"Enter"a basıp içeriğe geçin

YERALTINDAN NOTLAR – 3.Bölüm | Acıyla Baş Etme Yöntemleri ve Özgürlük Kavramı

YERALTINDAN NOTLAR – 3.Bölüm | Acıyla Baş Etme Yöntemleri ve Özgürlük Kavramı

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=h15a_uMmp80.

Müzik Merhaba, Yeraltı’ndan Notlar Başlıyor. İlk bölüme yaptığınız 1830 yorumun hepsini okudum. Programın süresini arttıracak. Daha fazla yazardan ve daha fazla kitaptan bahsedeceğim. Siz yeter ki izlemek isteyin, ben tabi ki daha uzun çekerim. Ne yalan söyleyeyim, başlarken endişelenmiştim.
Kim böyle bir programa ihtiyaç duyar, kim böyle bir şey izlemek ister ki diye düşünmüştüm. Hayatımdaki en güzel yanılgı olduğunuzu teşekkür ederim. Bu bölümün konusu acı. Harikulade ve korkunç bir dünyada yaşıyoruz. Peki bunca acıyla nasıl baş edeceğiz? İşte bu bölümde filozoflardan yola çıkarak bunun cevabını vericez. Dolayısıyla haftanın ilk filozofu Ki Gagart. Ki Gagart ölümüne çok genç bir yaşta tanışmış. 25 yaşına geldiğinde bir abisi dışında tüm kardeşleri, annesi ve babası ölmüş.
Ardından mizahın ve kahkahanın hayatın acımasızlığına verilebilecek en mantıklı tepki olduğunu fark etmiş. Hayat demiş, yalnızca geriye dönük bir şekilde anlaşılabilir, ancak ileriye dönük bir şekilde yaşanmalıdır. Ve absürde sığınmış. Çünkü ancak ironik, sarkastik ve absürt bir yaşam bizi bu hayatın sıkıcılığından ve acılarından kurtarabilir diye düşünmüş. Dolayısıyla yazdığı kitaplarda da hayatla ilgili en ciddi meseleleri bile komik bir dilde anlatmış. Karanlıktaki kahkaha diyebilirsiniz buna. Yazdıkları dünya üstündeki milyonlarca insana merhem olmuş ve olmaya da devam etmekte. Yani bu abinin varolucular gibi bir kafası varmış diyebiliriz. Kamude mesela şöyle diyordu, yaşamın anlamsız olduğuna karar vermek ile yaşanılmaya değmez olduğuna karar vermek arasında fark vardır. Yaşam anlamsızdır, ancak yaşamaya değerdir. Bir de günümüz filozoflarından Yıldız Tilbe var. O da bir şarkısında demiş ki, kendimden çıktığım yola bir yere varamadım. Bir yere bunda konuşalım.
Şimdi acı çekme yöntemlerine göre bir de stoğacılığa bir bakalım. Stoğacılık antik Yunan ve Roma’da gelişmiş bir felsefedir. Stoik sözcüğü ise acıya dayanıklı anlamında kullanılmakta. Peki neden, nasıl yani nasıl beceriyorlar bunca acıya dayanmayı? Öncelikle stoğacılar başlarına gelen kötü olayları ya da edindikleri kötü tecrübeleri birer fırsat olarak görürler. Bu konuyla ilgili Epiktetos şöyle söylemiş. Izdırap yaşamdaki olaylardan değil, onları değerlendirme biçimimizden ortaya çıkar.
Ve bunun sonucunda şöyle bir ters psikoloji geliştirmişler. Mesela insanlar canları sıkkın olduğunda ve işler kötü gittiğinde her şey yoluna girecek, her şey düzelecek diye tesellederler kendini. Stoğacılar öyle yapmıyor. Onlar bu avuntuların insanı sadece oyaladığını düşünüyor ve her şey düzelecek yerine her şey daha kötü olabilir. Daha da zor günler gelebilir diye düşünüyor. Yalnız dikkat burada kötümsel olmaktan bahsetmiyorum. O bambaşka bir şey. Bu daha çok gerçekçi ve hazırlıklı olmak gibi bir şey. Stoğacılar bu şekilde kendilerini en kötü durum senaryolarına hazırlayarak aslında karşılaşabilecekleri her türlü trajedi için önceden hazırlanmış oluyor ve dayanma karşı koyma güçlerini geliştiriyorlar. Ayrıca ne kadar kötü bir vaziyette olursa olsunlar, böylece anın tadını da çıkartmaya devam edebiliyorlar. Stoğacıların görüşlerine göre olan her şey öyle olması gerektiği içindir. Hem kontrolle ve yanılsama değil mi zaten? Her an her şeyi kontrol edebilir miyiz gerçekten?
Yani hayatı biraz da akışına bırakmak daha güzel olmaz mıydı? Zaten her şey dört dörtlük olsa bile ki bu çok sıkıcı olurdu, illaki birisi çıkıp tüm planlarımızı alt üst etmez mi? Perdooon! Kitap yazarısınız değil mi? Evet, buyurun.
Ya ben geçen gün Dostoeskin’in Kromozon Kardeşler kitabını aldım ama kitabın kapağı gri renkmiş benim panjurlarım hiç uymadı. Ben de diyorum ki siz bana kırmızılı mavili bir kitap mı önersiniz acaba? Hanımefendi siz ne tür bir manyaksınız acaba? Ne var yani? Sen kitap yazarı değil misin? Bana böyle bir cıvı cıvı kitap önersen? Cıvı cıvı? Şöyle yapalım istiyorsanız siz Dostoeskin’in bir imza gününe gidin, ona bir sorun olur mu? İyi öyle yapayım bari. Şu sanatçı milleti de bir tuhaf oldu. Neyse see you.
Evet gördüğünüz gibi kız gitti. O zaman yazılmış en iyi felsefe kitaplarından bazıları şöyle bir ekrana gelsin biz de onlara bir bakalım. Bu aralar okuduğum birkaç kitaptan daha bahsetmek istiyorum. İlki Ormanlardan Hemen Önceki Gece isminde bir tiyatro oyunu. Bu oyunu sahnede de izlemiştim çok güzeldi. Yazarı Coltes. Kitabı bir cümleyle tanıtacak olursam yağmurlu bir gecede şehrin sefaletine hapsolunur. Tek başına kalmış bir adamın sözleriyle ayakta kalma mücadelesi. İkinci kitap önerim bir roman. Hasan Ali Toptaş’tan Kuşlar Yasına Gider. Anlatmayan, gösteren bir roman. Bence onun gibi değerli bir yazarı ana dilimizde okuyabildiğimiz için hepimiz çok şanslı insanlarız. Üçüncü kitap önerim ise bir şiir kitabı. Ece Ayhan’dan Şiirimiz Mor Külhanedir Abiler. Göte. İnsan her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi bir şiir okumalı, güzel bir tablo görmeli ve mümkünse birkaç mantıklı cümle söylemelidir demiş.
Bence henüz okumadıysanız bu kitapları ve elbette daha fazlasını hemen edin. Çok ilginç bir yazarın, çok ilginç bir kitabından bahsederek başlamak istiyorum. Yahudi kökenli Fransız bir yazar olan Perek. 1936’da doğdu ve 1982’de. Henüz daha 46 yaşındayken akciğer kanserinden öldü.
Bugün ondan bahsetme sebebim ise 1969 yılında yayınlanan Kayboluş isimli romanı. Çünkü Perek bu romanı yazarken Fransızca’nın en çok kullanılan sesli harfi olan E’yi hiç kullanmadı. Doğru duydunuz. 300’ü aşkın sayfadan oluşan bir kitap var ortada. Ama içinde hiçbir E harfi geçmiyor. Peki neden? Çünkü yazar henüz çocukken anne ve babasını ikinci dünya savaşı sırasında kaybetmiş. Babası Fransız ordusundayken annesi ise toplama kampında ölmüş.
Ve kitabı yazarken hiçbir E harfini kullanmama sebebi ise ikinci dünya savaşında Yahudilerin ortadan kaldırılmaya çalışılmasını protesto etmekmiş. Yani siz koca bir ırkı ortadan kaldırmaya çalıştınız. Ben de buna karşılık bir harfi yok edeceğim diye düşünerek böyle bir başkaldırıda bulunmuş. Dolayısıyla bu olmayan E harfi aslında anne ve babasının kayboluşunun, yokluğunun da bir metaforu. Bu kitapla ilgili araştırma yaparken çok heyecanlandığım bir şeyle daha karşılaştım. O da kitabın Türkçe’ye de içinde hiçbir E harfi olmadan çevrilmiş olması.
Kitabın çevirmeni Cemal Yardımcı, Fransızca da E harfi kullanmamaya karar verdiğinizde kelime dağarcığınız %30-40 oranında daralır. Türkçe’de ise bu oran 4’te 1’e iner demiş. Yani mesela sen, ben ve ken gibi kelime ve ekleri kullanmadan bir şey yazmak zorunda olduğumuzu düşünelim. Herhalde birkaç paragraf sonra jontayı yakardık diye tahmin ediyorum. Dolayısıyla böyle bir emek karşısında saygıyla eğiliyor ve bunu başlığımıza geçiyorum. Benim hayatta en çok sorguladığım kavram olan özgürlüğe bir bakacağız. Yine bazı yazar ve filozoflardan yola çıkarak özgürlük diye bir şeyin olup olmadığını, varsa nasıl özgür olabileceğimizi ya da özgürlüğün kişiden kişiye nasıl değişebileceğini bir hirde edeceğiz. Özgürlük denildiğinde benim aklıma ilk olarak varoluşçular geliyor. Sartre, Camus, Simon, Kieggegart, Nietzsche, Kafka, Ouzatay ya da Yusuf Atılgan gibi yazarları çok sevmimin bir nedeni de budur herhalde. Peki nedir bu varoluşçuluk? Varoluşçuluk edebiyat ve felsefenin iç içe geçtiği bir akımdır.
Merkezinde birey ve bireyin anlam arayışı vardır. Sürekli bir anlam arayıp durur varoluşçular. Sonuçta insan dediğimiz şey diğer tüm canlılar gibi ölümlü bir varlıktır. Öyleyse nasıl bu hayatın üstesinden gelebilir? Kendini nasıl gerçekleştirebilir de dünya üstündeki varlığını anlamlandırabilir? İşte varoluşçu yazarlar bunun gibi soru işaretleriyle ilgileniyor. Dolayısıyla da en çok özgürlük kavramının üstünde duruyorlar. Peki Sartre, insan özgürlüğe mahkumdur derken ne demek istemişti? İyi bir şey mi söylemişti yoksa kötü bir şey mi?
Yoksa aslında her ikisi de mi ona bir bakalım? Sarta göre insan bir mahkumdur çünkü kendi kendini yaratmamıştır. Dünyaya fırlatılmış, doğmuş ve ölecektir. Fakat diğer yandan da özgürdür çünkü iradesi vardır ve seçim yapma ya da yapmama hakkına sahiptir. Ancak elbette bu insanı sorumlu kılar. Çünkü insan aldığı her karar da sadece kendisine karşı değil insanlığa karşı da sorumludur. Örneğin dişlerini fırçalarken musluğu kapatmayan bir insan daha fazla su faturası ödemek zorunda kalacağı gibi aynı zamanda dünyadaki su kaynaklarını da boşuna tüketmiş olur. Yani çok basit bireysel bir eylem bile toplumsal bir sonuca neden olabilir. Dolayısıyla Sartre insan özgürlüğe mahkumdur derken özgürlüğün güzel olduğunu ancak her güzel şey gibi beraberinde önemli sorumluluklar da getirdiğini söyler. Benim bundan çıkarımım şöyle özetlenebilir. Özgür olmak yetmez, akıllı ve iyi bir insan olmak da gerekir. Gelelim niçin? Onun özgürlük tanımı üst insan ismini verdiği bir kavramdan geçer. Peki nedir bu üst insan deyip durduğu şey? Niçeye göre insan aşılması gereken bir varlıktır. Üst insana geçiş yapabilmek için ise maddiyat istencinden, yanılgılardan, yücelttiği yanılsamalardan kurtulmalıdır insan. Zaaflarıyla yüzleşmeli, arzularının peşinden gidip gördüklerini duyduklarını sorgulayabilmelidir. Fakat tüm bunlar özgür insanın her türlü değeri yok saydığı, reddettiği anlamına gelmez. Üst insan bir nihilist değildir çünkü nihilizm de aşılması gereken bir şeydir. Aynı kuralları yıkmadan önce onları öğrenmek zorunda olduğumuz gibi. Ancak elbette bu kolay bir yol olmayacaktır. Çünkü özgür olmak isteyen kişi beden ödemeye de hazır olmalıdır. Peki özgür olduktan sonra ne olur? Yani ne hisseder, ne görür üst insan? Bunu da şöyle açıklıyorum niçin? Özgür ruh tekrardan yaşama döner. Tabi yavaşça. Yine bir sıcaklık, bir yumuşaklık vardır. Hissetmek daha da derinlik kazanır. Rüzgar kişinin etrafında esip durur. Neredeyse hissediyordur ki sanki şu anda ilk defa gözleri yakınındaki şeyleri görmeye başlamıştır. Şaşkınlık halindedir. Öyle sessizce oturur. Şimdiye kadar neredeydi? Etrafındaki şeyler ne kadar da değişmiş görünüyordu. Minnetle bakar arkasına. Yolculuğuna, kendini sürgün edişine ve ciddiyetine. Artık ilk defa kendini gerçekten görür. Acı çekmek, öylece durmak, sabretmeyi öğrenmek, bineşin altında olmak. Ne kadar da memnun olur bunlardan. Dünyadaki en minnettar varlıklardır onlar. Ayrıca en mütevazılarıdır. Bilgeliktir bu. Dünyavi bilgelik. Ve son olarak gelelim benim özgürlük hakkındaki düşüncelerime. Bu bölüme de kendimden hiç bahsetmedim ama aslında ben de bir yazarım. Son 10 yıldır dünyayı geziyor ve kitap yazıyordum. Ve özgürlük arayışıyla 20’den fazla ülkeye gittim. Onlarca şehirde dolaştım. Yüzlerce sokakta kayboldum. Ve sonunda öğrendim. Özgür olmanın tek yolu vicdanının rahat olmasıymış. Ancak vicdanı rahat bir insan özgür olabilirmiş. Dünyayı da geziyor olsa, dört doğrularında hapsedilmiş olsa da, özgürlük vicdanının rahat olmasıymış. Haftanın kitap önerileri gelsin.
Bir sonraki bölümde görüşürüz. Kendinize iyi bakın.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir