İşportacılıktan Radyo Programcılığına Uzanan Hayat | Bekir Develi ile Peynir Gemisi | Mehmet Ercan
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=Znc5I63alcI.
Online alışverişte güven arayanların adresi, Özboyacı Altın, Bekir Develi ile peynir gemisini sunar. Huzura hazır olun Cemil Tirfan. Laindir, kafirdir, dinsizdir şeytan. Şeytanın lainliğine, kafirliğine, dinsizliğine, Rahmanın birliğine eyvallah.
Şol gökleri kaldıranın, donatarak dolduranın, ol deyince mis gibi olduranın 99 adıyla. Hoş geldiniz kıymetli dostlar. Cumanız mübarek olsun. Rabbim şu güzel vakitler hürmetine sizleri ve bizleri affedilenlerin zümresine ilhak buyursun. Rabbim böyle dertlerinize derman versin inşallah size böyle hem bu dünyada hem de ahirette iyilikler ve güzellikler nasip etsin.
Sizler de amin deyin. Mümkünse yorumlarda deyin de bari en azından algoritmik olarak bir karşılığı da olsun. İnşallah iyisinizdir. Bugün çok sevdiğim bir dostum, arkadaşım, bizlerle beraber aynı zamanda da böyle çok da kıymetli bir adam. Çok enteresan bir hikayesi var. Yani 5 tane kitap yayınlamış çok kıymetli bir yazar, şair. Aynı zamanda da televizyoncu fakat böyle Mardin’den başlayan, İstanbul’da neticelenen ve halen devam etmekte olan işte
Gürses’te bir hafta aynı evde kalan, Beyazıt Meydanı’nda çakı çakmak ayna tarak satan böyle güzel bir kardeşimiz bugün bizlerle beraber. Yazar, şair, televizyoncu Mehmet Ercan hoş geldin. Hoş buldum ağabey. Nasılsın? Çok şükür iyiyim ağabey. Laf olsun diye mi iyisin? Gerçekten iyi misin? Yok gerçekten iyiyim. İyisin. Çok şükür. Sıkı sık da düşünürüm ağabey bu nasılsın diye sorulduğunda Bekir ağabey de sorarsa dedim ben genel itibarla hep iyiyimdir ağabey. Oğlum da pozitif bir adam mısın? Evet evet. Çok şükür.
Çok pozitif yani evrene enerji gönderelim ondan dolayı mı yoksa? Yok yani ondan hiçbir fayda gelmeyeceğini biliyorum bununla alakalı. Denemişliğim falan da yok ama ağabey. Az önce söylemiş olduğum programı açarken ya da işte benimle çakmak, çakı, tarak onların tamamıyla alakalı hepsi de böyle gözümün önünden geçti. Vallahi dedim hepsi doğru. Ne de güzel saydı bir anda. O nasılsın beni çok böyle meşgul eden bir şeydir. Hani asıl nasıl diye sormaktır aslında o sorunun kökeni. Genelde iyiyimdir ağabey. Yani böyle her şey çok güzel muazzam hani farkında değil diye bir mevzu değil farkındayım. Aksine ama çıkış yollarını çok bulabildim kendimce. Hadi başlayalım. Sen şimdi Mardin’de dünyaya geldin değil mi? Kaç kardeşsiniz Mehmet? Tekim ağabey. Tek çocuğsun. Aslında tekim. Yani rahmetli babamdan tekim. Sonra işte ben çok küçük yaşta yani biraz senaryo orada başlıyor ağabey benim açımdan. Yani yazı olayı. Böyle direkt ben konuya girdim ama. Gir gir zaten bunun için.
Mardin’in Kızıltepe ilçesine ilçesinin Dikke köyünde Tosunlu köyü Suriye’ye 13 kilometre bir köyde dünyaya geldim ben. Yani böyle damda uyduğum zaman Suriye’nin ışıklarını gördük o kadar yakındı. Öyle milyon yıldızlı bir damda. Damdan düşme hadiseleri çok odurdu bizim orada. Rahmetli babam ben iki yaşına bastığım gün aynı gün vefat etmiş aslında. Yani işte uzun yıllar Mezar taşında kendi doğum günümü 22 Ekim. Niye benim doğum tarihim orada yazıyor diye merak ettiğimde aslında aynı gün vefat ettiğini öğrendim. O da 21 yaşında vefat etmiş zaten. Yani ben hiç görmedim. Babamı tanımam ben. Baban rahatsızlık hastalık. Beyin tümörü. Sonra anneniz yeniden bir evlilik yapıyor. Annem amcamla evleniyor ondan sonra. Annem amcamla evleniyor. Şimdi modern dünyada yeten insanlar bunu duyduğunda. Aa olur mu öyle şey? Olur mu öyle şey mesela. Şimdi bir bizim için olur mu öyle şeyin adı bir dinen caiz midir. Bir problem yok onunla alakalı. İki olur mu olur.
Çünkü 1979 yılından bahsederken Mardin Kızıltepe’de bir hanımefendiye, bir kadına, bir anneye emanet gözüyle bu konuda onu el üstünde tutabilecek. Evladını kendi yeğeni, yeğenlerini abimizin emaneti gözüyle alıp muhafaza edebilecek yegane sürâli orasıdır zaten bununla alakalı. O nedenle olur mu olur. Ve sonrası kalpleri birbirine ısınan Allah’tır. Çok şükür kurulmuş olan bir güveye. Çok güzel bir ailede büyüdüm bununla alakalı. Yani amcam Allah rahmet eylesin. Kaç kardeşin oldu sonra? Sonra dört kardeşim oldu şükür. O amcada.
Evet dört kardeşim oldu sağ olsunlar. Benim yanımda kendi oğlu ya da kızına oğlum ya da kızım diye seslenmeyen bir adamdan bahsediyor. İsmen Seslenen. Oğlum ya da kızım diye seslenirse acaba ben içim acır mı? gibi böyle ince bir ayrıntıyla bana bir dünya sunan bir adamdan bahsediyorum. Allah mekanını cennet etsin. Amin vefat ettim. Evet 56 yaşında. Anneciğim? Annem yaşıyor çok şükür. İyi iyi. Nerede? Burada İstanbul’da o da. El sallayalım. İstanbul’da annemi ellerinden öpüyoruz. Sonrasında tabii iki yaşında böyle bir hikaye başlayınca abi hem bir sürale tarafından mesela benim en büyük karım dedemin işte köy ağalarıyla oranın büyükleriyle bir arada gezerken en büyük torun olduğum için benim yanımda götürüyor olması. Ve onlardan duyduğu hikayeler insan hikayeleri. Onların tamamını ben yıllar sonra radyo, televizyon, kitap, sahne onların tamamında bilinçaltımda onlar var ve bir yorum farkı katmış bana.
Hele büyük şehirlerde hayatın hayır öyle değil şöyle olması lazım diye bunu anlatabileceğim çok güzel hikayeler biriktirmişim. Sermayeden yiyorum açıkçası. Elhamdülillah bu şey çok önemli değil. Şimdi bakıyorum bazı internet sitelerinde fosforlu yıldızlar satılıyor. Onu evin tavanına yapıştırıyorsun. Lambayı söndürdüğünde o materyal ışığı emmiyor. O emdiği ışığı bir süreye asıtıyor. Siz de yıldızlara bakarak uyuyorsunuz gibi. Hatta şimdi LED ışıklar böyle gelmiyorsa. Onların hepsi tıraş. Kesinlikle. Mehmet Ercan gibi ben de damda uyuyan bir çocuktum. Cibinlik kullanırdık bazen cibinlik. Buna rağmen engel olmazdı. Şöyle sırtımızı yatağımıza verip gökyüzüne baktığımızda yıldızları görürdük. Yani göklerle bizim aramızda bir duvar, bir engel, bir komşu, bir bina, bir gökdelen yoktur. Hiçbir şey yok. Sırtını verdiğin anda bütün yıldızları kainatı görüyorduk. Ve öyle uykuya dalıyorduk. Bu muhteşem bir uykuya dalma şeklidir.
Baktığın zaman Türkiye’de hem edebiyatta hem sanatta çocukluğunda yıldızları izleyerek uykuya dalan adamların meseleleri, bakış biçimi hani birazcık daha farklı oluyor değil mi? Katılıyor musun? Başka bir bakabiliyorsun bununla alakalı. Çünkü hayatı boyunca bunu yaşayamayacak insanlar var. O bahsettiğin damda yattığımız şeylere taht deniyor. İşte taht dediğimizde ranzların on kişilik olanını düşünelim. Taht dediğimiz renginin mavi olması, onun aslında akreplerin maviye gelemiyor olması. Yani kültürden gelen bir bilgi var onunla alakalı. Şeyi bile özler mi insan? Onları yazın işte ahırlardan falan çıkardık. Bir yerde muhafaza ediyoruz. Çıkardığımızda ilk gün bayağı bir yıkarlardı onu. İki üç gün uyurken çok kaşınarak uyanırdık. Tahta kurusu yumuşar işte. Yani çünkü orada durmuş o. Onu bile özler mi insan? Özlüyor. Bunların tamamı aslında hayatın bana bu konudaki getirisi muazzam bir şey sundu abi bana. Mesela sormuşlar bir yazara. İşte Hakkari’den İstanbul’a gelmek mi zordur? İstanbul’dan Londra’ya gitmek mi? İstanbul’dan Londra’ya gitmek de ne var? Hakkari’den İstanbul’a gel. Niye zor? Şöyle zor. Ben Karpiç bir evde doğdum abi. Hani bunu da şeyden dolayı söylemiyorum. Zaten Kıymetli abim sen beni tanıyorsun. İzleyiciler de öyle düşünmesinler. Karpiç bir evde doğup 28 kardeşle beraber böyle bir duygu değil o aslında. Şimdi dil değişiyor. Ben 7 yaşında öğrendim Türkçeyi. Annemden Arapça biliyorum. Babam tarafımdan Kürtçe biliyorum. Yani bunu konuşuyoruz. 7 yaşında okula başladığım hali itibarıyla düzenli olarak Türkçe konuşmaya başladım. Bir ağız var bununla alakalı. Şimdi sen o kültürle, o Karpiç evle, o tahta kurusu diye içinde uyuduğun tahtla,
yıldızları görmekle, ağabey bilmekle, baba bilmekle, ata bilmekle bir anda 11 yaşında İstanbul’a taşınıyorsun. Buraya geliyorsun. Ağzını açtığında görüyorlar. Hemen anlaşılıyor değil mi? Hemen. Ağzını açtığında görüyorlar. Bazı değilken bazı dediğin anda anlaşılıyor. Abi, abi. 11 yaşında buraya taşındık abi. Saçlarım 3 numara. Kulaklar. Kocaman. Ortada. Kavruk bir ten. Kavruk bir ten. Her şeye merakla bakan bir göz. Evet. O nedir, bu nedir? Söylemeli miyim, söylememeli miyim diye çekinen.
Şimdi 11 yaşında buraya taşındıktan sonra bir gecede, kurallı şu okullarda, işte lacivert ceket, gri pantolon. Ailece taşındınız değil mi? Ailece taşındık. Baba, anne ve kardeşler. Rahmetli babam yani amcam askerden geldi. Burada da işte tekstil ile çalışan akrabalarımız var. Önce o geldi, sonra bizi yanına aldırdı. Niye geldiniz? Şöyle artık biraz daha herhalde iyi imkanlar. Büyük şehir. Biraz daha mesleğini icra edip terziydi. Terzilik orada bir yere kadar sürebilen bir şeydi. Bir de onlar da zannediyorum. Yani bizden önceki nesilde tam bir kırılma anında denk geldi.
Yani ondan önce olanlar dedelerimiz kendi toprağında, kendi yurdunda yetebilen bir süreçti. Ama artık çocuklar büyüyünce onlara daha iyi imkanlar sunabilir miyim mantığı belki. Bu nedenle geldik. Bir de akrabalar burada. Şu an buraya gelmiş. Ticarete atılmışlar. Böyle bir etkileşim vardır muhtemelen. Nereye geldiniz İstanbul’da? Biz ilk geldiğimizde İstanbul Camlık Ağabeyi, Güngören. Güngören’e geldik. İzzet Ünver Lisesi hiç unutmuyorum. 4000 kişilik bir okul. Lacivert ceket, gri pantolon herkesin üzerinde.
Ben bir ceket bulmuşum. Kareli. Farklı bir renk. Ne olduğunu da bilmiyorum. Altımda bir pantolon. Yani benim için ceket ve pantolonun var olması zaten önemli. Var çünkü. Yani rengi seçme şansım yok. Yokluk çekiyoruz bununla alakalı. Helikopterle yukarıdan baksana sıraya girdiğimizde sadece beni görürsün o kadar insan içerisinde. Böve dercam burada. Buradayım diye. Rahmetli babam beden eğitimi öğretmeni bizden eşofman istedi ağabey. Beden eğitimi için. Babam da terziydi işte burada konfeksyonda çalışıyor. Para vermeyelim ben sana yaparım dedi dikerim. Olur. Hani evdeki malzeme dikti ama çizgilim mi denk gelir yani hani zebra kıyafeti gibi. Ben çocuk aklımda. Okul sınıftan hızlı koşarak çıkarsam çok belli olmaz düşüncesiyle öğretmenle çarpışmaya kalır. Sonra dedim ki ben bunda dizlik kolluk falan yapayım. Ne kadar kapatabiliyorsam kaleye geçeyim bari diye. Bununla ilgili o ağızla ilgili bir hikayem var ağabey. İlk ders bitti. Okula başlamışım ilk gün. Bahçede oturuyoruz. Dedim ki arkadaşlarla hani bir iletişim kurmaya çalışıyorum onlarla. Helikopter gördüm. Böyle çok yakından geçiyor. İlk defa bu kadar yakından gördüm. Laf atacağım dedim ki aaa helikopter. Yanımdaki dedi ki ne? Dedim helikopter. Helikopter değil ben böyle yaptım. Bir dorbin olaydı da bakaydık. Dorbin. Ne olaydı dedi. Dedim ki dorbin. O ne dedi. Böyle takıyorsun uzağa yakın ediyor. Dedi ki dürbün. Dedim ki dorbin. Çünkü dor uzak bin getir demek. Fahçe de var içinde. Uzağa getir. Dürbün ne? Dorbin. Anladım ki biz iletişim kuramayacağız bununla alakalı. Sıkıntılıydı.
Susmayı gerektirdi sonra. Ağzını açınca gülüyorlar bununla alakalı. Evet evet. Tabii yani sağ olsun mümfelik bir hadisedir belki ama öğretmenlerin bile. En arkadaki. Arkadayım çünkü yani o ruh haliyle önde de otursam ruhum arkada kalıyor. Çok güzel. İçine kafanıyorsun. Oysa ben dışıma kapalı içime açıktım kimse bilmezdi. İçine kapanmak değildir o. Dışına kapalı içine açılmaktır. İnsanın iç dünyası dış dünyasında çok daha geniştir. Öyle Ömer Faruk Dömez’in betimlemesi var diyordu ki ne diyordu.
Sonra kapattım kendimi odaya herkesi dışarı hapsettim. Yani iyi bir tanımlamadır bu. Yani o aslında az önce hani nasılsın diye sorduğunda iyiyim abi şükür derim ya. Bakıyorum yüce Rabbim herkes adında bunu böyle yapıyor ama ne oluyorsa en güzeledir e vardım abi. Ne oluyorsa en güzeledir. Hepimiz hayatımızda yaşıyoruz. Yani başımıza bir hadise geliyor. İki gün o niye öyle oldu? Bu niye öyle oldu? Buna sebep olan neydi? Ya öyle olması gerekiyordu. Üç gün bir dur. Bir dur surayı oraya gelecek diye. Ya Rabbi evet yani böyle bir senaryo yok. Böyle bir kader yok. En güzeli veriyor bana. Alhamdulillah sonra Mardin’e buraya geldikten sonra şu yaşında en son ya da en son ne zaman yıldızlara bakarak uydun tahta? Bir daha o imkan oldu mu? Oradan duruyor mu? Taht duruyor mu? Duruyor aslında evet ama hatırlamayacağım kadar uzun yıllar oldu zannediyorum. Keşke yapabilseydik. Keşke yapayım ben evet. Gideyim ve yapayım bunu. Çünkü bu imkanım var. Diyor ya çok daha iyilerini yedim sonra. Hatta Urfa’da. Ama hiçbir zaman o kadar açmaktan oturmadın. Sonra gidemedin yani bir daha olmadın. Aslında yapmak lazım. Kaybetmemek lazım abi ya.
Ben teknolojinin canı cehenneme ya. Hiçbir şeyde o tahtın verdiği keyfi vermiyor. Hiçbiri. Teknoloji uzağa yakın etmek için aslında vardı ama yakınları uzak etti diye yazmıştım yani. Yakın olan insanlar birbirine uzak etti. Yan yana insanlar konuşmuyorlar yani herkesin gözü telefonda. Başka bir yer var. Sonra siz de buraya geldikten sonra İstanbul’a iş portajılık falan yaptın herhalde. 13 yaşında evet. Niye yaptın? Paraya mı ihtiyacınız var? Ya şöyle şimdi aslında bir sülale tarafından büyütüldüm.
İstanbul’a geldiğimiz yıllar biraz zor geçti tabii yani. İhtiyacımız da vardı bununla alakalı. Biraz da dedem sağ olsun herhalde buraya geldik diye biraz tavır koyup bir musluğu kapattı. O yıllarda hadi başınızın çaresine bakın der gibi. 2 yıl falan çok şükür ciddi bir sıkıntıyla geçti. Şöyle 16 yaşında duydum ilk hayır kelimesini. Hayır. Bugüne kadar bana hayır diyen olmadı. Çünkü yetimdim ve bütün sülale ben ne istiyorsam o olsun gibi çok içsel, çok temiz bir duyguyla bunu yerine getirirken çok da büyük kötülük etmişler aslında bana. Yani realiteyi kaybetmişim, gerçeği kaybetmişim.
Bu iyi, bu kötü falan değil. Ne yapıyorsam iyi görünüyor. Aferin deniyor. Olur deniyor ne istiyorsam. 13 yaşında buraya geldikten sonra evet ihtiyaçlar da oluyor artık. Yani artık delikanlığa doğru gidiyorsun ama şey kötüdür. Ne kadar olursa olsun mesela arkadaşlar, babaları yaşayanlar. Bir gün kardeşime dedim ben rahmetli babamla yani amcamla bir şey hakkında tartışıyor. Ne olduğunu bilmiyorum. Yapacaksan yap dedi artık şunu vesaire falan. Şaşırdım dedim ki ne oldu? Bir dükkan açacağım ya kuafer işte. O da dedi şu desteği sağlayacaktı. Yapmadı onu dedim ki ne güzel lüks dedim ya yani.
Babam var ve ona yapacaksan yap diyebilmek. Abi özür dilerim. Dedim yok sen normal ne yapıyorsun? Bizde eksik kaldı. Onlar da nereye kadar yetişsinler bununla birlikte? Ne sattın? Sakız, çikolata. Sattın sakızın markasını hatırlıyor musun abi? Tipeek mi? Evet sanırım ondan da. Şapkası, burnu uzun olan. Evet tipik tip. Baycan vardı. Baycan da vardı. Turistlere. Ben Türkçe’ye zor konuşuyorum. Gittim Bulgarca Rusça falan açıldı yani dilim var. Onlarla anlaşmaya çalışıyorum. Paranın işlerini görmeye görsün var ya Çince bile öğrenir ya. Ya abi 13 yaşında dayımın oğulları İstanbul Laleli’de yapıyorlar bu işi. Ben de yapacağım dedim yani onlarla beraber. Artık para kazanayım, ufak tefek hani harçlığım çıksın istiyorum. Gittik bir yere götürdüler beni bir dükkan sahibi. O da hemşerimizmiş. Borca mal almak. Borca dedi ki al bunu sana borca veriyorum. 12 bin lira o zaman. 12 lira diyelim şimdi. Mal aldım 12 liraya. Akşama kadar değil bilmiyorum onu duymaya çalışıyorum vesaire. İstanbul edebiyat fakültesi vardır abi şeyde. Biliyorum.
Biliyorum böyle Laleli’nin karşısındaki ona 50 metre kadar bir ağaç vardır ışıklarının tam o ağacın altındayım. Orada bir de zabıta. Bu fotoğraftan bahsediyorsun değil mi? Evet evet yayınladığım fotoğraf. Peki bunu kim çekti? İnan onu hatırlamıyorum. Yani bizden yaşça büyük kıdemli işportacı abilerimiz vardı. Muhtemelen işte Polonya pasajından bir fotoğrafla gidese almıştır. Onu denemiştir. O fotoğrafta da sonradan fark ettim. Elimde yarım açma var simit gibi. Çünkü ölen yemeklerimiz o bizim. O kadar çekiniyorum ki o kadar korkuyorum ki bir de bununla beraber. Ama bir şey de yapmam lazım.
Edebiyat fakültesinin önündeki ağacın dibinde zabıta abilerden de kaçmaya çalışıyoruz. Hadi tamam bizi kovun da niye kovalıyorsunuz peşimizden yani. Yıllar sonra aynı edebiyat fakültesinden bir ödül vermek için sağ olsun da çağırdıklarında hayatım boyunca bu kadar heyecanlandım hatırlamıyorum. Tam da o kapıdan girdiğimde. Bu birçoğu için başarı sayılabilir. Birçoğu için bir şey sayılmayabilir ama hani kendi mümferit hayatın için önemlidir ya. Tabii ki önemli. Tabii ki önemli bir şey bu. Tabii ki çok kıymetli bir şey yani.
Sonrasında başladın işporta hayatı falan dedin devam etti. Genç oldun. Bu ilk kitap şiir hani Dorbin diyen Ali Kutler diyen adam ne zaman aaa ben fenada değilim aslında bu kelimelerle oynayabiliyorum. Bunu ne zaman fark ettin ben? Abi 15 yaşında bir fabrikada çalışıyorum. Plastik pencere kapı fabrikası. Amcam oradan inşaat teknikleri ben de mutfağını öğreneyim diye işini öğreniyorum. Ama artık 15 yaşındayım Haramidere’de çalışıyorum. Bir duam vardı benim.
Ya Rabbi ne olacağımı bilmiyorum bir tek sen biliyorsun. Ben ne isen beni o yap. Yani başka da bir şey bilmiyorum ben bununla alakalı. Şirineler Meydanı’da duruyorum bir gün. Sadece duruyorum. Eve de çok gitmek istemiyorum tam şey duygularım o zamanlar. Amca baba hani bir aile vardır ya anne ile işte baba anneye şaka yapar olmadı. İşte anne diğer çocukları yanında sevmez. Kırgınlık olmasın vesaire diye bir türlü çok iyi niyetli muazzam insanlar. Ama olmadı o. Eve de gitmek istemiyorum.
Şirineler Meydanı’da duruyorum sadece Serkan diye bir arkadaşım geldi. Ne yapıyorsun dedi dururum dedim. Gel dedi şurada yerel bir radyo var. İki mahalleye yayın yapıyor. İş başvurusunda bulunacağım dedi. Dedim ki benden programcı olmaz ki dedim. Zaten senden değil sen yanımda gel öyle. Tamam dedim gittik. 10 kişi başvurmuş. Yanında kötü bir örnek götürüyor ki kendi şeyi daha parlak çıksın. Yani bu mu olaydı desin belaya içeri. Duruyorum en sonunda ben varım yan yana dizildik. Yayın yönetmeni hanımefendi hepimize böyle küçük kağıtlar verdi. Adınızı soy adınızı yazın ve rüzgar yazın dedi buraya. Ben kendimi ifade edemeyeceğimi bildiğimden dolayı karşı gelmedi. Ben de aldım. Yani ben onunla geldim bilmem ne falan diyemeyeceğimi. Önübüse oturuyorum ben arkaya oturuyorum. Kimseye şu parayı uzatır mısın demesin. Ben de başkasına söylemek zorunda kalmayayım. Ben de yazdım verdi kağıtları hepsine baktı böyle. Mehmet Ercan kalsın dedi. Diğer arkadaşlar gidebilirler teşekkür ederiz. Baktılar bana. Arkadaş daha kötü baktı bana. Gittiler senin radyo programcısı yapalım dedi.
Biz yetiştirelim dedim ki sebep rüzgar yazarken dedi Mehmet Ercan yazın ve rüzgar yazın. Rüzgar yazarken ağanın üstüne şapkayı koyan bir tek sen varsın dedi. Sonradan öğrendiğim bir dil kurallarıyla yazıyorsun ağam. Ve o olur dedim. Ve ben ilk yayınıma mümkünse iyi geceler diye geldim. Çünkü her gece olanak sağlamıyor iyi olmaya. Mümkünse yorum farkı çok hoşuna gitti insanlara. Ve radyo programcılığı başladı. Altı ay yere ondan sonra uçtu. Kaç yaşındaydın? 16. 16 yaşında. Sonra kesintisiz devam ettiler. Kesintisiz şu güne kadar devam etmiştim. Kaç yaşındasın şimdi? 43. Vay be. 30 yıl yaklaşmışlar. 27-28 yıl oldu bununla birlikte. 18 yaşında çalıştığım bir radyonun gazetesini kurdular. Dediler ki sen gazetede de görev yap. Olur dedim. Bana bir fotoğraf makinesi verdiler. Git bununla işte Cemal Reşitre’yi de Ahmet Hamdi Tampınar’ın huzur isimli tiyatrosu var dediler. Ya da kitabı onun bir galası bir şey var. Bunu çek iki cümle haber yap yayınlayalım. Makineyi nasıl kullanacağım? Şuraya basıyorsun tuttur. Tamam dedim. Ben aldım gittim abi. Bir gala var. Anlamadığım bir ortam var. 45 dakika ben Ahmet Hamdi Tampınar’ı aradım. Bir şey sorayım diye. Gülmeye mi dedi? İyi. Birine sordum. Elinde bir meve suyu var. Dedi ki Ahmet Hamdi Tampınar nerede? Haber ararken haber olan adam. Böyle baktım ona hiçbir şey söylemedim. 1962’de vefat etmiş adam. Şeyi benziyor. Gazeteci Küçük Emrah diyor ki. Röportaj yapıyor Emrah patladığı zaman.
Ahmet Hamdi Tampınar dinler misin? O da diyor ki hiç dinlemedim ama konzeri olsa giderim. Aynen oysa. Benim de o. Dediler ki senden olmaz. Gel. Sen dediler. Ama bulup fotoğrafını çekseydin 100 yılın haberi olabilirdin. Ahmet Hamdi Tampınar mı? Sen büyük düşünmüşsün. Bulaydım çekerdim. Geri geldim. Yani söyleyemiyorum da ben insanlara. Ahmet Hamdi Tampınar’ı ben gittim bulamadım. Yani onu da yapıyorum. Anladılar. Dediler ki sen böyle bir kültür sanat edisörünün yanında. Bir sandalye verdiler. Bilgisayar. 20 tane köşe yazı faxla geliyor. Sen bunları al bilgisayara geçir. Tamam dedim. Şimdi aldım. Harfleri bulamıyorum zaten yani. Bilgisayarla aşağı yukarı ilk mesain benim. E fax 2 yıl boyunca. 2. haftada falan dedi ki bunun daha kısa yolu yok mu? Yani ben yavaş yazıyorum. Olmuyor. 10 saat yazı yazıyorum ben güya. Bir program indirdiler indirdim işte harfleri öğreniyorsun. Bekir abi ben şimdi normal bir insanın konuşma hızından hızlı yazıyorum 10 parmağa. Ooo süper. Ben o program biliyorum. Önce şunları şunları yap diyordu. Evet evet. Şimdi bir de F klavye kullanıyordu. Q’yu F’e çeviriyorum. Parmaklar biliyor neyin nerede olduğu. Şuraya geleceğim. 2 yıl boyunca ben 20 tane köşe yazısını bilgisayarda işte bilgisayara döküm olarak çıkardım. Kendi kendime diyor ki ya Rabbi ben bunu mu yapacağım yani? Kötüydüm hani ne yapacağım ben bunu mu yapacağım? Bilmiyorum ki abi kelime haznesi başka nasıl gelişebilir ki bu kadar her gün 18 yaşında 20 tane köşe yazısı okuyorsun yani. Müthiş bir ilim. Allah diyor ki.
Doldur diyor doldur. Yap. Sen bunu yap diyor. Ve işte o kitaplara buradan yaradı zaten. Çok şükür bir de Kürtçe devrik bir dildir. Boşnak dostlarımızda da var mesela çay içersin çay içer misin değil vurguda anlaşılır. Kürtçe’de de var çay bak o. Cinaz yazıyorum ben farkına varmadan. Bütün kitaplarım öyle cinaz yazıyorum. Çünkü kelimeler muazzam dans edebiliyor ben gördüğümde. Çünkü farklı anlamını görüyorum. Sen beni ben seni yaktık durduk. Ayrılık en doğrusuydu.
Bundan sonra iki yakan bir araya gelmesin. O ancak onu orada kullanabiliyorum. Seni çok özledim demek istiyorum. Cümlede en çok da çok kelimesi az kalıyor. Sen de beni çok özle demek istiyorum. Bu kez de çok kelimesi çok olur diye korkuyorum. Söyleyince çok oluyorum. Susunca da çok ölüyorum. Buna yaradı. O işte gazetede çalıştığım zaman dilimleri. O yüzden söyledim ne oluyorsa en güzelidir. Ya bir nebze belki bu kadar şey bir tane genç arkadaşımızın bir saniye ya evet. Belki bir yerde isyanı bir yerde sıkıntısı bir yerde neden sorularına. Ha oluyor olacak. Ne oluyorsa en güzeli olacak diye yarar diye anlatıyorum aslında. Peki orada kendindeki bu yeteneği ne zaman fark ettin? Bu köşe yazılarını yazarken mi yoksa sonrasında mı? O köşe yazılarını bilgisayara geçirirken aslında böyle bir şey yoktu. Sonra radyo programları devam etti. Ulusal radyoları devam etti. Baktım iyi bir yorum kabiliyeti var aslında. Yani olaya farklı yaklaşmak. Yani bir… Telaffuz düzeldin bu esnada daha az. Gittikçe tabi daha azdı.
Çünkü uzun yıllar Türkçe’yi iyi kullanman gereken bir iş yapmaya başlayınca… Bu seni zorluyor. Bu zorluyor. Yani oraya itiyor. İtiyor yani iyi olman, iyi konuşman gerekiyor. Kötü müydi? Değildi ağızdı ama genele hitap ettiğin zaman daha geniş yer fazlada anlaşılsın diye bu hale getiriyorsun. 2007 yılında ben bilgisayar başındayım radyoda. Bir arkadaşım telefonla konuşuyor. Ben neydi bir projem vardı onun adı. Ton farkı diye. Şimdi tonladığın zaman başka şeyler çıkabiliyor bununla alakalı. Yani tonlama ile alakalı şeyler. Anlatırım bir ara onu.
Bilgisayar başında duruyorum. O da telefonla konuşuyor. Muhtemelen ben bir ayrılık sahnesine denk geldim telefonda. Derin bir nefes aldı. Tamam gidiyorum. Tamam gidiyorum gibi bir şey değildi görev almadı. Tamam gidiyorum dedi. Ben bilgisayarda tamam gidiyorum diye bir şey yazdım orada. Onu yazdım. Çıklısını aldım. Bir programcı arkadaşım geldi. Bu kimin dedi? Dedim benim okuyayım mı dedi. Şiirsel bir şey oku dedim. O ne oldu? Birçok radyoda okunmaya başladı o şiir. Tamam gidiyorum şiiri. İlk şiir mi? İlk şiir. Aşağı yukarı.
Bir şey diyorum bilirim kokunun aşamayacağı uzaklık yok. Bilirim gelir de beni kefenler nefesin. Ölmemi istemezsin. Şimdi dokunman gereken alnıma duvarlar çarpar. Neredesin diye biten bir şiir doğdu. Sonra ben bunu hızlandırdım. Yani mesela bir hafta içerisinde yazdığım şiirlerdir şiir albümünde yer alan. Öyle bir duygu yakaldım orada ben. Yazdıkça yazdım radyomuzun yeni yönetmeni sağ olsun. Bir gün çağırdık. Bu şiirler kime ait? Bana ait dedim. Bunlara kitap yapalım dedi. Yok canım olur mu öyle şey? Ne kitabı?
Var mı böyle bir şey yani? Altı ay daha geçti kovarım dedi seni. Ben dedim ki çocuklarıma kalsın hiç olması yani. Bin tane bastılar. Canıma susuyorum diye bir şiir kitabı yazdı. Adı da o canıma susuyorum. Bastık bin tane öyle böyle satılıyor. Eşe dosya hediye ediyoruz. Bir gün başka bir radyo programı, sunusal bir radyoda haber verirler şiirlerini okuyor diye. Yanındaki birine dedi ki bak dedi Mehmet’im Mehmet Ercan dedi. Bir de cinas yapmış. Canıma susuyorum koymuş adını. Ben cinas yaptığımı o gün öğrendim. Yaptığı şeyin cinası oldu. Cinasmış. Edebiyatta denk gelen karşılığı.
O hadiseden sonra Twitter olayları başladı. Şimdi bir cümle yazıyorum. Çok retweet alıyor. Diyor ki niye bu kadar retweet alıyor ki? Mesela annesi tarafından marketin bir köşesine çekilip o kadar paramız yok çocuğum denmiş gibi kaldın mı hiç? Bu parasızlık değil, babasızlıktır diye yazıyorum. Ya da özlediğim kokun bana boynunun borcudur. Deyimler bana başka geliyor çünkü bununla alakalı. Onları yazıyorum çok retweet alıyor. Hatta Mustafa Bozkurt onunla alakalı çok güzel eser yaptı. O senin sözlerini yazdı. O sözlere beste yaptı. Ya da özlediğim kokun bana boynunun borcudur sevdiğim. Ne sen geldin de ben gittin. Kör düğüm olmuştu sevgi. Özür dilerim şarkısı onun. Sağ olsun. İnsanlara da özür diliyorum Mustafa adına. Onu okuttuk diye. Yayın evleri aramaya başladı abi beni. Dediler ki kitap yapalım bunları. Şimdi yapalım da ne yapayım dedim o Twitter’daki sözlerim konsantre duygu gibi bunların açılımını yazayım ben. Geniş açılımını. Onları yazdım. İlk toplantıya gittim. Yönetim kurulu var orada. Dediler ki beş bin kitap basacağız.
Benim hayatımda gördüğüm ilk beş bin kişi abdi ipekçi sporsoldum. Acayip bir şey gelmişti bana. Heleyi mi çekmeye gitmiştin oraya da? Bir basket maçı vardı. Heleyi tabi. Bir basket maçı vardı. Beni oraya götürmüşlerdi. Beş bin kişi bir aradı abi inanılmaz bir şeydi. Kapalı sporsolduğumda beş bin kitap basacağız dediler. Dediler kim alır beş bin kitabı ne yapıyor bunlar diye. Ama o kitap on günde bir yirmi bitti. On üç baskı yaptı. Böyle başladı yazarlık. Otur budur devam. Şu an beş kitabım var. Beş kitap var. Ne yapıyorsun şu anda? Seni bilmeyenler bilsin için soruyorum.
Allah razı olsun. Allah razı olsun. Altıncı kitabı hazırlıyorum. Biri şiir, üçü deneme, biri roman bu. Kitaplardan biri. Roman bir sinema teklifi almış. Tamam nasip artık. Ona bakacağız. Şartlarını hale getirir. Televizyon programı sunmaya devam ediyorum aslında. Bir gezi programı. Biraz da böyle işin içerisine yani gidip hiç sevmiyorum abi. Yani yaşça büyük insanlarla durum komedisi adı altında haddin aşılmasını hiç sevmiyorum. Ondan ben de hiç hazzettim. Hatırlar mısın? Eskiden izlerdik böyle bazı Anadolu programlarında. Kendini böyle aydın diye tabir edenler. Tarladaki ablaya konuşurken adın ne? Ne yapıyorsun? Kocan ne iş yapıyor diye konuşup sokakta gördüğü giyimi farklı insanlar. Merhaba hanımefendi nereye gidiyorsunuz diye. Direkt ona senle benle konuşuyordu. Oysa o tarlada havuç toplayan abla o caddede gördüğünden daha fazla sizdi. Ama bunun kadrini bilemiyorlardı ve ben buna çok bozuluyordum. O yüzden tarlada da uzun süre ben de Anadolu programı çektiğimde merhaba hanımefendi kolay gelsin.
Nasılsınız dediğimde o bile şaşırıyordu yani bana hanımefendi dedi falan diye.
Asla ona girmiyorum. Yani televizyon programını bırakırım onu yapmam. Asla. Bir daha bu ne oluyorsa en güzelidir mesela İstanbul Devleti Müzikisi Devlet Konservatuvarı 2.sınıf terkimde. Yani 16-33 başvurudan 33 kişi alacaklardı 2 yetenek sınavında geçtim. 2.sınıfa geldiğimde annem uyandırdı bir sabah kalk okula dedim ki ben bu okulda okumayacağım dedim yani. Çünkü adapta olamıyorum ben de.
Okula dedim ki ben bu okulda okumayacağım dedim yani çünkü adapta olamıyorum ki insanlarla. Sesin güzel miydi? Sesim iyiydi yani kurtarırdı onu. Ne okuyordu? Türkiye okuyordum. O zaman Mahsun Kırmızıgül çalıştırdı beni. Hepimiz kardeş. Gitti canımın cananı. Güzeldi baksana.
Gitti canımın cananı. Vay le canım. Vay le canım. Vay canım. Daha fazla okuma tehlike. Bu kadarı yeter. Sonra bıraktın onu. Bıraktım yani çünkü adapta olamıyorum. Bence isabet olmuş. Evet. Gitti canımın canını deyince.
Yani şey… E sen de oku. Tabii. Gitti canımın cananı. Kesin telif verirsin. Bu kadar yani. Ben başlamadan terk ettiğim için. Sadece ses değildi tabi o olay ama iyi ki de bırakmışım. İyi ki de. Bugüne kadar ne olmamışsa iyi ki de olmamış. Yani ve ne olmuşsa da iyi ki olmuş bununla alakalı. Ondan sonra kitaplar devam etti. Dediler ki bir gün işte hem radyoda anlatıyorsun gel sahnede anlat bunları. Sonra bir gün şiir oku dediler. Okurum ama dedim orkestralara kuracağım ben. Ve altı kişilik orkestralar vardı. Hep beş altı kişi. Hiç iki kişiler de yapmamam. Çok ticari değil ama hep beş kişiyle beraber insanlar güzel duysun istiyorum yani. En azından şiiri olmasa bile güzel bir sound duysunlar diye iyisini yapmak. Senin bir sözün çok takılmıştı aklıma. Olmayan işlerimle alakalı değil. Çalışmadığımda olmayan işlerimle ilgili üzülüyorum diye. Yani bizim için niyet ve gayret var. Netice zaten karışamıyoruz. Aynen öyle.
Yani elimden geleni yaptığıma inanıyorsam başıma her şey gelebilir. Hiç sıkıntı yok yani. Elimden geleni yaptıysam beni hiçbir şey üzmez yani. Ama gerçekten bir açık kapı bıraktıysam, ihmal ettiysen ve olmaydıysa ona üzülürüm. O da olmadığına değil kendime üzülürüm. İhmalime üzülürüm yani. Sonrasında bıraktın okulu. Edebiyat, şiir, bilmem ne der kitap derken devam. Televizyonu bu daha çok sevdin. Radyoyum Mehmet. Radyoda devam ediyor olman, radyoyu çok seviyor olman da yoksa hani insan oradan başladığı için bir vefa duygusu.
Ve kendine güvenli alan diyoruz ya kendine orada güvenli hisseder. Hangisi daha seni ifade ediyor? Şükür televizyonda da böyle bir güvensiz alan olarak hissetmedim yani. Çok şükür kendimce çıkıp paşalar gibi de yapıyorum. Buna inanıyorum en azından. Ama radyoda bir vefa hadisesi var. Sanki şeyi bozacakmış gibi geliyor bana. Tamam artık ben radyo programı mı yapacağım yani? Öyle bir şey değil o. Başka bir büyüsü var. Başka bir büyüsü var. Ben de yaptım vaktiyle. Çok ilginçti yani. Evet. İnsanlar sizin sesinizi duyuyorlar, sizi görmedikleri için eskiden öyleydi ya şu an instagramda açıyorsun adamı görüyorsun. Sizi görmedikleri için o sese zihinlerinde bir beden giydiriyorlar. Bizi mesela bir ortamda donmuşta yanındakiyle konuşurken biri dönüp siz Bekir Develi değil misiniz demiş. Sesten. Evet sadece sesten yani. Ben bir gün bir takside yaşadım bu hadiseyi. Mesela şimdi bunun yerine televizyonu, gazeteyi, kitabı, sahneyi koyamazsın abi. Taksinin arkasında herhalde o konuşma tonunu yakaladım bir cihazla konuşuyorum diye muhtemelen. Bana bakıp durdu taksici abimiz bakıp durdu. Ondan sonra sağa çekti. Mehmet Ercan mısınız dedim. Sağa çek iner misin dedi. Dedim Allah Allah ineyim indik. Bir sarıldı bana. Başından bir hadise geçmiş. Bir süre dört duvar arasında kalmak zorunda kalmış onunla alakalı. Kısa bir süre nasıl güzel geldi dedi. Nasıl iyi geldi dedi. O gece yarısı onu dinlemek dedi. Yani umutlanmak. Tamam demek olur demek vesaire. Hiç unutmam mesele bu. Ne güzelmiş. Şimdi bunun yerine bir şey koyamayız abi. Eyvallah. Bize bir şey okur musun? Okurum seve seve. Ezberden bakarak mı okuyacaksın? Ben de bunu merak ediyorum. Mesela bazı şairler, Nurullah Genç dahi mesela okurken kitabını açıyor ve bakıyor. Her şair yazdığı şiiri ezberlemez değil mi? Abi genellikle ezberlemiyorlar. Mesela Rahmetli Cemal Safi benim hayatımda çok önemli biriydi. O ezbere biliyordu hepsini. Ama ben ezberleyemiyorum kendi şiirlerimi. Biraz da belki bilinçaltımda şu vardır abi. Yani uzun yıllar ben şairim ben yazar şair diye yazalım diye utandığım için buna. Belki bilinçaltıdır ki bunları ezberleme yani ihtiyaç olduğunda çıkarır şey yaparsın. Cemal Safi bana Azerbaycan Dede televizyonda bu çocuk benim ruhumdan yazıyor. Dede diye artık ben sonra derim ki tamam ben şair dedirteyim o diye. Öyle okuyorum. Annemin terlikleri diye bir şiirim vardır benim abi. Bunun da hikayesini paylaşırım sizlerle. Belki de her şey annemle beni birbirine bağlayan ya da sonradan birbirinden ayıran göbek bağıyla başladı. Ya da her şey orada bitti belki de. Annemden kesilip güya hayata bağlandım. Oysa şimdilerden diyorum keşke tam tersi olsaydı. Yani hayattan kesilip anneme bağlansaydım. O zaman belki bu kadar acımazdı acımaya müsait hiçbir yanım. Şu yaşıma geldim pastorize edilmiş hiçbir süt besleyemedi. Aklımın kesmediği o bebek çağlarımda annemden beslendiğim kadar. Şimdi güya aklım var ama annem yok. Şuramda göğsümün kafesine kendini çarpa çarpa öldürmeye çalışan bir şey var ama annem yok. Anneni kaybettik dedi babam. Öyle soğuk, öyle donuk, öyle kapıda kalmışız gibi. Anneni kaybettik dedi babam. Sanki evimiz havaya uçmuş da boşlukta duran bir kapının önünde bir umut öyle boş boş bekliyormuşuz gibi. Hastanenin o sevmediğim kokusuna annesizliğimin korkusunu da katarak bir nefes çektim. En derinime, füjelereme sinmiş annemin nefesine değercesine. İçi annem kokan evimize açılmadı bir daha evimizin kapısı. Açılsa da annem kokmadı bir daha. Nasıl olur dedim kendi kendime benim yaşım daha 16. 16 yaş birinin annesini kaybedeceği yaş olmamalı. Ne bileyim belki 17, 18 ya da 40 olur ama 16 yaşında kaybetmemeli bir insan annesini. Ben şimdi nasıl bulayım kendimi? Anneler ölmemeli.
Bir daha hiçbir ekmeğin üstündeki salça annemin sepetle saldığı lezzeti vermedi. Annem ölünce her şey tadını, her şey adını ve anlamını yitirdi. Sonra 7’si çıktı annemin. Son misafiri de uğradıktan sonra babam karşımdaki koltuğa oturup belki de annemi ilk istemeye gittiği gün gibi mahcup, ellerinin parmaklarını birbirine geçirip öyle oturdu kaldı. Bir ara kafasını kaldırıp bana baktı bu kez de ben yüzümü çevirdim. Yüzümde öksüzlüğü misafir ediyorken karısını kaybetmiş bir adamın acısını taşıyabilecek yaşta değildi. Annem babama eşim de eşim onu öyle karım diye çıkıştıkça babam o meşhur sözü söyler ve gülerdi. Ben dağ gibiyim sen de başımdaki karım. Dağ gibi babam düze inmiş gibiydi karşımda 16 idi eşim. Sabah okul vardı ama annem yoktu ve hiçbir eğitim sistemi annesizliği anlatmıyordu. Hiç sırası değildi ama yarın aşık olası tutsa kalbimin kime anlatabilirim ki artık ben bunu? Babama asla, anneme olsa. Baba dedim kısık bir sesle, oysa efendim dese devamını getirebileceğim bir cümlem yoktu. Ütüsüzdü babamın üstündeki gömlek ve anlamıştım artık hayatımızdaki hiçbir şey bir daha istediğimiz kadar doğru düzgün gitmeyecek. Efendim dedi babam yüzüme bakmadan.
Annem öldü baba dedi, annem öldü. Sesimin tellerinden bir anda yüz tane kuş uçmuş gibi sesim titreyerek. Derin bir nefes aldıktan sonra kollarını açıp gel buraya dedi baba. Beni yanına çağırmasıyla neredeyse annemin dahi geri geleceğine inanarak koştum babama. Yürümeye yeni başladığım günlerdeki heyecanla koşar gibi koştum. 16 yaşında öksüz kalmış bir evladın kollarını açıp kendisine gel buraya diyen babasına koşması gibi koştum babama.
Başımı ütüsüz gömleğinin göğüs kısmına değil yaslamak resmen acısını bastırıyormuşçasına dayayıp böğüre böğüre ağladım. Kendisinden hiç duymadığım bir ses sonuyla tamam evladım tamam demekten başka bir şey diyemedi babam. Neyin tamam olduğunu bilmiyordum ama eksik olan annemdi ve bundan sonra neyin eksik kalacağını çok iyi anlamıştım. Annem ölmüştü. Sabah gözümü açtığımda annemin yokluğunu beynimde bir dinamit patlarcasını hatırlamam uzun sürmedi.
Mutfak kapısından kahvaltımızı hazırlamaya çalışan babamı izledim biraz. Masada bir tabak mutfakta bir anne eksikti. Banyoda bir bornoz bir diş fırçası çamaşır suyu kokusu ve bir anne eksikti. Salondaki çiçeklerde su tül perdenin altında güneşlik televizyonda saçma sapan bir program ve bir anne eksikti. Evimde sokağa bakan camından babama hadi hayırlı işler bana da hadi iyi dersler diyen bir ses eksikti.
Sokakta halimi soran komşular kendime iyi bakmamı isteyen dilekleri vardı ama yolladıkları selamla biri eksikti. Aradan kaç ay geçti bilmiyorum. Bir akşam yine babamla karşılıklı oturup boş boş televizyona bakıyorken gözüm koltuğun önünde biri diğerinin üstünde duran terliklere ilişti. Baba şu terliği fırlatsana bana dedim bir anda. Annen gibi tutturamam ki dedi. Yarı tebessüm ama tas tamam bir hüzünle.
O terliklere haftalarca dokunmadığımızı bilirim. Annem bırakmıştı onları öyle üst üste. Kaybettiğim her şeyin yerini bilen annem vardı. Kendimi kaybettim ama artık annem yoktu. Annemin tırnaklarımı kestiği günler başka da özlemim yok bu yalan dünyaya dair. Çok güzel. Nefis yazmışsın ya. Bunlar ne olacak? Yılmaz Erdoğan kokuyor. Hattiyar ile olmaktan mı yoksa çok mu sevdiğinden?
Yılmaz Erdoğan’ı severim. Çok severim şiirlerini. Kesinlikle çok severim. Cemal Safi de çok severim şiirlerini ama aynı göreden olmaktan. Bence de. Aynı göreden. Betimlemeler, cümlelerin kuruluş biçimen dediği her şeydir. Devriktir, burguu şeydir. Çok benziyor kokuyor. Ben Yılmaz Erdoğan’ın yazıp da okumadığım şiiri yoktur herhalde. Bunu o okusa çok başka bir şeye dönüşür. Bazen de böyle bir büyü oluyor. Ne kadar iyi yazarsan yaz. Onun kadar iyi okuyamıyorsun. Hani diyor ya ben daha çok sevdim ama o daha iyi söylüyor.
Katılıyorum abi evet. O kadar iyi bir yorumcu ki yani böyle en sıradan bir şeyi bile çok iyi okuyor. Zaten yazanın değil okuyanındır abi. Değil mi abi? Öyledir değil mi? Bence yazanın değil okuyanındır. Evet dediğin gibi bunu o şeref duyarım ya da bir başkası. Bir başkası da olabilir. Onun okumasında çok bambaşka bir yere gelir yani. Hattiyaride böyle bir büyü var herhalde değil mi? Abi Hattiyaride var, Diyarbakır’da var, Muş’ta var, Ağrı’da var. Aslında işte yöre dediğim o cennet vatanımızın o bölgesinde diyor ya hani yoksullukla yoksulluk ayrı şeylerdi. Şehirde her daim liman olaydı niye almayaydık? Şimdi yoksulluk başka bir şey, yoksulluk başka bir şey. Özellikle o yıllardaki yoksulluk senin bilinçaltına, ruhuna, diline, buraya bir şiirinde geçiyor ya onun diyor ya yok, buraya yok, netsek olmuyorun ranz arkadaşı. İşte oralar netsek olmuyordur. Netsek olmuyor bizim ruhumuza, kanımıza, bilinçaltımıza yerleşince işte olabildiği zamanları anlatmaya çalışıyoruz bununla alakalı. Annen ne diyor bu işlere? Ya annem enteresan mesela. Sigortam var mı diyorsun. Sigortam var mı? Bana dedi ki annem kitaplarımla alakalı. Oğlum bunları karnından mı yazıyorsun yoksa beri mi sana söylüyor? Yani karnından mı dedi, içimden mi? Diye dedim ki anne içimden çok mutlu oluyor. Bir gün annem evden çıkarken bahçelere de çıkmış böyle billboardları görebildiği bir evde oturuyordu. Benim fotoğraflarımı görünce eve geri girmiş. Bir hadise var herhalde diye. Yani ne oldu acaba? Benim oğlumun fotoğrafları niye duvarlarda olsun diye. Gelirler bazen sahne mi ağabey? Rahmetli babam da öyle. En önde oturmazlar. Biz oğlum orası başkasının olabilir. Biz böyle birkaç sıra arkada. Yan yana da oturmazlardı. Ayrı ayrı. Hep böyle bir mahkubiyetle ağabey. Yani başkasının hakkı olabilir. O köşe başkasının tarafından. Biraz da şaşkınlıkla yani. O da benim annem de vardı. Benim böyle hızlı bir çıkışım oldu.
TRT falan bilmem ne derken sahneler falan. Bir gün bir programı annemi götürdüm. Kuliste perdeyi böyle gel dedim sana. Şu perdeyi arkadan hafif araladım. İçeriyi gösterdim. 2000 kişi falan böyle. Amfityatro. Daha programa yarım saat var ama full. Salon dolmuş yani. Annem böyle yaptı. Şimdi bunların hepsi seni izlemeye mi geldi dedi. Evet dedim anne. Yani şimdi sen konuşacaksın. Bu adamlar sen konuşacaksın diye mi geldi? Bunlarda da akıl yok. Yani diyor ki sen ne konuşabilirsin ki ve bu adam işini gücünü bırakmış buraya gelmiş. Sende bir şey var da biz mi fark etmedik falan. Ne anlatıyor olabilirsin ki? Yani bu adam diyor bunlarda da akıl yok. Gelmişler buraya diyor. Bunu dinleyecekler diyor. Bu ama çok tatlı. Ben bunu şeye düşünüyorum. Yani seni fabrika ayarlarına çeken biri olmalı. Tamam mı? Yani kalk git lan şuradan. Konuşma diyecek biri. Çünkü herkes seni gazlıyor değil mi?
Mehmet Bey çok başarılısınız işte. İlk şiirinizde 10 yıl falan. Herkes sana başka bir muamele yapıyor ve sen bir süre sonra ona inanma riskin var. Ve ona inandığın zaman ayağın kaymaya başlıyor. Ben şimdi Adana’ya gittiğimde bizim aile sülale belli yani. Orta gelirli, orta alt gelir yani. Anneme takılırdım böyle hani zenginim. Herkes beni çok zengin zannediyor. Zannediyor ki biz milyonlarca lira kazanıyoruz. Oysa hiç öyle değil. Ben de o zengini oynardım yani gittiğimde. Annem hayattayken. Annemle bir gün oturuyoruz böyle yaptı. Pekir kalk git dedi. Bim’den dostluyor. Al gel dedi. Ben böyle yaptım dedim ablalarıma. Bim ne dedim yani. Ne bileyim? Ben böyle yaptım. Galiba gibi biliyorum yani. Böyle yaptım. Pardon bim ne dedim. Tamam mı? Annem dedi gerizekalı dedi. Millet oradan karnını doyuruyor. Gittiler de oradan bakkal işte büyük falan. Sırf annemden onu duymak için yapıyorum. Yani annem bana kızsın. Annem bana hor davransın. Ve ben tekrar fabrika ayarıma döneyim yani. Unutmayın. Çok abi. Aynı şey yani. Allah vefat etmişlere Allah uzun ömür vermesin. Bekanların cenneti olsun. Yaşayanlara da Allah uzun ömür versin. Vefat etmişlere de uzun ömür verse keşke. Ne güzel dua etti ya yanlışlıkla. Evet. Yanlışlıkla. Önemli abi ya. Yani çok şükür. Evet. Bizi de bu konuda fabrika ayarlarımızda çekmesi gerekenler. Allah korusun gerisi çok riskli. Çünkü dünyanın. Dünya seni işaret etse buna değmiyor. Değil mi? Yani buna değmeyecek. Asla değmeyecek. Bütün anneler öyle aslında. Benim annem gibi. O mahcubiyetleri ben biraz böyle hesap kapata kapata ilerledim sanki abi kendi açımdan. Yani bir kim, bir öfke vesaire bundan bahsetmiyorum ama çok mutluyorum. Mesela hala annem benim. İyisin değil mi? Hani iyi ol. İyisin değil mi? Kazanıyor musun oğlum? Var mı bir borcun harcın var mı diye falan. Kimseye bir yere gideceğim de mesela ya annem beni ararken çok kızıyor. Sen istediğin zaman beni ara diyorum yani. Var mı öyle bir şey? İşin var beni arama. Müsaid misin diye sorması vesaire. Biliyoruz abi. Gün gelir keşke çalsa diye bütün varlığımızı veririz yani bununla alakalı.
İstediğin zamanlara aklınız başınızda olsun diyor kardeşlerinde de söyle. Yani aklınız başınızda olsun. Hani kendinizde kalın kendinizde olun diye. Dediğim gibi bunu birinin bize hatırlatması lazım. En büyük mesele de zaten sıkıntı buradan oluyor kendimize kaybettik. Allah cümlemizi korusun kitabında buna adal bir alıntı yapmıştım ben. Bir şey yazmıştım. Bu eski kameralarda beyaz ayarı yapılır. Hatta yenilerde bile var. Beyazı tutarsın. İyi bir beyaz olmalı. O beyaza göre o görüntüleme teknolojisi bütün renkleri beyaza nispeten kodlar. Dolayısıyla ilk başta o kameranın önüne tutup ayarı yaptığım beyaz ne kadar beyazsa sarın o kadar sarı, yeşilin o kadar yeşil, mavin o kadar iyi mavi olur. Ama beyaz kirliyse diğer renklerin de kötü olur. Ben o köydeki akrabalarımızı, annemi ya da çocukluğumda geride bıraktığım insanları o beyaz kağıt olarak görürüm. Şöhret olup sahneleri çıkıp televizyon programları yapıp yıllar sonra tekrar köye döndüğünde ben neydim ne kadar kirlendiğimi ona bakarak kıyas edebilirsin. O beyaza ihtiyacımız var. Anneler sadece anne olmaklıklarıyla değerli olmakla beraber seni o beyaz ayarına tekrar çekecek insanlardır aslında. Yürü git gerizekalı. Benim böyle bir çocuğum yok. Ben seni böyle yetiştirmedim diyecek pataküde konuşacak insanlara ihtiyacımız var. Lan sen halde anın oğlu der misin? Gel hele gel falan diyecek insanlara ihtiyacımız var. Bizi yeniden yani toplumun, hayranların, fanların seni inandırmaya çalıştığı kişilikten kaçıp tekrar o lan gel bakayım buraya seni bir çimdirim diyen o amcalara ihtiyacımız var. Anne yıkaması gibi aslında. Aynen öyle. Yani yüzünü gözünü kolunu bacağını öyle çitliye çitliye o anne yıkamasına ihtiyac var hayata dair. Abi yabancı bir ülkede çok ünlü bir futbolcu. Çok utanç verici bir şey geliyor başına ve bulamıyorlar kaç gün. Nerede buluyorlar biliyor musun abi? Annesinin yanında. Çok ünlü. Annesinin yanına kaçmış. Öyle diyorlar. Sınacağımız yer. Evet o beyaza yarı çok önemli abi. Bu işler bir gün biter Bekir abi. Tamamı biter. Duygudur bu beyazamaz hala genel. Bu işler hiç başlamadık Mehmet. Bunların hepsi ilüzyon ya. Evet. Aslında yok. Yani oradan izleyip seni seven zaten seni sevmiyor ki. Aynen öyle. O ışığın altındaki adamı seviyor. Seni bilse belki yanına yaklaşmasın. Aynen öyle. Ya da başka bir şey hisseder. Hani iş dediğin şey zaten bir ilüzyondan ibaret. Rabbim yanımızdan yöremizden hakiki manada bizi biz olduğumuz için seveni eksikliğimiz ve artımıza eksimize seven insanları eksik etmesin inşallah. İnşallah abi. İşportajcılık yılların mesela bunu edebiyat olsun diye söylemiyorum. Ben bir kitabımda şunu yazmıştım. Son kitabımda işte ön sözde kendimizle tanıttığımız hayatımı radyo tv ve sahne programları yaparak kazanıyorum. Belki de kaybediyorumdur emin değilim yani. Bu işlerin böyle çok ciddi bir riski var. Kaybettiğin de kendin oluyorsun yani. Ondan sonra diyorsun ki işportajcılık yaparken Mardi Gızdepe’de yaşarken burada annemin dizinin dibindeyken insan varlık olarak da çok bilinmesi gereken bir varlık değil abi. O zedeliyor insanı. Biraz daha sırdır insan bunun alakalı. O bilsinler, görsünler, anlasınlar, alkışlasınlar. Allah korusunlar neler olmasa bu konuda imani bir meselemiz olmasa böyle bir derdimiz olmasa durmalıyım, tutmalıyım. Çünkü abi özgürlük aklına her eseni canın her istediğini yapmak değil. Kendine sınırlar koyabilmektir aslında özgür olman gereken yer. O olmadığımız sıkıntı. Hayırlısı. Allah sonumuzu hayır etsin. Amin. Keşke bir manevi dorbin olsa da şöyle kendi halimizde baksak bir sonumuz nasıl olacak. Uzamızı yakın etsin. Ben bu programa katılmayı çok istiyordum. Senle de çok şükür böyle hem birkaç yerde işte karşılaşma sohbet etme imkanımız oldu. Ben bütün izleyicilerimle Can Ugul’undan söylemek istiyorum. Sen çok başarılı, çok güzel bir adamsın. Umarım. Bu bitime yakın bunu söylemek istedim. Öncesinde de zaten söylemiştim. Bizim bir şeyler anlatan insanlara ihtiyacımız var. Allah da eksikliğini vermesin. Çok da onur duydum burada bunları anlatabiliyor olmakta. Allah razı olsun. Başımızla beraber. Eyvallah. Hoş geldin. Khoadeşte razı olsun. Khoadeşteci razı ve sağ ol. Allah razı olsun. Güvenli dostlar bizi izlediğiniz için teşekkür ediyoruz. Mehmet Ercan’a da programa katıldığı için çok teşekkür ediyorum.
Allah’a emanet olun. Ahiriniz evvelinizden inşallah da ahir olur. Hoşçakalın.
İlk Yorumu Siz Yapın