Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Eğitim, Edep ve Adab-ı Muaşeret | 3. Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=svWze1DrxsQ.
İNTRO Türkiye’nin Tek Kültür Sanat kanalı TRT2’den hepinize merhabalar. Felsefe Söyleşelerinde yeniden karşınızdayız. Kaybolan ufkumuzu aramaya devam edeceğiz.
Ve bu ufka ararken tabi ki serdümenimiz Feiz kaynağımız Prof. Dr. Şaban Teğumanduralı stüdyomuzda olacak her zamanki gibi. Aynı zamanda stüdyomuzdaki diğer konuklarımızı da takdim edeyim sizlere. Editörümüz Beytullah Çakır, etki çağ dilleri ve kültürlerinden, Dr. Eyüp Çoraklı hocamızda, aramızda kendi katkıları ve diline dair ayrıntılarla programımıza renk katacak.
Çünkü malum Yunan dili ve Latin dilleri, felsefenin temel dilleri bu konularla ilgili paylaşımları tabi ki Eyüp Çoraklı hocamızda soracağız. Eyüp hocamızda soracağımız yine sorular da olacak. Hocamız geçen bölümlerde özetlemek gerekirse insan ve beşer ayrımından bahsetmişti. İnsan nedir, beşer nedir bu konuya temas etmiştik. Daha sonrasında insanın alet kullanmaya başlama sürecinden bahsetmişti. Ve ateşi bulma sürecine değinmiştik fakat insanın başka bir insan tarafından eğitilmesi konusu bizim için çok çok ehemmiyet arz eden bir mesele. Bu meseleye geri dönmek istiyoruz çünkü eğitim en önemli meselelerden bir tanesi. Evet hocam ilk çağda eğitim nasıldı? Daha doğrusu insanlığın başladığı o çağlarda insandan beşerden insana daha doğrusu geçtiğimiz tekamül etmeye başladığımız dönemlerde eğitim nasıldı diye sorarak başlamak istiyorum programımıza.
Efendim iyi günler diliyorum. Seyircilerimizi saygılarımla selamlıyorum. Eğitim insan olmanın başta gelen unsurudur, etkenidir. Eğitimden daha önemli hiçbir şey olamaz insandaşmada. Hangi öbekte yer alırsak ya alalım hangi eğitim seviyesinde olursak olalım mutlak suretle eğitilmiş olmamız gerekiyor. Geçen konuşmamızda eğitimi yakın çevremizde almaya başladığımızda söz etmiştik. Evet hocam. İşte en başta anne baba ve ailenin öteki fertleri bu sırayla gider abiler ablalar teyzeler amcalar dayılar vesaire. Ve nihayet nerede yaşıyorsak obada köyde mahallede bugün hiçbiri yok tabi.
Günümüzde ne ova kaldı ne mahalle kaldı ne köy kaldı gitgide aile de ortadan kalkıyor. Ne yazık ki bu bakımdan şu sorulabilir.
Günümüzde eğitim sürüyor mu sürüyor tabi sürüyor ama alışılmış eğitim biçimlerinden geçmiyoruz artık günümüzde. Bu biraz önce saydığım birimler ortadan kalktıkça onların sağladığı eğitim biçimleri de yok olmaya başlıyorlar.
E eğitimin içini dolduran olay terbiye dir. Burada yine Türkçe’ye metiye düzeceğim. E çok ayrıntılı hallerin bizde kelime karşılığı vardır. Evet.
Eğitim genel olarak verilen yedirilen bir hareket davranma biçimidir. Onun içini dolduran ayrıntılar terbiyeye tekabül etmektedir. Buna edeplendirme diyebilir miyiz hocam? Edeb daha genel ona da geleceğiz.
Bunlar karıştırılıyor çok haklısınız. Edeb terbiye ahlak karıştırılan şeyler aslında birbirlerinden farklıdırlar. Eğitim toplumdan topluma çağdan çağa değişir. Dolayısıyla onu dolduran terbiye de değişmektedir. Ama ahlak değişmez değil mi hocam? Edeb değişmez. Çok önemli bir nokta hocam.
Özellikle tek Tanrılı vahiy dininin, vahdet vahiy dininin ortaya çıkmasından itibaren edeb cihansumul hale gelmiştir. Evrensel hale gelmiştir. Ve değişmez birtakım biçimler kazanmıştır. Ama onlara şimdi gelmeyelim. İsterseniz eğitimin kazandırdığı terbiyeye bir örnek vereyim size. Lütfen hocam. Çok basit bir ufak bir örnek. Mesela bizim aldığımız eğitimde gençliğimizde… Modelleme yapacak hocam. Evet modelleme izin verirseniz. Estağfurullah hocam buyurun lütfen.
Mesela şöyle bir erkeğin apışını açıp böyle oturması çok büyük bir terbiyesizlik. Bunu benler de ilk defa bilincine vardım. Yıl 1974’tı galiba. Öyle bir şey olması lazım.
O dönemde Halk Partisi ile Milli Selamet galiba Milli Selametti. Çünkü o kadar çok değiştirdi ki Rahmetli Erbakan’ın partisi. Unuttum şimdi. Milli Nizam da olabilir hocam. O dönemde o tarihte. Bilmiyor şimdi tam Milli Nizam galiba biraz daha önceydi. Tamam bilmiyorum yani seyirciler daha iyi bilirler.
Bunlar bir karba hükümet kurdular. Bülent Ecevit başbakan Erbakan da yardımcısıydı. Necbettin Erbakan da yardımcısıydı. Bülent Ecevit bir basın toplantısı veya mülakat sırasında böyle oturuyor.
Şöyle oturuyor ve konuşuyor kendisiyle mülakat yapan kimseyle konuşuyor. O zaman televizyon çok yeniydi. Siyah beyaz. Babam da böyle ayakta durmuş seyrediyordu ekranı. Başını salladı. Yahu dedi. Karıştırıyor dedim ya edep, terbiye. Bugün tamamıyla unutulmuş bir laftır. Müetteb. Terbiyeli, edepli anlamına geliyordu. Yahu dedi. Şu adama bak ne kadar müetteb dedi. Bayağı iyi bir aile terbiyesi almış olmalı. Oradan. Oturma biçiminin terbiyeyle yakın ilişkisini gördüm. Çok basit bir şey. Oturma ya. Ondan sonra. Aradan zaman geçti. Askeri gittim filan. Polatlı Topçu Okulu’nda Türkiye’nin en disiplinli asker okulu.
Bize bir Almay ders veriyordu teorik dersi. Topçuluk üzerinde belki de trigonometri. Unuttum şimdi onu. Dedi ki Amerika’ya geldiğimde beni dedi şey çok çarpardı. Adam geliyor dedi. İzin saatleri sırasında kumandanının karşısında ayaklarını masanın üstüne koyup sohbet ediyordu.
Sonra dedi gördük dedi. Görev saati başladığı anda o resim tamamıyla değişiyordu. Sanki o gelip ayarını masanın üstüne atan o değildi. Bambaşka bir fırlıyor ayar hazır ola geçiyor. İşte disiplin neyi gerektiriyorsa onu yerine getiriyordu.
Şimdi terbiye hayatımızın her köşe bucağını kaplayan bir olaydır. Bütün hal ve tavırlarımızı belirler.
9-2000 galiba ne 2000i hala tarihleri bir türlü şey yapamadım. 1993’te Tayland’ın kuzeyinde Çangmai diye bir şehir ve bir bölge var. Orada 6 kişilik bir öbek ile yolculuk ediyordum. Kâh fil sırtında, kâh yaya şeylerle, akarsularda da. Anolarla. Evet. Teknelerle gidiyorduk. Bir gün 7 saatlik bir yürüyüşten sonra rehberimiz bizi bir köye evine götürdü. Orada dinleniyoruz ve yemek yiyeceğiz.
Aramızda biri, bunlar hepsi Avrupalı, Amerikalı, Avustralyalı aynı şey demek zaten Avrupalı diyelim hepsine. Ayaklarını aldı, kısa bir pantolonu vardı, duvara dayadı. Yalnı ayak, baldır, bacak ortada böyle duvara dayadı.
Ev sahibesi ile rehberimiz aralarında fiskos ediyorlardı. Dikkatimden kaçmadı. Yanaştım dedim ki ne oluyor dedim, ne konuşuyorsunuz dedim. Önce bir tereddüt etti rehber ve daha sonra dedi ki,
çok ağrımıza gidiyor bu dedi, nedir ağrına giden gösterdi işte bak ayağını, bacağını, duvara dayaması, ulu orta. Bu çok ayıp bir şey bizde dedi. Neyse sonra yanına gittim onun, dedim ki böyle böyle biz burada misafiriz, farklı bir toplumda yaşıyoruz. Böyle davranma dedim indir o ayaklarını aşağıya ondan sonra. Yanaştı bana şey rehber dedi ki, ya siz aynı yerden geliyorsunuz dedi, sizin tavrınız ile onun davranışı ne kadar farklı dedi. Çünkü farklı kültürler. Ben dedim aynı yerden gelmiyoruz, biz aynı memleketin çocuğu değiliz dedim. Evet dedim tip olarak benzişi biliriz ama dedi biz çok farklıyız diye, diyerek kendimi temize çıkarmaya çalıştım. Tabi ben bir iltizam, mahsus oturduğum gibi oturmuyordum. Çocukluğumdan alıştığım bir, alıştırıldığım bir şey vardı. Belki onun da toplumunda bu davranış ayıp sayılırdı ama o benden çok gençti artık orada öyle bir şey kalmamış olabilir. Ben o öbeğin en yaşlısıydım, onlar 20’lerinde filan genç adamlardı, sporcuydular. Dediğim gibi ben 40 küsür yaşındaydım ve onlara oranla çok yaşlı sayılırdım.
Benzeri bir başka olay yine bu Çanmay’da. Bir Budacı tapınağında Buda heykellerini seyrediyordum. Ormanın içinde nefis bir manzarası vardı. Ormanın içinde altından dökülmüş Buda heykelleri.
Ben böyle gayet sessiz, nefis bir ortam seyrediyordum. Birden arkamda o sakız çiğneyen adamların dilini işittim. O rezil dünyanın en çirkin dilini Amerikanca. Yani kızışmış mart kedilerinin çıkardığı seslerle arkamda bu şeyler işitiyorum.
Fonetik olarak da rahatsız edici bir fonetikle. Ferak etmiş. Herhalde bundan daha çirkin bir dil yok. Ondan sonra içimden lanet yağdırarak şöyle döndür, soluma ne derse sağdan değil, solumundan böyle dönerek bakacağım kim bunlar bu huzuru kaçıran barbarlar. Ve ben böyle dönerken köşede oturan bir rahiple göz göze geldi.
Bunu daha önce fark etmemiştim. Köşeye sinmiş, bana bakıyor. Bana baktığından ötürü ben de yanına gittim. Merhaba merhaba bir şey mi var dedi. Var dedi. Bunlar dedi tapınağa, mabede ayakkabılarıyla giriyorlar dedi. Bu olmaz dedi. Bizim bütün terbiye kurallarımızı merhaba ediyor dedi. Döndüm dedim ki burası bir mabetdir. Ayakkabılarınıza giremezsiniz dedi. Tabi ben de buna alışığım. Camiye ayakkabıyla giremediğine göre oraya da ben girerken çıkarmıştım. Yani bunun terbiye zamanla kendiliğinden işmeye başlar. Üstünde düşünmüyorsun artık. Meleke haline geliyor. Evet. Hocam bu bilgilendirmenin en önemli aşamalarından bir tanesi diyebilir miyiz? En önemli değil. Başta gelenin. Başta gelenin. Bu olmadı mı yaşayamazsın. Evet.
Söyledim bunları neyse çıktılar ayakkabılarını foray ettiler. Ben tekrar döndüm heykellerime ve yine de o iğrenç sesler gelmeye başladı kulağıma. Tekrar döndüm ve yine göz göze geldik rahiple. Ulan dedim ne var gene dedim. Yanına gittim. Ya dedi bunları dedi bir uyarsanız dedi.
Hanımlar için başları omuzları açık dedi. Örtseler dedi. Tekrar döndüm dedi ki böyle böyle buraya başınız ve omuzlarınız açık giremezmişsiniz. Maçlar kalayı sayarak söverek çıktılar. Artık dediler biz buraya gelmeyeceğiz dediler. Ben de canıma minnet dedim.
Ondan sonra döndüm rahip e dedim ki ya dedim niye siz söylemiyorsunuz dedim işte aynı dili konuşuyorsunuz dedim. Peki hala söyleyebilirdiniz dedim. Bana niye siz daha iyi söylersiniz herhalde dedi onlardan olduğunuza göre yine aynı noktaya geldik onlardan değilim dedim. Filan işte neyse biraz sohbet ettik neredesiniz ne yapıyorsunuz falan.
Eee oranın terbiyesinde. Tayland’da. Eee karşı çıkmak itiraz etmekte ayıp bir şey. Kalkıp da onlara ya böyle gelemezsiniz ne sanıyorsunuz filan falan diyemez.
Ne yapacağını şaşırdı o yüzden beni görünce orada oranın terbiyesine uygun bir biçimde durduğumu seyrettiğimi işte baktığıma filan o heykelere yanlayak üstüm başım tertipli filan. Benim onlardan farklı olduğumu ama onlardan da olduğumu düşünerek.
Hocam anladığım kadarıyla sizi tipoloji olarak onlara benzettiği için sizi de aynı tipoloji içinde tuttuğu için böyle bir benzetme yaptı. Fakat sizin müeddeb tavrınızdan az önce ifade ettiğiniz müeddeb tavrınızdan ötürü de size söyleme ihtiyacı hissetti o topluluğun içindir. Kendi söyleyemediğini terbiyesinin izin vermemektiği o söyleme işini bana devretti.
Nasıl olsa dedi bu terbiyesizlikleri bilir bu adam her ne kadar terbiyeli görünüyorsa da o terbiyesizliği gösterebilir. Düşüncesindeydi kanaatinde dolayısıyla işi bana devretti.
Bir kültürden başka bir kültüre geçerken en zor olay o yeni geçtiğiniz intikal ettiğiniz kültür çevresinin terbiyesini görmektir.
Şimdi biz bu anlamda son derece olumlu aklın almayacağı derecede müsait bir konumdayız. Türk olarak.
Biz o tarafı da anlayabiliyoruz bu tarafı da anlayabiliyoruz. Çok garip bir şey. Bunu ben defalarca hayatımda gördüm. Tabii bir birikimin ürünü hocam yani yıllar boyunca bahsetmedik ama Türk’ün.
Dünya seyahatinden devre alem seyahati eskiden öyle bir tabirimiz vardı devre alem seyahati derdi hatta öyle romanlar okurduk çocukluğumuzda iki çocuğun devre alemi filan 80 günde devre alem devre alem evet şuradan kalkmışız.
Böyle buralara kadar bütün eski dünyayı bakın bir de buralara çıkmışız bir de buralara inmişiz buralara gelmişiz. Bunun yarattığı ve bugün düşünemediğimiz muazzam bir birikim var. Ve bu yayılmanın da dünya üzerinde bir örneği daha yok. Yok.
Üstelik devletleşerek yapıyoruz bunu daha bir enteresan her geldiğimiz yerde devlet kurmuş. Başka göçebe devlet toplumları görülmüyor değil mi hocam dünya benim gördüğüm kadarıyla bu kadar böyle bir olay yok ama moğollar birazcık hani göçebolla yerleşemiyorlar çekiliyorlar. İngilizler gittikleri yerlerde yerleşmişler ama hep ingiltereye bağlı kalmışlar.
Oysa biz çıktığımız yere bağlı kalmamışız. Çok önemli bir şey hocam bu gittiğimiz yere yerleşmiş devletimizi kurmuş ve eski bir tarafa atmışız. Kimse bugün artık kalkıp da eee molistanın kuzeyinden ne bileyim ben şu bölgeden. Mahseder değil bahsetmez olmuşuz yani unutmuşuz tamamıyla bizim maşeri hafızamızdan çıkmış oralar. Ama görüp yaşadıklarımızın tortusu kalmış içimizde. Bunu o kadar değişik yerlerde gördüm ki hayretler içinde kalır insan.
Eee meksika yerlilerinin mazı terbiye unsurları afganistan ne bileyim ben molistan.
Ve Balkanlar da haliyle eee hata yaptırmadı bana çünkü eee büyük çapta kültürlerde yanlış yaptığınızda bağışlanmaz. Çok fena cezalandırırlar.
Yani ne diyelim hoşgörü çok yeni eee ve farklı bir coğrafyaya bağlı bir hadisedir. Bunu yani işte yeni çağ avrupasında ortaya çıkmış ne bileyim ben on sekizinci yüzyılda filan bu laf edilmeye başlanmış. Daha öncesinde hoşgörüden önce tahammül gibi bir kelimemiz vardı zannediyorum ki hocam.
Eee bu bir açıkta bir anlam islamda vardır. Evet. Hatta hoşgörü ayette geçiyor Allah’ın buyruğudur. Elçisine söyle onlara sizin dininiz size benim dinim bana bu işte hoşgörünün merkezini temel ilkesini oluşturur. Bu olay müslümanlığın yayıldığı bölgelerde yer etmiş değildi. Evet. Anlattım biliyor muyum yani bu ne diyeyim size teorik alan bir hadisedir. Büyük ölçüde. Şimdi eee bileceksiniz ki o kültürü meydana getiren doku yani terbiye, terbiyesini tanıyacaksınız ki şey yapmayasınız hata işlemeyesiniz. İşte çıktığım kaynak. Menşe beni böyle bir hatadan hep alıkoymuştur. Çok kerede teğet geçmişimdir. Bir sürü örnek verilebilir ama şimdi yeni değil. Bu değişiyor da bu. Bu çok önemli bir nokta. Bunu belirtmeden geçmeyelim. E affınıza sığınıyorum artık burada genel bir konuşma yaptığımızda göre her şeyden bahsetmemiz icap eder.
Giyilme ve af buyurunuz yerlenme tabi çok ayıp şeyler değil mi? Toplum içinde evet bizim toplumumuzda şeyde de öyledir. Avrupa’da da öyledir. Çok felaket bir şeydir. Hatta bildiğim kadarıyla hocam Almanya’da özür diliyorum. Yerlenmek çok ayıp karşılanan bir şey değil ama geyirmek çok ayıp karşılanan bir ikisi de çok ayıptır.
Ama Almanların en büyük filozoflarından büyük ilahiyatçı hatta din kurucusu şair bestekar Martin Luther orta çağ sonlarında yeni çağın başlarında yaşamıştır. Orta çağ terbiyesine bağlıdır hala.
Şöyle bir meşhur sözü vardır. Giyinmiyorsunuz, yerlenmiyorsunuz, yemeğe mi beğenmiyorsunuz? Demek ki yemeğe beğenmenin işareti olarak bugün olağanüstü terbiyesiz olarak nitelediğimiz bir belirtiyi ortaya koymak gerekiyordu. Çok manidar bir şeydir. Demek ki değişken olduğunu bu örnekle çok rahatlıkla görebiliyoruz hocam. Şimdi bu eğitimi böyle ortaya koydu ve onun terbiye içeriğini ortaya koyduktan sonra biz yeniden yeniden bir önceki konuşmamızın sonlarında hikayesini anlatmaya başladığımız bir şeydir. Kama taş devrine dönelim. Öyleydi değil mi? Öyle hatırlıyorum. Öyleydi hocam. Şöyle bir şey geliyor aklıma. Evet. Eğitim ve terbiye toplumsal bir içeriği olduğunu görmüş olduk böylece. Birey ve toplumun nasıl birbirini etkilediğini bir şekilde özetliyor.
Bu da bir takım bilgelerin biriktiği bir mercenin olması lazım. Bunun da bizi zaman tasavvuruna götürdüğünü görüyoruz. Doğrusu beşerden insana geçişte şimdi tam da yeniden döneceğimiz konu zaman tasavvurun ve tarih bilincinin bu süreçte ki öneminden rolünden de bahsederek devam etsek diye düşünüyorum.
Dediğin çok doğru. Hafıza bizim yaşama devindiricimiz dinamamızdır.
Ona geçen konuşmamızda da temas ettik. En büyük felaket hafızanın kaybıdır. Şimdi biz devrimlerimizi yaşarken onların çok heyecanlı coşkon savunucuları
hafızaya karşı çıkıyorlardı. Ben bununla da baya karşılaşmışımdır. Adı lazım değil büyük bir bilim adamımız gerçekten önemli bir bilim adamımız bir tarihte teknik üniversitede galiba verdiği bir konuşmada ezberlemeyi yerden yere vuruyordu.
Ezberleme şöyle kötü böyle kötü. Ondan sonra bunu terk etmemiz lazım. Neden ezberlemeyi niye karşı çıkıyor? Hafızayı boşaltacak. Hafızamız olumsuzluklarla dolu. Boşaltıp şöyle izah ediyordu. Ezberleyen insan rahatlıkla akıl yürütemez. Ben tabii çok gençtim ve gençlikte insan zıp çıktı oluyor. Terbiye kurallarını zorluyor öyle diyelim.
Babam yaşında adam kocamam bilim adamı filan ben de oradan böyle zibidi zibidi kalktım. Hocam dedim siz dedim çok iyi Fransızca biliyorsunuz dedim. Ezberlemek sizi nasıl öğrendiniz bunu dedim. İnanılmaz soru.
İnanılmaz soru. İnanılmaz soru. İnanılmaz soru. İnanılmaz soru. İnanılmaz soru. İnanılmaz soru. İnanılmaz soru. İnanılmaz soru.
Ezberlediğimiz ölçüde hafızamızı güçlendiriyoruz. Ne yaparsak yapalım. Ezber gerekiyor.
Terbiye kurallarından başla çarpım cetveline alfabeye dil öğrenmeye nereye girersen gir işin içinde ezber vardır. Ezberden ibaret kalıp da akıl yürütmeye geçmezsen tabi o çok büyük bir olumsuzluktur.
Ama akıl yürütme kabiliyetine sahip insanlar parmakla sayılacak kadar azdır. O bakımdan ezberi yermek yerin dibine geçirmek olumsuz bir şeydir. Yani o üç beş akıl yürütebilen çok akıllı insanların yüzü suyu hürmetine ezberi yasaklama. Sen ne kadar ezberi şey yaparsan, söyle adını yüceltirsen yücelt o insanlar yine ortaya çıkacaklardır. Varsa toplumunda öyle insanlar onlar ortaya çıkacaktır. Zaten akıl yürütme de hafızaya dayalı bir olaydır.
Benim arkamda bilgi dağarı olmaksızın yeni bir şeyler üretemem. İliliklerde bulunamam. Bizim insanlaşmamız o sizin bahsettiğiniz sürekli o beşerden insana geçiş dediğimiz o sürecimiz hafızayla hafıza sahibi olmamızla da böyle göbekten bağlı bir şey. Hem de nasıl. Onu kaybettik biz zaten insanlığımızı yitiriyoruz.
Hocam ezber demişken ezber bozmak diye bir deyimimiz var malumaliniz Türkçe’mizde. Şimdi kelimelerle düşünen bir insanın bu kelimeleri bir yerde depolaması lazım. Buna biz malum az önce siz de ifade ettiğiniz hafıza diyoruz. Kelimeler ve aynı zamanda davranma biçimleri. Bunları hafıza dediğimiz bir yerde tutuyoruz. Ezber bozmak akıl hareketinin ilk hamlesi mi acaba?
İlk hamlesidir. Ee yanlış ezberlenenler. Mesela size bir ezber bozucu bir şey söyleyeyim. Hep sabahtan beri davranma tarzı davranma biçimi diyorum. Yanlışlıkla davranış biçimi davranış tarzı deriz Türkçe’de. Bu yanlıştır.
Çünkü o son gelen şe-eki tarza biçime tekabül eder. Davranışın şe-esi tarza biçime tekabül eder. Evet anlam tekrarı oluyor anlam tekrarı oluyor. Mantıksız bir şeydir. Bu oyunun işte bir ezber bozuş. Hocam bu dediğinizde şöyle bir şey geliyor. Her şe takısı tarza işaret eder. Yaşayış tarzı yanlıştır. Yaşama tarzı.
Çünkü yaşayış zaten yaşama tarzı demektir. Bu şöyle bir şey de getiriyor benim aklıma doğru mudur bilmiyorum ama dile ne kadar hakim olursak zihnimizdeki o anlam bulanıklığından o kadar uzaklaşıyoruz demek oluyor değil mi? Aynen o. Gün gelecek tabi felsefeye girdiğimizde mantıktan bahsedeceğiz ve mantığın üç kolundan söz edeceğiz.
Bunlardan biri mantığın kendisi. İkincisi matematik. Üçüncüsü dil bilgisi. Dil bilgisi mantık kollarından bir tanesidir. Dil bilgisini çok iyi bir biçimde sinirmediysek sinirmemişsek dili yanlış kullanırız.
Dinin yanlış kullanılması mantık hatalarını götürür. Bugün Türkçe’de ya da Türkiye’de en fazla işlenen suç dil hatasıdır. Dolayısıyla mantık yanlışıdır. Hocam mantık Arapça kökenli bir kelime. Natıka, mantık bildiğimiz kadarıyla benzeş konuşmak, nutuk, benzeş kelimeler birbirinden ayrılmış gibi gözüküyor ilk bakışta ama aslında köken olarak aynı. Dile işaret ediyor. Dille ilgilidir. Yunanca’nın isiniyle, ilhamıyla geliyor. Logos’tan hareket ediyor. Logos da temelde söz, konuşma, söz etme sanatı, dile getirme sanatı. Dile getirme akılla bağlantılıdır.
Aklın iyi işlemiyorsa dinin de bozuk demektir. Hocam özür diliyorum yine akıl yine kelimelerden yola çıkıyoruz. Yolculuğumuzu sürterek bilmek için. Akıl Arapça kökenli bir kelime yine bildiğim kadarıyla okul yani iki düğümün bir araya gelip daha doğrusu iki ipin bir araya gelip bir düğüm oluşturması hadisesine terminolojik olarak akıl okul deniyor. Yani ciddi bir bağlam var burada. Bir de bir başka anlamı daha var. Aklın, aklın devenin bağlandığı şey. Evet. Ne derler ona? Çubuk diyeceğim ama değil. Direk diyelim. Direk direk. Divenin bağlandığı, tabii düşünmelerimizin bağlandığı direk. Yani bir bağlanmadan bahsediyor.
Harika bir benzetmedir bu. Bu akıl, lafı çok güzel bir benzetmedir. Yine düşünme ve dille bağlantılı. Şimdi madem akıldan bahsediyoruz.
İnsanlığın gelişme süreci, aklı keskinleşmesiyle paralel midir? Buna açık seçik bir cevap verme imkanlar yoksunuz. Ama başta dedim ya isteseniz de istemeseniz de benim yorumuma dayanırsınız. Başka çaresi yok. Benim yorumuma göre evet. İnsanlığın gelişme süreci, aklın gelişme süreciyle iç içe yol almaktadır. Yani Kabataş devrinde insanlar daha mı ahmaktılar? Öyle demeyelim ama aklın keskinleşmesi, aklın daha işlek bir biçimde kullanılmaya açılması, kullanıma açılması ilerleyen kültür safhalarıyla karşımıza çıkıyor.
Zeka demedim. Zeka bir ve aynı şey değil, hep karıştırdığımız bir olaydır. Mesela zeka hayvanda da olan bir şey ama akıl sadece insanlığa var.
Dedik ki bu Kabataş çeşitli terimleri var, eski taş deniliyor, yontma taş deniliyor. Bunlar Frank’ce de hepsi Şiye tekabül etmektedir. Paleolitik döneme tekabül etmektedirler.
Ve bu devir bıçakla kesilmişçisine ayrılmıyor tabi. Yani ben burada tarih verirken yaklaşık olarak bahsediyoruz. Şimdi 10. bin’de Kabataş’tan cilalı taşa geçildiğinden bahsedilir. Bu böyle pat 10. bin oldu ve insanlık oradan buraya geçti. Hayır. Mesela Çatal Hüyük yanlış hatırlamıyorsam 7-8 bin yıl önceki bir olay ve ilk yerleşimlerden biridir.
Bu Kabataş döneminde konar göçer, önemli ölçüde toplayıcılıkla geçinen, beslenen, geçinen demeyelim de beslenen insanlar cilalı taşa geldiğimizde bir devrim meydana getiriyorlar. Buna tarım devrimi deniliyor.
Tekrar tekrar aynı şeyi söylüyorum. Yanlış anlamalar olmasın bir günden ömürüne olan bir hadise değildir. Kimi yerlerde bakarsınız 13. bin’de tarıma geçilmiştir, kimi yerlerde 10. 8. bin’de geçilmiş olabilir.
Neye dayanarak biz bir çağ belirleyebiliriz? Neye dayanarak bir olayın artık yerleşmiş olmasından söz edebiliriz?
En önemli kıstas süreklilik o olayın kurumlaşmasıdır. Yani sürekli hale gelmesidir. Sürekli hale gelmesidir. Gelenek haline gelmesidir. O olmayınca yani MÖ 3. bin’de insanlar Mesopotamya’da cereyan elektrik üretmişlerdir.
Babillerde değil mi? Babillerde. Ama elektrik MÖ 3. bin’de ortaya çıkmış, yani kurumlaşmıştır diyemeyiz. Keza Çin, Barut’u çok önceki zamanlarda buldu ama Barut’u bugünkü anlamında kullanmadığı için onlara şey yapamayız.
O zaman 40 yıl oluyor herhalde. Bir Fransız arkeolog Mısır’da piramitlerde bir şey buldu. Uçak, planör. Evet hocam. Uzun hikaye şimdi. E ne oldu? Yani 2. bin’de Mısır’da uçak vardı diyemeyiz.
O böyle bir kerelik bir olaydır. Bizimkiler de öyle ortalıkta dolaşırlar. Denizaltı’nı biz icat ettik filan. Lale devrinde. Lale devri. 3. Ahmet döneminde sünnet düğünü sırasında Haliş’ten dipten bir tekne çıkar yukarı. Kapaklar açılır, cambazlar çıkar. Sünnet olmuş çocukları, şehzadeleri eğlendirirler filan falan.
Bir olayın olaydan söz ediyorsak onun kurumlaşması gerekir. Kurumlaşmadıkça, gelenekleşmedikçe, süreklilik kazanmadıkça ondan bahsedemeyiz.
Şimdi tarıma nereden nasıl gelmişlerdir? Çok az olay var geçmişimizde. Doğrudan doğruya dahice bir patlamayla ortaya çıkmış olsun.
Böyle bir şerare şeklinde. Olaylar yavaş gelişiyorlar. Benzellere bakarak insan sonuç çıkarıyor. Şimdi birtakım bitkileri yiyorlar. O bitkilerin kalıntıları dökülüyor yerlere. Öyle mi? Evet.
Ne yiyorsa artık. Yamani, fasulyeydi, prasaydı, ıvırdı, zıvırdı. Bunlar hepsi bitkiler. Bunların tohumları dökülüyor şu veya bu biçimde. Ya da ağaçlardan yemişlerin tohumları dökülüyor. Bakıyorlar, bu tohumlardan genç filizler, bitkiler ortaya çıkıyor. Yıllar yılı aynı şey tekrarlanıyor. O tohumları biriktirip kendileri ekmeye başlıyorlar.
Demek ki diyorlar, bu beğendiğimiz, sevdiğimiz, tükettiğimiz nesne bu şekilde onun bir parçası dökülünce yere oradan yenisi çıkıyor. Biz bunu muhafaza edelim, hafızaya alalım yani ve yeniden bunu uygulayalım. Tanımın geçmişi buna dayanıyor.
Yani ilk çıkış olayı ve bu nerede daha bol oluyor? Verimli topraklarda ve müsait iklimlerde.
Müsaid iklim, elverişli iklim şartlarını buzul çağının sonlarında buluyor insanlar. Yani genel olarak iklim ısınmaya başlayıp, yağışlar arttıkça toprakların verimi de artacaktır. Bu tabi ki bizim yine Mezopotamya coğrafyasına bir atıf yapmamız gerektir. Nil Vadisi, Mezopotamya, Anadolu, Hindistan’ın batısı, Indus, Çin’in en doğusu sarı Irmağan denize döküldüğü mıntıkalarda bu daha bir belirgin olarak ortaya çıkıyor.
Başka yerlerde yok mu? Oralarda da var ama bunalarda, bu dediğim yerlerde, bu dediğim yerlerde tarım kurumsallaşıyor. Tarım yerleşmeye başlıyor. Buna bağlı olarak insanlar da yerleşmeye başlıyor.
Tabii keyiflerinden hareket etmiyordu insanlar. O toplayıcılık çok kısa sürede çevreni mahvediyor. Perişan ediyor.
Besin değerini, havi bitti bırakmıyor. Ya da ağaçta yemiş bırakmıyor. Hareket etmek zorundasın. Bu yüzden üretime mağtuf bir durum söz konusu değil.
Üretim yok henüz. Çok güzel temas ettiniz. Üretim, bulduğum malzemenin işlenmesi sonucu işime yarayacak maddinin elde edilmesi demektir. Evet hocam. Bu konuya devam edeceğiz. Lakin süremizin maalesef yine süremize mi geldi? Yine süremize geldik hocam. Üredik tasına geldik. Peki. O zaman gelecek konuşmamıza değil sağlık esenlik diliyorum bütün seyircilerimize. Sevgili izleyiciler az önce Teoman hocamızın da söylediği gibi bu programın ilerleyen bölümlerinde konunun detaylarını incelemeye devam edeceğiz.
Tekrar görüşünceye dek, felsefe söyleşilerini buluşunceye dek hoşçakalın.
İlk Yorumu Siz Yapın