23 Mayıs 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=7LvzzYRUc4I.
Rasûlullah, Sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, mücällem, sofâ, pâk, rûh-i taybelerine, ehl-i beytin, isâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izanın, sâdât-ı kirâm hazarâtının,
hasreten şehidlerine geçmişlerine, rûh-i şeriflerine. İnşâallah bu hafız yavrularımızın ve diğer hafızlarımızın inşâallah, vatırımızda, milletimizde ve bütün İslam dünyasında hayırlı, bereketli hizmetler nasîb eylemesi ve bu hafızlar silsilesinin kıyame kadar devam etmesi, duâ ve niyâsıyla bir Fâtiha şerif, üç işlâsı… Muhedem, muhterem kardeşler, muhterem delikanlılar, muhterem huzâkirân, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, Bana diyor, kabrimde diyor, ümmetimin diyor, amelis hâlinde güzel haberleri gelir, ben sevinirim diyor.
Menfî durumlar gelir, onlar için de istiğfar ederim buyuruyor. İnşâallah Cenâb-ı Hak bu meclisten Rasûlullah Efendimiz’i haberdar eyler inşâallah. Âmin. Okunan âyet-i kerîmeler, kimler âlimdir, kimler âlimin sıfatı nasıldır? Onlar âlimler, en çok Allah’tan ittikâ edenlerdir.
Demek ki Kur’ân’ı yaşayanlar, Kur’ân’ı hazmedenler, Kur’ân’ı tebliğ edenler, zahir ve bâtın Kur’ân-ı Kerîmlerinin faylı olanlar, demek ki âlimler Allah’tan korkar buyuruyor. Cenâb-ı Hak burada âlimî vasfını bildiriyor. İnşâallah bu hafız yavrularımız, diğer hoca efendilerinin âlimleri inşâallah, Cenâb-ı Hak bu Allah’tan korkan, takvâ sahibi âlemler sırfına ilâk eyler inşâallah. Dünyada birçok ticaretler var.
Dünyada birçok ticaretler var. Dünyavî ticaretler, fânî âlemin ticaretleri. Fakat Cenâb-ı Hak burada gerçek ticareti bildiriyor. Bu gerçek ticaret nedir? Bu, ta kıyamette devam edecek bir ticaret. Kıyametten sonra da ebedî devam edecek bir ticaret. Bu ticaret, dünyada bir huzur verir, saâdet verir, rûhâniyet verir. Nedir bu ticaret? Bu ticaret, ticaret el-En-Tabûr buyuruyor.
Umut en hayırlı bir ticaret. Nedir burada? Yetlûne. Kur’ân-ı Kerîm’i tilâvet ederdir. Kur’ân-ı Kerîm her ibadet içinde var rızâhıyla, bâtınıyla. Yani Kur’ân-ı Kerîm’i yaşarlar, yaşatırlar, güç verirler. Birinci şart bu geliyor ticaret el-En-Tabûr’a. İkinci şart, namazı ikâme ederler. Namaz da Kur’ân-ı Kerîm ile ikâme olur. Kur’ân-ı Kerîm’i rûhâniyet ile ikâme olur. Cenâb-ı Hak secde et ve yaklaş buyuruyor.
Ondan sonra üçüncü maddede Allah yolunda infak ederler. Allah bana bu malı niye verdi? Bu gücü niye verdi? Bunun mes’ûliyeti, durumlara göre açık, esas gizli olarak Allah yolunda verilen bir nîmetlere infak ederler. İşte bunlar ticaret el-En-Tabûr. Umulur ki en hayırlı bir ticaret üzüledir. Devam eden birkaç âye sonrasında da Cenâb-ı Hak, biz Kur’ân’ı varis kıldık. Kur’ân, bütün mü’minlere bir vasiyet. Kur’ân-ı Kerîm’in bir varisi durumundayız. Lâ ilâhe illâllâh, Muhammed Armas’ın Rasûlü deyip önülden her mü’min Kur’ân-ı Kerîm’in varisidir. Burada üç tane kategori bildiriyoruz. Üç tane şart. Allah korusun, birincisi, Cenâb-ı Hak en büyük nîmet, İslâm nasip etmiş, Kur’ân’ı nasip etmiş, Rasûlullah Efendimiz nasip etmiş.
Rasûlullah Efendimiz nasip etmiş. Bu Kur’ân’ın hükümlerini yaşamaz, bir gaflet içine getirir. Gafilânî bir hayat yaşar. Cenâb-ı Hakk’ın bu büyük nîmetine karşı gafil olur. İkinci kategori, muktesitler, orta yolda gidenler, cahil-e cahil böyle.
Zaten bu da neyse. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediği hayrattı öne geçenlerdir. Yani bir mü’min yaşayacak, yaşatacak, hayatının bütün muhtevâsında Kur’ân-ı Kerîm olacak. Kur’ân-ı Kerîm’i devrin akışından kendini mesûl görecek. Bu şekilde Kur’ân-ı Kerîm’i yaşamak, yaşatmak için bütün fedakârlığa katlanacak. Böyle bir Kur’ân-ı Kerîm vasiyetine sahip olma, Cenâb-ı Hak cümlelerine nasip eylesin. Cenâb-ı Hak bizden nasıl bir ümmet olmamızı istiyor. Tövbe Sûresi’nin 100. âyetinde, İslam dinine girmeyorsa öne geçen ilk muhâcirler… Yani 13 senedir bir Mekke devri var. Ne var? Zulüm var. Mal gidiyor, can gidiyor, hakaret oluyor, vs. oluyor. Efendimiz’in secde-i devri işkembe atılıyor üzerine. Müslümanlar hiçbir zaman imandan bir tâviz vermiyorlar. Küffâra karşı şedid oluyorlar. Nasıl Tövbe Sûresi’nin son âyetinde Rasûlullah’ın yanında bulunanlar küffâra karşı şedid. Daima İslâm’ın haysiyetini ve karakterini korurlar. Demek ki ashâb-ı kirâm böyle 13 senedir bir hayat yaşıyor. Mekkelilere benzememizi Cenâb-ı Hak arzu ediyor.
Mekke’ler gibi olmamız. Yani caddelerle mal ile cadde satın aldılar. Bize akabey biyatına buyruldu. Bu âyetinde. Medîne devriyle ondan Ensâr ve onları güzel tâbî olanlar vâde bizlere geliyor. Ensâr neydi? Üç tane kız kaç arasında münafıklar var, müşrikler var, yahudiler var.
Onlar mallarını, canlarını, Allah’ını bezdettiler, cömert çağrıcalarını. Cenâb-ı Hak onlara benzememizi arzu ediyor. Bütün o meşakkatlerde Allah’ından râzı olmuştur. Allahumme lâ a’işe illâ a’işe’l-âhire. Esas hayat, âhiret hayatını hedeflemişlerdir. Onlar için Cenâb-ı Hak içinde ebedî kalacaklar. Zeminle ırmaklar akan cennette hazırlanmıştır. İşte bu büyük bir kurtuluşları büyürlüyor.
Cenâb-ı Hak bu muhtabı içinde yaşamayı, daima muhakirleri ve Ensâr’ı önümüze örnek alacağız. Tabi en başta Rasûlullah Efendimiz’e, çünkü Oysübe-i Hesene örnek şahsiyet, örnek karakter. Kime göre kıyamete kadar bütün insanları numûne Efendimiz. Cenâb-ı Hakk’ın bir icat bedyası, bir insanlığa sunduğu bir sanat harikası.
Efendimiz şöyle bir hadîs-i şerîf var, müjdelî onları. İslam şüphesi garip olarak başladı. Günün birinde garip hâle dönecektir. Ne mutlu o garip mü’minlere? Elmalı, Hamdi Efendi tefsirinde bu adı şöyle şer ediyor. İslâm’ın istikbali, gece değil gündüzdür. Sönük değil, parlaktır.
Ara sıra bazen gece zulmetleri, onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Bu hadîs-i şerîf, İslâm’ın garip olarak zûretti, ileride tekrar garip olarak zûretecek mânâsındadır. İşte bu hadîs-i şerîfde Tûba! Ne mutlu buyruluyor. Bunu korkutmak için değil, müjde içindir. Çünkü onlar sahâb-ı kur-i İslâm’ın ilk yayan Bahtiyar kimselerdir. Efendimiz şöyle buyuruyor, ne mutlu o garip mü’minlere ki, insanları benden sonra bozdukları sünnetini isra ederler. Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın, elhamdülillâh Rasûlü’nün bize böyle bir vasiyeti var. Yani demek ki insanların bozdukları sünnetlerini isra ederler. Bugün dünya, küresel güçlerin esaret altında.
Dünya, ikinci bir modern câhiliye devrine döndü. Suriye, Yemen, Libya, Myanmar gibi İslâm ve âdeta bir çadır hapishanesinde, devasa biraz sahra hastanesine, bir matem ülkeleri hâle dönmüş durumda. İşte bugün Ümmet-i Muhammed’in gayreti çok mühim. Cenâb-ı Hakk’a der hasene buyruluyor. Savaşlarda bugün esir almak bitti.
Küresel güçler artık insanları kendi öz vatanlarında esir alıyor. Kendi topraklarında hizmetçi yapıyor. Yat vatanları terk etmeye mecbur bırakıyor. Medeniyet götürdükleri, hürriyet ve iddia ettikleri her yer bir matem ülkesine çevirmiş durumda. Âlem-i İslâm büyük mahrumiyetler içinde. Afrika’da bir yanda aşık kuraklık, biraz şömür, gecelik, bir yanda şüphesiz bir hizmet.
Afrika’da bir yanda aşık kuraklık, biraz şömür, gecelik, devletlerin enkâzı. Her taraftan maddî mâne feryatlar yükseliyor. Onun için bugün insanlığı kötülük ve şerden uzaklaştırmak, müsterşidi irşâd etmek, irşâd beklemek, irşâd etmek, iyilik ve hayra davet etmek, bir bakım Hakk’a imanın bugün müheng taşı mevkinde. İşte sizler inşâallah bu sıfatların müzeyyin olacaksınız. Efendimiz’den mutlaka o garip mü’minlere insanların benden sonra bozduğu sünneti ıssâ ederler. Orada ne olacak? İyâ-kenâb büdü olduğu zaman ve iyâ-kenes tayin olacak. Demek ki biz ne kadar Cenâb-ı Hakk’a kulluğu yaşarsak cimî hâlin topdan, Cenâb-ı Hak’tan o kadar yardımcı. İşte bu asr-ı saâdetten sayısız misaller bir bedir. Nasıl bir iyâ-kenâb büdü yaşandı, ancak sana kulluk ederiz, ancak arkadan nasıl bir Allah’ın yardımı, bin melek, üç bin melek, beş bin melekinde. Orada öyle, ta Çanakkale’de bile öyle. Velhâsıl inşâallah Cenâb-ı Hak emrine güç-kuvvet verir. Ümmetimin fesâda uğru döneminde sünnetime sığınan onu ihya eden kişiye sebeb verir buyruluyor. Böyle bir müjde var. Bugün Rasûlullah Efendimiz sünnetli değil, farzlar unutuluyor. Haramlar çiğneniyor. Nesiller dini tahsilden habersiz çekilir, kütükler gibi meşhul bir âkıbete bir girdapları sürkleniyor. Çöldeki serapları sâde zannediyorlar. Küfür gıdaplarını boğuluyorlar. Velhâsıl çöldeki seraplar aldanıyorlar.
Bugün dehşetli bir yangın var. O yangından birçok insan sessiz feryatları var. Bizi kurtarın, biz yandık, bittik diye feryat ediyorlar. Sessiz feryatları var. Bütün İslâm dünyasından gelen. Bir taraftayse, birtakım gafillik kişiler o yangını söndürmeye davet edildiği hâlde işi ağırdan oluyorlar. İşte namazı kılın, orucunu tutun, vs. şu bu.
Ben bunu yapıyorum diye bir gafle düşüyorlar. Onun için önce biraz toparlanayım, sonra ben de yardım ederim diye bu feryatları duymuyorlar, bilgayla kalıyorlar. Bugünün vebâli çok ağır çekildi. Her müslüman bugün ailesinden mesûl, ana-baba evlâdından mesûl, akraba aslından mesûl, toplumdan mesûl.
Bütün insanlıkların hâdisatın akışından mesûl durumda. Yani devrin akışından mesûl durumda. Bu yangından insan kurtarmamız hepimizin vazifedir. Bugün bir câhiliye devrine girdik. Bu zaman sanki modern bir câhiliye. Zulmün, ahlâksızlığın ve edepsizliğin her tarafa cehennem alevleri gibi sardığı bir zaman.
Bugün maalesef At kavmi, Semud kavmi, Lüt kavmi tekrar dünya piyasasına geldi ve şirretlerini devam ettiriyor. Kahrolan kavimler. Yani geçmiş kavimleri helâk eden günahların hepsi kat be kat yaşanıyor. Fakat helâk olmuyoruz. Çünkü Peygamberimiz’in ümmeti için eti üç duadan biri, ümmetimin kahrolamaması.
Toplu bir şekilde helâk edilmemesi idi. Yine Rasûlullah Efendimiz’in bir lûtfu içindeyiz. Bu duâ, hak kadına kabul edilir için, Efendimiz’in niyâzı, hürmetine toplu bir helâk gerçekleşmiyor. Mevzi mevzi helâklar oluyor. Nesâliyette Selde Sûresi’nin kütükler gibi cehenneme yuvarlanıyor. Nefsânî arzuları, tahrikat safhada. İnternet, televizyon, modalar, reklamlar, her tarz, bir kısmı tabi, hepsi değil. Küfür, ilhâd, hürmet, hürmet.
Bu teessür, gâfil kalpleri öyle işliyor ki, moda cehennemlerinin kapılan bir kişi, entebî zevk ve estetik duygularını dahî kaybedip uzaktan kumanda bir robota dönüşüyor. Pasaklılığı, hırpaniliği, hayâsızlığı, bir modalmiş gibi yaşamaya gayret ediyor, meyhede ediliyor. Yırtlık pantollar, dağınık kıyafetler vs.
Yani şahsiyetlerini ayakları altında alıyorlar, kendilerine kumanda edenlerin gâfil bir kölesi hâline dönüyorlar. Bunlar ahir zaman yangınları. Bir yerde bir yangın varsa, bir çocuk yanıyorsa, onun karşısında çay, kahve içmek bir mümine, ruhana yakışmaz. Şurada bir yangın varsa, buradan seyretmek yakışmaz bir mümine. Derhal o yangını söndürmeye koşar.
Şimdi dinleneyim, sonra bakarız diyemez. Ben vazifemi yaptım, kâfî demek ne büyük bir gaflettir. Çünkü Cenâb-ı Hak yakın gelene kadar. Bir Ramazan mevzûmu, üçâleler mevzûmu geçirdik. Bu rûhânî hayata inkişâf ettirmek için de. Şimdi bu rûhânî hayata bütün mevzûmlere yaygınlaştırmak ve bilhassa âyet-i mü’min, yakın ölüm gelene kadar devam etmeye başladık.
Bütün mevzûmlere yaygınlaştırmak ve bilhassa âyette böyle yakın ölüm gelene kadar devam ettirmek ve son nefes saâdetine ulaşabilmek. Yani bir misal verirsek, bir annenin en fârik vasıfı evlâdına süt içirmektir, süt vermektir. Bak, yangın varsa, ben evlâdıma süt vereyim diyemez. Bir kova alıp o yangını söndürmeye koşması lâzım. Aksi hâlde kendisi yanar, evlâdı da yanar o yangında. Bugün durumumuzda maalesef, buna benzer bir durumda.
Yukarıdaki hadîs-i şerîflerle benzer şekilde bir başka hadiste şöyledir, benim ümmetin bir yağmura benzer. Önümün sorum mu hayırlı değil bilinmez. Yani bugün kendisinin fedakârâne, Allâh’a adayan kimseler için, topluma adayan kimseler için, insanların hidâyetini gayret eden kimseler için, demek ki burada Rasûlullah Efendimiz ashâb-ı kirâmın vasıfına bir vasıf bildiriyor.
Yani bir yağmur önü mü, soru mu hayırlı bilinmez. O hâlde düşünelim. Bizler bir bereketli yağmurun bir rahmet damlası olabilmeyiz için, bugün ne kadar gayret göstereceğiz? Kendimiz kendimiz bunu bir sorgulayacağız. Peygamber Efendimiz’in ne kadar hayırlı ümmet olabileceğiz? Çünkü bu ümmetin bir sıfada ümmeti merhumedir, bir rahmet ümmetidir. Efendimiz rahmetenle âlemindir, biz sizinle ne kadar bir rahmet ümmeti olacağız?
Ne kadar bir rahmet ümmeti olacağız? Yani hâlimiz, ne kadar bir rahmet ümmeti manzarası sergiliyor? Rasûlullah Efendimiz’i özledim buyurduğu, ahir zamanda kardeşlerin olabilme iddianine yarışıyor bir istikânimiz var mı? Efendimiz, mâlum ben kardeşimi özledim buyuruyor. Sahâbî de ki siz yâ Rasûlâllah diyorlar, biz sizin kardeşiniz değil miyiz? Yok diyor, hayır diyor. Siz benim ashâbımsınız, benim kardeşimi ben görmeyeceğim. Ben o havuz kenarında bekleyeceğim.
Onlar gelecekler, ben onu karşılayacağım. O zaman bana denecek ki, Yâ Rasûlâllah! Şu grup ihmal etti, senin sünneti uymadı. Ben o sırada geri çekin, sizi geri gelin diyeceğim.” buyruluyor. Yani İslâm’ın başlangıcında kadim câhiliye vardı. Bugün de modern câhiliye var. Düşünmemiz lazım, bu matem ülkeleri hâlinde dönen İslâm beldeleri ve insanları ne kadar muzdar etti?
Bazı nâdanlar diyorlar ki, gitsinler diyorlar memleketin diyorlar. Ashâb-ı kirâm, Medîneliler, gelen muhâcirlere, bunlar memleket gitsin mi dedi. Rasûlullah gönül açtı, kucak açtı. Bunlar Allah için göç ettiler dedi. Bizim varlığımızı bunlarla paylaşmaktır dedi. Evine, hurma, hepsini paylaşmaya kalktılar. Müslüman yüreğin merhametle yoğrulmuştur.
Bari Hayrettin Paşa, Yahudileri zulüm hâdından kurtarmak için İstanbul’u, bunlar mazlumlar dedi. Yani Yahudileri bile gönül açtılar. Avrupa da öyle oldu. Fakir, garip Hristiyanlar bile sadakadan ev verdiler. Hatta derler Osmanlı atları, Fistül Nehri’nden su içiyorsa, burada hak vardı, huk vardı, adâlet vardır. Fâtin, İstanbul Fethi’ni kadar muhteşem bir şey, bir Hristiyan mimarla bir mahkemede, bir mazlum sandalyesinde oturması. Yani dünyaya bir adâlet tevzi etmesi, hakkı, hukuku öğretmesi fiile. İşte biz böyle bir millettiz. Bizim yolumuz Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnettir. Önderimiz Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’dir. Rehberimiz O’dur. Bugün baktığımız zaman, yani mes’ûliyetimiz bakımından bunu ben izah etmeye çalışıyorum.
Bu zamanki modern câhiliye devri nasıl? Hakkın, hukukun çiğnendiği, tükendiği bir devir. İnsanlığın insanlığa veda ettiği bir devir. Mazlumların gözyaşıyla boğulduğu bir devir. İslâm’ın baştan başa mahallel ülkesi olduğu bir devir. Vicdanların kuruduğu, insanın duygusalların içinde bir zulüm harmanı. Şeytanların rehberi olduğu şer ve kötükler dönemi. Cenâb-ı Hak bir şeyden bahsetmiş.
Cenâb-ı Hak böyle bir dönemde hizmet edenler, Kur’ân-ı İfâde’de, «Garden hasene» buyruluyor. Cenâb-ı Hak borçlanıyor. «Garden hasene»… Yani mükâfâatı ne büyük derecede verdiğini Cenâb-ı Hak bilir. Bugün beşili hayatta bile zor yerlerde, hudutlarda çalışan, komanda olan kimselere bir mahrumiyet pirini veriliyor.
Cenâb-ı Hak da bugün, İslâm için kendini Allah’a adayan, İslâm’a adayan Emr-i bil-Mâruf-i Nehî, Ali’l-Münker memurlarında «Garden hasene» buyuruyor. Güzel borç. Cenâb-ı Hak cümlemize nasîm eylesin. Geçmişle mukayes edersek, eskiden büyük aileler vardı. Yani bugün dediği gibi çekirdek aile yoktu.
Bu sebeple çocuğun güzel ahlâkı ile terbiyesinde, sâlâh annenin, sâlih babanın yanı sıra dedenin nimennem ve akrabaların, yani gün görmüş kişilerin çok mühim vazifeleri vardı. Yani bir çocuk bir tarafından güzel ahlâk numûnesi insanlığın nezâletine yetişecek, tabîs şekilde terbiye edilmiş olacak. Gün görmüş ağzı doğalı dedelerden ilim ve irfan, İslâm nezâketi, zarâfet, edebî ile kemâl bulmuş dinirlerden âdat ve erkân öğrenirlerdi. Mahalle, sokak ve çarşı gibi İslâm âdâbıyla yaşanan büyüklerin bulunduğu birer mektep gibiydi, birer dergâh gibiydi. Dergâhlar bir rahabilite merkeziydi. Fakat kaplar da bir dergâh hâline gelmişti. Böylece evlâtlar her yönde gelenlerden gelenlerden bereketiyle sağlam şahsiyet ve karakter kazanıyorlardı. Bugün ise bunlar, tanzimattan bu yana git gidi gitti kayboldu. Evlâtlar televizyon, internet, reklam ve modaların eline düştü. Maalesef modern hayatın dayattığı yapı, bu evlâtları o güzel terbiden mahrum bıraktı. Dede ve nineler ayrı bir evde. Anne-baba bir maaşı temin için iş hayatında koşturmacada. Dolayısıyla yalnız kalan çocukların şahsiyet karakterlerinin, okulda sökülen eğitimin sistemi, arkadaş çevresi… Evde sokakta ise televizyonun interneti şekerlendiriyor.
Bu sefer evlâtlar arasında gâfil insanları özleme taktisi başlıyor. Evlâtlar, sokakların insafına bırakılıyor. Tabi bu ne feci bir şeydir! Bir plantaların çöp terekeşe düşmesi ne kadar hazin bir hâdise! İşte o neyse, işsizlerin vazifesi, yaşamak ve yaşatmak, hayatta öne geçmek inşâallah. Bir cam kırıklarıyla toplumun dolduğu bir devredeyiz.
Cemiyet bir sahrâ hastanesindir. Birçok meydaneler matem ülkesindir. Bu sebeple evlâtlarına toplumun irşâda koşmak, Kur’ân-ı Kerîm müessesede hizmet etmek… Bu zamanda artık neredeyse bir farzın kifâi olmaktan çıktı, farz da aynı hâline geldi. Eğer evlâtlarımızı Allah yolunda yetiştiremezsek, mahşer günü, يَالَيْتَنَا يَالَيْتَنَا اَاهْ كَيْكَ وَحْ وَحْ شَكِنَا بِشْمَنْلِكَ آبَازْلَرِيْلَا O anneler, babalar dolaşacak. Kur’ân-ı Kerîm mücrimlerin âhiretlerinin pişmanlığını akseden يَالَيْتَنَا يَالَيْتَنَا Keşke ifadeleri vardır. اَيْوَاهْ كَيْكَ آيَتْتَا Keşke Allâh’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik. Ashab 66.
Keşke o Peygamber’e bir yol tutsaydık, Furkan 27. Keşke dünyaya adanmasaydık da bu hayatım, yani âhiretim için bir şeyler yapıp gönderseydim. Fecr Sûresi. Yazık bana, keşke falanca batıl yolcusunun dos edinmeseydim, Furkan 28. Câhiliye bataklarını veba gibi her yere sarmış bu mânevî vebâlin şifası Kur’ân-ı Kerîm’de yaşamak ve yaşatmak.
Rasûlullah Efendimiz, cahiliyi bertaraf edip asr-ı saâdet eyledi. Yani o yarı vahşi insanlardan, vicdanları kurmuş insanlardan, bir faziletler, medeniyeti inşa etti. Bu neyle oldu? Kur’ân ve sünnet ile oldu. Îman, ibadet ve takvâ ile oldu. Kur’ân-ı Kerîm çok büyük bir nimet. Cenâb-ı Hakk’ın kitabı. Her şey harekesine kadar Cenâb-ı Hakk’ın.
Diksiyon, fesat, belâgat Cenâb-ı Hakk’a ait. İnsanın gerçek hasiyet ve şerefi Kur’ân ile işledi. Onunla ahdâkilerin büyüğünü nisbetti. اَلرَّحْمَانَ عَلَّمَ الْقُرْعَانَ Rahman öğretti Kur’ân-ı Kerîm’i. Burada Cenâb-ı Hakk’ın rezak sıfatını, diğer sıfatını bildirmiyor Rahman sıfatına. Cenâb-ı Hakk’ın bir merhamet sıfatını bildiriyor. هَلَقَ الْاِنْسَانِ İnsan insanı yarattı.
Kur’ân ile ihtiyacı olacak, Kur’ân ile istikâmetle bulunacak. Kur’ân ile yaşayacak, Kur’ân ile yaşatacak. اَلَّمُ الْبَيَانَ Beyan, sırlar, hikmetler Cenâb-ı Hakk’a insana veriyor. Bunun için Rahman ona Allah, insanlarla alâka kurma lûtfunda bulunmuş. Bunca kullarının en büyük emaneti olmak için Kur’ân-ı Kerîm’i göndermiştir. Biz Cenâb-ı Hakk’ın bu gönderdiği bu rahmet mektubu, bundan, bu hikmetlerden bir araya girmiştir. Biz Cenâb-ı Hakk’ın bu gönderdiği bu rahmet mektubundan ne kadar haberdar olmamız lazım. Bize mühim bir makamdan bir mektup gelse, onu hemen alırız. Geri o mektup alâkalı olarak işin ehline müracaat ederiz. Ona ehemmiyet veririz. Kur’ân, Rabbimizden bize gelen bir mektup, ilâhî bir mektup. Biz okumalıyız, evlâtlarımıza okutturmalıyız. Talim ve tahsil ettirmeliyiz.
Bu kısacık cihan sermayesini en güzel şekilde değerlendirip, ebedî hayatı kazanmamız zarûrî. Evlâtlarımız da bu idrâk ile Kur’ân eğitimi vermek üzere Kur’ân kurslarına, hafızlık proje imam etimlerine gönderilen anne-babalar, ne mutlu onlar, onlar ömürlük bir teşekkür-i câhidî. Hem de onlara bu evlâtlar sadaka-i câriye olacak. Kıyamet günü soracak, yâ Rabbi diyecek, bu bana nereden geldi bu içeriye? Ben bunu işlemedim.
Geçişciliğin evlâtlardan geldi buyuruyor hocam. Onların doğâlarıyla bulunacak. Efendimizin selâlanâ’nın en büyük sevinci ve en büyük üzüntüsü neydi? Evlâtları nesilleri Kur’ân ile yetiştirmek, Cenâb-ı Hak râzı eder. Rasûlullah Efendimiz’in hoşnutu ve mesrûr eder. Bu vasıf ihmânı ise Cenâb-ı Hak gazabına ve Allah Rasûlü Efendimiz’e hüzünlenmesine sebebiyet verir. Mâlum Efendimiz’in yedi evlâdını, altı da kendi sağlığında vefat etti.
Onu elleriyle defretti. Bu en çok üzüldüğü hâdise kendi evlâtlarının vefatı olmadı. Bir Moğne hâdisinde Eshâb-ı Suffadan 70 hâfıza pusu kuruldu. Onlar inşâda gidiyorlardı. Bunu 69’da şehid edildi. Bu hâin sadıkalarından Rasûlullah Efendimiz’in gözlerinden dolu dolu yaşaktı. Bir ay, lâyan katî, kesintisi olarak İslâm’a yapılan bu pusu karşısında Efendimiz bu bedbahtlara bedbâ etti.
Şahsında beddua yok. Dişi kırılıyor, beddua yok. Yapılan üzerine şey atılıyor, beddua yok. Tâifle taşınıyor, beddua yok. Şahsına yapabiliyor. Fakat Kur’ân’a ve İslâm’a yapılan bir pusu da ise, onu bir ay beddua ediyor. Yani Kur’ân talebelerine, Eshâb-ı Suffâ talebelerine yapılan zulüm karşısında Efendimiz’in gönlü dilhûn oldu.
Efendimiz’in en büyük sevinci de bir nesiller arkadan bırakmasıdır. Günün sabah namazıydı. Efendimiz oda kapısından perdisini kaldırdı. Ve o seferde Hazret-i Ebû Bekir’in imamlığında namaz kılınan sevgili Eshâb’ı son defa seyretti. Yani onları yetiştirdi. O müstesna nesli ardından bıraktı. O güzide insanın mirasını yan yana safsavut tutmuş cemaatle namaz kılınca gördü.
En büyük miras da bu. Mânevî miras. Arkamızdan bir hayırlı bir nesil bırakmak. Peygamberler hep o şekildeydi. Arkadan da hamayırlı bir nesil bırakmak. En büyük, anne-babanın en büyük mirası bu. Esas servet mirası da bu. Yani yalancı servetler, izâfî servetler değil. Âişe Vâlidemiz bu şeyi anlatıyor. Efendimiz nasıl bir surur bulduğunu anlatıyor. Şu iki kişiyi kıprî eder buyruluyor. İmrenilir. Bunlar bir, Allâh’ın kendine ihsan edip Kur’ân-ı Kerîm’e verdiği kişidir. O gede günü Kur’ân ile meşgul olup Kur’ân ile yaşar. Kur’ân ile medâ, Kur’ân ile yaşatır.
Çünkü Cenâb-ı Hak, سُمَّ لِسُولُنَ يَوْمِيذٍ عَنِينَ اِمْمَا، o gün verdiğim nîmetler soracaksınız. En mühim Kur’ân yaşamak ve Kur’ân-ı Kerîm’i yaşatmak. İşte sahâbî, Kur’ân ile yaşatmak için, Allâh’ın belâ bu nîmetin bedelini ödemek için, insan ona her tarafı gitti.
Oraya gitti. Ömer Radıyası Aması’ndan, Tâdavazistan’a kadar gidildi. Demek ki bunlar nedir hep? Bedel ödemek, îmânın bedelini ödemek. Îmânın bedelini ödemek için, nereye gittiler? Rasûlullah’ın mektuplarını alıp krallara götürdüler. Yâ Rabbi! Bu hizmete bana ver! derler. Ona kelle uçuran celâdların yanında Allah Rasûlü’nün mektubunu okudular. Bir büyük vakarla okudular.
Ölümü göze alarak okudular. Bunların hep îmân heyecanı olurdu. Hâlid bin Velid, Radıyallâhu anh, ona Rasûlullah Efendimiz, Mûte için büyük bir muvaffakiyet etti. Üç bin kişiyle yüz bin kişiyi bertaraf etti. Efendimiz ona Seyfu’l-Allah dedi, Allah’ın kılıcı dedi. Yermuk’ta ise bir kan gölüne döndü. Orada büyük bir zaferle çıktı.
Vefat ederken yataktaydı. Üzüldü. Yâ Rabbi de ben ne günah işledim ki, at kişneleri arasında bir kılıç şakırtası geçen bir cengaverin zayıf insanı gibi yatakta ölmesin dedi. Benim ne günahım var ki Allah bana yatakta can verdiriyor dedi. Arkadaşa dedi ki, sana dedi, Mûte dedi,
Rasûlullah’ın Allah’ın kılıcı demedi mi, Seyfu’l-Allah demedi mi? Mûte’deki o zafer nedir? Onu sana kim verdi dedi. Niçin üzülleniyorsun dedi. Evet ama dedi, niçin yataktayıyorum ben dedi. Kaldırın ayağı beni dedi. Hiçbir şey, son nefesimi ayakta vereyim dedi. Kılıcımı dedi ve atımı dedi, gözünü budaktan esirgemen korkmayan bir cengaveri miras bırakıyorum dedi. Bunlar nedir? Onlara hiçbir şey, buna îmân heyecanı yok. Bunlar nedir? Onlara hiçbir şey, buna îmân heyecanı yok. Din, bu heyecanla yaşanır. Heyecan kadar yaşarsın, heyecan kadar yaşatırsın. Velhâsıl iki çeşit gıp dedi, bir Kur’ân ile yaşar. Kur’ân’ı yaşatır. İkincisidir, kendisinin Allah’ın verdiği malı, Allah niye verdiği malı der. Mal kime aittir der. Hayvanlarda mal var, mal sahibi olmak var mı?
Demek ki Cenâb-ı Hak insanlara verir ki insanların malıyla iltihân olacak. Demek ki bu malı kullanmayı bilir, bu malı Allah yoluna sarf eder. O şekilde Allah’ın rızâsına kavuşur. Ebu Dâli anlatıyor, bir günde Hazret-i Peygamberin yanına gittim diyor, ashâb-ı sufâya gittim diyor. Allah Rasûlü iki büklüm olmuş diyor, aç diyor midesi, içine dönmüş diyor. Beni dik tutabilmek için karnına taş bağlamıştı diyor. O hâlde ashâb-ı sufâya Kur’ân’ı öğretiyordu buyruluyor.
Sahâbî de bu hâli örnek aldı. Medîne’yi Kur’ân üstadlarıyla doldu. İbn-i Mesud diyor, öyle bir hâle geldik ki diyor, ağzımızdan geçen bu âyel lokmalarını zikrin duyar hâle geldik diyor. Halbuki buna Bedir’de Ebu Cehîli hançerlerken, Ebu Cehîli git dedi ki, sen git dedi, sen de çobansın dedi. Üçüncü yol benim sıfırımda bir mevki sahibi, o hançerlesi dedi.
Yani İbn-i Mesud’a istikâr etti, istiğfâf etti. Bu İbn-i Mesud Efendimiz’in dergâhında yetişti. Öyle bir ilişkisi, Hazret-i Ali Radıyallâhu anh’ın gidip Kûfe mektebini kurdu. Dünyanın en büyük hukukçusu Ebu Hanife, o mektebin talebesi oldu. Bütün peygamberlere baktığımız zamandı o şekilde. Yani hepsinden Cenâb-ı Hak nebiler size bir hisse, her peygamberin medcezirlerini bildiriyor.
Mesela bir Muhâleyhisselâm’a baktığımız zaman, bir tür yola gelmeyen kavminin helâkinden önce, ona gemi yapmasını vahyeden bir şey, bunu öğrenen Cenâb-ı Hak’tır. Cenâb-ı Hak daima kolay, fakat ne kadar bir zulmün sonunda öyle bir zulmü ki, oğlu bile gelmiyor. Ben diyor, dağa çıkarım diyor. Duasam yâ Rabbi diyor, benim evlâdımdır diyor. Nuh diyor, cahillerden olma diyor. Ameli gayr-i sâlihtir diyor. Hem nuayetlerim istiğfar ediyor. Demek ki kalbî beraberlik, bedenin beraberliği bertaraf ediyor. Yani bedenin beraberliği, iman heyecanı yoksa. Rûd aleyhisselâm, Allah kanına ilim verildi, hikmet verildi. Ne kadar cefalara katlandı ki, bugün olduğu gibi aynı o gâfil hâl deniler ki, Sen buradan çık, gettiler. Sen iyisin demedin, temizsin demedin. O zaman sen çık, bizi rahatsız etme dediler. Bugün de aynı işte, eşcinze elik durumu. Yâ Rabbi de keşke bildiğin gibi bir kale olsaydı, o kalemin içine girsem, kendimi şerî insanlardan korusam dedi. Hep bunlar bize ibret olarak bildirir Cenâb-ı Hak. Yakup aleyhisselâm, Allah’ın takdîne karşı tedbirin yetersi olur. Bunun muhabbeti, kulun tedbiri alarak öyle tebâk etmesini öğretti.
Sabri Cemil dedi. Cenâb-ı Hak da Sabri Cemil istedi. Yusuf aleyhisselâm, çok ilmin yanı sıra rüyaların teviline yorumunu öğretti Cenâb-ı Hak ona. Kendisine bir hüküm ve ilim verildi. Kardeşi, dünyamın yanında kalmasının çaresini bildirdi. Bir de bir kadının tahrik etmesine karşı, ki bugün zamanında bu çok, اَسْتَوْزُ بِاللّٰهِ yani kalben, dillen, her bugün Cenâb-ı Hakk’a sınmasın. Cenâb-ı Hakk’ın yardımının yetişmesi, Burhan’ın yetişmesi. Demek ki hep bunlar, bugün bize bir ders, ibret. Musa aleyhisselâm ile ayrı, oraya Hızır’la mülâkatı ayrı, Davet aleyhisselâm’ın hükümdarlığı ayrı, Süleyman aleyhisselâm’ın durumu ayrı. O kadar servet’i kalbin dışında taşıdık. Ben fakirim, fakirlere beraber olmak düşer dedi. O saltanatı kalbin dışında taşıdı. Yine imtihan var, biz elle işledi. Onu tahtın üzerinde öyle bir ceset gibi bıraktık, buyuruyor Cenâb-ı Hak. Bir anda hepsini alıyor. Sonra istiğfâ ve tekrar veriyor. Nîmel Abduhî, onu güzel bir kuldur diyor. Demek ki servetler karşısında kulun kalbinin altında kalır.
İbâ aleyhisselâm, bütün evlât gidiyor, mal gidiyor, saâd gidiyor, hepsi gidiyor. Daima şükür ve sabır hâlinde. Hanımın en sonunda, «Yâ Rabbi selâ hamur râhimîn» diyor, o kadar. Hepsini Cenâb-ı Hak geriye veriyor. Bunlar hepsi bize, hayatın meccazeleri içinde Cenâb-ı Hak bize bildiriyor ki, hiçbir zaman kul bir zâfı düşmeyecek. Bir İbrahim aleyhisselâm’ın duası, bir İbrahim aleyhisselâm’ın duası, bir İbrahim aleyhisselâm’ın duası,
bir İbrahim aleyhisselâm’ın duası, geliyor Kurban Bayramı. Malda fedakârlık, canda fedakârlık, evlâtta fedakârlık. Cenâb-ı Hak, İbrahim sana selâm olsun diyor. Bu zor açık bir imtihandı diyor Cenâb-ı Hak. Sana bir nam verdik diyor. Bak o nam devam ediyor. Peyyâd’dan sonra Salih-i Vâsı’yı çeviriyor, okuyoruz. Çok süre İbrahim aleyhisselâm geçiyor. Velhâsıl okuyorsunuz, Yunus aleyhisselâm’ı ayırıyor, sonra davet ediyoruz, Yavrum aleyhisselâm’ı ayırıyor. Nihayet, Dünya günün ikindisine benzeyen asr-ı saâdet geldi. 1450 sene evvel, Dünya günün ikindisine benzeyen asr-ı saâdet geldi. Ve Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem ile dîni hayat ilk başladığı yerde son bir kemal zirvesini gösterdi. Artık zirve teşkil eden, kemâl-i Muhammedî’den sonra yeni bir kemal tasavvuru imkânı gösterdi.
Sonra yeni bir kemâl tasavvuru imkânsızdır. Zira peygamberler göndermek suresi, dinin tekrar ihkâsı nihayete erdirildi. Allah râzı oldu, din İslâm oldu. Buna göre de insanın öğrenme yönlenmesinde fıtri olan taklit meyiliği için en mükemmel örnek, Üsfî-i Hâsene, sonsuz müşahis meseleleriyle önümüze sergilenmiş olurdu. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın çok büyük bir lûtfu. Cenâb-ı Hak buyuruyor, Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaat. Men gedur Rasûlü fakat etâilâh. Zirve o peygamberi, meccâne, hiçbir bedel ödemeden ümmet olduk. Düşüneceğiz hepimiz. 124 bin küsur peygamber geldi geçti. Fakat biz bedel ödemeden en büyük peygamberi ümmet olduk. Bu ney min bedeli? İrşad ve hizmet gayretliğimizde ashâb-ı kirâm fedakârlık göstermemizdir. Gayretlere gönül vermemizdir. Onun için vakitte daralıyor. Muhterem anne-babalar! En büyük vazifemiz, Cenâb-ı Hak’ın evlâtları, Allâh’ın emaneti olarak idrâk etmeliyiz. Onun dünyevî gayelerde nasıl kullanıyoruz? Esas olan ahiret rızası için, ahiret saadetleri için nasıl onları yetiştireceğiz? İşte elhamdülillah, bu bulunduğumuz çatı ve benzer çatılırımız, hep bunlar, Kur’ân-ı Kerîm’i yaşamak ve Kur’ân-ı Kerîm’i yaşatmak gayretinde.
Elhamdülillah, burada okuyan hafız yavrularımız var. Evlâdına şefkatle anne-baba, buraları temayürettirmeniz. Evlâtlara bunun sevgisini vermeliyiz. Bu çok büyük bir nîmet, büyük bir ihsânî ilâhî. Evlâdına büyük bir servet vermiş oluyor, büyük bir miras vermiş oluyor. Diğer taraftan elhamdülillah dergelerimiz var. Cemaatimiz dergeleri var, altın oluk var vs. Diğer ehl-i hüsnü ve cemaatde olan kardeşlerimiz de dergeleri var.
Biz hepsine teşekkür ediyoruz. Fakat bu dergelerde abone olmakta, oraya bir makâle bile okusa, bu ne oluyor? Bir emr-i bil-Mâruf ve nehy-i alîm-i mükerr oluyor bizler için. Bir irşad vesilesi oluyor. Bu dergelerde yazan bütün kardeşlerimiz, bunları epey bir zihni gayretlerle, kalbi gayretlerle kaleme almış oluyor. Onun için altın oluk olsun vs. olsun, bunları abone olmaya da gayret edelim.
Yani düşündüğümüz zaman, ikisini de tutarak bir kilo, ya bir buçuk kilo bir çikolata şeyinde… Yani bir buçuk kilo çikolatamı, bu iki dergi, üç dergenin bedelimi… Bunun için de bize hiçbir şey yapamıyorsak, bu dergelerde abone olmak da bizim diğer bir vazifemiz olmuş oluyor. Bugün kıymetli kardeşler, bir Tebük seferi var. Efendim, bir tebûk seferi var. Bir tebûk seferi var, Efendimiz’in bir son seferleri. Bu bir haçlı seferiydi. İslâm’ı ortam kaldırmak için bu Bizans’tan yaptığı bir sefer hazırlığıydı. Bu zor zamanla Cenâb-ı Hakk’ı imtihan etti. Yazdı, kuraklık vardı. Yol uzundu, ta Medîne’den kalkacak, Tebû’ya kadar gidecek. 1000 km yol gidecek, güneş altında. Bir kısmı deve de gidecek, bir kısmı at da gidecek, bir kısmı zaman zaman at deve çökecek, maaşan yürüyerek gidecek de. Bu şekilde bir seferdi. Bu sefere kalbinin nifak alâmeti olanlar vardı. Yani yazın bu sefer olur mu? Kışın olsaydı vs. şu olsaydı. Ya şimdi Bizans’ı bunlar çocuk mu zannediyor? Bir dakika, üzerine girecek falan diye. Hep böyle zâhirî kıyaslarla. Bu vesvese bulunanlara Cenâb-ı Hak âyete, cehennem daha sıcaktır buyuruyor. O yaz sıcaklığına karşı, cehennem daha sıcaktır buyuruyor.
Yine bu üç kişi var. O üç kişi, bugün yarın, bugün yarın derken bu seferi iştirak edemedi. Onlara Rasûlullah’a döndü, sevbini sordu, yarın sordu, hiçbir maznetimiz yok dedi. Biz bugün yarın, bugün yarın derken kaçırdık derler. Efendimiz 50 gün tartıştı, Allah’tan gelen ayet bekleyin dedi. Bunlar Bedre’ye iştirak etmişlerdi. Bütün gazeteye iştirak etmişlerdi. Yalnız bir Bedre’ye iştirak etmişlerdi. Fakat bütün seferleri iştirak etmişlerdi. Hiçbir seferinde mahrum kalmamışlardı. Fakat yalnız bunlar bir ihmallerinden dolayı többe iştirak edemediler. Efendimiz âyet gelene kadar, bunlarla ihtilâhta kesin buyurdu. Selâmları kesin dedi. Bunlar selâm verirdi, akrabaları gelirdi. Almazdı akrabaları. Biz müslüman değil miyiz, niye selâm almıyor dediklerini de Allah ve Rasûl’ü bildirir diyorlardı.
Allah ve Rasûl’ü bildirir diyorlardı. Hattâ bir gidiyorduk diyor, Ravza’ya, Efendimiz’e oturuyor. Acaba Efendimiz bir tebdüsüm eder mi? Yani Medîne bizim bir zindana döndü. Rasûl’u da başını öbür tarafa çeviriyordu. 50 küsur gün sonra bir münazîde çağırdı. Bir üçümüz de çağırdı. Ravza’ya gittik. Efendimiz’in sevinçinden yüzü mehtap gibi, ayın 14’ü gibi parlıyordu biz kurtulduk diye. Efendimiz müjdeliydi.
Efendimiz de, biz de çok sevinçliyiz dedi. Efendimiz çok sevinçliyiz dedi. Velhâsıl işte kime uzun gidiyor, bana hepsini vereyim diyor, kime şöyle yapayım diyor. Efendimiz bana tavsiyelerde bulunuyor. Ebu Heysem’e bağırdı. O da gecikti. Evde bütün satıratlı hurmalar, moro soğukçular vardı. Allah dedi, Allah dedi, bu çölde nasıl bir cefâ içelim, ben nasıl burada safâ hâlindeyim dedi. Kaldırın bunları, hazırlayın dedi. Tâ Tebük’te Efendimiz yetişti.
Efendimiz de, Ebu Heysem’e dedi, neredeyse yer gelmesine helâk oluyordum buyurdu. Velhâsıl kıymetli kardeşlerimiz, bugün Garden-Hasene mevsimindeyiz. Daima düşünüyoruz, ben Allah için bugün ben ne yapabilirim? Allah’ın verdiği bu îman nimetini, Rasûlullah Efendimiz’in ümmet olma nimetini, ben nasıl bu bedeli bugün ödeyeceğim? Velhâsıl inşâallah bu İslami müessiheler hizmet etmekte olursa inşâallah,
Cenâb-ı Hak inşâallah bu bedeli ödemede bize ihsân eder, ikram eder, lûtf eder, bizi affeder inşâallah. Allah bu hafız yavrularımızı, geçişleri kucalarımızı, Allah onları da dünyada ve âhirette rahmet ileteceğiz. Bu yavrularımı inşâallah iki canı saadet eyler. Es-Sâb-ı Kirâm gibi inşâallah dünyanın her tarafı İslâm’ı tebliğ eder, yaşayan yaşatan, bilhassa memleketimizde evlâtlarımızı eyler.
Yardım edenler en büyük saadetin içinde. Rahmetli peder Musa Efendimiz onu derdi. Bir Müslüman da yardım ederken sevinecek derdi. Çünkü de Allah dağısını kazanacak, Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i mes’ûd edecek, kabirde bile Allah Rasûlü’nün mes’ûd olacak. Allah hepimize inşâallah hayırlı, bereketli bir istikbal nasip eyler.
دَلَكَّ بِال стенِلْقِ bottles of water B Über All
İlk Yorumu Siz Yapın