Atatürk Hakkında Uydurulanlar ve Gerçekler
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=y4W-yiJt40A.
1. Bölüm Atatürk’ü Samsun’a kim gönderdi? 1919 yılı mayısının 19. günü Samsun’a çıktım. Ülkenin durumu. Osmanlı’nın içinde bulunduğu grup, Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her taraftan zedelenmiş, şartları son derece ağır bir ateşkes antlaşması imzalanmış. Dünya Savaşı’nın uzun yılları zarfında millet yorgun ve fakir bir elde. Millet ve memleketi Dünya Savaşı’na sürükleyenler kendi canlarının derdine düşerek ülkeden kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamını işgal eden Vahdettin yalnızca kendini ve tahtını koruyabileceği çareler aramakta. Ordunun elinden silahları ve cephaneleri alınmakta. Hoş geldiniz bu videonun konusu 19 Mayıs.
Ama burada 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktıktan sonra yaşananlara girmeyeceğim. Yani bir milli mücadele videosu çekmiyoruz. Burada 19 Mayıs kimin projesiydi? Buna bakacağız. Yani Mustafa Kemal’i Anadolu’ya kim gönderdi? Ne amaçla gönderdi? Ve bu nelere sebep oldu? Ne kazandık? Şimdi bildiğiniz üzere Samsun’a gidişle alakalı iki tane teori var. Birincisi Vahdettin İngiliz taraftarıydı. Kuvvayı desteklemiyordu ve kuvvayı bastırması için Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderdi.
Bir müfettiş olarak kuvvacıları ez, kimse isyan etmesin, başımıza dert açmayalım demişti. Mustafa Kemal de zaten padişah yaberliğine kadar yükselmiş, kendisini İngiliz yanlısı gibi göstermiş. Yani eline yetkileri aldıktan sonra da Anadolu’da bir isyan başlatmış, bir devrim yaratmış ve başına geçmişti. Bu teoriye göre Mustafa Kemal aslında hükümete yakın davranarak eline gücü geçirdiğinde hükümeti devrimişti. İkinci teori ise şu, Vahdettin gizliden gizliye kuvva taraftarıydı. Yani ülkenin kurtulmasını istiyordu, İngilizlerle anlaşamıyordu. Ama İngilizlere yakın görünmesi gerekiyordu çünkü ülkeyi yönetiyordu. Mustafa Kemal’e bir görev verdi. Gizli gizli onu Anadolu’ya gönderdi. Kuvvacıları ez diyorken bir taraftan da onların başına geç, bir devrim yap. Ben hain gibi görüneceğim, tarih beni hain diye kâdedecek. Ama sen kahraman olacaksın ve ülkeyi kurtaracaksın. Ki bu ikinci teori yani Vahdettin’in gizli kahraman olduğu teorisini daha çok biliyoruz. Son günlerde bununla alakalı kitaplar yazdığınız zaman bestseller oluyor, herkes okuyor. Niye ise bunun gibi şeylere sarılmak istiyoruz. Çünkü devleti yöneten kişinin bir hain olması fikri bize pek de cazip gelmiyor. Başımıza geçmiş olan adam ülkeyi niye satsın? Niye vatanı kurtarmak istemesin? diyoruz. Ama bunun örnekleri tarihte çok. Yani kendi vatanını satan, yolsuzluk yapan neler neler var saymakla bitiremeyiz. İş koltuk sevdası olduğu zaman kimse vatan millet düşünmüyor. Herkes kendi çıkarlarını düşünüyor. Dolayısıyla tarihte hain bulmak pek de zor bir şey değil. Tarihe baktığımızda gerçekten de Vahdettin hainmiş gibi görünüyor ya da en azından kötü işler yapmış gibi görünüyor. Peki bu gerçekten böyle mi? Yani devleti yöneten kişi o dönemde vatanı satıyor muydu?
Bununla alakalı bir takım şeylere bakacağız ama kesin konuşmak doğru değil. Sonuçta insanların aklından ne geçtiğini bilemeyiz. Ama belgelere baktığımızda, yaşananlara baktığımızda Vahdettin hain görünüyor ya da en azından cahil görünüyor. Peki biz burada eğer Vahdettin gizli kahramandır dersek bunun sonu nereye gider? Bunu bir görmek gerekiyor. Eğer biz Vahdettin’e hain değildir, Vahdettin vatanı kurtarmıştır dersek,
onu arka plandaki mimar yaparsak bu durumda Mustafa Kemal hain olmuş olur. Çünkü Vahdettin’in planlarıyla, onun verdiği yetkilerle onunla iş birliği yaparak Anadolu’ya gitmiş. Ama başa geçtikten sonra güç sarhoşluğu yüzünden Osmanlı’yı kovmuş, sürgüne göndermiş ve ileride de bir takım devrimler yaparak tamamen vatanı İngilizlerin iş birliğiyle satmış olur.
Yani eğer padişahla iş birliği yaptığı halde, bütün yetkiyi padişah verdiği halde padişahı arkadan bıçaklayan bir adamsa Mustafa Kemal, bu durumda onun yaptığı hiçbir şeye güvenemeyiz ve cumhuriyetten sonra gerçekleşen bütün devrimler her şey aslında İsrail projesi, Yahudi projesi vs. olur. Çünkü biliyorsunuz komple teorilerini çok seviyoruz ve böyle şeyler uydurunca insanlar niyeyse kabul ediyor. İlk olarak bu kahraman Vahdettin teorisini kim ortaya attı bunlara bakmak lazım. İşin derinlerine ineceğiz, kaynaklarına bakacağız, ondan sonra doğruyu veya yanlışı ayırt edeceğiz. İlk gördüğümüz örnek Mevlânzade Rıfat. Halep’te 1929’da Türkiye inkılabının iç yüzü diye bir kitap yazdı ve bu kitapta gerçek kahramanın Vahdettin olduğunu, bütün kuvva hareketlerini Vahdettin’in planladığını ve gizliden gizliye destek olduğunu söyledi. Kendisi zaten anlaşılabileceği üzere Atatürk ve Cumhuriyet düşmanıydı. Bundan sonra Necip Fazıl var, bizim şair olarak bildiğimiz ancak tarihçiliğe soyunmuş ve hükümetten kumar ve içki parası alabilmek için yalan tarih yazmaya başlamış birisi. Atatürk hayattayken onu çok seviyor, onu övüyor ama o öldükten sonra hükümete yaranarak kim ne istiyorsa ona göre kitap yazarak para kazanmaya çalışıyor. Üçüncü ana kaynaklardan biri ki çok kullanılır, Dr. Rıza Nur’un ki kendisi bir Lozan delegisiydi, çok ayrıntıya girmeyeyim. Onun yazdığı bir hatırat vardır, en azından yazdığı iddia ediliyor. Bu hatırat İngiltere’ye veriliyor ve 1960’larda bu bastırılsın ama o günlere kadar gizli kalsın diyor, iddia bu. Niye gizli kalsın? Çünkü Atatürk veya arkadaşları hayattayken böyle bir eser paylaşmak çok da mantıklı değil, cesaret ister. İşte herkes öldükten sonra dedikodu çıkarabilelim mantığıyla böyle bir eser bırakılıyor. Bu hatıratlar Atatürk’ün oğlanca olduğunu, vatan haini olduğunu, belki Yahudi olduğunu ve bunun gibi teorileri ortaya atıyor. Bu gibi kaynaklar 60’larda kafasına fes takıp tarihçi olduğunu iddia eden tipler tarafından tercüme ediliyor ve Lozan hezimet miydi şeklinde kitaplar yazılıyor ki Lozan bir anlaşmadır.
Burada bir zafer veya kayıp söz konusu olamaz. Bunu bile idrak edebilecek zekaya sahip değiller ama cumhuriyete çamur atıyorlar ve bu kaynaklar insanlar için bir göz bebeği oluyor. Hangi insanlar için? Cumhuriyet düşmanları için, layıklık düşmanları için, özetle Atatürk düşmanı olan tipler için. Çünkü çoğu sömürü sistemi kapatılmış artık, mason locaları kapatıldı veya siz oturup rahat rahat tarikat kuramıyorsunuz, medrese kuramıyorsunuz,
insanları sömüremiyorsunuz veya din adına vergi toplayamıyorsunuz ya da sırf ben din adamıyım diyerek askerlikten muaf olamıyorsunuz. Çünkü Osmanlı’da din adamları askere gitmiyorlardı ama bu kanunlar kaldırıldı. Özetle bu kitaplarda bu gibi iddianamelerde şöyle bilgiler vardır. Şimdi siz eğer cumhuriyeti kötüleyecekseniz ona alternatif ondan daha üstün bir şey göstermeniz gerekiyor.
Ne diyorsunuz? Osmanlı mükemmeldi, Osmanlı dünya hakimiyetindeydi ama cumhuriyet veya cumhuriyeti kuranlar, kuvvacılar haindi zaten onlar pek bir mücadele vermediler. Örneğin Çanakkale’de 200 tane rütbeli vardı. Mustafa Kemal kim ki? Alt tarafı bir yarbay. O hiçbir şey yapmadı. Alman generaller savaşı kazandılar veya inönü muharebeleri. Hiçbir şey değil.
50 kişi oturup kavga ettiler. Top tüfek bile atılmadı. Ki alakası yok. Kaynaklar, telgraflar, raporlar, her şey belli. Veya Sakarya Meydan Muharebesi. Hiçbir şey değildi. 10 tane adam kavga ettiler. Bunlar Kurtuluş Savaşı falan hikayedir. İnsanlara uyduruk bir tarih yazıyorlar ve cumhuriyeti büyük göstermeye çalışıyorlar. Böyle diyenler var. Hatta Ergenekon Destanı’nın bile uydurulmuş bir destan olduğunu söyleyenler var.
Zaten bunlarla alakalı videolar yaptığım için burada ayrıntılı girmeyeceğim. Bu bir propaganda videosu olsun istemiyorum. Sadece bu tip iddiaların olduğunu ve bunların temelinin Mustafa Kemal’in hain olduğuna, asıl kahramanın Vahdeddin olduğuna dayandığını görmenizi istiyorum. Çünkü eğer Vahdeddin gerçek kahramansa Mustafa Kemal hain olur. Çok basit bir mantık. Öncelikle eğer Vahdeddin gerçek kahramansa buna göre davranmış mı veya gerçek bir gizli kahraman nasıl davranır bunu bir incelemek gerekiyor.
Gerçekten kahraman olan birisi İngilizlere yalakalık yapar mı? Kuvvayı her yönden engeller mi? Hatta düşmanın haberinin olmadığı bölgelerde bile zayıf noktalar tespit edip özellikle kuvvayı bitirmeye çalışır mı? Şimdi diyeceksiniz ki adam ikili oynuyor işte. Ajanlık yapıyor. İngiliz yanlısı görünüyor ve alttan alttan destekliyor. Tabii ki biz bunu belgelerde göremeyeceğiz. Tabii ki tarih bize Vahdeddin’i hain gibi gösterecek.
Yani eğer siz tarihi vatanım sensindeki gibi zannediyorsanız olabilir ama gerçek hayatta böyle şeyler olmuyor arkadaşlar. Gerçek hayatta deus ex machina yani yukarıdan gelen tanrısal bir destek veya bir mucize yaşanmıyor. Tarih belli, hayat belli. Fantaziyi bırakalım. Gerçek hayata bakalım, gerçeklere bakalım. Elimizdekiler neymiş buna göre konuşalım. Kaldı ki hadi diyelim gerçekten aslında vatan sevgisi taşıyan ve ülkeyi kurtarmaya çalışan biriydi.
Buna göre davrandığı neler var bunu bulmak lazım ki ben baktığımda bulamadım. Hatta gereğinden fazla İngiliz taraftarlığı yaptığını gördüm. Örneğin ben kaderimi Allah’tan sonra İngilizlere bıraktım dedi veya başka bir açıklama yaptı. Benim İngilizlere karşı olan hayranlığım babam Abdülmecid’den geliyor dedi. Ya da kuvvanın güçsüz olduğu bölgelere özellikle kuvvayı imha edecek bölükler gönderdi.
Hatta kuvvacıları öldürenlere ekstra maaş vaat etti. Hatta kuvvacıların din düşmanı vatan düşmanı olduğunu iddia eden bazı beyanlameler paylaştı. Şeyhülislam’la anlaştı ve kuvvacıları öldürmenin aslında helal olduğunu yani kuvvacıların katli vacip olduğunu söyledi. İngilizlerin bile aklına gelmeyen birçok şey yaptı. Kuvvayı engellemek için elinden geleni ardına koymadı.
Dolayısıyla gizliden gizliye destek olmak isteseydi İngilizlerin fark etmediği açıkları yakalayıp onlara bildirmeyecekti. Eğer gerçek amacı İngilizlerle arasını iyi tutup alttan alttan kuvvayı desteklemek olsaydı bunu her türlü yapardı ve bunu emin olun ki görürdük illaki birileri bunu yazardı.
Ama bunu hiçbir belgeye ve tarihe dayanmayan sadece ideolojik kitap yazan ve özellikle Atatürk öldükten sonra veya başka bir ülkede gizli gizli belge oluşturan insanlar yapmazdı emin olun. Ki zaten vahtetin böyle bir iddiası yoktur ama zaten tarihe baktığımızda vahtetin özellikle bir yetkisinin olmadığını görüyoruz. Yani adam isteseydi bile kendi emriyle gönderemezdi zaten bu bir kabine projesiydi.
Yani hükümet zaten Anadolu’ya birini gönderecekti ki bunu da İngilizler istemişti. Zaten vahtetin gizli bir kahraman olmak veya Mustafa Kemal’i üretme şansı yoktu. Peki niçin Mustafa Kemal’in gönderilmesi gerekti veya hükümet niye böyle bir şeye ihtiyaç duydu? Bir de buna bakalım.
30 Ekim 1918’de Mondros’u imzalamıştık ve bu antlaşmanın 7. maddesine göre biz karışıklık çıkarma hakkına sahip değiliz. İsyan etme karşı koyma hakkına sahip değiliz. Eğer bir bölgede bir isyan, bir karışıklık, bir problem varsa itilaf güçleri buraya baskın yapabilirler, sıkı yönetim ilan edebilirler ve el koyabilirler, durumu ele geçirebilirler.
Dolayısıyla eğer Anadolu’da veya bir yerde bir isyan dalgısı varsa, çeteciler, eşkıyalar veya düşmana karşı koyan birlikler varsa, kuvva hareketleri gibi bunları bastırmaları gerekiyor. Yani biz anlaşmaya göre isyan etme hakkına sahip değiliz. Biz zaten çoktan sömürge olmayı kabullendik. Ama birileri kabullenmedi isyan çıkarıyor. Dolayısıyla İngilizlerin veya diğer ülkelerin askerlerinin buraya müdahale etme hakkı var. Aynen de bunu yapmak istediler.
Bir general seçelim, yetkisi, elinde gücü olan birini bulalım. Bu gitsin Anadolu’ya yanında bir heyetle bir grupla bazı vaazlarda bulunsun, insanları yola getirsin ve bu isyanları bastırsın. Yani kimse bize karşı gelmesin çünkü böyle bir şeye hakkınız yok. Zaten Osmanlı yenilmiş yani paşa paşa kabullenmek zorunda ama halk bunu kabullenmiyor. Ben gavurun elinde yaşamayacağım diyor. Gerekirse mücadele edeceğim, öleceğim diyor. E bu esnada başka Rum çeteleri var. Bu devletin her yeri yönetememesinden fayda eden birtakım gruplar var. Halktan vergi topluyorlar. Bazı bölgelerde karılara kızlara tecavüz ediyorlar. Yani bir asayiş problemi var. Ne devlet halkına sahip çıkabiliyor ne de dış güçler, dış ülkeler henüz kontrolü eline alabilmişler.
Bu kontrolü ellerine alabilmek için Osmanlı ile iş birliği yapmaları lazım ve halka kendi milletlerinden, kendi delegelerinden birinin gelip bir şeyleri anlatması lazım. Onları susmaya, onlara itaat etmeye zorlaması en azından ikna etmesi lazım. İtilaf devletleri Türk halkının silahsızlandırılmasına karar verdi. Bundan böyle hiçbir köylü elinde av tüfeğidir, beylik tabancasıdır hiçbir şey bulundurmayacak. Çünkü isyan çıkarıyorsunuz.
Hatta birçok bölgede Türk karakollarında Türk askerlerinin bile silahı toplanmaya başladı ki İzmir’in işgalinden sonra bunlar bayağı yaygınlaşmıştır. Dolayısıyla 9 Mart 1919’da Samsun’a 200 kişilik bir müfreze gönderildi ve Merzifon bölgesine de 50 kişilik bir grup yollandı. Halk silahlarını teslim etmek zorunda kaldı. Etmediler tabii ki. Bazı çatışmalar yaşandı. Her yeri kontrol altına alamıyorsunuz.
Canını tehlikeye atabilen insanlar çıkıyor. Ya istiklal ya ölüm diyenler çıkıyor. Bu da problem yaratıyor. 17-18 Mart dolaylarında Teğmen Hamdi Bey öncülüğünde bir grup daha çıktılar ve askerlerle çatışmaya başladılar. Bu durum iyice ortalığı kızıştırdı. Çünkü siz İstanbul’da oturup politika yapıyorsunuz. Kendinizce birtakım hesaplamalarla günü geçiriyorsunuz ama halk bir işkenceyle karşı karşıya, bir işgalle karşı karşıya. Herkes yerinde oturamıyor. Sıkı yönetim ilan edildi ve birtakım problemler yaşanmaya başladı. Halkın pek de bir şeyden haberi yoktu zaten. Böyle bir şey beklemiyorlardı da. Neticede medyada bir sansür var. Gazetelerde hep İngilizler ne istiyorsa o paylaşılıyor. Sürekli her şey güllük gülistanlık, padişahımız başımızda, hala elimizde halifelik var, her şey çok güzel, Avrupa bizi kıskanıyor tarzında haberler paylaşılıyor.
Yani halk işin ciddiyetinin farkında değil ki bu çok klasiktir. Bugün bile hala bazı ülkelerde yapılır. Ekonomi kötüyse mesela bir iki tane kanal satın alıyorsunuz. Kendi seçtiğiniz gazetecilerle bazı haberler paylaşıyorsunuz. Örneğin ekonomimiz çok güzel diyorsunuz. Veya Afrika gibi açlıktan kırılan ülkelerle kendi ekonominizi kıyaslıyorsunuz ve bakın ne kadar rahatız diyorsunuz. Milletin beynini yıkıyorsunuz. Tabi ki bizde böyle şeyler asla olmuyor.
Ben başka ülkelerden bahsediyorum. Bizde her şey çok güzel. Ekonomi mükemmel. O yüzden buraları geçeyim. Konuyu fazla dağıtmayayım. Biz 19 Mayıs olaylarından devam edeceğiz. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Caltrop 21 Nisan 1919’da Osmanlı Harbiye Nazırlığına bir nota verdi. Vahdettin’le özel olarak görüştü ve isyanların kesin olarak bastırılması gerektiğini, yoksa işlerin ciddiye bineceğini söyleyerek tehdit etti.
Evet, tehdit edilebiliyoruz. Yani öyle muhteşem yüzyılda olduğu gibi herkes önünüzde el pençe durmuyor. İngilizler bölgeye kontrol amaçlı gönderilecek paşanın çok önemli birisi olmasını istediler. Halkın tanıdığı, sevdiği yani sözünü geçirebilecek birisi olması gerekiyordu. Buna üstün yetkiler verilecekti. E bakıyorsunuz elinizde çok da bir seçenek yok. Zaten savaşlarda şehit olmayan insan kalmamış. Elinizdeki subay sayısı az.
Birkaç tane adam var. Birisi doğu bölgesinde zaten kendi bölgesini yönetiyor. Diğeri Ege bölgesinde. Yani üç beş seçenekten en mantıklı olan Mustafa Kemal’di. Çünkü Anafartalar kahramanıydı. Sarıpaşa’ydı. Çanakkale’de kendini kanıtlamıştı. Halk zaten tanıyordu, biliyordu. Sevilen birisiydi ve onun Anadolu’ya gönderilmesi çok yararlı olacaktı.
Kaldı ki o dönemde zaten padişah yaveriydi ve direkt padişahın en yakın adamlarından birinin Anadolu’ya gitmesi güzel bir mesaj olacaktı. Halk artık bu adama da itaat etmiyorsa zaten kimseye etmezdi. Buna göre bir gerekirse katliam yapılırdı. Planlar böyleydi. İşe bakın ki tam da o dönemde Mustafa Kemal Anadolu’ya gitmenin planlarını yapıyordu. Her şeyin farkındaydı. Adam sonuçta padişahın yanında ülkenin durumunu biliyor.
E askeri zekası belli, politik yeteneği belli. Bir şeyleri önceden kestirebiliyor. Bu iş böyle olmayacak. Hükümet çoktan pes etmiş, herkes kaderine razı olmuş. Bu böyle yürümez. İleride bizden daha çok şey alırlar. İsten çıkartmak lazım. Gerekirse özgürlük uğrunda ölmek lazım. Ama köle olacağımıza paşa paşa oturup laf dinleyeceğimize mücadele veririz. Meydanlarda ölürüz. Ne oluyorsa olsun. Gitti Şişli’deki evinde birtakım planlar yaptı. Mesela İsmet İnönü ile ki o zamanki adı İnönü değil. Veya Kazım İnaç Paşa ile birtakım planlar yaptılar. Bunun haricinde yaveri Cevat Abbas Bey’e Gebze Kocaeli üzerinden Anadolu’ya nasıl giderim şeklinde planlarını açıkladı. Yani zaten işi gücü bırakıp Anadolu’da bir isyan başlatmak planındaydı. Bunları hesaplıyordu. Tam da o günlerde böyle bir müfettişlik görevi ortaya çıktı. Zaten beklediği bir şeydi bu da. Çünkü illaki bir yerde bir isyan çıkacak. İllaki herkes oturup kaderine razı olmayacak ve o bölgeye birinin gönderilmesi gerekecek. Bunun bilincinde olduğu için hükümetle arasını iyi tuttu. O kadar uysal davrandı ki bu görevi almak için kimse şüphelenmedi. Gerçi Damat Ferit biraz şüphelenmişti ama sonuçta rütbesi mevkisi belli olan bir adam gidiyor. Yani görev için tamamen uygun. Çok da problem yaratmaya gerek yok. Zaten yanına birkaç kişi vereceğiz. Her adamını kontrol ettireceğiz. Bir sıkıntı yaparsa görevden alırız vs. Yani her türlü kontrol edebileceklerini düşünüyorlar ve Mustafa Kemal’i üstün yetkilerle donatıp bütün Anadolu’da isyanları bastırması, Doğu bölgesindeki problemleri de yatıştırması ve İngilizlerin yolunu açması için görevlendirdiler. Bakın burada bir ayrıntı var. Ondan da bahsedeyim. Hani Mustafa Kemal’i Anadolu’ya Vahdettin gönderdi diyorlar ya.
Buna en büyük gerekçi olarak Mustafa Kemal’in normalden daha fazla daha üstün yetkiler almış olmasını gösteriyorlar. Yani adam zaten her şeyi başarabilecek bir yetkiyle gönderildi. Bunu kim sağlamış olabilir? Vahdettin sağlamış olabilir. Peki böyle midir? Hayır. Tamam adam çok büyük yetkilerle gitti doğru ama bu yetkileri ona kabine verdi. Ve bunu zaten İngilizler istemişti. Yani bu adamın bu kadar büyük görevleri başarabilmesi için birçok yetkiye ihtiyacı var.
Zaten bu yüzden normal bir adam göndermiyorlar. Her şey planlanmış. Kaldı ki Mustafa Kemal yine de bunlarla yetinmedi. Kazım İnanç Paşa’yla vesaire diğer arkadaşları ile görüştü. Hatta birçok kişi ya Kazım onaylıyorsa ben de onaylarım diyerek ne olduğuna bakmadan belgeleri imzaladı. Fazla fazla yetkiler eklediler. Her şeyi ince ince tasarladılar. Yani buradaki yetkilerin mimarı bir Mustafa Kemal. İkincisi zaten görev gereği İngilizler. Ve buradaki amaç da İngilizlerin gizli oyunları değil. Yani biz bir adam seçelim Anadolu’ya yollayalım. O bir devrim başlatsın yeni bir ülke kursun. Padişahı halifeliyi devirtelim ve kukla gibi bir cumhuriyet yaratalım. Çünkü bunu da söyleyenler var. Cumhuriyeti bir mason projesi olarak görenler de var. Alakası yok. Adamlar zaten halifeyi padişahı parmağında oynatıyorlar. Mustafa Kemal’e ihtiyaçları yok. Kaldı ki Mustafa Kemal birçok planı suya düşürdü zaten. İleride Kurtuluş Savaşıdır, Sakarya’dır, Devrimler’dir. Yani onların da beklemediği şeyleri yaptı. Hayal kurmak güzeldir ama biraz gerçeklerle yaşamak lazım. Zira Mustafa Kemal’den şüphe edenler de vardı. Görevinin iptal edilmesini isteyenler de vardı. Yüzbaşı Benet gibi vizeyi imzalayan subaylar. Bu adamda bir bit yeniği var. Kalabalık gidiyor ve fazla yetkiye sahip. Bu kesinlikle bir şey yapacak. Bu adamı görevden almak lazım. Şekline telgraflar çekti, üstlerine bildirdi. Hatta yolculuk esnasında zaten görevin iptali düşünüldü ve Mustafa Kemal’in bütün adımlarını da inceliyorlar, izletiyorlar. Şimdi, Vahteddin’in nasıl köstek veya destek olduğu konularına gelirsek, işte burada bir destek olma konusu var. Çünkü Vahteddin özellikle, ya Mustafa iyi çocuktur, ben onu tanırım. Adam benim yaverimdi. O kadar yetki verdik bize isyan çıkaracak değil, bize uyum sağlar. O politikasını bilir, görevden almayın, gitsin halletsin şeklinde tebliğlerde bulundu. Bunun altında gerçekten de Mustafa Kemal’i korumak olabilir veya sonuçta kendi yaverim o bir şey yaparsa bana da patlar diyerek kendi otoritesini korumak olabilir. Onu bilmiyoruz ama Vahteddin en azından 1-2 hafta kadar İngilizleri oyalamıştır. Bunu tarihe baktığımızda görebiliyoruz. Objektif olmak lazım, iyisini de söylemek lazım, kötüsünü de söylemek lazım. Şimdi meşhur bir olaya bakacağız. Paniş’i, Vahteddin ile Mustafa Kemal arasında geçen meşhur diyaloğa bakacağız. Ama ondan önce 1-2 ayrıntı vermek istiyorum. 29 Nisan 1919’da Salı günü Atatürk 9. Ordu Müfettişliği görevine atanmıştı. 4 Mayıs’ta Bakanlar Kurulu onay verdi ve 15 Mayıs’ta Atatürk, Vahteddin’le bir görüşme yaptı. Zaten bu paşa, paşa, devleti kurtarabilirsin muhabbeti de orada yaşandı. Onu da şöyle özetleyeyim. Vahteddin ve Mustafa Kemal bir odada karşı karşıya oturdular. Vahteddin, bugüne kadar yaptıkların bu kitaba geçmiştir dedi. Bir tarih kitabını gösterdi. Bundan sonra yapacaklarında geçecektir. Paşa, devleti kurtarabilirsin. Her şey senin elinde dedi ve anlaştılar. Şimdi bu paşa, devleti kurtarabilirsin muhabbetini şöyle yorumluyorlar. Bak sana yetkiyi verdik, Anadolu’ya git, isyanları körükle, hadi bakalım İngilizleri buradan def edelim. Halbuki tam tersi. Yani bunu illa Fahri Hrfk’ın kitaplarında veya Mustafa Kemal’in hatıratlarında okumaya gerek yok. Bütün kitaplarda yazar, mantık da böyledir zaten. Vahteddin’e göre hiçbir şansımız kalmadı. Yenildik, bir anlaşma imzaladık ve halk bu anlaşma maddelerine sadık kalmıyor. İsyan çıkarıyor. İngilizler yarın öbür gün bunları bahane ederek tepimize çökerler. Daha zor durumlara düşeriz. Şu anda en azından padişahlık makamı yerinde, hilafet yerinde. Öyle veya böyle Osmanlı hala ayakta. Çökmedik. Belki 5-10 tane şehre sıkıştırılabiliriz. Belki çok zor şartlar altında yaşayabiliriz. Ama illaki ileride bir gün toparlarız. Şu anda iyi geçinmek lazım, uslu olmak lazım. Şu anda kurtuluş hayalleri peşinde gidip, elimize tüfeği alıp savaşmamak lazım. Çünkü zaten kaybettik, bunu kabullenmek gerek. Vahteddin’in mantığı budur. Ki haksız olduğunu da söyleyemeyeceğim. Oralara da birazdan geliriz. Ama sonuçta burada bir pes etmişlik var, bir kabullenme durumu var. O dönemde onlarca savaş görmüşsünüz. Her taraftan işgal edilmişsiniz. Öyle büyük savaşlar kaybetmişsiniz ki bu saatten sonra 3-5 tane isyancıyla ülkeyi kurtarma ihtimali görmüyorsunuz. Zaten bu yüzden Atatürk Anadolu’ya gittikten sonra Vahteddin ona gizli gizli destek olmak yerine açık açık köstek olmaya çalıştı. Çünkü problem yaratıyordu. İlk önce uyardılar. Sonra görevden aldılar. Rütbelerini söktüler. Hapis kararı çıkardılar. Atatürk askerlikten istifa etmek zorunda kaldı. Hayatı boyunca yaptığı ve en sevdiği şey olan askerlik mesleğini bırakmak zorunda kaldı.
Daha sonra hakkında idam fermanı çıkarıldı. Kuvvacıları öldürmek caizdir, helaldir. Bu adamlar din düşmanıdır. Bu adamlar vatan düşmanıdır. Kuvvacılar dış güçler tarafından destekleniyorlar. Bu adamlar bizi bölmek istiyorlar. Bu adamları öldürün. Öldürenlere ekstra para vereceğiz. Bunun gibi şeyler paylaşıldı. Hatta Yunan uçaklarıyla bu afişler dağıtıldı. Kuvvacıları öldürmek için özel bir ekip kuruldu.
Bu adamlara yine ekstra maaş ödendi. Hatta Damat Ferit’in desteğiyle Hindistan’a kadar bu haberler yayıldı. İngilizlerin ruhunu bile duymadığı yerlerde bazı ajanlıklar da Kuvva’nın zayıf bölgeleri tespit edildi. Ve oraya ekstra birlikler yollandı. Yani gizli gizli destek olmak yerine. Sırf İngilizler bize de kötü gözle bakmasınlar. Bakın biz uyum sağlıyoruz. Bizde problem yok. Ama bu adamlar problem yaratıyor. Diyebilmek adına her şeyi yaptılar. Zaten bunlara baktığınız zaman kim gerçek kahraman kim vatanı satan görmek pek de zor değil. Vatanı satan diyorum ama bu da pek adaletli bir tabir değil farkındayım. Lakin eğer bir taraf seçeceksek aralarında kıyaslama yapacaksak bu çok açık. Savaşanları tercih etmek gerekiyor. Sadece uyum sağlasalar problem değil. Hani adamlar o kadar görebilmiş. Zaten korkmuşlar kaç yıldır başka bir dert istememişler diyeceğiz. Ama teyali İslam cemiyetini kurdurup ya Hristiyanlar bizim din kardeşimizdir. Onların peygamberi de bizim peygamberimizdir. İngilizler bizi çok sever. İyi geçinmek lazım. Ses çıkartmayın. Oturun. Razı olun. Demek ki Allah bizi böyle imtihan ediyor. Diyen adamlar yaratıyorsunuz veya İngiliz mühipler cemiyetini kurdurarak sahte dincilerle insanlara Kuvva düşmanlığı aşılıyorsunuz. Ya da teyali Kürt cemiyetini kurarak doğudaki insanlara bakın siz isyan etmeyin. Kuvvaya katılmayın. Biz zaten size Kürdistan vereceğiz. Biz size başka bir ülke kuracağız. Problem yaratmanıza gerek yok. Hatta gidin Kuvvacılara saldırın. Size para ödeyelim diyorlar. Yani halkı milleti birbirine kırdırmak için her şeyi yapıyorlar. Ve bunu yapanlar damat Ferit. Bunu yapanlar padişah. Ama başaramadılar tabi ki. Zira başarsalardı bugün Mustafa Kemal’i sadece isyan etmiş ve sonra öldürülmüş, idam edilmiş bir paşa olarak hatırlayacaktık. Belki ona hain diyecektik. Şu anda belki hala layık olamayacaktık. Belki kadın erkek eşitliği hala sağlanmamış olacaktı. Kim bilir ne durumda olacaktık. Bunu görmek için çok da yüksek bir hayal gücüne sahip olmaya gerek yok. Ortadoğu ülkelerine bakın. Anlarsınız zaten.
