"Enter"a basıp içeriğe geçin

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Devlet Düzenine Geçiş | 13. Bölüm

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Devlet Düzenine Geçiş | 13. Bölüm

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=bvHyJ4J6wss.

İNTRO Türkiye’nin Tek Kültür Sanat kanalı TRT2’den hepinize merhabalar. Felsefe Söyleşileri’yle yeni bir programla tekrar karşınızdayız efendim.
Felsefe Söyleşileri’nde düşünce ufkumuzu aramaya adım adım devam ediyoruz ve anlamlandırmaya çalışıyoruz. Tabii ki bu anlamlandırmayı bir keşif yolculuğu olarak, düşünce keşfi yolculuğu olarak da adlandırabiliriz. Bu keşfe önderlik ve rehberlik eden isimse stüdyomuzda Profesör Doktor Şaban Teoman Duralı Hocamız. Öncelikli olarak hocamıza tekrar hoş geldiniz demek istiyorum. Hoş bulduk efendim. Sağlıktasınız inşallah canım hocam. Eksik olmayın. Sağ olun. Size öyle sağlığınız yerindedir inşallah.
Şükürler olsun hocam benim. Sağlığınıza doğaracağız biz de. Sağ olun. Stüdyomuzdaki diğer konuklarımızı da hemen takdim edeyim. Yine editörümüz, değerli editörümüz Beytullah Çakıl aramızda. Beytullah Çakıl’ın dışında yine İstanbul Üniversitesi Eski Çağ Dilleri ve Kültürleri bölümünden. Doktor Eyüp Çoraklı hocamız da aramızda. Hoş geldiniz sizler de. Hoş bulduk. Hoş bulduk. Evet bir önceki programda köy hayatının nasıl şekillendiğini ve üç ana etmenin nasıl oluştuğunu anlatmaya çalışmıştı.
Coman hocamız bizlere bunun birincisinin güvenlik, ikincisinin üretim, üçüncüsünün de yönetici tabakadan oluştuğuna değinmişti ve kasabalara doğru evrilen bir büyük köylerin özetini çıkartmıştı bizler için. Hocam dilerseniz oradan kaldığımız yerden devam edelim. Bunun sonrasında kasabalarda nasıl bir şekillenme, devlete doğru nasıl bir evrimle yaşanıyor dilerseniz oradan devam edebilirsiniz.
Bunu yapalım. İyi akşamlar her şeyden önce sayın seyircilerimize iyi akşamlar. Ama o dediğinize geçmeden önce geçmiş programlarda konutlardan çok söz ettik. Evet hocam. Burada çok öyle gibi geliyor ki kuru kuru geçiyor işler. Biraz çeşitlendirelim dedik. Resimleri de gösterelim mi arkadaşlarımız bize bu konut örneklerini versinler. Bir de ormandan bahsettik. İşte buyurun bir konut çeşidi Arabistan çöllerinde çadır bedeviler buraya konmuşlar. Bedeviler bilindiği üzre yahut bilinmediği üzre diyelim. Bilmiyorum.
Arabistan çöllerinde dolaşan konar göçer topluluklardır. Başta gelen yardımcıları, işte hayvanları, develerdir. Onun yanında atlar da bulunur. Böyle çadırlarda yaşarlardı hala yaşadıklarını.
Pek sanmıyorum. Bugünlerde bunlar belki turistik amaçlarla sergileniyorlardır. O çadırları da hocam hayvan derisinden mi temin edildi? Hayvan derisindendir. Develerden falan. Develerden veya kılından derisi olmasın. Derisinden yahut kılından. Bizdekilerde mesela Türkmenlerde de keçi kılından olur.
Hangi hayvan varsa etrafta yakın çevrende onun derisinden yahut yararlanılır, yününden. Bir sonraki sene bakalım. Bu Arap yarımadasına ait bir manzaraydı. Tabii hep vahalarda konaklanıyor. Suyunun bulunduğu yerlerde.
Başka örneği? Evet. Bu Moğolistan’dan gelen bir resimdir. Bir Moğol çadırı ve Bozkır’dan bol bol bahsettik. İşte bu Bozkır’a örnektir bu manzara.
Çöl derecesinde kurak olmamakla birlikte ağaçsız ama özellikle yağış mevsimlerinde otlakları vardır. Ve bu otlaklar da yararlanır. Bozkır ahalisi hayvanlarını otlatırlar. Kendileri de ekip içmemekle birlikte otları toplayarak onları besin olarak kullanırlar. Burada gördüğünüz gibi şerbet yahut çay hazırlanıyor. Hocam Arabistan yarımadasının aksine burada bu yaşam şekli devam ediyor bildiğimiz kadarıyla.
Ediyor. Moğolistan’da hala konar göçerlik var. Moğolistan’ın dışında Kazakistan ve Kırgızistan’da da kısmen var. Çok azalmakla birlikte var. Çünkü özellikle Kazakistan’da hayat seviyesi çok yükselmiş durumdadır. Bugün bayağı kalkınmış ülkeler seviyesine geldi.
Ama Moğolistan, Kırgızistan yoksul durumdalar hala. Bir de hocam dikkatimi çekti. İki çadır örneği gösterdik. Biri Arab bedevilerinin, bir de işte Moğolistan göçebelerinin. İki çadır arasında ciddi bir fark var. İmal edilirse açısından bu daha zahmetli gibi geldi bana. Hani diğeri daha böyle hemen taktiğe yapılırken. Onun sebebi nedir? İklim midir? Ya da daha kalıcı bir yerleşik göçebeler?
Aynen iklimdir. Aynen belirttiğin gibi iklimdir. Bunun çok zorlu bir iklimi vardır. Felaket zorlu bir iklimi vardır. Kışın dondurucu ve kar kaplı. Buna göre konutun çok sağlam olması, suğu geçirmemesi lazım. Yazda bunun tam tersi çok sıcak oluyor.
Çölde mevsim farkı hemen hemen yok gibi ama geceyle gündüz arasındaki fark çok fazladır. Geceleri soğuk oluyor. Onun için iyi örtünüyorlar. Burada örtünmek de yetmiyor. Yani konutun içinin sıcak kalması, ısı kaybını en aza indirmeleri lazım.
Bir, ikincisi dışarıdan suğun girmemesi gerekiyor. Dikkat ederseniz hiçbir yerde bir şey yoktur, açıklık yoktur, bir tek kapısı vardır. Pencereye de hava alılacak bir alan yok. Enfes bir teknik var. İçerisi kokmuyor, duman olmuyor. Başka konutlarla ilgili söylediğim o teknik, o zelaat harikası burası için de söz konusu.
Merkezinde ocak var mı yine? Var tabii. Ocaksızın mümkün değil. Mangal, bezer şeyler var. Isınma yerleri var. Evet devam edelim çabuk çabuk hızla. Bunlar Kızılderililerin konutlarına örnek derler.
Günümüzde pek Kızılderili kovmoy romanları okunmuyor, görülmüyor ama çocukluğumuzda çok rastladığımız bir manzaraydı bu. Resimli romanlarda tabii televizyon falan yoktu. Tibi dedikleri Kızılderili çadırlar, bunlar da hayvan derisinden imal ediliyor. Ve buralarında açıklıklar vardır, dumanın çıkmasını sağlayan. Bu gördüğünüz kazıklara bağlanıyor, rast ediliyor çadırın duvarları. Evet. Burası Güney Amerika değil mi hocam? Burası da yine Arabistan mı? Hayır, demin gördüğümüz Kuzey Amerika. Kuzey Amerika.
Yani bugünkü Birleşik Devletleri topraklarında ama o resim çok eski. Herhalde 19. yüzyılda falan çekilmiş bir şeydi. Yani Kızılderilerin henüz hayatlarını sürdürdükleri bir tarihte. Bu Arap yarımadası olabilir yahut Sahra, Kuzey Afrika’da Sahra da olabilir.
Bana Sahra gibi geliyor, bu çadır tipinden Tuareklerin konutu olabilir. Kesin bir şey söyleyemem. Ama etrafta bir vaha gözükmediğine göre.
Gözükmüyor, hayır. Şimdi onu diyecektim, berberiler yahut Tuarekler de öyle çok kurak mıntıkalarda bulunabiliyor, yaşayabiliyorlar yanlarında taşıdıkları sularla.
Sadece Araplar gelmeden önce hayvanları neydi onu bilmiyoruz. Çünkü bu deve Arap yarımadasından gelmedir. Orası çıkışlıdır. Ve tabi Kuzey Afrika’da da çok artık mol kullanılan bir hayvandır. Ama Araplardan önce ne yapıyordu orası bir soru işareti.
At veya menzeli bir? At bu kadar kurak bir yörede uzun boyunu iş göremez. Birincisi at uzun mesafe koşamaz. Uzun mesafe gitmez. Birincisi bu derece susuzluğa da dayanamaz. Bunun için deveye ihtiyaç vardır.
Arap devesi tek örgüçlüdür, Asya develeri çift örgüçlüdür. İki örgücü vardır. Evet devam edelim. Bir de orman şekilleri var galiba hocam bildiğimiz kadarıyla.
Bu ekvator ormanına örnektir. Malazyanın en doğu eyaleti, Borneodasında Sama eyaletinde bir resim. Siz mi çekmiştiniz hocam?
Kina Malu dağı, oranın en yüksek dağı. Yanlış hatırlamıyorsam 6000 küsur metrelik bir dağ. Tepesinde kar ve muzul var. Büyük ihtimalle bulut muzul var. Ve oradan aşağıya baktığınızda inanılmaz bir manzaradır. Karların, muzulların arasından kesif bir ekvator ormanı, yemyeşil böyle uzanıp gidiyor. Keşke bütün dünya orman olsa diye içinizden geçiriyorsunuz. Yeşil kadar güzel bir renk yok. Bu renk, Müslümanlığın üstlenmesini şaşmıyorum.
İnsanın sarılıp öpesi geliyor. Bu kadar güzel bir şey olamaz. Ve nasıl oluyor da, nasıl oluyor da, insan olmayan bazı yaratıklar şu güzelliğe kıyabiliyorlar. Bu ormanı yok edebiliyorlar. Bu renkin düşmanı, bu renkin zıttı, vahşetin zulmün rengi boz. Bu adaletin hakkın rengi ise yeşil, boz da zulmün alçaklığın felaketin resmi olarak, şey bir rengi olarak görülmeli kanısındayım.
Özellikle bu ekvator ormanlarının hangi orman olursa olsun, ekvator olsun olmasın, yakılmasından sonra ortaya çıkan bir manzara var ki, yani intihar etme şeysini insanın adresine getiriyor. Çok çirkin bir görüntü. Çok, çok, çok korkunç bir şey.
Yakılmış bir ormanın bıraktığı izler, manzara. Şey bile çok acıdır, ağacın kesilmesi. Hep bana öldürülen bir insanın devrilişini hatırlatır. O malteyi vurunlar, o ağaç böyle insanca bir yıkılışı vardır.
Ağaç kadar güzel ve onun meydana getirdiği orman, ulvi bir tarafı vardır. Fıtrıydır değil mi hocam? Bizim beşeri tarafımızla olan en büyük bağ kurmamızı sağlayan bu doğadır. Ve biz o doğayla olan bağımızı kuramadığımız zaman başka bir varlığa dönüşmeye, daha başka bir varlığa dönüşmeye. İnsanlığımızı yitiriyoruz.
Yani doğal tarafımızı yitiriyoruz. Doğal olmayan da zaten ne varsa güzel değildir. Bunlar Güdaynabit ormanlar değil mi hocam? Doğal ormanlar. Bu büyük ölçüde öyle. Büyük ölçüde öyle tabii. Gittikçe daralıyor ve bu resim yanlış hatırlamıyorsam 93’te çekildi. O günden bu yana, bunu tam bilmiyorum ama başka birçok yörede girdiğim ormanlar yok edilmiştir. Şeyde Borneo’da. Hatta kabileler bile yok oldu. Kabileler de yok oldu. O yere batasıca enerji ihtiyacını giderme bakımında baraj kuruyorlar. O barajlar mahvediyor ortalığı. Yok ediyorlar.
Evet neyse ben daha fazla bozguncu ve yıkıcı şeyler söylemeden başka bir ormana geçelim. Evet. Başka bir orman şeklimiz varsa. Evet bu da başka bir yerli şekli.
Bu da ya Saravak’tan ya da galiba Saravak’ta. 1993’te çekmişim bunu. 11-5 1993’te. Bu ırmak boyunda Kuching denilen merkezi var Saravak’ın.
Oradan bir şey gidiyorsunuz. Eski bir misyon merkezine artık değil tabii misyon merkezi olmaktan çıkmış. Orası bir Hollanda sömürgesiyken misyon merkeziymiş Katoliklilerin.
Şimdi bir şey olmuş orası alışveriş merkezi ama yani AVM anlamında değil yerlilerin gelip Değiş Tokuş’ta bulundukları bir merkez durumundaydı. Benim dostum olan bir Çinli oraya mal götürüyordu. Beni de yanına almıştı. O vesileyle yol yoktu, kara yolu yoktu. Bu sol yoluyla gidiyoruz. Böyle uzun tekneler var. Bu teknelerin kıçına, teknelerde öyle denir kıç ve burun. Buraya motor takıyorlar. O motoru da böyle yani pervaneyi kastediyorum. Kaldırabiliyorsunuz. Su sıhlaşınca o böyle kaldırılabiliyor. Daha yüzeyde kalıyor o pervane ve bu şey tekne yoluna devam edebiliyor. Buradaki alanda yine ormanlık. Ekvator ormanına örnek gösteriyor ama bu tabii Hudaynabit olmaktan çıkmış. Hocam bir bayağı. Bunlar ekilmiş. Hindistan ceviz ağaçları. Çok uzunlar. O da dikkatli çok uzun ağaçlar diyorum. Tabii dev ağaçlar bilmiyorum. Var mı onun resmi? 50 metre aşan ağaçlar var. Yani ben eski kadim insanın dağ ağaca tapmasını anlıyorum da insana tapmak kadar korkunç bir şey düşünemiyorum. İnsana tapma çok bir bakış. Hah işte burada benim dev ağacım var. Bu bitkinin adını, çiçeğin adını unuttum. Bu Malezya’ya. Bir orkide çeşidi galiba. Orkide. Cetline rahmet orkide. Orkide ağaçlara tutularak yetişiyor. Bir asalat bitkinir. En fes bir şeydir orkide. Bu tabii doğal bir ortamda başka yerlerde yetiştiriliyor bunlar. Çok da pahalı bir çiçek galiba. Evet şu anda suni olarak üretilip. Üretiliyor. Malezya’nın başta gelen ihraç mallarından birisi olarak hatırlıyorum. Başka bir resmimiz daha var galiba hocam. Hemen onu da görelim.
Orman. Hah bu kim? Bu Amazon bölgesinde çekilmiş bir resim. Bu benden değil. Bororoların tatlığı papağan vardı. Arara. Bu yiyorlardı hatta. Yiyorlar yılda bir defa. Ruhunu kendilerine sindirmenleri.
O araralara örnektir bunlar. O papağanlar. Çok güzel. Çok güzel evet. Gerçekten harikulade. İnsanın öpesi geliyor. Baktıkça bakası öpesi geliyor hocam benim. Evet. Başka bir resmimiz daha var galiba. Başka ormanlara dair de görüntülerimiz vardı. Bildiğimiz kadarıyla yerleşim şekillerinin dışında.
Evet burası da yine 93 yılında çekilmiş. Evet bu yine aynı şekilde Saravak’tan bir manzara olacak. Ama bunun yapısı farklı hocam. Bu konut değişik. Bu kıyı boyunda yaşayan köy topluluklarının yaşadıkları bir konuta örnektir.
Bu tipik bir Malay evi. İndonezya’da ve Malezya’da bulacağınız, rast geleceğiniz bir ev çişidi. Çok güzeldir bunların mimarisi. Ama bundan tabi dediğim gibi önce gördüklerimizden çok daha farklı.
Artık medeniyet dairesinden telakki edebiliriz bu konutları. Bu yine ekvator ormanına örnek olacak bir manzara. Tabi her taraf batak, sulak ve suda yetişen bitkiler, ağaçlar.
Olağanüstü zengin bir bitki örtüsü ve buna da paralel zengin bir hayvan yaşayışı vardır burada. Çok çeşitli hayvanlar barınırlar. Evet değerli hocam, bunlar dan anlıyoruz ki çeşitli şekiller, çeşitli görelere ait farklı farklı yerleşim şekilleri, tabiat koşullarına dair farklı farklı yerleşim şekilleri görüyoruz.
Bu yerleşim şekilleri bizi nereye götürüyor? Şuraya götürüyor. İnsanın açıklanamaz izahı mümkün olmayan dehasına götürüyor. Her iklim şartına uygun konutlaşma var. Yerleşim yeri var.
Yani şu güzelim, güzeller güzeli gezegenin her yanına, her yöresine insanlar yerleşmiş güney kutlu hariç. Her tarafında insan var.
Ve çevresinin şartlarına uygun bir yaşama tarzını geliştirmiştir.
Başka bir deyiş de çevresini kendisine uyduruyor ama çevreyi günümüzdeki gibi olağanüstü değiştirmeden, tahrip etmeden bir yolunu bulup o çevreyle dost olmuştur.
En barışılmayacak iklim şartlarında bile çevresiyle uyuşmuştur. Hocam şöyle ilginç adetler görmüştük. Güney Amerika’da özellikle Güney Amerika yerlilerinde vardı bu alışkanlıklar. Mesela bir hayvanı avladıkları zaman o hayvanı direkt hemen vahşi bir şekilde yemiyorlar.
Önce ona bir takdis edip onu, değil bilmiyorum doğru oldu mu bilmiyorum ama onu takdis edip, onu teşekkür edip, ona teşekkür edip daha sonra onu yiyorlar. Bir ritüel. Bir ritüel halinde evet. Aynen. Kurban da öyledir ya, bizdeki kurban da öyledir. Yani hani kurban geçerken önce bir süslenir, müslenir hatta hani öyle bir gelenek vardır.
Bir saygı, ona dair bir saygı duyduklarının da bir göstergesi gibi onu yerlerken bir önce bir saygı bu nimetin farkındayız. Bu nimetin saygısını gözetiyor. İlkel denilen bu insanlar bugün gösteremediğimiz o duyarlılığı gösteriyor. Çünkü yaşanan ortam kutsaldı.
Her şey kutsallıkla iç içeği oluyordu. Kutsal olan ve olmayan ayırımı çok keskin bir biçimde ilk defa Hıristiyanlıkla ortaya çıkmıştır. Dünyvi ve uhrevi ayırımı.
Bunun dışında, bunun dışında kalan bütün dinlerde ve onları malı kültürlerde her şey mila kaydışat, her şey kutsaldır. Ve kutsal olanlara saygı gösterirler. Yaradılanı yaradandan ötürü sayma gibi bir deyiş vardır Türkçe’de değil mi? Evet. Bütün dinlerde olan bir olaydır bu. Din olayı kalktı mı o saygı da bitiyor. Yanlış hatırlamıyorsam Paulus’a izafe olunan, maazali Hz. İsa’ya da izafe ediyorlar ama İsa’nın söylemiş olacağını hiç sanmıyorum. Biz gene Paulus’a geri götürelim. Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya. İşte bu ayırım şeyi beraberinde getiriyor. Kutsallığın sonlandırılma olayını, rafa kaldırılıyor rafa kaldırılma olayını. Bunu işitmişimdir herhalde. Dediğim gibi ya bunu Paulus ama İsa’nın söyleyeceğine ben ihtimal vermiyorum. Yakıştıramıyorum. İsa’ya. Olsa olsun Paulus söylemiştir. Aziz Agustin söylemiş olabilir mi hocam? Yok. Daha geç bir dönem. Evet devam edelim isterseniz. Evet hocam. Biz yine tekrar yörüngemize dönelim isterseniz. Tamam olur. Biz şimdi gelelim şehre. Geçen konuşmamızda artık şehrin satım hainine girdik. Evet. Burada biz şehre söz konusu edelim. Şehre yapısından bahsedelim. Burada i’den iye üretimden kopan bir kesimden bahsedebiliyoruz. Bu yönetici zümresidir. Ve yöneticiler iki şeyi üstlenmişlerdir.
Bir, soyluluğu. Soyluluğu. İki, ruhbanlı, rahip soylular bunlar. Onların altında, kuruicular, bekçiler, muhafızlar. Ne derseniz deyin.
Ve nihayet, üreticiler gelmektedir. Üreticiler ya tarımla uğraşıyorlar, ya hayvancılar, ya da teknik aletleri imal eden zaraatkarlar. Zaraatla uğraşan kişilerdir.
Bunların dışında, asıl önemli üretici kesim kölelerdir. Kölelerdir. Evde çalıştırılan köleler var, hizmetkarlar. Bir de tarlalarda iş görenler var. Başka soylardan olmaları öncelikli olarak gözetilen bir şart mı hocam? Bunlar ya düşman kavimlerden esir alınmış kişilerdir. Ve onların ahvadı, onların çocukları, torunları.
Ya da kendi topluluğunda yaşayıp cülüm işlemiş, suç işlemiş, mahkum olmuş ve köleliğe terk edilen kimselerdir. Şehirler geniştikçe, büyüdükçe bu dediğim sınıflar daha bir belirginleşiyor, daha bir katmerleniyorlar.
Ve şehirler, şehirler, bütün şehirler değil tabii, kimi şehirler milattan önce dördüncü binde yepyeni bir biçime bürünüyorlar. Yepyeni bir biçim, görülmemiş bir şey ortaya çıkıyor. Sümerlerden bahsediyoruz, devlet. Sadece sümerde çıkmıyor devlet.
Devlet daha önce bahsettim, mililli coğrafyalarda gözüküyor. Doğu Çin’de Sarı Irmağan, denize kavuştuğu mıntıkada efsanevi kurucusu Fuhi olarak geçer.
Ne kadar gerçektir bilmiyoruz. Büyük bir bilge, Çin bilgeliğinin babası sayılır. 2900’lerin başlarında yaşadığı, yani 3. binin sonlarında ortaya çıktığı düşünülüyor.
Çin devletinin tarihi öz yapısını tasarlıyor. Tabii o günlerde yazı yok. Ağızdan kulağa nakledilen bir gelenek var. Bir başkası 4. bine tarihlenen, şurası Indus Irmağı, şu Muhaccio Daro denilen bir mıntıkada. Tam olarak bunların soyunu bilmiyoruz.
O tarihlerde Hindistan’ın ahalisini oluşturacak Hind Avrupalılar, ariler henüz buraya intikal etmemişti. Onlar 3. binin sonu, 2. binlerde gelecekler.
Dravid ömür, Hindlerin ömür kavmi, Karatenliler, Dravidler o tarihte buralarda var mıydı, yok muydu bilmiyoruz. Bu tam olarak tayin edemediğimiz bir olay. Dillerini de bilmiyoruz. Yazı yok çünkü. Ve nihayet hep bahsettiğimiz Sümerler. 3. binin başlarında, 4. binin sonlarında bu bölgede, burası Elam bölgesidir. Şurası Elam bölgesi.
Zaros dağları böyle geliyor, Zaros dağları. Zaros dağlarıyla Masro körfizi arasında bir düzlük var. Bu Elam bölgesidir. Daha sonra orada zaten Elam devleti de kurulacaktır. Sümerler bu mıntıkaya yerleşiyorlar. Onların da aslının ne olduğunu bilmiyoruz.
Hocam yazı olmasına rağmen niye bilemiyoruz hangi nereye ait olduklarına. Şimdi birincisi, herkes kendine mal etmeye çalışıyor. Avrupalılar, Hint Avrupalıdır diyor. Taklitçi olduğumuzda ütünü, başkaları ne diyorsa biz de onu Papağaz şeysiyle Türk diyoruz. Yazı daha sonra ortaya çıkıyor. Yok o yazıdan çıkartamıyor muyuz? O yazıdan o dili ne türden olduğunu tam tayin edemiyoruz. Neden edemiyoruz? Henüz dillere gelmedik.
Ama şöyle diyeyim, biçim itimariyle diller sınıflandığında kelime köklerini, söz köklerini tamamıyla değiştiren diller vardır. Hint Avrupa dilleri bunlara örnektir. Söz köklerini tanınmayacak derecede değiştirirler. Bu Hint Avrupa mesela İngilizcede to be olmak, mar olmak daha doğrusu onun geçmişi ay vaz, o vazla bi arasında hiçbir bağlantı yoktur. Tamamıyla kökü değişiyor. Başka birçok örneklere de verebiliriz. Kısmen köklerini değiştirenler var, Sami dilleri, bu da örnek diller.
Celese diye kökü odur kelimenin sözün. Oradan meclis de çıkar mesela. Az bir değişiklik ortaya çıkıyor. Köklerini hiç değiştirmeyen diller vardır Türkçe gibi.
Sonra gör, kökünden görmek çıkar, görümce çıkar, görenek çıkar filan filan bir sürü takılarla yeni sözler üretebilirsiniz ama kök değişmiyor. Ondan sonra kökünü değiştirmeyip takıda olmayan diller var.
Çin, Tibet dilleri buna örnektir. Bir de cümle kuruluşuna bakılır. Nesle, tümleç, yüklem, özle veya tersi özleden başlayıp gider şeyler vardır.
Bu saydığın ve saymadığın özellikleri olduğu gibi yansıtan bir dil, Sümerlili. Neredeyse bütün Nil özelliklerini mağarında toplamış, olağanüstü zor, karmaşık, yüklü bir dildir Sümerci.
Bu sürü sorunlar, bütün diller buradan mı çıktı? Bazıları bunu itna ederler. Alt Babil ve Üst Babil dediğimiz iki bölgeden oluşuyor. Sümerci o kadar karmaşık ve o derece gelişmiş bir dil ki ilk olması mümkün değil.
Çok zengin bir dil, öyle diyeyim. Müthiş zengin bir dil. Yani insanlık o aşamaya gelinceye değil, baya yol kat etmiş olması lazım. Evet. Bir şey diyordu anlamadım. Alt Babil ve Üst Babil dediğimiz iki bölgede zannediyorum ki, Sümerlerden bahsederken, Alt Babil ve Üst Babil dediğimiz iki yerleşim yerinden bahsediyoruz.
Orada konuşulan dillerin şöyle birazcık fonetiğine baktığımızda, ben dinlemiştim birkaç defa, Akatça ve Sümer, Akatça, Hasurca dediğimiz iki farklı dili dinlemiştim. Sümerceden türediğini iddia ettikleri, yani dil uzmanlarının iddia ettikleri iki dil yapısından bahsediyoruz. Çok ciddi anlamda mesela Arapça ve Farsça’ya benzerlikler gösterdiğini, bugünkü Arapça ve Farsça’ya benzerlikler gösterdiğini fonetik olarak algılayabiliyoruz.
Cahitciğim şimdi bu dediklerinin Mabil, Asur, ne bileyim ben, Felike filan bunlar Sami dilleridir. Akatça da kezerse, medik diller. Bunlar Sami dilleridir. Sümerci’nin hiçbir bağlantıları yok. Sümerci Sami dil değil. Dediğim gibi hangi sınıfa girer onu bilmiyoruz.
Bilmiyor. Şimdi Avrupa dili değil, Sami değil. Bizimkilere iddia ettiği gibi Türk dilini değil. Ne olduğunu bilmiyoruz kısacası. Bu bir. İlk medeniyet dili olması itibarıyla o medeniyetten türemiş bu Sami dillerinin ondan çok yararlanmış oldukları muhakkak yani oradan.
Medeniyete iltihak edenler o medeniyetten çok şey alırlar. Burada da o Mabil, Akat, Asur filan falan Sümerci’den çok yararlanmışlar. Biz nasıl Arapça’dan Farsça’dan almışız daha sonra Fransızca’dan almışsak onlar da o Sümerci’den almışlar. Ama bu dillerin akrama olduğunu yani Sümerci ile öbür saydıklarımız arasında akramalık mağabes olduğunu göstermez. Bir akramalığı yoktur. Ömürleri tekrar ediyor. Onlar biliniyor. Onlar Sami dilleridir. Arapça, İmranca gibi Aramcay gibi Sami dilleridir kesin onu biliyoruz.
Ama bu Sümerci’nin ne olduğunu tekrar ediyorum. Nereden geldiklerini, bu bölgeye nereden intikal ettiklerini bilmiyoruz. Aktenlidirler o muhakkak. Ama Aktenli’nin de çeşitli sınıfları var. Kafkasyalı mıydılar, Hint Avrupalı mıydılar neydiler bilmiyoruz. Sadece Aktenli oldukları muhakkak orada bir şüphe yok. Şimdi bunlar 3. binlerin başlarında tarihteki ilk devletlerden birini kuruyorlar. Bu devletler, tarihte kurulan bu ilk devletler, Çin’de, Kint’te, Sümer’lerde nasıl devletlerdi? Ne demek bunlar? Neye tekabül eder? Bir merkez var.
Hocam ona gelmeden önce şunu sorabilir miyiz? İnsanlığın devlet gibi bir karmaşık organizasyonuna olan ihtiyacı neye binaen oluştu? Neden insan devlet kurmak zorunda kaldı? Birazcık bundan bahsetsek mi? Açık bir ihtiyaç görmüyoruz. Tak diye böyle parmağımızı üstüne bastıracağımız bir ihtiyaç noktası yok. Ama daha önce, defalarca bahsettiğimiz kalamalıklaşan bir şehir var. Bu şehrin ahalisi mütecanist değil dedik. Değişik soylardan gelen insanlar var. Bu insanların değişik soydan geliyor olmalarının sonucunda anlaşma güçlükleri var.
Farklı görenekler var. Bu görenekler arasında bir mağın kurulması gerekiyor.
Aynı çatı altında yaşayabilsinler. Daha önceki dilimsel mağlanık, dilimsel mağlanık, miyotik mağlanık sökmüyor. Bu bize bugün çok yabancı gelen bir şey.
Farklı bir soydan geliyorum falan aklımıza bile gelmiyor bundan. Her şeyden önce evlenme imkansızlığı vardı. Aynı soydan gelen insanları. Ona da ileride geleceğiz. Evlenmelerde toplum içi, toplum dışı, endogami ve exogami. Exogami, evlilik söz konusuydu. Burada uzun süre endogami yani toplum içi, evlenme olayı vardı.
Şimdi farklı soylardan gelen insanların bir arada yaşamaya başlamasıyla birlikte bunu durduramıyorsun artık. Bunu önleyemiyorsun.
Bizde gördüğümüz, karşılaşıyoruz, aşık oluyoruz, sevişiyoruz, işte evleniyoruz bilmem ne böyle bir şey yok ya ortada. Yani onlar masallarda hikayelerde var. Leyla ile Mecnun falan şeyleri, Romeo Juliet hikayeleri falan yok öyle bir şey.
Büyükler, aile tayin ediyor kiminle evleneceğini. Büyük ölçüde de bu akraba evliliği oluyor ve böyle gidiyor, yürüyor bu işler.
Zaten en son veya en az vuku bulan bu şehirlerde karışık soydan gelenlerin evlenmesidir.
Bunlar ticaret yapıyorlar, bunlar iş birliğinde bulunuyorlar, birlikte yaşanıyor, yeniyor, içiliyor falan ama yine de evlenmeye gelince şey yapılıyor. Soyları karıştırmıyorlar. Konut geldi mi bilmiyorum o resim, demin galiba geldi, göbekli tepe mi dedim bir şey. Dikkat ederseniz konutların etrafında hep duvarlar vardır. Bunu biz hep İslami mimariye mahsus görürüz değil, bütün eski toplumlarda harem ve selam vardır.
Mahremiyet. Dışarı kadınlar gösterilmiyor. Şeyden itibaren şehir yerleşimlerinden itibaren zaten şeyde lüzum yok, kolar göçer yaşarken kim kimi görecek ki. Öğrenler hep tanıdık yani aynı kabilenin şeyleri.
Tabii ki. Bu şeyden itibaren yerleşim hadisesi baş göstermesinden itibaren konutlar harem ve selamlık olarak ayrılıyorlar.
Bu ayırmayı başaracak, becerecek gelir seviyesine ulaşılmadığı takdirde yani ev çok küçük kaldığında benden olmayanı ben misafir olarak kabul etmiyorum. Evime getirmiyorum. Atabiliyor muyum?
Yani o misafir, perverlik falan bunlar da çok geç yağda özellik ne de tek Tanrı’nı dinlerin ortaya çıkışıyla belirmiş olaylardır. Öyle çok eskilere giden bir tarafı yoktur. İnsanlar misafir sever falan değildiler. Bunlar hep şehir efsanelerindirler.
Yani yabancıyı sevmiyor, yabancı istemiyor. Bunların hepsi bütün bu söylediklerim Tanrı misafiri kavrayışı tek Tanrı’nı dinine gelmiş bir olaydır. Pek tutmadığım sevmediğim bir ıslılahtın ama İbrahim’i dinler dedikleri olaylarla tecessüm etmiştir. Halil İbrahim sofrası diye de meşhur bir sofra işidimiz vardır.
Şimdi bu kadar genişleyen ve değişik unsurlardan oluşan bir topluluğu bir arada yaşatma sanatıdır devlet.
Yine de bu ilk devletler önemli ölçüde mütecanis ve tıkızdırlar. Çok yaygın değildirler. Ortada bir merkez vardır şehir. Şehir devleti gibidirler değil mi hocam?
Şehir devletidir. Bir merkez var. Bu merkez idare ve tapınma odağıdır. Merkezde din de var yani.
Din var. Değişik boyların yahut da obaların beraberlerinde getirdikleri farklı dinler meczedilir. Buna ilahiyatta eklektizm denilmiştir. Bir araya getiriyorlar elden geldiğince.
Her dinin dinden birtakım unsurlar, hani yemeklerde tuz koyuyorsun, biber koyuyorsun, salça, zıvırdı. Onun gibi birleşik, sentetik bir din belirmeye başlıyor. Merkezi bir din. Bunu yapmalarının sebebi nedir hocam? Başka türlü yaşatamazsın. Nasıl yaşayacaklar? Ortak bir bağ oluşturmak lazım. Dedik ya, dilimsel yaşayıştan ülküsel yaşayışa geçiliyor. Biyotikten ideale geçiliyor. O idealin esası din oluyor. Daha önce de öyleydi. Burada soy ağırlığını git gide kaybediyor. O yüzden bunu artık tamamen ülküsel bir toplum yapısı diyoruz. Soy merkezlikten inanç merkezliğine.
Ülkü merkezine geçiyor.
Dinin beraberinde getirdiği daha önce yalnızca birtakım manevi ilkeler söz konusuyken, o manevi ilkeler burada maddeyeleşiyorlar. Bu merkeze bağlı bir toprak parçası çıkıyor karşımızda. Merkezin hükümran olduğu, hüküm ferma olduğu bir toprak parçası var.
Bu toprak parçasını başka topraklardan ayıran çizgiye hudut diyorlar.
Bu hududun içinde kalan topraklarda yaşayan var olan irili ufaklı yerleşim yerleri var. Köyler, kasabalar.
Onların da kendi idareleri var ama genel idare merkezdedir. Bu merkezde hocam ticaretten de bahsedebiliyor muyuz? Merkezde tabi ki ticaret var. Bunlar üreten yerleşim merkezleridir. Ürettikleri merkeze gelir. Merkezde bu sergilenir.
Buna pazar demişlerdir. Bu pazarda alışverişe gelen insanlar şu toprakların içinde olduğu kadar dışarıdan da gelenler var. Demek ki burada yerli ve yabancı ayırımı ortaya çıkmaktadır. Bu merkez aynı zamanda o üretenlerden vergi de alıyor mu? Var mı ilk şeyde şeyde? Şimdi burada resmen bir üretim var. Tanım var, hayvancılık var. İhtiyaca cevap verecek şeyler, besim maddeleri en başta ortaya konuyor.
Buna üretim diyoruz. Ayrıca doğrudan beslenmeye yönelik olmayan ama bu besim maddelerinin ortaya çıkarılmasına yarayan alet edevatın da üretimi vardır. Ona imalat diyoruz. Bugünkü Türkçe’de bütün bu ayınımlar merhaba olmuşlardır.
Hiçbir şey artık neyin ne olduğu belli değil ama üretim çeşitlere ayrılıyor ve bunlardan birisi imalattır. Kolutlar meydana getiriliyor ya da sulama için arklar açılıyor. Buna inşaat deniliyor.
Tanım üretimi mahsulattır. Mahsulleri topluyorsun, hasıl ediyorsun. Bunların hepsini dediğim gibi ihtiyaçlara göre devir teslimi var. Tabi paradan önce, çok geç bir çağda çıkacak, 770’te bizim burada Lidya’da ortaya çıkacak. Ondan önce mal ve mal değişik tokuşu, takas söz konusudur.
Paraya tekamül edebilecek bazı madenler tespit ediliyor. Bunların da başına altın geliyor. Malların değerini ölçme bağımından. Bir ölçme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Yazıdan önce ölçme var. Ölçü ver, belirleniyor.
Diyorsanız hocam, o ölçme kısmını da bir sonraki programda inceleyelim. O ölçü kısmına, devletin ana yapısını oluşturan kısımların nasıl oluştuğuna ve nasıl işlevlere sahip olduğuna dair, ilk devletleşme yapısından bahsettik, Sümerlerden bahsettik ve Çinlilerden bahsettik.
Bu devlet yapılarının nere haiz olduğunu, neler yaptıklarını, nasıl ölçü birinde sahip olduklarını, detaylarıyla sonraki programlarımıza dilerseniz girelim. Olur, öyle yapalım. Çok teşekkür ediyoruz hocam. Ağzınıza sağlık. Yine keyifli, feyizli bir program oldu. Ben de iyi akşamlar diliyorum sayın seyircilerimize. Gelecek programda yeniden bir arada olma dileği ve umuduyla. Evet, felsefe söyleşilerinden bugünlük bu kadar.
Yeniden bir arada olmak dileğiyle, hepinize mutlu günler diliyoruz efendim. Hoşça kalın.
Hoşça kalın.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir