"Enter"a basıp içeriğe geçin

14 Mayıs 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş

14 Mayıs 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=Kt9VYJb8xZs.

Rasûlullah, Sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, mücellâ, musaffâ, pâk rûh-u tayyibelerine, Ehl-i Beyt’in ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm azarâtının, şehidlerin cümlemizin geçmişlerinin rûh-u şerîflerine,
dinimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasına selâmetine, okunan Tevbe Sûresi’nin 111-112. âyetlerini, muhtabâsı içinde yaşamayı, bu müjdeye nâil olmayı, Cenâb-ı Hak cümlemize nâil elimizin duâsıyla bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs. Allahümme salli ve sellem. Enbiyâ-i Şerîfe, Şerîfe’nin adı, Bismillâhirrahmanirrahim. Elhamdülillâhi Rabbî, Lâ ilâhe illâhe illâhim ve Rahmânirrahîm.
اَنَّذَا رَحْمَنَ رَحْمَ عَلَيْكُمْ بِالطَّيْنِ يَعَقَرَمْ اَنَّذَا لِلْيَا عَلَيْكُمْ Çok muhterem kardeşlerimiz, üç aylar Ramazân-ı Şerîf ve Kadir Gecesi’nin rûhâniyetini tarakke ettirmek için çok güzel bir mevsimdi.
Yani Cenâb-ı Hak bir Kadir Gecesi’ni bir gecede, 80 küsur senenin, gece olarak da 30.000 gecenin ecrini bir gecede hâk ediyor. Yani Cenâb-ı Hak ne kadar cömertliğinin bir sonsuzluğu, ümmet-i Muhammed’e olan bir ikramı… Velhâsıl inşâallah Cenâb-ı Hak bu Kadir Gecesi’ne, diğer günleri Ramazan günlerine,
hayatımızın bütün muhtevâsında yaşayabilmek ve son nefese ulaşabilmek, son nefese bir saadette ulaşabilmek… Zira Cenâb-ı Hak, وَلَا تَمَدُونَ إِلَّا وَانْتُمْ مُسْلِمُونَ Ancak Müslümanlar olarak can veren, sakın ha başka kötü bir can vermiyor buyuruyor. Bu ne zamana kadar? Bir imtihan dünyası içindeyiz. Bu imtihanda son nefese kadar devam edecek. Cenâb-ı Hak yakın gelene, ölüm gelene kadar buyuruyor. Yani bu Ramazân-ı Şerîf mevsimini bütün aylara teşmil etmek zarûrî. Çünkü Müslümanlık, belli zamanlar has bir merasim değil, ömürlük bir takvâ hayatıdır. Rabbimiz kulunun Cennet’e girmesini arzu ediyor. Cennet’i mü’minler için, Cehennem’i için kâfirleri için yarattı. Fakat mü’minlerin Cehennem’e girmesini arzu etmiyor. İllâ ki gireceğim derse Cehennem’e, nefsânî hayatlarına esir olmalı, yapacak bir şey yok. Mü’minlerle bir imtihan dünyası içindeyiz. Bu cihan, bir mekteb olarak kazanan insemî cinne, ta Âdem aleyhisselâm’dan beri geliyor. Cinlerin ne zamandır ve ne zaman ettiğini bilmiyoruz. Fakat en sonunda bu dünya da infilâk edecek, bu nizam bozulacak. Yeni baştan bir âlem başlayacak.
O âlemde kulluk yapma vs. yok. Yani hep bu dünyadaki olan hâlimizde, öbür tarafta devam edeceğiz. Bu gecelik gündüz bu dünya devam ediyor, bir ömürle devam ediyor. Fakat öbür tarafta, Cennet bitmeyen bir gün başlayacak. Gömül hulut. Bitmeyen bir gün başlayacak. Sonuçta bir âlem başlayacak.
Cenâb-ı Hak yine ikramını bildiriyor kullarına. Câsiye üstünde, göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, buyuruyor. İnsanın emrine verdik diyor. Kaman, kimin için bunu düşünen bir toplum için, kalbi olan bir toplum için, takvâ sahibi bir toplum için… Demek ki kul daima, Allah’ın nîmetlerini tefekkür edecek. Zaten ilk âyet, ıkra bismi Rabb-ı Kerîf’e hâlâk buyuruyor.
Yani gördüğü her şeyde Rabbini hatırlayacak ve kalp bir zikir hâline geliyor. Aman yâ Rabbi! diyecek. Yani kulundan Cenâb-ı Hak, kat-eflâmen zekkâ, kat-eflâmen tezekkâ, teskî olmuş, temizlenmiş bir yürek istiyor. Teskî nedir? Yani temizlenme, nefsin temizlenmesi, kalbin berrak hâle gelmesi, alıcı hâle gelmesi, kalbi selîm hâline gelmesi,
اِلَّا مَنْ اَطَى اللّٰهَ قَلْبٍ سَلِيمٍ Cenâb-ı Hak kalbi selîmle davet ediyor. Demek ki teskî, nefsânî arzuları bertaraf etme. Cenâb-ı Hak ihsân etti. نَفَحْتَ فِيهِمْ نُرُوهِ buyuruyor. Rûhânî istirahatı inkişâf ettirme. Kendisinin kulun bir ihsan, yani ilâhî kameranın altında olduğunu idrak etmektir.
Bu kalpte bir şuur hâline gelmesi, bu şekilde bir takvâ meydana gelmesi. 258 yerde Kur’ân-ı Kerîm’de takvâ geçiyor. Cenâb-ı Hak kullarının müttakî ve müttakî olmasını arzu ediyor. Kul, kalbi selîm sahibi olacak. Firine olmuş, tertemiz bir kalp, berrak bir kalp. Nasıl insan doğduğu zaman tertemiz olarak doğuyor.
Günahlardan azâde. Son nefeste o şekilde oluyor. İbadetler, tahât, istiğfarlar, seherler. O şekilde kalp, tertemiz halde. اِلَّا مَنْ اَطَالَّٰهَ بِقَلْبٍ سَيْرٍ مِنْ رَبِّنَةٍ لِلَّا رَبِّنَةٍ Kalbi selîm, kalbi selîm bile Rabbine gidecek. Kalbi minip buyuruyor, istikâmet, hitap ve sünnet üzere olacak.
Nefs-i mutmainine buluyor. Allah ne verdiyse nîmet olarak, iki uçlu piçak gibi bütün nîmetler Allah yolunda seferber edilecek. Can, mal, evlât vs. Nefsânî arzuların desisini düşmekten imtihan edilecek. İnsanı felâkete götüren nefsî arzular nelerdir?
En başta gurur oluyor, kibir oluyor Allah korusun. Enâniyet oluyor. Bütün nîmetleri veren Cenâb-ı Hak, onun karşısında Cenâb-ı Hak, abdî âciz olması lazım, aman yâ Rabbi demesi lazım. Riyâ, gösteriş, gıybet, haset, en mühim kendilerini vitrine etme sevdâsı. Maalesef bu, kadın da erkekle kendilerini vitrine etme sevdâsı çoğaldı.
O için şerîfî hükümler bir tarafta kalıyor. Bunlar hepsi kulluğu zedeliyen hususiyetler. Mü’min gönlünü rûhânî istihdatlarla müzeyyen hâle getirecek. Ne olacak? Merhamet. Nasıl bir merhamet? Efendimiz’in merhametine yaklaşacak. Şefkat, yeryamlık, cömertlik, fedakârlık ve emsalleri. Nefs teski, kalp tasfiyle takvâde mesafe merhaleler katılacak.
Rasûlullah Efendimiz şöyle buyuruyor, ümmetin bir yağmura benzer, önü mü, soru mu hayırlatır bilinmez. Yani ashâb-ı kirâm mı? Yalnız bu zor zamanlarda gelen ümmetin mi hayırlı bilinmez, buyuruyor. Muaz bin Cebel anlatıyor, Rasûlullah beni Yemen’e vâli olarak gönderirken uğurlamak için Medîne’nin dışına kadar Rasûlullah teşrif etti, buyuruyor. Ben binek üzerindeydim. O işe mâşendi, yürüyerek geliyordu. Bana tavsiyelerde bulundu. Dedi ki, tavsiyelerden sonra, bak dedi Muaz dedi, belki bu seneden sonra beni bir daha göremeyeceksin dedi. İhtimâki şu mescidime ve kabrimime geldim ha ziyaret edersin dedi.
Muaz, Efendimizin bu sözünü duyunca çok mütesir oldu, ağlamaya başladı. Efendimiz, ağlama ey Muaz dedi. Sonra yüzünü Efendimiz, Medîne’ye doğru çevirdi ve şöyle buyurdu, İnsanlardan beni, bana en yakın olanlar, kim, nerede, hangi zamanda, hangi menganda olursa olsun, Allah karşı takvâ sahibi olanlarla beraber olup, birbirimizi birbirimize birbirimize birbirimize, hangi yandan olursa olsun, Allah karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir. Demek ki bu hepimizin muhtevâsı için oluyor. Yani bugün de, dün de, yarın da müttakîler kimler? Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenirler. Hayatımızın bütün muhtevâsında Rasûlullah Efendimiz’e benzemeye çalışanlar. Bir gölgenin, bir gövdeye sadâkati gibi olabilmek. Bir gölgenin, bir gövdeye sadâkati gibi olabilmek.
Rabbimiz, Însân-ı Mükerrem’i yarattı. Kulundan dostluğu talep ediyor. Ve dostlukları, dâruf, selâma, cennete davet ediyor. İstidâtlar ihsân etti. Cemâli sıfatlar kalpte tecellî edecek, kul Cenâb-ı Hak’la dost olacak. Fakat nefsânî arzular bertaraf edilecek. Yani kirli bir bardakla ona su kolmak ve o su içilmez.
Hatta kirli bardakla zemzem bile kolulmaz. Çünkü zemzem bünyesini de kırar. Demek ki kalpte öyle. Bütün celâli sıfatları bertaraf edecek, cemâli sıfatları mazhar hâle gelecek. Bu dostluk nasıl olacak? Cenâb-ı Hak’la Lâ Havfun, Alevfü ve Lâ Hümyâşşûnûn buyuruyor. Ona korkmayacaklar, üzülmeyecekler. Peki bu dostluk nasıl olacak? Cenâb-ı Hak’la Peygamber Efendimiz’in dostluğu gibi. Mü’min, bu ulvi dostluktan hisse alacak. O şekilde Cenâb-ı Hak’la dost olacak. Lâ Havfun, Alevfü ve Lâ Hümyâşşûnûn. Korkmayacak, üzülmeyecek. Başka nasıl misal? Rasûlullah Efendimiz, Ebu Bekir radıyallâhu anh’la misâli gibi, dostluk misâli gibi. Efendimiz, Ebu Bekir radıyallâhu anh’la dost oldu. Habeşli Vahşî de dost oldu seneler sonra. Fakat bu dostluklar arasında muazzam farklar var.
Demek ki burada ne ölçü var? Kalbî yakınlık ölçüsü var. Muhabbet, iki kalp arasında bir nevi bir ceylan hattıdır. Bu hatt ne kadar güçlü olursa, hâl ve şahsiyet transfer olur, inkâs eder, insibâ eder. O nispetle artış gözleri, merhaleler gösterir. Malzeme demek ki, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmış, muhabbettir.
Rasûlullah’a yaklaşmış, muhabbettir. Ne içinse âdaptır. Allah Rasûlü’nün edebiyle, hâliyle, ahlâkıyla, davranışıyla, nezâketiyle, zerafetiyle hâllenebilmektir.
Dostluğu güçlendiren ne için? Fedakârlıktır. Hep hesabı kendine baktığında fedakârlık hâlinde. Ama ben şu kadar yaptım, artık oturum yok. Aman Allah Rasûlü’nün kalbinde benim bir hissem var mı? Yani Allah bize ne imkânları verirse, akıl, zekâ, mal, can, evlât, hepsini Allah Rasûlü ve Allah Rasûlü’nün istikâmetine seferber edebilmek.
Mal nedir bir de var? Mal kime aittir? Hayvanlarda mal var mı? Bir mal endişesi var mı hayvanlarda? Benim niye malım yok diye hayvanlarda, niye kulübeyim yok diye endişe var mı? Demek ki insanın bir nefis imtihanı olarak veriliyor mal. Hayvanlarda insan için yaratıldı. Onlara zaten öbür taraf diye bir şey yok.
İnsanı bir lûtuf olarak yaratan insan, o hayvanlara, iqra bismi Rabb’e kellezâh okuyacak, ders alacak. Her hayvan ayrı bir mektep, ayrı bir dershane. Yaşayışı, yaratılışı, rızkı vs. Her nebâtat da öyle. Hepsi insan için yaratıldı. Yani mal bizim için bir imtihan meselesi. Mal kullanmayı bilen bir cennet malzemesi.
Ama Allah korusun, nefsânî arzuları istikâmetinde kullanılsa, kişi cehennem yolcusu ediyor mal. Rabbimiz diğer mahlûkâta bir mal vermiyor. Demek ki onlarda mal ihtirası yok. Sadece insan da bu mal ihtirası var. Malın ahiret sermayesi yapacak yerde, onda arzı endam hâl-i sergilerine, yani gösteriş, süksü, konfor vs.
Yani eşyayla aşağılık duygusuna bastırma hareketi. Böylece kibire düşüyor. Malınca aşağılık duygusuna bastırmaya çalışıyor. Şatıfatlı düğünler, şatıfatlı maytaplar, şatıfatlı bilmem neler… Ya baksana benim saltanatıma diyor. Allah’ın saltanatından haberi yok. Bedenin gücümüz varsa, o gücümüz Allah için kullarımız, kumandalarımız,
bedenimizin gücü veren kim? Bir hastalık görüyor, bir anda güç biçiyor. Süleymanî Hazretleri Cenâb-ı Hak çok büyük güç verdi. Bir anda o gücü aldı. O tahtında bir ölü gibi ceset gibi bıraktık.” buyuruyor. Demek ki kul daima Cenâb-ı Hakk’ın iltiçe hâlinde olacak. Hiçbir kul, kıyamet günü şu beş şeyden hesaba çekilmeden bir adım daha atar. Kıyamet günü şu beş şeyden hesaba çekilmeden bir adım daha atamaz Efendimiz buyuruyor. Birincisi, ömrünü nerede tüketti? Allah sana bir ömür verdi. Cenâb-ı Hak Fâtır Sûresi’nde bir misal veriyor. Bu misalde cehennemdekiler diyorlar ki, “-Yâ Rabbi, bizi çıkar ne olursun, biz bu menfî hâlemizi müsvete çevirelim.”
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki onlara, “-Sen diyor, düşünecek kadar bir ömür vermedik mi?” İşte burada Rasûlullah Efendimiz, ömrünü nerede tüketti? Düşünecek kadar bir ömür vermedi. Sana ömür veren kim? Kimin mülkünde yaşıyorsun? Gelişin niye, gidişin niye, bu akış nereye? Düşünecek kadar bir ömür vermedik mi? İlmi nerede kullanılır, ona ne amel işleyeninden? İlim nedir? Allah’ın verdiği ilim.
En büyük ilim Rasûlullah Efendimiz’e aitti. Nasıl o ilimle, o câhiliye, yarı vahşi insanı terbiye etti, faziletler medeniyeti inşa etti. Bugün de o ilme muhtacısı. Rasûlullah Efendimiz, Cenâb-ı Hak en büyük muhallim olarak gönderdi. Öbür dünyevî ilimler, hayatın ufak bir parçası o kadar. Fakat Allah’ın Rasûlü’nün terk ettiği ilim, dünyada da saâdet, âhirette de saâdet. İki dünyada da âbâd olma. Yine Cenâb-ı Hak, monu nerede kazandığını soruyor. İçinde faiz var mı? Kul hakkı var mı? Hakkı, ibadet var mı? Birtakım yanlışlıklar var mı? Ve nerede sarf ettin? Bunu da görmek, öğrenmek istiyorsan, monu nerede sarf ettiğine bak. Helâl mi, haram mı? Bulanık mı? Ne kadar menfilâ karışmış, ne kadar karışmamış.
İnsanda irade yoktur. Malın kazancında irade vardır. Nereden kazanırsan, oraya doğru akar gider mal. Üçüncü, dördüncü, beşinci, vücudunun gençliğini nerede yıprattın? Allah sana ilkbahar gibi bir gençlik verdi. Nasıl ilkbaharda coşuyor bütün tabiat? Sen ne yaptın gençliğinde? Allah’ın verdiği bu güç istîdatlarla.
Bunların hesabı sorulmadan bir adım dahi atamaz buyuruyor Rasûlullah Efendimiz. Yine Cenâb-ı Hak Enfâl Sûresi’nde, evlâdımız var mı? Onu Hak yolunda adadık mı? Biliniz ki mallarınız ve evlâtlarınız birer imtihan meselesidir. Cenâb-ı Hak malı da bir imtihan meselesi, evlât da imtihan mesâlesidir. Evlâdsan emânet. Dünyavî için ne kadar ona istikâmet etsin, ahiret için ne kadar imtihan etsin?
Ne kadar ona istikâmet etsin, ahiret için ne kadar istihâmet etsin? Daha canım bu küçüktür, mücüktür vs. zamanın zevkinâsı bir daha yapmaz diye o çocuğu zehirledin mi? Yoksa ona bir saadet yolunu gösterdin mi? Ufak yöntemden Allah’a kul olmayı telkin ettin mi? Onun Cenâb-ı Hak biliniz ki mallarınız ve evlâtlarınız birer imtihan konusudur, fitnedir. Büyük mükâfat ise ahirette Allah nezdindedir. Nasıl o yavru, sen onu Allah yolunda yetiştirirsen, o sana bir sadıkayı câir olacak.
Veyahut da onu o gelişik güzel sokaklarının insafına, kaldırımlarının insafına bırakmışsan, o da sana seyyî câriye olacak o zaman. Yaptığı bütün günahlardan mes’ûl olacaksın. Bilhassa bugün evlâtlarımız, şu hakikati hiçbir zaman unutmayacağız, Cennet de bu dünyada pazarlanıyor. Pazarlıkta fedakârlık olacak. Es-Sâbîkirk’e fethâ-i cân üzre yaşadı. Dünyanın alâ işinden uzak kaldı. Nefsin tuzağı olan her türlü dünya nimetinden ferâgat ettiler. Yaşadıkları îman, heyecânî, onların hayatlarında hiçbir zaman yoruldum, üşendim, bıktım ifadelerle olmadı. Kullukta terakki ettikçe haz arttı. Onlar, Allâh’ın dostluğunu hiçbir şeyle değiştirmediler. Hiçbir dünya fânî bir emtâda değiştirmediler.
Allâh’ın dostluklarını büyük haz ve lezzet hâlinde yaşadılar. İnsan olan her yere seferber ettiler, onları hidâyete kavuşturmak için. Biz bu hayata dünyaya kul olmak için gelmedik, Allâh’a kul olmak için geldik. Eşyaya kul olmak için, eşyanın putperest olmak için gelmedik. Allâh’a, nefsimizi Allâh’a adamak için geldik, kul olabilmek için geldik. Cenâb-ı Hak bizden amelen sâlâ istiyor, îmânı kâmil istiyor.
İşte Cenâb-ı Hak dost olabilmek için, canı ve malı Allâh’a adamakla gerçekleştiğini bildiriyor. Demek ki can kimin? Kendi kendine mi can senin oldu? Canını sen kendine kendine mi yarattın? Can da Allâh’a hâyet. Mal kimin malda? Malla mı dünyaya geldin? Malla mı gidiyorsun? Demek ki mal da bir emanet, canın da bir emanet. İki büyük emanet, gerçi her şey emanettir.
Esas olarak bu iki büyük, iki büyük emanet, Cenâb-ı Hak okunan âyet-i kerîmede, Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını kendine verecek cennet karşılığında satın almıştır. Demek ki dünyada bir pazar var. Nasıl bir dünya pazarları var? En mühim pazarın için âhiret pazarı var. Bu âhiret pazarında Cenâb-ı Hak mallarını ve canlarını kendine verecek cennet karşılığında satın alabilmek. Yani cenneti satın alabilmek.
Allah korunan, cehenneme satın almak, Allah korunan, o çok nefse uygun. Fakat cenneti satın almak, fedakârlık istiyor. اِنَّمَا الْاُسْرِيُسْرَ اِنَّمَا الْاُسْرِيُسْرَ عَبَوَيْضِهُمْ Her zorluktan sonra Cenâb-ı Hak saâdet veriyor, huzur hâli veriyor, kolaylık veriyor. فَاِذَا فِرَحْوَتَ فَاِلَا رَبِّكَ فَرْقَبْ Nefeslerini ziyan etmeyeceksin. Ömrünü ziyan etmeyeceksin. Bir hayra koşacaksın, o bitti, o ziyan etmeyeceksin.
Bir hayra koşacaksın, o bitti, Allah yönete, gel bir hayra koşacaksın. Nefesler çok mühim. Bu nefese nerede harcadık? Cenâb-ı Hak, وَالْاَصْرِ بُعِلَى زَمَانَا يَمِنَ عُلَيْنَا بَعْلَى İnsan en çok o zamanı nasıl geçirir, onun pişmanlığı içinde olacak. Çare ne? Zikir, Allâh’ın kalpleri beraber olması. Kalbin, Cenâb-ı Hak’la beraber olması.
Onlar, mü’minler, malların canlarını kendilerine mes’ik cennet karşısında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar. Yani cihâd ederler. İnsanları işaret etmeye uğraşırlar, gayret ederler. Tabi bu, insanları işaret etmeye çalışırken de tabi, zâlimler tarafından ölürler, öldürürler. Bir takım meşakkıya da katlanırlar. Bu Tevrat’ta, İncî’de, Kur’ân’ın üzerinde Cenâb-ı Hak bir haktır buyuruyor. Cenâb-ı Hak burada bir hak veriyor o şeye, cenneti vâdediyor. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim, kim vardır buyuruyor. O hâlde Allah’la yapmış olduğunuzu alışveren sevinin buyuruyor. Demek ki Cenâb-ı Hak dünyada her ker-mü’min Allah’a verişleri, Allah celâzı alışverişleri bulunuyor.
Malıyla, canıyla, evlâtlıyla ve emsalleriyle. İşte bu gerçeğe büyük kazanç da Cenâb-ı Hak veriyor. Nübüvvet’in, yani Mekke’nin devrin 13. senesinde ikinci akıb-ı biyatı oldu. Medîne halkından 70 küsur kişi geldi. Mekke’de Rasûlullah Efendimiz’le biyat ettiler. Aflâb bin Ravâha sordu, «–Yâ Rasûlallah! Allah’a biyat ediyoruz, sana biyat ediyoruz. Bunun kadar ne var?» dedi.
Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki, «–Cennet var!» buyurdu. Aflâb bin Ravâha dedi ki, «–Yâ Rasûlallah! Seninle ne güzel bir alışveriş yaptık. Biz asla vazgeçmeyiz dedi. Canımızı, malımızı, seni yolladık, fedâ edeceğiz. Allah için fedâ edeceğiz.» dediler. Hakkı enel, ondan sonra bir imtihan var, bir mute seferi vardı.
Mute seferinde bir Yahudi dedi ki, «–Eğer dedi, bu Allah’ın peygamberi, üçün de şehid olacaksınız.» dedi. Fakat zaten Efendimiz saydı orada, şunlar şu şehid oldu, Z şehid olduğu zaman, Câhire, Câfer şehid olduğunu, Aflâb bin Ravâha şehid olduğunu, o zaman içinden bir kumandan seçeceksin. Üçün de şehid olmayı idrâk içinde gider ve tebessümle gider.
Belki bir teşekkürle gittiler. Çünkü cennette satılanma heyecanı içindelerdi. Bugün de Efendimiz’e, O’na tâbii olmayı, O’nun ahlâkını ve sünnet-i seynirini kurmak, hayatımızın muhtevâsı içinde olacak. Eğer gönlümüzde, Sallâllâhu aleyhi ve sellem, varsa, O’nun muhabbeti ve ittibâ olursa,
iki cihanda ilâhî azaptan biz Nît-i Âlâ muhafaza etmiş olunuz. Yine Cenâb-ı Hak Enfâl Sûresi’nin otuzüncü âyetinde, Harbi sen onların içinde, yani peygamber efendim onların içinde iken, onları azâb edecek değildir. O Mekke devriyle yapılmayacak zulümler yapıldı. Hatıra gelmeyen zulümler yapıldı. Bir ayak bir deveye bağlanan bir ayak bir deveye ters gönderildi. Korlar üzerine yatırıldı. Efendimiz’e işkembe atıldı. Namaz, secdettirken işkembe, deve işkembe atıldı. Fakat bir azap inmedi. Cenâb-ı Hak onun içindeyken Allah onları azâb edecek değildir. Ve onları mağfiret dilerken de onları azâb edecek değildir. İki hususiyet var burada. Birincisi, Rasûlullah’ın yaşadığı müddetçe, onun içinde toplum, azap inmeyeceği müjdelenmiştir. Demek ki mü’mine yakışan da Rasûlullah Efendimiz’in içinde ne kadar değeri var. Bu değeri gösteren de Rasûlullah Efendimiz’in o nübüvvet, o peygamberlik hayatında yaşadığı hayatta, onun bağlıktan ne kadar bir gücümüz var. Yani demin bana, bir gölgenin bir vücuda sadâkati gibi, ashâb-ı kirâm buyuruyor, bu şekilde. Bir gölgenin vücuda sadâkati, emret yâ Rasûlallah diyordu.
Ya sen’in sineninde bir yerin olsun, malım, canım, âlem, her şeyin fedâ olsun senin için diyordu. Ve Cenâb-ı Hakk’a azâb etmeyecektir, buyuruyor. İkincisi tabi, siyâllerde istiğfar edenler için. Mü’mine yakışan, bir gün mutlaka bırakıp gideceği fânî dünya nimetlerini, Allah’ın izniyle istikâmiye kullanarak hakîkî ve kalıcı saâdete sermaye edilecek. Ziyârâ, mü’minin esas serveti hayır hasenatta. Hayır hasenatta bulunmak sözüyle, ebedî hayat için biriktirmekte ve ebedî hayata sermaye hazırlamakta. Efendimiz buyuruyor, sadaka vermekle acel edin. Çünkü bela, sadakanın önüne geçemez.” buyuruyor. Hattâ Mesnevî’de bir hikâye var. Medîne bir yangın oluyor. Mesnevî’nin Mevlânî ifadesiyle, atılan su bile alev hâline geliyor. Yâ Halife diyorlar, su yangını söndüremiyor diyor. Ne yapalım diyorlar? Ömer raddî ona, fakir fukarayla git, onun gönlünü alın diyor. Kırık kalplerin yanında olun buyuruyor. Belâ asıl, Efendimiz sadaka vermekle acel edin. Çünkü bela, sadakanın önüne geçemez.” buyuruyor. Yine Ahmed bin Ali’nin bir hikâye.
Belâ asıl, Efendimiz sadaka vermekle acel edin. Çünkü bela, sadakanın önüne geçemez.” buyuruyor. Yine Ahmed bin Hanbel Hazretleri de, «…Değerli gördüğünüz hayırları araya engel vermeden yapın.» buyuruyor. Yine Hasan Basrî Hazretleri’nden bir misal var. Hasan Basrî Hazretleri’nden bir kişi geliyor, ben açım diyor mescitte. İyi diyor, oturdu, göndeririz diyor. Eve gidiyor, unutuyor. Sabahleyin geliyor, o kişi orada vefat etmiş. «Ey vah vah vah!» diyor. «Lâ yenfâ.» Fayda yok. «Kefenliyonu» vs. bütün o ihtimam gösteriyor. Ertuğrul, yakaza hâlinde «Evet diyor, senin yaptığın o işler bir fayda vermedi diyor. Çünkü zamanında yapmadın.» diyor. Dünya bir zaman. Âhirette yapabilmek imkânı bitti. Bugün hakikaten ne kadar bir Müslümanların ızdalar varsa, bir drama varsa, onun da hemhâli olmak, kavlen, meşûrâ, onların dertleri demem, onları bir teselli edebilmek. Bismillahirrahmanirrahim. Tabi bu infaklar da çok mühim. Mallarıyla, canlıca, satanlarla. Yani infakta bulunurken, dikkatli bazı edep kaideleri vardır. İhlâsa dikkat etmeli. Gösterişe kaçarak, dünya memâat ve beklentili infakta bulunmamalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, «Yak ucuz sadakat, sadakatı ben alırım.» buyuruyor.
Yani sadakayı, o gölge verdiğin kimse. Esas sadakayı Cenâb-ı Hak ben alırım diyor. İmâm Gazâl dedi, bir hadîs rivâyeti diyor. Başta verdiğin sadaka, «Mecazen Allah’ın eline geçer, Allah’ın elinden o kulun eline geçer.» buyuruyor. Onun için çok bir ihtinâla verebilmek, severek verebilmek, sevinerek verebilmek, iyisinden verebilmek.
Yani içinde nasıl necâset bulunan bir memba suyu, bir nezâat damlarsa, bütün sahipiyetlere giderse, dünyevî niyetlerle bulanık olarak ifade eden İddâet-i Hazretler’in hâlde mahviyatını kaybeder. Yine diğer bir husus, örnek olmak, başkanı hayra teşvik etmek için durumlar dışında.
Orada yani ben riyâ yapmayacağım diye cemaate gitmek olmaz. Fakat bunun ölçüsünü iyi kullanmak lâzım. Yeni bir zaruret varsa açık da vermek lâzım. Fakat mühim olan, arşının altında kalacak kişilerin birinde, sağ elini verdiğinde, sol elini duymayacaklar diye gizlilikle riayet etmek. Allah da seninle aranda kalması.
Bu şeyin infak edenler, günahları affedilen, kıyametin dehşet gününde, arşın gözyaşının altında himayet edecek olan bahtiyar kimselerdir. Üçüncüsü, Allah korusun, başa kalkmak, incitmek sûretiyle sadakalarını boşa çıkartmayın buyuruyor. Allah koru. Hadi sen her zaman gül, her zaman verdim. Tamam artık git. Allah korusun bu,
sadakayı Allah’a vermekten, bu kadr-ı men ediyor. Rahmetli, peder zamanında bir gün dükkâna geldi. Orada birisi var ya, yarım mezup devamlı gelir de. Diyor ki tezgâhlarla, yahu her zaman olur mu dedi. Tezgâhlar dün verdik ya sana dedi. Her zaman istenmez dedi.
Peder çağırdı o tezgâhları. On vakit de sabah yiyoruz Allah’ı istiyoruz, öğle istiyoruz, akşam istiyoruz. Bu senden geldi, az bir şey istiyor dedi. Neye çeviriyorsun dedi. Allah bize veriyor, devamlı veriyor. O senden de günde bir sefer istedi. Ver, az bir şey ver. Eğer durumuna göre, eğer içine yatmıyorsa az bir şey ver. Çünkü sana derken Allah rızâsını verir, Allah rızâsını verir.
Kelime ona Allah rızâsını kullanıyor. Bu, çok büyük bir hassâsiyet vermekte. Onun için, Başa kalkmak âyette, incitmek sûretiyle sadakalar, boşa çıkarmayın buyuruyor. Demek ki Rahmetli Peder de onu söylerdi. Zenginliğin saltanatını verir, vermenin saltanatını sevinçle vereceksin derdi. Verdiğinde bir haz duyuyorsan derdi, o yerini de verir. Zenginliğin saltanatını verir, vermenin saltanatını sevinçle vereceksin derdi. Verdiğinde bir haz duyuyorsan derdi, o yerini de geçmiştir. Ona Cenâb-ı Hak bereket verecek. Yine dördüncü söz, infakta. Kişi kendini verince gönül huzûyla alamayacağı kalitesi, bayağı şeyleri fakirlere infak etmeyecek. Sevdiğinden vereceksin.
لَنْ تَوَبُرُ رَحْدَاتُ نُفْقُ مُمْ مَعَتُوبُ بُعْنِينَ Sevdiklerinden vermeyecek, Rabbine yaklaşamazsın, Cenâb-ı Hak buyuruyor. Beşincisi, veren alana teşekkür hissiyatı içinde olmalıdır. Çünkü onu mesuliyetten kurtarıp ecren hâle ediyor. Olmazsa kime verecek? Ömer bin Abdü’l-Zamân’ın bir yarış başladı, infak yarışı. Öyle bir hâl oldu ki infak verecek, kimse bulamadılar.
Valiler, Ömer bin Abdü’l-Zamân’ın mektubu yazdılar. Ne yapalım dediler. Birlikte infaklar verecek kimse bulamadılar. Herkes müstâniye almıyor, tamam var benim diyor. O zaman dedi Ömer bin Abdü’l-Zamân, köleleri azâ dediler, bu dedi toplananlarla dedi. Yani mü’min tâ imân kendisine yer arayacak. Ben nasıl Allah rızâsını kılacağım? Yine bu, insan sûresinde var, bu veren kimseler, Hazret-i Halî ve Âdî Fatıma’dan, Radıyallâhu anh’dan, fakir geliyor, veriyorlar. Kendi yiyeceklerini veriyorlar. O gün belki de oruçlar. Yetim diyor, yetime veriyorlar. Fatıma Vâlidemiz tekrar yemek yapıyor. Üçüncüsünde esire veriyorlar. Bu çok mühim âyette. Verirken de, sakın minnet altında kalmayın diyorlar.
Bir teşekkür, bizim diyor, teşekküre ihtiyacımız yok diyorlar. Bizim, o diyor, sert ve belâlı gün gelecek önümüze diyorlar. Bu sert ve belâlı günden korkarız diyorlar. Onun için biz bunu ise Allah rızâsız, ivazsız, garetsiz, hasbeten Lillâh Allah rızâsız için biz veriyoruz diyorlar.
Ebû Nisâ, Allah rızâsız, ivazsız, garetsiz, hasbeten Lillâh Allah rızâsız için biz veriyoruz diyorlar. Abû Senkamterîrâ, sert ve belâlı gün, mukassî gün, zor gün… Allah da onların gününe sevinç verir, onları o günün şerrinden, kıyam-i şerrinden korur buyruluyor. Yine Ebû Lezze Semerkandî Hazretleri, Allah dostunda, diyor ki, bir infak esnasında diyor, ”…Alanın teşekkür edâsı içinde olmalı. Çünkü alanın nasibi, dünyevî ihtiyacının giderilmesidir. Verenin nasibi ise, uhreviye, sonsuz lütfâ ile Cenâb-ı Hakk’ın rızâsıdır. Böyle olacak, veren alandan daha kârlı durumdadır. Onun için muhatabına teşekkür etmelidir.” Bunu daha genişlet. Meselâ bir hoca, talebesine teşekkür etmelidir. Onun dinini öğretiyor, îmanını öğretiyor. Hidâyet yolunu gösteriyor, takvâ yolunu gösteriyor.
Yani bir hoca, talebesine o kadar muhabbet duyacak ki, Allah’ın emâneti olarak görecek onu, ona infakta bulunacak. Sırf dersten sonra da. Bizim rahmetli hocalarımız vardı, imam eti okurken, o zaman İhsâllerinde imam etimin, ”Aman oğlum derdi, takıldığın bir yer varsa gel der, ne olursun derdi. Benim câmime gel, imam da, mesela ben de câmimde, bu anlayamadığın dersi sana ben öğretim derdi.”
Diğer bir hocamız vardı, problemli, çocuklarının problemlerine ceketi mi yok, ayakkabısı mı yok, şey mi yok, temin ederdi. Kimi hocamız vardı, ”Aman da gel namazı beraber kılalım yavrum derdi. Gel beraber Allâh’a secde edelim derdi.” Velhâsıl yaşanacak, yaşatılacak. Dünyada fakir zengini muhtaçtır. Fakat âhiret değilse zengin, fakirin hayır doğasını muhtaçtır.
Fakirler varlıklı kimseler için pahalı biçilmez bir nîmettir. Fakat o fakire vesîle Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tâsiye edip imkânı kavuşturur. Bugün baktığımız zaman İslâm dünyası neye döndü? Bir matem ülkesine döndü. Suriye bak, hem insanı mahvettiler hem toprağını aldılar. Sudan öyle, Yemen öyle, Myanmar öyle vs. birçok beldeler, Afganistan öyle, şey öyle.
Demek ki onlara, ben nasıl onların evlâtlarını nasıl buraya getirebilirim? Nasıl onlara hizmet edebilirim? Nasıl onlara infak edebilirim? Hiçbir şey yapıyorum, nasıl onlara caizimde dua edebilirim? Bu cihanda birliklerin en mühim hazine, en kıymetli hazine, kazanılmış gönüllerdir. En değerli servet de, sevindirilen mahzun gönül, yüreklerden arş-i âlâ’yı yükselecek, bizleri rahmet vesîle olacak güzel dualarda.
Davut Hâzı’nın talibesi et getiriyor. Böyte bakıyor, şöyle genel çekiyor. Oğlum diyor, şu iki aştan, şu iki yetime ne haber diyor? Efendim, onlar bildiğiniz gibi diyor. Bak evlâdım diyor, ben yersen bin bin sene sonra dışarı çıkacak o diyor. Şu iki yetime girsin, arş-i âlâ’ya çıkacak. Kul, daima bu Allah rızâsını ben nasıl tahsil ederim?
Nasıl kendimden bir fedakârlıkta bulunurum? En mühim, yine böyle geliyorum, evlât yetiştirme, vefâsını göreceğimiz evlât, Allah yolunda yetiştirilmiş, ardından bize sadaka-i câhili olan evlâtlardır. Esas onların tahsiline dikkat etmek lâzım. O tahsil, ufak yaşta başlar. O tahsil, o yavruya Kur’ân-ı Kerîm öğretmek, Allah sevgisi ve Rasûlullah’ı sevgisi vermek başlar. O yavruyu îkaz etmekle başlar. Bak yavrum, bunu böyle yaparsan Allah sevmez. Böyle yaparsan Rasûlullah seni çok sever. Kıyamet onun yanında olacağız. Yani Efendimiz en iyisini nasıl yetiştirdi? Nasıl bir muhabbetle yetiştirdi? Analar, babalar öyle yetiştirecek evlâtlarını. Vefâsını göreceğimiz dost, Allah için sevdiğimiz, zor zamanlar kardeş olduğumuz dostlardır. Bunu arşın altında yedi kişiden biri, zor zamanların dostu. Bir birbirinin dostu olacak, iki el gibi olacak. İşte bu zor zamanların dostu.
Vefâsını göreceğimiz dünya malı da şimdiden infak ederek âhirette gönderdiklerimizdir. Dahî mevcûn, müslümanın servet ile bir imtihanı vardır. Hazret-i Osman radiyyâma buyuruyor, dünya düşüncesi, yani dünya ihtirası, mal ihtirası, kalpte karanlıktır. Âhiretin tefekkür ise kalpte nurdur.
Üç şey, saâdetin sırrıdır buyuruyor. Saâdetin sırrı üç şeydedir. Birincisi, tevâzu. İbad-i rûh-i râhman yerine tevâzu ile dolaşırlar. Bir müslüman, hiçlik içinde olacak. Enâniyet içinde olmayacak. İkincisi, kanaat ile zenginleşmek. Gerçek zenginlik, kanaatin getirir zenginliktir. Müstâni olma zenginlidir.
Üçüncüsü, ölümü sık sık tefekkür etmek. Onun için ne olacaksa tefekkür etmekle insanın her hâlini, her yarın vericiye zerrelerin hesabını düşünebilmek. Efendimiz buyuruyor ki, selâmü aleyküm… İhtiraslarımız felâket oldu, bildiriyor. “-Allah’a yemin ederim ki diyor Rasûlullah Efendimiz. Sizin için fakir olmadan, birbirlerini yasaklayın, birbirlerini yasaklayın, birbirlerini yasaklayın, birbirlerini yasaklayın,
birbirlerini yasaklayın, birbirlerini yasaklayın, birbirlerini yasaklayın, birbirlerini yasaklayın, birbirlerini yasaklayın… Fakat ben sizden öncekilerin önüne serildiği gibi, dünyanın da sizin önünüzde serilmesinden. Yani onların gâfillerin dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden. Dünyanın onları helâk ettiği gibi sizler de helâk etmesinden korkuyorum bu geschafft.” Ebu Hazretler de, onun da biraz sert ifadesi var.
Allah’a yaklaştırmayın. Her türlü imkân, mal, mühakam, mevki, ancak için başa belâ olan musibetlerdendir. Yine bu zor zamanlar için, bu da çok bir fedakaya, Hz. Ali Radıyen buyuruyor, yoksullaştığınız zaman sadaka verin buyuruyor. Zenginken vermek kolay da, yoksullaştığınız zaman sadaka verin. Allah da kendisine ticaret yapmış olursunuz.
Size boğduğunuzluk verir o zaman. Yine Hz. Ali Radıyen buyuruyor, dört şey devam ettirmeyecek, din ve dünya huzur ve selâmette devam eder. Dört şey devam eder. Bir, zenginler kendine verilen mal ile cimrik etmedikçe, yani cömertlik ve fedakârlıkla bulundukça, iki, âlimler öğrendiklerine,
bildiği şeylerle amel ettikçe, yani emr-i bir, mağruf-i nehyâ, lümünker yaşadıkça ve yaşatmanın gayesinde oldukça, üçüncü, câhiller, bilmediği şeye kibirlenmemekte, yani ben biliyorum edâsı içinde olmamak, fakirler dünyaları için âhiretlerini satmadıkça müddetçe, demek ki din ve dünyada huzur devam eder buyuruyor.
Ecdadımız, Osmanlı, infak ve cömertliğin tecessüm etmiş şekil olan vakıflarla, toplumu âdâ bir â gibi şefkat ve merhametle ördüler. Hem vakıf kuranlar, Allah da nâil olan ümidinin mânevî hazı ile huzur buldu. Hem de o vakıflarla istifade eden fakir fukarâ da, garip burabâ da, dullar, yetimler, mağdurlar, muzzaripler de, hatta hayvanlar da, nebâdat bile huzura kavuştu. Yani imkânlar vermek suretiyle huzura kavuştu. Çünkü bu, Allah için verdiler, âhirete havâl ettiler. Alanlar da dünya için huzur buldu, ibadetlerini, tâatlerini, vs. Allah’ın kulluğunu artırdılar. Rahmetliliğini, İslâm’ın gönüllere bahşettiği merhamet ufku sayesinde, hem ferdin, hem toplum, hem de hayvan, nebâtatın bütün bir tabiatta huzur ve şükürlüğü temin edildi. Bu, Sâmi Efendi Hazretleri’nden birkaç sohbette duyduğum bir hâdise vardı. Fakat menşeğini bilemiyorum, nereden aldı acaba, rûh-ül beyanından mı aldı, durumunu bilemiyorum. Onu da ben nakledeyim. O da sadakanın ehemmiyetini gösteriyor. Büyük bir fakir zavallı bir adam. Rasûlullah’ın adına baktığı zaman, bir gün fakir zavallı bir adam Rasûlullah Efendimiz’e geldi, mürâcaat etti. Hayatta tek arzusunun evlenmek olduğunu bildirdi. Efendimiz de o kişinin Lefî Mahfuz’da, ertesi gün öleceğini biliyordu. Buna rağmen hayır demeye alışkın olmayan Yüce Peygamber Efendimiz, “-Peki dedi buyurdu. Etrafa bir kişiye küfür bir kadın bulması, onu denk bir kadın bulması için bir haber gönderdi. Nihayet ona bir münâsir bir eş bulundu. Nikâhları kıyıldıktan sonra akşam oldu. Akşam olunca bir de, ”–Yâ Rasûlâllah dedi, ben hiç helvâ yemedim dedi. Helvâ çok hasretim dedi. Bir dedi, bak bize bu gece bir helvâ gönderilse, ailemle beraber o helvâ yesem dedi. Ve ona bir helvâ yapıldı, helvâ gönderildi. Ertesi sabah Efendimiz o Lefî Mahfuz’da gördüğünde o karı kocanın vefat edeceği durum vardı. Hattâ onun cenazesini bekliyordu. Fakat beklenen cenaze gelmedi. Sonra teklik neticesi anlaşıldı ki o gece yeni evler hâniyesinde bir fakir gelmiş. Lillât demiş. Allah için bir satak… Onda verecek hiçbir şey yok o helvadan başka. O helvayı veriyorlar.
Tekliğecek olan o helvâ’nın hepsini gönül rızâsıyla verebilmelerin, onların büyük fedakârlık, tabaklarından büyük bir felâketten kurtuluyor. Eğer o ağzı açık tabakıda bulunan o helvâ’nın hepsini vermemiş olsalardı, bir yılan gelip zehirini o helvâ’nın üzerine akıtacaktı. Yeni evliyan karı koca ikisi birden öleceklerdi. Ve cenaze namazına kılınacaktı. O sadaki Allah rızâsını vermenin neticesini Cenâb-ı Hak izniyle ömürleri uzattı.
Bunu, Efendi-Babadan birkaç sefer dinlemiştim ben şahsi. Herhâlde Ruh-i İlbeyân’dan tahmin ediyorum. Yani şimdi demek ki, sadakayı fedakârlıkça vermek lâzım. Çünkü yine sadaka Cenâb-ı Hakk’a veriyorsun. Daima şunu düşüncenin, Gülbüz’de Rasûlullah Efendimiz’in ne kadar var?
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede bize Cenâb-ı Hak âyet-i kerîme aynen, tövbe olsun Yüzüncü âyete, İslâm’a ilk önce giren muhacirler, yani bunlar mekkeliler, onlar onun üzerine bütün fedakârlar katlandı. Malları gitti, canları, eziyet oldu, her türlü ne kadar bir cefâ varsa, her türlü cefâ onların yağmur gibi yağdı üzerlerine. Fakat onlar dirâyet göğsü, îmânlarından en ufak bir fedakârlık göstermediler.
Cenâb-ı Hak onları methediyor. İkinci olanlar, Ensâr buyuruyor Cenâb-ı Hak. Onlar da Medîn’eliler. Onlar da mallarını, canlarını, Allah’ın cömertçe bezdettiler, sevinerek. Gerçekten Allah’ın gönlünde bir yerimiz olsun dediler. Cenâb-ı Hak, onlardan Allah râzı oldu bu âyette. Onlar da Allah’tan râzı oldular. Allah onun içinden kalacakları, ebedî zemin ırmaklarına kadar Cenâb-ı Hakk’a inşa ediyor.
Bu büyük bir kutluuştur. Ecrâdımızın gayetine sahâbiyye benzemekte. Bu yüzden daima ümfak hâlinde yaşadılar. Onların İslâm için, Allah için fedakârlıklar bulundular Ecrâd. Demek ki bizim de vazifemiz o olmalı. Nasıl bize, nasıl eserler kaldı onlardan sayısız. Vakıf eserleri, câmiler, meleklermeler eserler. Hep buna fedakârlık, medeteler, meleklermeler, meleklermeler, meleklermeler eserler. Hep buna fedakârlık neticesi. Ve verdikçe sevinebilmek. Câfir Sadık Hazretleri, ey Âdem ol diyor, canının kadrini bil diyor. Allah Teâlâ sana, canının kadriyeti öğretti. Nasıl öğretti? Allah’ın da fedakârlık göstermekte. O senin canın karşısında cennetten başka bir bedel râzı olmadı. Sanacak cenneti verecek bunu. Yine Mevlânâ Hazretleri meslebi şöyle buyuruyor, zavallı insan diyor. Zavallı insan diyor. Kendisini gereği gibi bilemedi. Kendisini tanıyamadı. Yani Allâh’ın kendisine verdiği nîmetlerin farkında olmadı. Tanıyamadı. Çünkü o ötelerden, yani ezel âleminden, yücelerden, ezel âleminden geldi, rûhu. Bu noksanlar âlemine, bu kirli nefsânî dünyaya düştü. İnsan kendisini nefsânî hayatı, nefsânî hayatın zebûnü olarak kendini ucuza sattı. O çok değerli bir atlas, bir kumaş gibiydi. Tuttu, kendisine yamadı, kirli bir hırkaya yamadı. Nefsânî arzuların zebûnü oldu. En büyük lûtuf, Rabbimiz var, elhamdülillah. Büyük bir ihsân-ı ilâhî. Bizi yoktan vâr eden Cenâb-ı Hak. Onun verdiği, onun mülkünde yaşıyoruz. Onun verdiği nîmetlerle perverde durumdayız. Sayısı hesaba gelmez, nîmetler ihsân etti Cenâb-ı Hak. Lûtuf-ı Kerîm’e îfât etti. Bütün hayırları bize yapmaya güç ve kudretine veren yine Cenâb-ı Hak.
Bütün eksik, noksan ve kusurlarımız, kusurlarımız yüzünden o ibadet ve hayırları kabul buyuruyor. Yine Cenâb-ı Hak bize maldan ve candan bunun kadar fedakârlık istiyor. Cennete girebilmenizin iki şartı var burada. Tabi bu Beşir’in hassasiyeti anlatıyor. Ben diyor, Rasûlullah diyor, beyat etmek için yanına geldim diyor. Bir bâdiyye bir çöl insanı.
Bana Allah’tan başka ilâh olmadığını, Muhammed’in salâlarına, onun kul ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm’a hâccet etmemi, Ramazan ordu tutmamı, Allâh’ın cihat etmemi şart koştu. Ben de mukâbil dedim ki, ey Allâh’ın Rasûlü! Vallahi bunların ikisiyle gücüm yetmez. Bunların bir cihattır. Yani canından fedâ edip, cihâd etmektir. Bunların bir cihattır. Yani canından fedakârlık. İkincisi, sadakadır, maldan fedakârlık. Ben bu iki şeyden, ben bunu iki hususede yapamam dedim. İnsanlar cihattan kaçan kimseye Allah’ın gazab ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihat meydana gelince, nefsimi ölüm korusunu kaplayıp kaçmaktan endişeyim. Tabi orada İslâm’ın müdahafası için mukâhamet, harp falan… Bugün de en büyük cihat, müsterşidi irşad, irşad beklenerek irşad etme.
Sadakaya gelince de benim küçük bir koyun sürüsü var. On deve var. Onlarda ehl-i mâşî kaynağı ve binek hayvanlarım. Ben dedi, bundan, onun için bana dedi, cihattan ve şeyden, sadakadan beni mahfuz tut. Müsaade et dedi. Efendim şöyle tuttu. Diyor ki, Meşîr bin Hasâsî, beni öyle bir salladı ki diyor Rasûlullah Efendimiz diyor,
Bana dedik, sen dedi, Allah’ın için cihat etmeyeceksin. Yani İslâm’ın dininin yayılmasını fedakârlık göstermeyeceksin. Sadaka da vermeyeceksin. Ne zaman o zaman cennete gireceksin? Söyle bakayım bana dedi. Ben öyle bir ürferdim. Evet yâ Rasûlâllah, sadaka da vereceğim, cihattada bulunacağım Allah rızâsı’nı dedim. O zaman elimi bırak dedi. Velhâsıl tabi o bizim için de yani cihadın yok, sadakan yok. Peki o hâlde sen nasıl cennete gireceksin?
Yani bu nedir? Hakkın müdafâsı yok. Hakkın karşısında dilsiz şeytan gibi oluyorsun. Gayretin yok. Peki o zaman cennete nasıl gireceksin? Velhâsıl sâlih bir mü’min olabilmek, sâlâ bir mü’min olabilmek. Sâlih, sâlâ bir mü’min olabilmek için, dünyanın gelgeç arzularını, nefsânî ihtiraslarına, şahsi hayatını bir kenara koymak için, şahsi hayatını bir kenara bırakmak. Yani dünyanın gelgeç arzularını, nefsânî ihtiraslarına, şahsi hayatını bir kenara bırakmak, onlar karşısında. İnsanların maddî mânî, huzur ve sâdî gayreti demek en büyük nîmettir, bunu bilmek. Yani cihad, insanların selâmeti için. Bugün bir, dünyayı görüyoruz, küresel güçler, dünyayı bir zulüm mekânı hâline getirdi. Ne istiyorsun o zavallı insanlardan? Hem onları kovuyorsun, hem öldürüyorsun, hem de toprağın sahip çıkıyorsun. On binlerce kilometre döner. Ne istiyorsun onlardan? Nasıl dünyanın tekrar bir câhiliye devrine döndü? Yine kâmil bir mü’min nasıl olacak? Başkanın ızdırabıyla muzdarip olan, onların huzurla huzur bulan bir mü’min olacak. Kendi kurtuluşunun, başkalarının kurtuluşuna hizmet etmeden geçtiğini bilen bir mü’min olacak. Muhtaç sevindirmek nesliyle yaşayan, merhametli, müşrik, fedakâr, gergâhım, cömert bir insan olacak. Gönül huzurunda ancak Allah’ın muzdarip kullarını sevindirmekle hâlde edilir. Ârifler bilirler ki, insanın bedenini yemekle doyar, ruhu ise yedirmekle doyar.
Velhâsıl mü’min, yaşama zevkine, nefsânâ alana bir tarafa bırakacak, yaşatma aşkına gönül verecek. Bunu kimler? Candırlı-mallı ile cihâd edenler. Candırlı-mallı ile cenazatını alınanlar. Bunlar çok kısasa, اَتْطَعَيْبٌ buyruluyor. Bunlar, tövbe edenler. Hep peygamberlere tövbe görüyoruz.
Zalemdi buyruluyor. Nefsime zulmettim buyruluyor peygamber. Beni affet buyuruyor. En ufak bir zevleden dolayı. Demek ki mü’min daima istiğfar ilimde olacak. Bilhassa istiğfârın en şey zamanı seherler oluyor. Âyet-i kerîmede, ey insanlar! Rabbimize karşı gelmekle sakının, ne babanın evlâdı, ne de evlâdının babanâmını, bir şeye ödemeyecek günden çekilin.
Bilin ki Allah’ın verdiği sözü gerçektir. Sakın dünya hayâsını aldatmasın. Şeytan, Allah’ın affını güvendirerek sizi kandırmasın. Evet, Allah erham-ı rahîmidir ama sen de O’nun istikâmet yolunda bulunacaksın. Bu, rûh-i beyan da yine buyruluyor. Tövbe’nin kabul edildiği dört alâmet vardır. Tövbe’nin kabul edildiği dört alâmet vardır. Birinci, tövbe eden kişinin fâsıklarla olan münazıda tamamını kesmeli. Sâlih zâtlarla, sâlihâ zâtlar, hanımıza beraber olması, nerede olurlarsa olsunlar, onların sâlihlerin yahut hanımlar, sâlihânın meclisinde devam etmesi, fâsıklarla tamamını irtibatı kesmesi. İki, ibadetle rûhâniyet kazanması. Çünkü insan gerçekten kalbiyle dönüş yaptığı zaman bütün uzuvlara yasaklanır.
Kâinatlarında boyun eğdiği müşahede edilir. Bir ağacın kökü iyi olduğu zaman meyvesi de iyi olur. Kökün de eğer şey varsa, bozuk varsa meyvesi de eğir, bünyamık yumuk olur. Üçüncüsü, dünyada nefsânî arzuların ömrün tükenmesi o kimseler. Yani Allâh’ın haram ettiği kimselerden biri ateşten kaçar gibi kaçması. Çünkü Allâh’a yönelen kimse, onun dışındaki bir şeyle sevinmez. Huzur bulamaz.
Dediğim, Peygamber, sürekli hüzur ve tefekkür hâlindeydi. Ümmetin derdindeydi. Dördünü tövbe eden kimsenin gönlünü, Allah kendisi için kefil olduğu rızık konusunda değil, Allah Teâlâ emrettiği şeyler meşhur. Ben çok zengin oldum, çok bilmem ne olayım, Allah senden onu istemiyor. Allah sana verir, takdir ettiği kadar, sen mü’min olacaksın, infak edeceksin, helâlden kazanacaksın. Tövbenin şartları vazgeçme olmadığı için.
Tövbenin şartları vazgeçme olmadan olmaz. Efendim, bana bir şey, dua edin. Sen duânın icabını yapıyor musun? Tövbe eden nasuhâda bulunabiliyor musun? Vazgeçmelâzım, pişmanlık lâzım, amel-i sâlihlerle, tövbeni teyid etmen lâzım. Önce el-âbidûn. İbadetler, ruh ve beden âhenki içinden olacak. El-hamdüdûn, hamd edenlerden.
Bak, ilk âyet, el-hamdüle-arabilâlemin diyoruz. Cenâb-ı Hakk’ı her zaman bir senâ hâlinde kılacak, aman yâ Rabbi diyecek, el-hamdüle-arabilâ diyecek. Verdiği nîmetleri tefekkür edecek. Cenâb-ı Hak, hamd, enfâl birinci âyet, hamd, gökleri ve yeri yaratan karanlıkları ve aydınları var edilen Allah’a mâsustur. Yine, Efendimiz buyuruyor, Allah’a hamd dederek, el-hamd dederek başlamayan mü’minin her işi, berekezsiz olur.
اَسْصَٰيهُونَ Oruç tutanlar buyuruyor. Demek ki oruç tutmak da kolay değil. İşte Ramazan-ı Sezâbî, göze oruç, kulağa oruç, kalbe oruç, fedakârlık, Allâh’ın nîmetlerinin kadrini bilebilmek. Cenâb-ı Hak teşekkür edâsında olabilmek, infakîn artırabilmek. Yine bu, صَعِيْهُونَ bu da ilim, cihat, ibret ve tefekkür için seyahat etmek. Tâtil, tâtil yok, tâtil teneşirde başlayacak. Kıyamet-i kadrinde tâtil var. Onun için esas tâhir, اَسْصَٰيْهُونَ ilim, cihat, ibret ve tefekkür için seyahat etmek. Dîni yaşayabilmek, için hicret edebilmek bu mânâlara gelir. اِنَّ الْرَاكِهُونَ اَسْصَاجُدُونَ Rüke edenler, secde edenler. Namaz çok zor bir iş. Yani namaz, Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmek.
Rükû hâlinde ve rükûsü ve secdesi, feyiz ve rûhâniyet içinde olacak. Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor, ey âdemoğulları! Her mes’î girişinizde veya her Allâh’a secde edin, siz de güzel elbiseler giyin. Cenâb-ı Hak huzurunda olduğunuz farkında olacak. Pasaklı şekilde çıkmayacaksın. Kul namaz kılâ, Efendimiz şu kadar, şu kadar, şu kadar gider, onda biri kalır buyuruyor.
Zor zamanlar ne oldu? Namaz da yine Cenâb-ı Hak’la iltihade edeceksin. Namaz çok mühim. En başta namazda kıraat var, istiğfar var, vesâire var. Namazda bütün yaşamanın hususiyetleri namazda var. Ondan sonra emr-i bil-mâruf, mâruf-ı emr-i kötür denmen etmek.
Velhâsıl bu da Cenâb-ı Hakk’a, siz hayra çağıran iyiliği emredip kötürlüğü menemlik topluluğu bulursunuz. İşte ona Kurtoş Erenler’dir. Yine siz insanların hayrı için ortalara çıkartılmış, en hayır ümmetseli, iyiliği emredip kötürk denmen edersiniz. Allâh’a inanırsınız. Demek ki Allâh’a inanan bir insan, iyiliği emredecek, kötürk denmen edersiniz.
Vazifelerimiz ne o zaman? Vazifelerimiz, Allâh Rasûlü’nün insanları nasıl sevdiğini, nasıl onları yetiştirdi, nasıl terbiye etti, nasıl o bir vahşi bir kavimden bir medeniyet, bir fazlalık medeniyeti inşa etti. Demek ki Allâh Rasûlü’nün hâline dikkat etmemiz lâzım. En başta evlâtlarımız nasıl yetiştirecek? En eski evlâtlarımız, evlâtlarımız, evlâtlarımız, evlâtlarımız,
en eski evlâtlarımız, evlâtlarımız, evlâtlarımız, evlâtlarımız, evlâtlarımız, evlâtlarımız, evlâtlarımız, evlâtlarımız, evlâtlarımız, evlâtlarımız, evlâtlarımız, evlâtlarımız, evlâtlarımız. En başta evlâtlarımız nasıl yetiştirdiler? En eski enes decidesi, enes’i on yaşında geldi, enesi nasıl yetişirdi Efendimiz? Nasıl o muhabbet ile yetiştirdi? Yani Allah Rasûlü’nü seven, ben onu seviyorum, diyen, onun gibi insan yetiştirmeye gayret edecek.
Bu ahşi insanlarla nasıl bir eğitim ve tâbî tuttu ki, onlar göklerde yıldızlara dönüştü. Esâbım göklerde yıldızlar gibidir.” buyuruyor derece derece. Bunlar hangi tahsildeydi? Kimin tahsildeydi? Bir köle üç ekmeğini bir köpekle paylaşıyordu. Bugün o hayvan aç diyordu.
Allah bana gönderdi, ben de ona ben ikram edeceğim diyor. Bu, köle nerede mastırının doktorasını yaptı? Onun Efendimiz’in ashâb-ı sufâ yaptığı eğitim, bizim için en güzel örneklerdi. Yaşayarak Efendimiz, en iyisi yaşıyordu, yaşatarak öğretiyordu. Efendimiz muhaciri severdi, en sahâbeti severdi. Fakat en çok meşhûl olduğu Kur’ân talebeleriydi.
Kur’ân’a ne kadar biz ravaç veriyoruz. Ebû Tahlî diyor, baktım diyor, girdim diyor ashâb-ı sufâ’ya, Rasûlullah iki büküm olmuştu, Kur’ân’ı talim ediyordu diyor. Abdullah bin Mes’ûd, yediklerimizin öyle bir hâli geldi, öyle mânevî hâlle, öyle bir seviye bizde meydana geldi, rûhî seviye. Yediğimiz lokmanlarının zikrinini duyar hâle geldik, buyuruyor. Hâlid bin Velîd, kendisi ölüm ânına bir muhâsebe hâlindeydi. Rasûlullah Efendimiz’in terizinde yaptığı kulluğu az görüyordu. Ben niye yatakta can veriyorum? diyordu. Bir cengâberin kılıç şakırdalarında, at kişnemeler arasında geçen bir ömründe, bir yatakta ölmesin, ne kadar bir, ona kadar bir cezâdır diyordu. Acaba ben ne hatâ işleyemeyim ki Allah bana bu cezayı veriyor? diyordu. Yanındaki arkadaş, niye hüzünleniyorsun dedi. Allah’ın cezâdır. Seyfullah sıfatını, Allah’ın kılıç sıfatını vermedi mi? diyordu. Yermuk’ta diyordu, sen az bir güçte, büyük bir güçü bertaraf eden, o ne? Kan gölüne çeviren sen değil miydin? diyor. Evet ama diyor, niye yatakta ben ölüyorum, can veriyorum? diyordu. Kaldığını ayağa diyor, bâri son nefesimi bir ayakta vereyim. Bir kılıcım var, bir de atım var, dünyada iki tane sermayem var,
bunda gözünü budaktan esir gören cengâvere miğras bırakıyorum, diyordu. Tabi bu nedir? Bir mü’minin, bir îman heyecanıydı. Velhâsıl ondan sonra Allah’ın hududunu koruyanlar, yani Allah Rasûlü’nün önüne geçmeyin, buyuruyor. Her hâlimize Allah Rasûlü’nün hâliyle bir mîzân etme durumundayız. Onun için Efendimiz’in tevkîni, varlıkta ve yoklukta, varlıkta şımarmamak, yoklukta yanlış bir fikre saplanmamak, esas hayat âhiret hayatıdır. Demek ki bir mü’min de varlıkta da şımarmayacak. Dâimâ diyor ki esas hayat âhiret hayatıdır. Allah bunu niye verdi, ben ne yapıyorum? Yoklukta Eybâ –aleyhisselâm- diyor ki Efendimiz bazı hâllerini düşünecek, yine şımarmayacak, لَاَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاَخِرَةِ diyecek. Velhâsıl mü’min olmanın mes’ûliyeti…
Her medeniyeti kendi insan tipine yetiştirir. Bizim medeniyetimiz, asr-ı saâdet medeniyeti. Kur’ân ve Sünnet medeniyeti. Fânî lezzetleri bir tarafa bırakarak fazileti erme ve fazileti erdirme medeniyetidir. Bizim medeniyemiz ham insandan kâmil insan şahsiyeti meydana getirilir bir bilme medeniyetidir. İrfan sahibi olmak için de bilginin kalbi hayata inkişâzı zoruridir.
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنتُمْ Derece katilen bir mü’min kendisine bu şekilde mîzân edecek. Nereye gitsin Allah seninle beraberdir. Demek ki bir mü’min her zaman ben ilâhî kameranın altında olduğum farkında mıyım? Kendi kendine onun bir muhâsebesi altında olacak. وَلَحْنُ اَقْرَبُ مِنْ حَبْلِ الْوِلِّيْدِ Şah damından daha yakınım. İşimdeki olan duygularımı Cenâb-ı Hakk’ın bildiğinin farkında mıyım?
İslâm’ın umdelerini, prensiplerini bazı yerde unutup kalmayacağız. Aile hayatı, ticâle hayatı, tahsil, ibadet, muâmelât, hak-hukuk ve ahlâkî meziyetlerimize dikkat edeceğiz. Evlâtlarımız gerçekten bizim evlâdımız mı, gerçekte evlâtlarımız, bizim evlâtlarımızı olarak mı yetiştiriyoruz? Onun şahsiyeti ve karakterini hangi çevreler şekillendiriyor? Onların gönlünde, ideallerinde, hedeflerinde hangi modeller, hangi şahsiyetler var? Çocuklarımız televizyon, internet, bilgisayar, cep telefonları kullanıyor. Yoksa bu cihazlar evlâtlarımızı da mı yetiştiriyor? Onların irâdelerini mi evlâtlarımızı alıyor kendi irâdesine? Maalesef pek çok yârimiz bu cihazların çıkmaz sokağında kaybolup gidiyor.
Ticârî hayatımız öyle, diğer şeyler öyle. Allah, Cenâb-ı Hak cümlemizi inşâallah, İhtirâsı’na sıra atan, sıra atan, müstakîm üzerine eylesin. Zira, ıkra kitâbek. Yarın kıyametinde kitabını oku. كَفَٓا بِنَفْسِكَلْ يَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًا Kitabını oku. Bugün hesap sorucu olan, nefsin kâfîde edecek, gözler konuşacak, kulaklar konuşacak, vs. konuşacak.
Yabancı bir şahide ihtiyaç yok, mekânlar konuşacak. Allah cümlemizin yardımcısı olsun. Sıra atı, müstakîm üzerine bir hayat nasîb eylesin. Ramazân-ı Şerîf’imizi bütün ömür boyunca yaşamayı, yaşatmayı, son nefeslerin bir bayram sabahı olmasını, Cenâb-ı Hak İhsân ile, ikramıyla, affıyla cümlemize nasîb eylesin.
Âmîn. Ümmet-i Muhammed’in elinden, dilinden, müstebihî dolduğu kullarından eylesin.
Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir