Bütün dinlerde bu böyledir. Hepsinde bir din adamları sınıfı var. Hepsinde. Mila kaydışart. Bütün dinlerde tekrar ediyorum Müslümanlığın dışında bütün dinlerde ruhban vardır. Ruhbanı olmayan din yok. Tapınakların inşasından önceki dönemlerdeki ruhban boğuktur. Siniktir.
Bundan sonra belirginleşmeye başlıyor. Kurumlaşıyor. Ve yaptırım gücü oluşmaya başlıyor. Yaptırım gücü oluyor. Daha burada kasabada yok ama şehre geldiğimizde ve devletin kuruluşuyla birlikte devletin başı olacaktır. Yöneticisi olacaktır. Din devletler, iştisnasız, Yunan hariç, o da yine ayrı bir fasıl, din devleti olmuşlardır. Teokratik olmuşlardır. Din devleti teokrasinin Türkçesidir. Din devleti olmayan bir devletten bahsedemeyiz. Bu sadece orta çağ filan değil.
Bütün çağlar boyunca dediğim gibi Yunan medeniyeti burada bir istisnadır. Devletlerin ortaya çıkışından itibaren olan bir şey. İtimaren. Yunan medeniyatını koyarsak bir kenarda. İtimaren. Kasabada ne çıkıyor ortaya başka? Tarım ağırlık taşıyor. Ama tarımın yanında tarım aletlerinin imali var. Zanaatkarlar. Zanaatkarlar. Zanaat çok önem kazanmaya başlıyor. Şehirdeki kadar değil. Ama önemli bir yer tutuyor. Tarımla uğraşan kişi aynı zamanda ihtiyaç duyduğu alet edevatı da kendisi imal etmiyor artık. Daha önce köy döneminde önemli ölçüde rençber olarak sen ihtiyaç duyduğun aleti de imal etmiyor.
Burada bunu yapan kişiler ayrıdırlar artık. Bu da sınıflaşma ve iş bölümünün alışmaya başlaması doğru değil mi hocam? İş bölümüne götürüyor. Ve tabi ki hukuk. Burada hukukla birlikte iktisadın eşiğini görüyoruz. Şimdi ben diyelim ki fasulye, patlıcan, biber, salata falan falan yetiştiriyorum.
Daha büyük çapta buğday yetiştiriyorum. Benim sabana, kazmaya, küreye, şuna buna ihtiyacım var. Bunları sen imal ediyorsun. Sana geliyorum. Ben şundan şuna ihtiyacım var diyorum. Senin de benim ürettiklerime ihtiyacım var.
Fasulyeye, buğdaya, patlıcan, biberi şuna buna ihtiyacım var. Hayvanla uğraşıyor olabilirim. Sütü yoğurda ihtiyacım var. Bana ihtiyaç duyduğun malları veriyorsun, aletleri veriyorsun. Ben de sana yiyeceklerini veriyorum. Takas.
En basit ölçüde takas. Bunlar ilk başta özneldiler. Benim işte iki üç sabana beş altı küreye, beş altı kazmaya ihtiyacım var.
Bana bunları sağlıyorsun ve senin de ihtiyacın olan buğdayı göz kararı ile söylüyorsun. Benim şu kadar burada bir yığın buğday var diyelim, bir yığın arpa var diyelim. Benim şu kadar buğdaya ihtiyacım var diyorsun. Bunun pazarlığını yapıyoruz. Daha ölçü yok ortada.
Anlaşıyoruz anlaşamıyoruz. Kavga çıkar. Ya sen bana niye az veriyorsun? Benden çok şey alıyorsun. Hayır arkadaş ben senden çok şey almıyorum. Bende sana çok veriyorum filan. Nedir çok az? Neyle ölçeceğiz? Nitelemelerdir. Nitelemelerdir.
Nitelemeler duyguya dayadır. Görüyorsun. Sana göre çok olan bana göre azdır. Nicele değillerdir yani. Uzlaşma ancak nicele üzerinden olur.
O dehşet bir soyutlamadır. İnsanlar birey olarak da yetişirken niceleme aşamasına gelinceye deyin birbirlerine kavga ederler çocuklar. Benim güzel oyuncağımı aldı. Oyuncak konusunda pek kavga etmezdim ama mesela çok ben misket hastasıyım misket oynardım. Bana kötü misket verdin benden güzelliğini aldın. Değiştokuş ederdik. Bunun kavgası çıkardı. Futbol topu kavgası çıkardı. Benim top iyi senin top kötü. Hayır senin benim top iyi. Nedir bunlar hep görünenler üzerinden yürür. Oysa niceleme aşamasına geldiğimizde görünenlerden koparız.
Görünenlerden azad oluruz. Çok önemli bir tespit hocam bu. Bu ancak matematik düşünüşün ortaya çıkmasıyla kendini göstermiştir. Bu çok geç bir devirde ortaya çıkar. Öyle ha deyince ortaya çıkmıyor.
Günümüzde bile geniş bir coğrafya matematik düşünemiyor. Şöyle bir örnek vereyim. Milyardım kuruluşuyla bir ülkedeyiz. Şiddetli bir deprem oldu oraya gittik.
Bize o ülkenin devleti bir kamyonet tahsis etti. Sürücümüz de sağda oturuyor o yerlisi oranın. Biz üç dört kişi kamyonetti. Bir kısmımız arkada. Ben önde oturuyorum sürücü mahallinde. Arkadaşlarımdan yoldaşlarımdan biri tiryaki durmadan sigara içiyor. Sigarası bitti. Kenarda şey var. Satıcılar var yollarda. Köylerden kasabalardan geçerken. Seyyar satıcı tezgah kurmuş.
Durduk indik. Tek tek satıyor sigaraları. Paket halinde değil. Kaç para dedim. O arkadaş bilmiyordu o dili. Kaç para dedim bu sigara? Bir lira dedi. Kendi para birimiyle. Bir lira dedi.
Peki dedim. On tane sigara aldık oradan. On lira kağıt para verdik. Bu ne ya dedi. On liraya. Hayır dedi. Öyle olmaz dedi. Nasıl yapacağız peki dedim. Her bir sigara için para vereceksin dedi.
Nasıl? Kendim ölmüş gibi olmayayım. Allah’tan akıllıyım da hemen anladım. Ne demek istediğini. Ne diyor bu herif? Kızmağa başladı. Dedim ki arkadaşlar siz bana. Bir lira verin. Bak dedim. Bir sigara bir lira. Şimdi oldu dedi. On sigaraya tek bir liralardan on tane koydum. Arkadaşımız sigarasına kavuştu. Öbüründe parasını almış. Satıcı çarpmayı bilmiyormuş. Çarpma tablosunu bilmiyor mu? Bilmiyor. Okula gitmemiştir herhalde. Daha önce bahsettim. Öyle şeyler var ki bölgelerde mesela. Yenigine’de. Borneo’da. Dördün üstüne. Rata bilmiyorlar. Dörde kadar sayıyor. Dörtten sonrası hep bir ekleyerek gidiyor. Dört bir bir.
Dört bir bir bir şeklinde gidiyor. Bu bir aptallık falan değil. Tamamen bir yetişme olayıdır. İnsanın yetişme çağında da zaten matematik çok ileriki dönemlere tekabül eder. Küçücük çocuğa kalkıp da işlemleri anlatmanın bir alemi yok. Anlamaz onları.
Ezberler. Ezberi bozuksa benim gibi hala mesela kerat cetmelini, çarpım cetmelini bilmez. Ben de hala bilmiyor mesela. Dokuz kere sekiz kaç eder bilmiyorum. Allah’tan bu makinalar çıktı da onunla şey yapıyorum. İnanılmaz bir şey ama öyle. Alfabet öyledir. Neyse ki latin alfabesini çok zar zor yakın bir dönemde ezberleyebildim.
Ama mesela arab alfabesi hala zorluk çekerim. Sözlüğe bakarken ayından sonra bilmem ne gelir ya da önce ne gelir. Bilmiyorum. E bu soyutlaşma müthiş bir ufuk açmaya başlıyor.
Kasabada baş gösteren soyutlaşma olayı.
Aynı zamanda insanın öteden beri üretiminin esasını teşkil eden el ve kol gücünden
azad olmuş bir zümre belirmeye başlıyor. Bu ruhban yönetici taifesi ele pazuya dayanmayan iş görmeye başlıyor. Akla dayanıyor.
Her işi bu rahipler görmeye başlıyorlar. Şeye dayanmayan ele ve pazuya dayanmayan her işi bunlar görmeye başlıyor. Ne yapıyorlar? Üreticiler arasında yani zanaatkar ile rençber arasında doğan anlaşmazlıkları çözmeye yöneliyorlar. Bir nevi hakim görevi görüyorlar. Hukuki problemleri, hukuk sorunları, hukumsu olayları çözmeye başlıyorlar. Bunun için hukukun ortaya çıkması için matematiğe ihtiyacım var. Ölçü lazım. Ölçü yoksa hukuk olmaz. Doğru niteleme yapabilmek için? Hukuk çok nesnel bir şey o zaman. Hukuk nesnel bir olaydır ve hukuk niceliğe dayalı bir nitelemedir.
O niceleme ölçü ile oluyor. Kanuna giden yolun başlangıcıdır burada. Kanun matematik formülün bir başka çeşitidir. Bir formüldür kanun.
O zaman şöyle bir şey diyebilir miyiz? Hukuk ne kadar matematikselleşirse o kadar adalet sağlıyor. O kadar tabi esaslanır. Çünkü adalet tabi ölçüdür. Tabi terazidir. Terazidir, ölçüdür. Tartıyorsun. Bütün mesele burada.
Rahim aynı zamanda kişilerin sağlığı ile de ilgileniyor. O daha önce de yapılıyordu. Göçebe ve köy dönemlerinde kim yapıyordu bununla, kim uğraşıyordu? Kam, şaman. Sağlıkla uğraşan adam. Çok uzun tecrübelerin, geleneklerden gelen göreneklerin sonucunda ortaya çıkmış çözümlerdir, tedaviler. Tabi tedavi için teşhise de ihtiyaç vardır. Ve bunlar hep tecrübenin beraberinde getirdikleridir.
Bunu doğa üstü bir takım güçlere buluyorlar. Hasrediyorlar? Evet. Neden? Çünkü insanın en yüce duygulanması kutsallıkla ortaya çıkıyor.
Kutsallığın olmadığın yerde yaşayamıyorsun. Hayatı yaşanır hale getiren kutsallıktır. Vurguladık yine vurgulayalım. Bu yüzden felsefe, bilim hayata tatbik edilemez. Bir yerde de hani bir noktada da bu yüzden sanki. Sizin çok vurguladığınız bir şey mi hocam? En büyük filozof bilim adamlarından biri Karl Marx. Din kitlelerin yani insanların afyonudur. Bunu hep ahmaklar çok kötü bir anlamda almışlar. Olumsuz tarafından anlamda. Ama ruhsuz dünyanın ruhu… Biraz önce dediğim gibi kutsallığın olmadığı yerde hayat olmuyor.
Karl Marx’ın günlerinde anestesi yoktu henüz. Ameliyatta ameliyatlarda afyon tutuyorlar yahut yutturuyorlar bilmiyorum. Nasıl yapılıyorsa afyon nasıl veriliyorsa uyuşturuyorsun ameliyat olmak için. Ve acıyı dindiriyor. Gayet tabii yoksa dayanamazsın. Nalları dikersin. İşte hayat o kadar zor ki diyor, bunu ancak yaşanın hale getiren dindir. Demeye getiriyor Karl Marx. Kendisi dindardı dindar değildi, tanrıya inanır değil ama beni ilgilendirmiyor. Ben onun kişisel şeylerle, tavırlarıyla ilgili değilim. Ama bu çok mühim bir belirlemedir.
Hikimin uyguladığı tedavi kutsal değilse, kutsallığa bölünmemişse, istenen etkiyi yaratmıyor. Bu yüzden de çok uzun süre tabip rahipti.
Nitekim Türkçe’de hekim, çok yazık bir şey doktor denilmiyor, alakası yok hekim tıpla doktorluğu. Doktor bir akademik şeydir, ünvandır. Tamamıyla saçma sapan salakça bir yakıştırma, hekimlikte bir kutsallık vardır. En üstün insan için kullanılır. Hakim, Arapça’da Hakim, bilginin karşılığıdır.
Hakim Türkçe telaffuza uydurulmuştur, hekim olmuştur. Yani tedavi eden kişi, teşhisi koyup tedavi eden kişi bilgi bir kişidir. Evet hocam yani hikmetle hükmetmek gerektiği için ona hekim diyoruz ve bugün algılanan doktor kelimesinin aslında hiç de karşılığı olmayan bir vazife o, bir görev.
Birçok şeyi de içinde barındırıyor, birçok ruhsal tarafı, birçok soyut kavramı da içinde barındıran bir yapısı var. Tabii ki bu konuya daha önce de değinmiştik, bu çok önemli bir mesele. Lakin süremiz yine bugünlük bu kadar sevgili hocam. Diğer bölümlerde bu konunun ayrıntılarına yani kasabadan, devlete nasıl geçiyor, şehre nasıl geçiyor o meseleye değinmemiz gerekecek. İnşallah bir gün geçeriz. İnşallah hocam.
Çünkü dostlarımız beni ikide bir arıyorlar, diyorlar ki bu felsefeye gelebilecek miyiz? Vallahi bilmiyorum, ömrüm vefa ederse geleceğiz. Bir gün geliriz. İnşallah görmek nasip olur diyelim hocam. Evet sevgili izleyiciler, bugünkü programımızın sonuna geldik.
Tekrar felsefe söyleşlerinde bir arada olmak dileğiyle hoşçakalın diyoruz.
İlk Yorumu Siz Yapın