Biz bugün Mustafa Kemal’i hain bir paşa olarak değil, Cumhuriyet’in, Türkiye’nin kurucusu olarak tanıyoruz ve kahraman diyoruz. Atatürk diyoruz. Çünkü onun gibi insanlar, onun peşinden gidenler, savaşçılar, şehit oldular, geleceği gördüler, kendi canlarını hiçe saydılar ve bu ülkeyi kurdular.
Bugün hala sevri özlemek, Lozan’ı beğenmemek, Cumhuriyet’e küfretmek, Atatürk’e iftira atmak veya onu Vahdettin gönderdi oysa gitti hainlik yaptı demek asıl hainlik budur. Ki buna da şaşırmıyorum zira o dönemlerde de Amerika mandası isteyenler veya İngilizlere kutsal ırk gözüyle bakanlar, İngiliz cemiyetine katılanlar türlü türlü insanlar vardı. Bu yüzden her dönemde vardır. Önemli olan kahramanları bulabilmek, kahraman olabilmek. Niye üstünde bu kadar durduğumu söyleyeyim? Çünkü Vahdettin gönderdi demek ayrı bir şey, hükümet gönderdi demek ayrı bir şey. Birini söyleyince bir proje var, diğerini söyleyince gizli bir komplo teorisi var ki o farklı kapılara gidiyor. Hepsini bile ayırt edemeyen cahillerden oturup tarih dinliyorsunuz, beyninizin yıkanmasına izin veriyorsunuz ki kendi zekanıza hakaret etmiş oluyorsunuz. Niye bunu söylüyorum? Çünkü eğer ileride yine bir kurtuluş mücadelesi vermek zorunda kalırsak bu şekilde beyni yıkananlar, kandırılanlar yine İngiliz Muhipler cemiyetine katılırlar, yine Osmanlı’yı özlerler.
Tarihte bu insanları cahil veya hain diye kaydeder. Cahil veya hain olmayalım, ülkemizin kıymetini bilelim ki bu günler, bu gibi bayramlar bu kıymeti bilebilmek için en azından bir araştırma yapmak, bir mücadele vermek, bir farkındalığı erişmek için çok önemli.
Bir adamın gizli bir kahraman olduğunu söyleyeceksek en azından bununla alakalı kaynaklar bulmak zorundayız, bir delil bulmak zorundayız ki Vahteddin bile kendisi böyle bir iddiada bulunmuyor. Bu adam böyle bir iddiada bulunmuyorsa demek ki böyle bir şey söylemiyor. O bile böyle bir şey söylemiyorsa kim çıkıp onun hakkında gerçeği doğruyu anlatıyor, o adamın kahraman olduğunu iddia ediyor. Bunlara bakmak gerekiyor.
Vahteddin kendi hatıratlarında sadece nef-i sa’ile memur eylediğim, yani isyanları def etmek için görevlendirdiğim şeklinde bir açıklama yapıyor. Burada Vahteddin’in açıkça ne amaçla gönderdiğini görüyoruz. Kendisi de bunu söylüyor zaten.
Mustafa Kemal ona verilen görevi yerine getirecekmiş gibi davrandı. 6 ay boyunca ikili oynadı, yakın ilişkiler kurdu, çeşitli yetkileri aldı ve eline gücü geçirdiği anda gerçek planlarını ortaya koydu, gerçek kahramanın kim olduğunu gösterdi. Gelin şu görevi alış esnasına Mustafa Kemal’in ağzından bakalım nasıl hissetmiş, kendisi bu konuyla alakalı ne anlatmış bir dinleyelim.
Ne âlâ şey! Ben o gün bütün bunları bilmiyordum. Talih bana öyle müsait şartlar hazırlamış ki kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duyduğumu tarif edemem. Nezareten çıkarken heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önünde geniş bir âlem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim.
Bu arada şunu da belirteyim. Atatürk’ü nasıl ki kötüleyenler varsa onu tanrılaştırmak için yalan söyleyenler de var. Mesela Samsun’a kırık dökük bir tekneyle gizli gizli gittiğini söyleyenler var. Bir taraf padişahı yüceltmek için Atatürk’ü aşağılıyor, diğeri Atatürk’ü tanrılaştırmak için her şeyi abartıyor. Nasıl ki kurtuluş savaşını küçümsemek adına 200 kişi savaşçılar falan diyorlarsa aynı şekilde bütün mücadeleyi de abartıyorlar.
Atatürk gizli gizli ufacık bir tekneyle saklanarak gitmedi. Onu devlet gönderdi, hükümet gönderdi, bandırmanın içinde otomobil de vardı, at da vardı, 40-50 kişi kadar bir kalabalık da vardı. Hatta kaptan pusula kırık olduğu, bozuk olduğu için en başta sinop’a vardı. Haritayı da bilmiyordu, yanlış yere gittiler. Yani sağa sola uğrayarak en sonunda 19 Mayıs’ta Samsun’a varabildiler.
2. Bölüm Atatürk’e 40.000 altın verildi mi? Vahdettin Mustafa Kemal’e 40.000 altın verdi. Eğer bu 40.000 altın olmasaydı Mustafa Kemal hiçbir şey başaramazdı. Bu paralar sayesinde kuvva büyüyebildi ve milli mücadele, kurtuluş savaşı vesaire bunlar yapılabildi diyorlar. Peki öyle mi? İşte bu videoda bunlara bakacağız. Bu iddiayı dile getirenlerden biri olan Nihalatsız, Türk Ülküsü kitabında şöyle yazmıştı. Vahdettin Mustafa Kemal Paşa’ya teşkilat yapması için 40.000 altın vermiştir. Bu paranın önemli kısmı, eskiden beri beslediği yarış atlarını satmak suretiyle elde edilmiştir. Nihalatsız genellikle yazdığı şiirlerle bilinen birisi fakat bir de tarihçi bir yönü var.
Bazı tarih kitapları yazmaya çalıştı, bazı tarih kitaplarını tercüme etmeye çalıştı ama şahsi fikirleri her zaman tutarsızdı ki şiirlerine baktığınız zaman da bunu görebiliyorsunuz. Niye tutarsız diyorum zaten bu iddia bile bunu kanıtlıyor. 1. Vahdettinin hiçbir zaman yarış atı beslediğine, yarış atı aldığına veya sattığına dair bir belge yok. Böyle bir şey hiçbir zaman söz konusu olmadı. 2. Vahdettinin 40.000 altın verdiğine dair de bir belge yok.
Böyle bir fikir ortalıkta yoktu, kimsenin haberi yoktu. Yani 40.000 altın veriyorsunuz ama bütün ülkeyi yöneten her şeyi kontrol eden İngilizler bile bunun farkında olmuyor. Hani 5-10 liraya parçalı olsaydı valla diyeceğim de 40.000 altından bahsediyoruz ve bunun niye mantık dışı olduğuna hadi belgesi olmamasını bırakın burada değineceğim zaten daha iyi anlayacaksınız. Nihalatsız ve birkaç kişi daha bu gibi iddialarla ortaya çıktılar. Başka teoriler de üretildi ve kaç tane Cumhuriyet düşmanı, kaç tane Atatürk düşmanı varsa bu iddiaları alıp sürekli ısıtmaya ve gündeme getirmeye devam etti. Bugün bile hala 40.000 altın muhabbeti devam ediyor. Bu yüzden böyle bir video yapmaya gerek duydum. Ama bu videoda Nihalatsız’a veya başka birine dolandırıcıdır, yalancıdır veya haindir demeyeceğim. Öyle bir niyetim yok. Zira onlar da yanlış biliyor olabilir, kandırılmış olabilir, o dönemin şartlarında çok da iyi öğrenememiş olabilirler. Ama bu iddiaları hiç akla mantığa sığmadığı halde, bugün bütün belgeler ortada olduğu halde, hala daha ısıtıp sürekli bir çamur atmaya çalışanlar onlar hain veya en azından cahil olabilir. Bunun kararını da size bırakıyorum çünkü aklın yolu bir.
Bakın iddialarda bulunabiliriz. Herkesin bir fikri var, herkesin bir inancı var, herkesin kafasına göre bazı düşünceleri var. Ama bu iddiaların tutarlı olması lazım. Akla mantığa uygun olması lazım. 40.000 altından bahsediyoruz. Yani bu adam cebine sıkıştırıp gitmedi ki bunu. Nasıl kimse görmedi, nasıl kimsenin haberi yok, İngilizler nasıl izin verdi, yanındaki adamlar nasıl fark etmedi, bunları bir sormak gerekiyor.
Zaten bu iddianın ne kadar zayıf ve aptalca olduğu ilk cümlesinden bile anlaşılıyor. Vahdettin Mustafa Kemal’e 40.000 altın verdi, kuvvayı örgütlesin diye. E yani kim yer bunu? Bu sandıkları bandırmadan nasıl geçirdiler bir kere bu bile bir muamma. Çünkü bandırmaya binerken İngiliz vizesiyle biniyorsunuz zaten. Yüzbaşı Bennett gibi insanlar vizeyi imzalıyor ve tamam gidebilirsin diyorlar.
Kaldı ki gemiye 23 kişi biniyor, bunların üstü başı aranıyor, çantalara bakılıyor, kim oldukları, ne iş yaptıkları her şey biliniyor. Ayrıca gemide yine başka insanlar var. İngiliz askerleri var. Bu 23 kişi kimseye çaktırmadan altınları kaçırdı diyelim. Bir şekilde bir operasyonla bu kadar 40.000 altın kadar bir mal varlığını gizlemeyi, kaçırmayı başardılar diyelim.
E Anadolu’ya giderken, Samsun’a indikten sonra, o kadar şehri gezerken, kongreler toplarken nasıl kimseye fark ettirmediniz, bunu da sormak gerekiyor. Yani teori aslında çok saçma, kusura bakmayın. Ama video yaptık, yapacak bir şey yok. Tekrara düştüğümün farkındayım ama Padişah’ın satın aldığı ayakkabıya kadar bütün faturaları kontrol eden bir İngiliz hükümetinden bahsediyoruz.
Bir altın o dönemde 7.6 gram. Yani tek bir altının kaç gram ettiği belli. E 40.000 altın diyince ki zaten bunlar hesaplandı, 304.000 gram ediyor. Yani 304 kilogram. Tek bir kişinin sırtını alıp da götürebileceği bir ağırlıktan bahsetmiyoruz. Bunları sandıklara koyacaksınız çünkü 40.000 adet var. Hani bir çantaya sığdırma şansınız da yok.
En aşağı 50’şer kiloluk 6 sandık olsa 6 sandıkla ve hepsi ağır ağır bir şey yani. Bunlarla Anadolu’yu gezdiğinizde kimsenin fark etmeme ihtimali yok. Arap şeyhimsin kardeşim yanında o kadar altınla böyle orduyla gizeceksin ve kimse görmeyecek. Kimse sormayacak bu sandıklarda ne var, nereye götürüyorsun? Mustafa Kemal’e 40.000 altın verildiyse ve Vahteddin gizli gizli kuvvayı finanse ettiyse Mustafa Kemal bu kadar altınla saraydan önce Şişli’deki evine gitmeli.
Sonra Şişli’den Galata’ya, Galata rıhtımından motora, motordan bandırma gemisine, gemiyle birkaç günlük bir yolculuktan sonra Samsun’a, oradan Mantika Palas oteline, oradan Havza’ya, Amasya’ya, Erzincan’a, Sivas’a, Erzurum’a, Kırşehir’e, Kayseri’ye, Ankara’ya, her yere. O kadar sandığı taşıyacak bir manga askerle kimseye görünmeden nasıl gidebilirsiniz bu mümkün müdür? Kaldı ki Ali Galip olayı gibi birçok suikast teşebbüsü var. Her yerde pusu kuruluyor, her yerde sizi öldürmeye çalışanlar çıkıyor. Kazım Karabekir gibi insanlar yanınıza geliyor, katılıyor. Kimsenin bunu fark etmemesi, kimsenin hatıratında bunu yazmaması. Böyle bir şey mümkün değildir. Bu altınlar, dikkatinizi çekerim, sürekli Mustafa Kemal’in yanında olmalı. Çünkü bunları başka birine emanet etme şansın yok. Ben gidiyorum beyler siz getirirsiniz deme gibi bir şansınız yok. Yanınızda olması lazım. Gözünüzün önünde olması lazım. Çünkü madem bu 40.000 altın kuvva için verildi bütün harcamaları, şu kadar altın şuraya, bu kadar altın buraya, şu silahlar için bu kadar harcama yapmalıyız. Hepsinin hesaplanması lazım. Hadi hepsini geçtim. Biz de aklı mantığı bir kenara bırakalım, belgeleri bırakalım ve alternatif tarih yazalım. Diyelim ki gerçekten Vahdettin Mustafa Kemal’e 40.000 altın verdi. Helal olsun dedi. 6 kasa, 6 sandık altınla Anadolu’ya gönderdi. Diyelim ki böyle oldu. E madem böyle bir şey var, bu durumda niye kuvvacılar sürekli fakirlik içindeydiler, niye sefalet çektiler? Mustafa Kemal’in ve arkadaşlarının ne zorluklarla o kongreleri topladığı, ne zorluklarla meclisi açtığı biliniyor. Savaşa girerken askerlerimizin ne kadar fakir olduğu biliniyor.
Madem 40.000 altın vardı, bu altınlar nereye kullanıldı veya niçin kullanılmadı? He kimse fark etmesin diye hani çaktırmamak için bu altınlar kullanılmadıysa, bu durumda kullanılmayan bir altının kıymeti nedir? Verilen parayı kullanmayacaksan, işine yaramayacaksa, saklamak zorundaysan, alsan ne olur almasan ne olur?
Bakın, hem resmi belgeleri hem de gayri resmi iddialara baktığımız zaman 40.000 altın muhabbeti haricinde Mustafa Kemal’e ve yanındakilere verilen paralar toplamda şöyle. Atatürk’e dahiliye nezareti ödeneğinden 1000 lira veriliyor ve 23 karargah mensubunun da 3 aylık maaşları, yollukları ve %50 zam ödeniyor. Bu zamın sebebi de operasyon ödemesi. 23 kişilik heyete diğer ihtiyaçlar için toplamda 25.000 lira ayrılmıştı ki bu paralar büyük paralar değil. Zaten devlet de zengin değil, ne kadar verebilir? Ekip bireylerine verilen 1000 lira ve %50 zamın raporları var arşivlerde duruyor. Makbuzunu dahiliye nazırı Mehmet Ali Bey yayımladı ve hatta kaç para ödendi ne yapıldı? Bunların hepsi 28 Mayıs 1919’da vekiller heyetinde görüşüldü.
Şunu da tekrardan belirteyim bakın 25.000 lira büyük bir para değil. Yani bunu da şöyle örneklendireyim havada kalmasın çünkü nasıl büyük değil falan diyenler çıkacaktır. 1920’de Damat Ferit Paris’e barış görüşmelerine gittiğinde 3-5 kişilik heyetiyle toplamda 70.000 lira almıştı. Damat Ferit 3 kişi oturup içecekler kutlama yapacaklar, elit takılacaklar diye 70.000 lira alıyor ama Mustafa Kemal 23 kişiyle gittiği görevde 25.000 lira alıyor.
Aradaki fark belli ki bu 25.000’in içinde benzin masrafı, yiyecek masrafı, konaklama masrafı her şey var. Damat Ferit gibiler veya Vahdettin gibiler hani sözde kahramanlar saralarda oturup yiyip içerken, zenginlik içinde yüzerken, Mustafa Kemal gibiler 300-400 lira bağış toplayarak halkın getirdiği paralarla vatanı kurtarmaya çalışıyordu.
Neyse zaten mantık belli 40.000 altın muhabbetinin niye mümkün olamayacağı belli ama şu fakirlikle sıkıntılarla alakalı bir örnek vereceğim ki popüler bir örnektir. Börekçizade Rıfat Efendi ile Ankara arasında yaşanan bir diyalogdur. Yanlış hatırlamıyorsam Atilla İlhan dip dalgası programının 1. bölümünde bunu anlatmıştı ama başka bir bölümde anlatmışsa da problem değil. Çünkü Yılmaz Özdül, Sinan Meydan, İlber Ortaülü herkes bunu anlattığı herkesin bildiği bir hikaye. Yine de bilmeyenler vardır. Şöyle bir özetleyelim ve milli mücadele dönemindeki o 40.000 altın zenginliğini bir düşünmeye çalışalım. Yıl 1919, Aralığın sonları yani 1920’ye girilecek. Sivas’tan Ankara’ya gidiş dönemindeyiz ve Mustafa Kemal ve diğerlerinin aldıkları maaşlar bitmiş.
Gelen yardımlar bir yere kadar yetmişti ama Ankara’ya giderken bütün paraları yol için toplamda 20 yumurta, 1 roka peynir ve 10 ekmeğe yetecek kadardı sadece ki anca bunları alabildiler zaten. Şimdi vah vah ne zor durumdalarmış diye düşünmeyin çünkü bu bir şey değil. Bu bir şans aslında. O cepte ki 3 kuruş para normalde arabanın benziline gidecekti, tekerleye gidecekti, masraflara gidecekti.
Ama Sivas’taki Amerikan Okulu Müdüresi kendince bir yardım yaptı, arabanın benzilini, tekerleklerini, cartını, cubutunu karşıladı ve en azından cebimizdeki parayla karnımızı doyurabildik. Atatürk ve beraberliğindeki heyet 27 Aralık 1919’da Ankara’ya vardılar ve gerçekten parasızdılar. Bu parasızlığı Müfit Kansu şöyle anlatıyor.
Ekmekçiye bile verecek paramız kalmamıştı. Bankalardan ve kurumlardan ödünç para almayı paşaya bir türlü kabul ettiremedim. Ne yapacaktık? Benim bir kürküm vardı. Erzurumlu Nafiz Bey’e müracaatla sattırılmasını rica ettim. Nafiz Bey, ocak ayı içerisindeyiz ne giyeceksin diye satmamakta ısrar etti ama bu ısrar hiçbir şekilde kulağıma giremezdi. Aç mı kalacaktık? Nihayetinde kürkümü de sattık. Kimse de satılacak bir şey kalmadı.
Ankara’ya geldiğimizde bir hafta kadar belediye bizi beslemişti fakat bu aylarca devam edemezdi. Velhasıl çaresizlik içinde mustarip bir haldeydik. İşte o dönemde Ankara Müftüsü Rıfat Efendi ziyarete geldi. Ziyarete geldi gelmesine ama adama ikram edecek bir şeyimiz yoktu. O esnada Mazhar Müfit uyuyordu, uyandırdılar. Üstünü giyinirken aklından geçenler şunlardı.
Ya bu adam kahve istese veremeyiz. İki tane şeker kaldı onları da Mustafa Kemal’e sakladım. Katiyem veremem. E sigara istese onu da veremem. Biz bu adamı nasıl harlayacağız, ne yapacağız? Neyse hadi gidelim bakalım. Üstünü giydi içeri girdi o esnada Rıfat Efendi bir iskemle yuvarlakmasının etrafında bekliyordu. Müfit Kansu emri vakiyle mecburen şöyle bir selam verdi. Hoş geldiniz. Zannederim kahve içmezdiniz değil mi? E Rıfat Efendi ne diyecek? Tabii içmem. Sigara da içmiyorsunuz o zaman? Yok onu da içmiyorum. Halbuki içtiğini herkes biliyor. Sonuçta orada bilinen tanınan bir adam. Ama yapacak bir şey yok. Zaten Rıfat Efendi oraya yemeye içmeye gelmedi. Destek olmaya, bağışta bulunmaya geldi. Dolayısıyla benim ziyaretimin sebebi diyerek lafa girdi. Sizin biraz sıkıntıda olduğunuzu duyduk. O yüzden az da olsa yardımda bulunmayı vazife edindik dedi. Masar Müfit sağ olun paramız var diyerek kapalı duran kasayı gösterdi. Fakat kasanın içinde sadece 48 kuruş vardı. Bunu da bilen yoktu. Müftü Efendi tabi dinlemeyerek sonuçta durumların farkında ayağa kalktı. Cebinden paraları çıkardı. Saymaya başladı. Toplamda 1000 lira vardı. Masar Müfit bir yandan parayı istiyor. Bir yandan da reddetmesi lazım. Bu konuyu Paşayla görüşseniz daha iyi olur diyerek ona yönlendirmeye çalışıyor. Rıfat Efendi şunu söyledi. Merak etmeyin Paşayla görüştüm anlaştık. Öyle bir rahatladı ki adam. Oh be dedi. Benim üstümden gitti yük artık ve en azından para geldi. Yaverine git bize bir kahve pişir dedi ve o kalan iki tane şekeri de verdi. Bu arada şunu da belirteyim. Bu Müftü Efendi’nin getirdiği 1000 lira kimi hatıratlara göre kefen parası.
Müftü Efendi her ihtimale karşı kendisi ve karısı için kefen parası biriktiriyor ama kıvvanın durumunu görünce bizden çok bunların ihtiyacı var diyerek bağışlamaya karar veriyor. Yani biz 1000 liraya muhtaçken 40.000 altından bahsedenler neyin kafasını yaşıyor? Bunu da bir sormak lazım. Müftü geliyor kefen parasını veriyor. Subaylar geliyor maaşlarının yarısını veriyorlar. 300 lira 400 lira neyse bağışlıyorlar. Evine göndermiyorlar. Kıvvaya veriyorlar. Silah almaya çalışıyorlar.
Kimisi kış günü üstündeki montu satıyor. Bununla bir gün karınlarını doyuruyorlar. Çünkü milli mücadele böyle yapılıyor. Yani kaldı ki Müftü Efendi bir tek para getirmek ya da kalmıyor. Hakkını yemeyelim. Adam köy köy dolaşıyor. Herkesle konuşuyor ve halktan yardım topluyor. Toplamda Ankara’da bulunduğumuz esnada 6000 liradan fazla bir yardım alıyoruz. Ve bu 6000 lirayı getiren kişi Müftü Efendi. Bir tarafta Vahdeddin ve Şeyhülislam gibi. Kuvvacılar öldürmek helaldir. Onları bulduğunuz yerde öldürün onlar katli vaciptir. Hatta kuvvayı inzibatiye topluyoruz. Artık kuvvacıları öldürenlere ekstra para veriyoruz. Kuvvacılar vatan hainidir diye bağıran adamlar var. Onun yanında Teali İslam cemiyeti var. İskripli Atıf gibi birçok kişi Papaz Friudan yani İngiliz Yüksek Komiserliğinden, İngiliz Müypleri Cemiyetinden emir alıyor.
Bir Papaz’dan emir alan bir din adamımız var. Bir tarafta da gerçekten canıyla kanıyla her şeyiyle kuvvaya destekte bulunan börekçizade Rıfat Efendi var. Bakın o da din adamı, o da din adamı. Ama arada fark var. İşte bu yüzden İstanbul hükümeti de hükümet, Ankara hükümeti de hükümet ama arada fark var. Birisi milli, diğeri çok da konuşmayayım. Eğer 40 bin altınımız olsaydı bu kadar sefalete gerek kalmayacaktı, bu kadar zorlu bir mücadeleye gerek kalmayacaktı ve Meclis’i de okullarda açmaya gerek kalmayacaktı. Gelen delegeleri yani kendi köyünü, kendi şehrini temsilen gelen heyeti yatıracak yerimiz yoktu. Meclis açılırken oraya gelen insanların hepsi asker değil. Ağa var, işte kendince şeyh var, birçok kişi var. E bu insanlar sivil giyiniyorlar. Meclis’i açan kişinin de sivil giyinmesi lazım ama Mustafa Kemal sivil bir kıyafetle gelmemiş. Meclis’i açarken mecburen Vali Münir Bey’den kıyafet ödünç almak zorunda kalmış. Şu anda gördüğünüz, hatta tam ekran yapayım öyle görün. Şu anda ekranda gördüğünüz fotoğrafta Mustafa Kemal’in üstünde gördüğünüz ceket vesaire bunlar ödünçtür arkadaşlar.
Emanet bir kıyafetle halkı temsil edebilmek adına, halkla konuşabilmek adına, hani ben askerim, komutanınızım, ben ne diyorsam o olacak mantığıyla değil, ben de sizden biriyim diyebilmek adına kıyafet ödünç almaya başlamış bir adamdan bahsediyoruz. Bu adamın 40 bin altını olsaydı böyle şeylere ihtiyacı olur muydu? Daha bunun gibi verebileceğim tonla örnek var ama işi sakız yapmanın da mantığı yok. Sonuçta milli duygularımız kabarıyor, bazen üzülüyoruz, bazen sinirlenmeye başlıyoruz ve fakir edebiyatı yapmanın da bir mantığı yok. Sonuçta Rus romanı yazmıyoruz yani. Ama en azından şu 40 bin altın muhabbetinin hiçbir mantığı olmadığını anlatabildiysem bu bile yeterli. Mevlânzade Rıfat kuyuya bir taş atıyor ardından başkaları bunu takip ediyor. Rıza Nur’un hatıratları hiçbir belgeniteliği taşımadığı halde gerçek tarih mişçesine pazarlanıyor. Atatürk döneminde Atatürkçü geçinen ama Atatürk öldükten sonra Atatürk düşmanlığı yapan, kumar ve içki batağına sürüklenmiş Necip Fazıl para kazanabilmek için yalan tarih yazmaya başlıyor ve Atatürk’ü kötüleyecek bir bahane bulamayanlarda mecburen böyle şeylere sarılıyor. Mantıklı olsun veya olmasın. İllaki birileri bunu yiyor. Demokrat parti dönemi hem en çok Atatürk heykelinin dikildiği yani Atatürk reklamının yapıldığı hem de en çok İmam Hatip açılan dönemdir. İmam Hatip açılması problem değil ama o esnada birçok tarikatın da gün yüzüne çıkması ve kuvvet kazanması garanti altına alınmıştır. Burada isim veremeyeceğim bazı tasavvufi tarikatlar var. Bugün çok meşhurlar. İnternette sürekli sözde bilim yaparak insanların algısını değiştirmeye çalışıyorlar. İşte bu tarikatlar, bu kendince gerçek dini yaşayan ve cumhuriyeti beğenmeyenler 1950’lerde parlamaya başladı. Çünkü demokrat parti maalesef buna müsaade etti. Bunu fırsat bilen bazı şairler de Necip Fazıl gibi tarihçilik yapmaya başlıyorlar ve devletten para alarak para karşılığında alternatif bir tarih yazıyorlar. Necip Fazıl’ın 1956’dan 60 yılına kadar Menderes’ten 147.000 lira kaçırdığı, sızdırdığı bilinen bir şey. Hatta ona gönderdiği mektuplarda nasıl yalvardığı, param yok, pulum yok, ne istiyorsanız yapayım yeter ki bana para gönderin dediği.
Bunlar gün gibi ortada. İşte birtakım iddialar ortaya atıyorsunuz. Vatan dostu Vahteddin diye kitap yazıyorsunuz veya cumhuriyet döneminde din mazlumları gibi birtakım eserler bırakıyorsunuz. Burada birçok iddiada bulunuyorsunuz. Tıpkı o dönemin politikasının istediği gibi. Ve ileride millet bunları kullanmaya başlıyor. Fesli bir tarihçi bozuntusu o dönemlerde bazı kitapları tercüme ediyor veya kendince ortaya atıyor.
Ve Lozan bir hezim etti. Çanakkale Savaşı önemsizdir. Mustafa Kemal hiçbir şey yapmamıştır. O sadece bir subaydır. Birinci İnönü yaşanmamıştır. Kurtuluş Savaşı şişirilmiştir vs. vs. diyor. Keşke Yunan galip gelseydi o zaman daha iyi olurdu diyor. Neler neler diyor. Millet de bunların peşinden gidiyor. Ne belge var, ne rapor var, ne resmi evrak var. Hiçbir şey yok. Sürekli miş miş böyle o bunu yapmış bu bunu söylemiş gibi dedikodu tarzında kitaplar var. Ama nasıl oluyorsa birileri bunları alıntı yaptığında kaynak oluyor. Tüm Atatürk düşmanlarının falyalandığı ve başucu kitabı yaptıkları en önemli kaynak da Rıza Nur’un Hayat ve Hatıraat’ın Başlıklı kitabıdır. Ki bu kitap da ne kadar kitap niteliği görür bilemiyorum. Kitap şöyle bir şeydir ama içinde yalan ve iftira haricinde hiçbir şey yoktur. Peki niye bu kadar saçma bir kitap bu kadar büyütülmüştür?
Çünkü bunu yazan kişi Rıza Nur’dur yani Lozan’a gönderdiğimiz bir delege. İşte bugün Atatürk düşmanları diyor ki, baksana Rıza Nur koskoca bizim vekilimiz o adam yalan mı söyleyecek? O adam bile Atatürk hakkında bu kadar kötü şeyler söylüyorsa bu hatıraatında ona demedik laf bırakmıyorsa demek ki doğru.
Halbuki Rıza Nur’un şizofren olduğuna kadar hangi hastalıkları taşıdığına, neler yaptığına, Kurtuluş Savaşı döneminde bile nasıl ayaklanmalar çıkartmaya çalıştığına dair birçok belge var. Adam zaten güven duyulan bir adam değil ama ağzı güzel laf yapıyor ve bu yüzden Lozan’a gönderiyorsunuz. Ne kadar güzel laf yaptığını da zaten Hatıraatım adlı kitabından görebiliyorsunuz. Atatürk bile Nurtuk’ta Rıza Nur’la alakalı onun Anzabur ayaklanmasına sebep olduğunu, aslında ikili oynadığını ama biz kazandığımız için bize yakın durduğunu ve güvenilir bir adam olmadığını söylüyor. Bu gibi ifadelerde tabii ki Rıza Nur’un kulağına gidince o da kendini savunma ihtiyacı hissediyor. Rıza Nur Nurtuk muhabbetini 1928’de Paris’te eken öğrendi ve kendisinin vatan hainliğiyle suçlandığını görünce tabii ki savunma mantığıyla bu sefer Atatürk’e sövmeye başladı.
Ona itham edilen suçlamaların hiçbirini düşüremeydi, hiçbir cevap veremedi çünkü balık baştan kokar ama ne yaptı? Atatürk’e çamur attı. Rıza Nur kitabında Atatürk oğlancıdır, o zaten bu yüzden evliliğini sürdürememiştir, oğlancı olduğu için karısı onu boşamıştır dedi veya annesi bir genelev çalışanıdır, babası belli değildir. O Çanakkale Savaşı’na bile aslında katılmamıştır hatta kurtuluşu ben planladım, benim planlarımı çalmıştır gibi birçok ifade de bulundu ki bunların daha fazlasını bu hatıratı kullananlardan yine görebiliyoruz. Yani adam söylemekle kalmamış, yeni bir tarih uydurmuş ve millet peşinden gitmiş. Ama tabii ki böyle bir hatıratı Atatürk hayattayken bastırma şansınız yok, yurt dışında bile olsanız kusura bakmayın ama yemiyor, ne yapıyor? 1935’te bu hatıratı yazmayı bitirdikten sonra Britiş Müziyum’a gidiyor. Bu hatırat sizde kalsın ve 1960’a kadar bunu bastırmayın, bu şartla veriyorum diyor. Öyle de alıyorlar ve 1960’a kadar bu hatıratla veya bu iddialarla alakalı hiçbir şey yok. Bu hatıratlardan sonra Rıza Nur’un tarihe nasıl kaydolduğunu zaten gördük. Ama kimileri bunu da komple teorisi gibi değiştirmeye çalışıyor. Mesela şunu diyorlar, Rıza Nur sonuçta bir delegeydi, adam eğitimli, okumuş birisi.
Bu kadar saçma iddialarda bulunması mantıklı değil. Bence birileri Rıza Nur adıyla böyle bir hatırat verdi ya da uydurdu. Buna da şu örnek gösteriliyor genelde, 60’lardan sonra Kadir Mısıroğlu bu Hayat ve Hatıratım adlı kitabı aldı, tercüme etti ve ilk defa paylaştı.
Tabii Mısıroğlu bu kitabı nereden buldu, kim verdi, nasıl eline geçti orayı bilmiyoruz. Kendi söylediğine göre bir gün dükkanda otururken çarşıda bu transkript eline geçmiş. Nasıl geçiyor, kim getiriyor? Bu kadar önemli 25 yıl 30 yıl saklanan bir belge gelip de yurt dışından nasıl senin olduğun çarşıya iniyor ve nasıl seni buluyor.
Yani tam da bunu paylaşacak, tam da Atatürk’ten haz etmeyen bir adamın eline kimseye haber vermeden, kimseye duyurulmadan nasıl ulaşıyor. Bunu da bilen yok. Kadir Mısıroğlu’nun kendi ifadelerine göre tekrardan bu kitabı ilk defa piyasaya sürdüğünde, yayınladığında o dönem için mükemmel bir para olan 500.000 lira kadar bir para kazanmış.
Hani diyorum ya Atatürk düşmanlığı para kazandırıyor diye, aynen öyle. Bu kitabın böyle bir satış rekoru kırmasından şunu anlıyoruz, ya millet merak etmiş bakalım ne yazıyor diye bir okumak istemiş, ya da o güne kadar Atatürk’e çamur atacak, cumhuriyete küfredecek bir şey bulamayanlar bu kitabı görünce akbaba gibi tepesine çökmüş.
Akbaba diyorum çünkü kitap hakikaten leş gibi. Anca akbabaların işine gelir ama ben çok fazla konuşmayayım çünkü son günlerde doğru konuşmak pek hoş karşılanmıyor. 3. Bölüm Şapka Yüzünden Hocalar Asıldı mı? Bu videonun konusu şapka meselesi. Zaten çok popüler bir konu illaki duymuşsunuzdur.
Bazı tarifçilerimiz, bazı politikacılarımız meydanlarda şapka yüzünden hocalar idam edildi. Şapka kanunu yüzünden bazı alimler hapse atıldı, halk zorla şapka takmak zorunda bırakıldı vesaire diyorlar. Böyle bir algı var. Bu ne kadar doğru? Bunu doğrusuyla yanlışı ile açıklayacağım. Şapka meselesi önemli çünkü günümüzde şapka dinsizlikle ilişkilendirilmiş durumda. Dolayısıyla şapkanın getirilmesini islam düşmanlığı sayanlar var. Halbuki şapka dinsizliğin değil, batının sembolüdür. Mesela doğunun sembolü sarıktır. Hatta Osmanlının da sembolü fes olmuş durumda. Halbuki fes Osmanlı’da çok kısa bir süreliğine kullanılmıştı. Ama hatıralarda öyle kaldı. Ek bir bilgi olarak şunu da belirteyim. Şapka reformunu ilk düşünen kişi Atatürk değildi. Osmanlı zamanında da bunun denemeleri yapılmıştır. Hatta zaten fes böyle gelmiştir. Fes’i biz fas’tan aldık ve fes geldiği zaman bunu da dinsizlik olarak görenler vardı. Ben sarığımı takarım fes nedir falan diyordu millet. E bunun haricinde yine gerek 2. Mahmud döneminde, gerekse Abdülhamid zamanında krabattır, cekettir, kumaş pantolondur, yelek giymektir. Bunun gibi kılık kıyafet alanında birçok yenilik getirilmiştir ve bu yeniliklerin de hepsini dinsizlik olarak görüyorduk. Çünkü biz Araplar gibi giyinmeyi dindarlık zannediyorduk. Zaten bunlara daha sonra değineceğiz. Bu videoda ağırlıklı olarak şapka devrimi yüzünden hocalar asıldı mı? Asılan kişiler hangi sebepli asıldılar ve bu asılanlar ne kadar hoca idiler? Bu videoda bunlara bakacağız. Ve ben iskilipli atıf şapka devrimi falan deyince aklınıza ilk gelecek isim Ali Çetinkay’ı olacaktır.
Çünkü iddia şöyle. Ali Çetinkay’a düzmece bir mahkemeyle iskilipli atıf hocayı astırdı. Hatta atıf hocayı öldürdükten sonra kafasına inadına şapka taktılar. Birçok iddia var ama bunların hepsi kusura bakmayın ama işkembe-i kübradan sallanan rivayetler. Ne belgesi vardır, ne fotoğrafı vardır, ne bununla alakalı bir emir, bir hatıra vardır. Hiçbir şey yoktur. Bir iki tane mesleği tarihçilik olmayan ama para karşılığında tarih yazan bazı insanlar çıktılar ve böyle iddialarda bulundular. Daha sonra bu iddialar Atatürk düşmanları için bir bahane oldu ve 10 yılda bir aynı kafadaki kişiler sürekli bunları dile getirip bugüne kadar ayakta tutmayı, canlı tutmayı başardılar. Bu iddiaların dayanığa da yine her zamanki gibi Necip Fazıl Kısa Kürek. Necip Fazıl son devrin din mazlumları kitabında bugün Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarının dilinden düşmeyen iddiaların neredeyse hepsinin sahibidir.
Zaten Mevlânzâder-i Fad, Necip Fazıl ve Rıza Nur gibi belli başlı 3-4 kişi çıktı. Bunlar birtakım kitaplar yazdılar ve sonra birileri her 10 yılda bir bunları sürekli gündeme getirip aynı iddiaları tekrarlamaya devam ettiler. Şimdi kısa kürek ne anlatmış ona bakalım. Sonra kaldığımız yerden devam edelim.
Fert çerçevesinde hem zulüm hem de hak kanununa göre suçsuz ilk din mazlumluğunu inkılap tarihine göz atarsanız İskilipli Atıf Hoca’da görüyoruz. Bu muazzam şehit hiçbir alakası bulunmayan şapka tepkisinin ruhu farz edilmek veya bu mevzuda şeriat ölçüsünü temsil edici şahsiyet kabul edilmek gibi bir anlayışa kurban gitmiştir.
Zira Şeyh Said isyanından sonra yüz bulan rejim artık kavun koklarcasına din kokusu aldığı şahsiyetli insanları yaşatmamak niyetindedir. Gördüğünüz üzere Cumhuriyet’in ilk dönemleri nerede dindar görsek tutup astığımız bir dönemmiş gibi lanse ediliyor. Tabi burada Cumhuriyet’ten kasıt direkt Atatürk ve onun gibi düşünenler. İskilipli Atıf ise muhteşem bir âlim hatta neredeyse bir peygamber.
Necip Fazıl’a göre Atıf o kadar ünlü bir adamdı, o kadar başarılı bir âlimdi ki dünyanın dört bir yanında nam salmıştı. Amerika’dan gelen bir elçinin onun konuşmasıyla Müslüman olduğu, yine bir İtalyanın sırf onunla konuştuğu için dinini bırakıp İslamiyete geçtiği, bununla kalmayıp bir Fransız elçisinin sırf onunla konuşabilmek için Türkiye’ye geldiği ve onunla konuştuktan sonra İslamiyete geçtiği.
Bu da yetmiyor. Tabi ki Japon elçisi Oşada’nın onunla konuşurken ya sizin gibi dört beş tane hoca olsaydı İslamiyet bütün dünyaya hakim olurdu dediği. Bunun gibi tonla rivayet var. Tabi bunlarla alakalı hiçbir hatıra veya kaynak yok. Rivayet var. Bu böyle olmuş, şu şöyle söylemiş falan diyorlar. Yani iş konuşmaya gelince uyduracak birçok şey buluyoruz. Bunun da sebebi şudur.
Sonuçta İskilipli Atıf idam edildi ya, bu adamı biz ne kadar yüceltirsek, ne kadar önemli biri gibi gösterirsek, onun idam edilmesi de o kadar büyük bir dert olur ve onu idam ettirenler de o kadar kötü olur. Pireyi deve yapalım, zalimi mazlum yapalım, bu hocayı evliya gibi gösterelim ve onu astıranlar da dolaylı olarak deccal olsunlar. Zaten bugün Atatürk’e deccal diyen, onu şeytan gibi gören birçok tarikat var.
İstiklal Mahkemesi raporlarına göre ve zaten bilindiği kadarıyla İskilipli sadece Fatih bölgesinde tanınan bir din adamıydı. Ama İrticacılar onu dünyaca ünlü Mehdi gibi bir şeye çevirmek istediler. Zira Atıf ne kadar allanıp pullanırsa, Cumhuriyet o kadar din düşmanı olacaktı. İskilipli 1924 yılında 32 sayfalık bir risale yazdı.
Frank Mukallitliği ve Şapka yani Batı Taklipçiliği ve Şapka. Birçok kişi de Hoca Efendi bu şapka yazısı yüzünden öldürüldü dedi. Böylece Şapka Kanunu yüzünden din adamları asıldı efsanesi yaratılmış oldu. İskilipli risalesinde şapkanın dinsizlik olduğunu, şapka takmanın insanı dinden çıkaracağını, Müslümanların şapka takmasının haram olduğunu söyledi. Hatta bizim fesimiz var, Müslüman dediğin fes takar diyerek bunu öğütledi. Halbuki fesin fas’tan geldiğini ve zaten Yunanların da tıpkı bizim gibi uzun bir dönem fes taktıklarını görmezden geldi. Veya cübbe giymenin Yahudi geleneği olduğunu görmezden geldi. Zaten o dönemde İskilipli’yi eleştiren, söylevlerinin tamamen yobazlık olduğunu ve İslamiyetle gram alakası olmadığını belirten birçok kişi vardı.
Şapka ve din meselesi mecliste bile tartışıldı hatta Atatürk bile buna cevap verme gereği duydu. Yani biri öyle çıkıp da Şapka Dinsizliktir dedi diye ertesi gün idam edilmedi. İskilipli’nin idam edilme sebebi çok başkaydı ki ona da birazdan geleceğiz. Yaşar Nuri bile İskilipli Atıf’la alakalı şımları söylemiştir.
Atıf’ın insanlık ve kadın düşmanı olduğu o kadar belli ki bu adam gibi 10-15 tane dinciyi İslam’ın başına musallat etseler başka bir düşmana gerek kalmayacak. Atıf’ın mahfil dergisinde yazdığı yazıları bir okursanız eğer ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Çünkü bu adamdaki yobazlık, bu adamdaki kadın düşmanlığı günümüzdeki en yobaz cemaatte bile yok. Niye yok? Çünkü layıklık var. Çünkü zamanında bunun gibi din tüccarlarını ayıklamayı başardık.
Bu ayıklama bazen idam yoluyla oldu ki Atıf’ın idamı şapka değildi oraya geleceğiz ama bence yine de idam edilmemeliydi. O günün şartlarında bu doğaldı, normaldi. Hukuki olarak, yasal olarak zaten Osmanlı’dan kalma bir gelenek olduğu için hainler idam ediliyordu. Ama biz bu adamı idam edince yere göğe sığdıramayanlar çıktı yani adamı kahraman yaptılar. Adamı astırmak ününe ün kattı. Bence astırmasaydık, hapse atsaydık en azından ne kadar cahil olduğunu anlayacaktık. En azından millet bu adamın propagandasını yapmak yerine yazdığı kitapları okuyacaktı ve *** bir adammış diyecekti. Ama maalesef biz onu astırarak ününe ün katmış olduk ve bugün hala bu ün devam ediyor. Yani adamın ölüsü de dirisi de bir bakıma ülkeye zarar veriyor.
Bu adamın fikirlerini ve kendisini niye bu kadar aykırı gösteriyorum? Çünkü böyledir. Hani bir tek cumhuriyetle alakası yoktur. Gerek İttihat-terakki döneminde, gerek Abdülhamid döneminde kimse bu adamın fikirlerini kabullenmedi. Aklın yolu bir sonuçta. Bu adamın pek de mantıklı bir Müslüman olmadığı belliydi. E kime göre bu adam mantıklıydı? Osmanlı bunu kabullenmediği halde kim bu adama destek çıktı?
İngiliz Yüksek Komiserliği, İngiliz İstihbarat Birimi. Her şey aslında sırf şu özetle bile bitiyor ama yine de daha ayrıntılı bir şekilde bu konuyu açacağız. En azından anlamakta diretenlere anlamamaları için hiçbir sebep bırakmayacağız. Atif 19 Şubat 1919’da Mustafa Sabri ve Said-i Kürdi gibi isimlerle birlikte Müderrisler Cemiyetini kurdu ve Cemiyet’in ikinci başkanlığına geçti.
Bu Cemiyet 24 Aralık 1919’da Tayyali İslam adını aldı ki bu Cemiyeti diğer tarih videolarımı izleyenler zaten bilecektir. Cemiyet isim değiştirince Cemiyet’in başına da iskilipli atif geçti. Biz Kurtuluş Savaşı veriyorken, kongreler topluyorken bu Cemiyet halifeye bağlı kalınmasını ve sabah akşam namaz kılınmasını öğütledi. Kuvvacıları vatan haini olarak gördü ve milli mücadele subaylarını ülkeyi bölmek isteyen kişiler diye adlandırdı. Halkın milli mücadeleyi desteklememesi için elinden gelen her şeyi yaptı. Maalesef Kurtuluş’u mücadele etmekte değil İngilizlere sığınmakta, onların merhametine güvenmekte aradılar ve bu yüzden de yanlış ata oynayarak tarihe yanlış bir şekilde kaydoldular. Tayyali İslam Cemiyeti, dolayısıyla iskilipli atif İngiliz Muhipleri Cemiyeti ile de yakın ilişkiler kurmuştu.
İngiltere’yi efendimiz gibi kabul etmek gerektiğini söyleyen İngiliz Muhipleri ile iskiliplinin kafa yapısı aynıydı. Peki bu İngiliz Muhipleri kimdi? İngiliz Muhipleri Cemiyeti 1919 yılında bir İngiliz ajanı olan Said Molla tarafından kurulmuştu. Kurucusu Said Molla gibi görünse de bunun destekleyicisi ve projenin babası İngiltere Gizli Servisiydi. Bu cemiyetin İstanbul Şubesinin Başkanı ise İngiliz Yüksek Komiserliğindeki Papaz Frew’uydu.
Papaz Frew, Said Molla ve iskilipli atif arasındaki ilişki gizli saklı bir ilişki değildir. Bunu Osmanlı’da biliyor, Cumhuriyet’te biliyor. Atatürk’te zaten nutubi kitabında Said Molla ve Papaz Frew arasında geçen mektupların 12 tanesine yer vermiştir. Bu 12 mektubu da tek tek okuyup zamanınızı harcamak istemiyorum. Zira nutubi komple okusanız bence çok daha iyi olacak. Teyali İslam cemiyetinin İngilizlerle nasıl anlaştığı, Vahdettin’in İngiliz taraftarlığı ve İngiltere’den gelen emirlere göre hangi bölgelerde nasıl isyanlar çıkarılacağı artık gizli olmaktan çıktı. Esasen gizli olmaktan çıktı demek doğru değil çünkü hiçbir zaman gizli değildi zaten. Her zaman açıktı. Ama biz okumuyorduk, okumadığımız için de Atatürk düşmanlarına para kazandırmaya devam ediyorduk. Çünkü ben öğrenmeyeyim, okumayayım, birisi bana anlatsın diyorduk. E birileri anlatınca da iftira da atabiliyorlar, yalan da söyleyebiliyorlar, çarpıtabiliyorlar da ve bunları göremiyoruz. Bu dindar görünümlü İngiliz taraftarları ileride Teğmen Kubilay’ın kafasını kesecek, şeriat sancağına dikecek, sokaklarda kesilmiş bir kafayla dolaşacak ve her şehirde ben Mehdi’yim, ben kurtarıcıyım diyerek insanları kendi cemaatine toplamaya çalışan tipler çıkacak. İngiliz muhipleri ve Tayali İslam cemiyeti dağıtıldıktan sonra bu insanlar etrafta şeriat isteriz diye bağırıp durdular. Camileri basıp caminin içinde kan döktüler ve bir de utanmadan Müslüman olduklarını iddia ettiler. Menemen olayı nedir diye araştırdığınız zaman zaten karşınıza çıkacaktır. İşte o adamların nereden geldiğini, hangi cemiyetlerle iş birliği içinde olduklarını öğrenmeden şapka meselesine atılan iftiraları anlamak mümkün değil maalesef. Albay Şefik Akar gibi birçok subay bu hareketleri fark ederek uyarılarda bulundu zaten. Anzavur ayaklanmasının bile mimarı ve destekleyicisi İngiliz muhipleri ve Tayali İslam cemiyeti idi. Tayali İslam cemiyetinin Kuvvacılarca verilen adı Fesad cemiyetidir çünkü hakikaten fesad çıkarmaktan başka bir şey yapmadılar. 26 Eylül 1919’da bir bildiri yayılmadılar ve bu bildiri de biz Kuvvacılar’ı öldürmek için, Kuvvayı engellemek için canımızı, malımızı, her şeyimizi feda edeceğiz dediler. Yani canla başla direnişe engel olmaya çalıştılar ki tekrar belirttiğim zaten düşmanın da istediği budur. Düşman biz onlarla uğraşmayalım, birbirimizi yiyelim istemiştir.
Bunun içinde dini kullanmıştır ki oraya birazdan geleceğiz. Anlamanız gereken şey zaten İskilipli gibi insanların tam da dış ülkelere hizmet etmiş olduğu bilerek veya bilmeyerek ki tarih bunu bilerek yaptığını gösteriyor. Tayali İslam gibi cemiyetlerin kurdurulmasının sebebi zaten bizim direnişe geçmiş olmamız.
Dağdaki eşkıyalar bile şehre indi, düşman askerleriyle çarpışmaya başladı. İç isyanları bastırmaya başladık çünkü millet işgali kabullenmiyordu. Şeyhülislam’ın verdiği fetvaları internetten bile okuyabiliyorsunuz yani baktığınız zaman Kuvvacılara din düşmanıdır denilmesinin sebebi, onur da İngilizleri kızdırırsak İngilizler başımıza çökerler ve İslam’ı olduğu gibi kaybederiz diye düşünülmesi.
Ama bu tamamen yanlıştır. Hani bugün derler ya, ya bugün düşman kazansaydı eğer ne olacaktı? Şapka getireceklerdi, harfinkilabı getireceklerdi, bizi dinsizleştirmeye çalışacaklardı, bizi kendileri gibi yapacaklardı. E bakın Mustafa Kemal kazandı ne yaptı? Şapka devrimi, harf devrimi falan filan. Yani Mustafa Kemal düşman ne istiyorsa onu yaptı.
Ya kim kazandı belli değil, düşman mı kazandı, biz mi kazandık? Bak düşman ne istiyorsa onu yapıyoruz. Halbuki bu tamamen saçma ve gerçekle uyuşmaz. Tarih boyunca her zaman bizim din ile birlikte olmamızı istiyorlardı çünkü dindarları, dincileri kontrol etmek daha kolay. Hilafeti, padişahı, kukla gibi yönettiğin sürece ülkeyi de yönetiyorsun. Halk diyor ki en azından padişah başta. Olsun canım en azından hilafet var, halifemiz var ve isyan etmiyor. Oturuyor, ibadetini yapıyor. Zaten düşman bizim din ile boğulmamızı istiyor. Ortadoğu’ya bakın, en basit örneği budur.
Ortadoğu ülkelerinde Amerika, İngiltere nereye girdi ise orası şeriata boğulmuştur ve insanlar bütün özgürlüklerini kaybetmişlerdir, bir daha da isyan çıkaramamışlardır, kendi aralarında kavga etmişlerdir. Ortadoğu ülkeleri en büyük örnektir ki Osmanlı da buna örnektir. E bakın yani Şerif İsyanı gibi birçok isyan var, Çanakkale’de bize karşı savaşan Müslüman bir asker topluluğu var.
Arabistan bölgelerinde, Trabluskarp bölgesinde, Derne’de Araplar bize karşı nasıl mücadele verdiler, nasıl İngiliz ajanı Lawrence gibi insanlarla birleştiler bunlar çok büyük örnekler. Çünkü Araplar, diğer Müslümanlar bizi Müslüman görmüyordu. Biz kendimize halifediyorduk ama kimse bu halifeliyi kabul etmiyordu kusura bakmayın.
Biz öyle lafta Müslümandık, bugün de lafta Müslümanız. Bugün akıl var mantık var. Bir düşünürseniz eğer savaşı kazanan kişiler yendikleri ülkelerin onlardan aşağı olduğunu belirtmek adına bazı yaptırımlar uygularlar değil mi? Yani biz gidip de bir ülkeyi yendiğimizde onları kendimize benzetmeyiz, onları kendi seviyeimize çıkartmayız çünkü bu bir kayıptır. Onları bizim gibi yapacaksak e niye yendik o zaman?
Bu bir tek İslam mantığında vardır. Fetih yapalım ve insanları cihad mantığıyla Müslümanlaştıralım. Ama Hristiyanlar bunu yapmak istemezler. Hristiyanlar kendilerini üstün gördükleri için Avrupa, Batı kendini medeni gördüğü için Ortadoğu halklarını da cahil, cühella, köle gözüyle görüyor.
Bizi de böyle bırakmak işlerine geliyor. Yani düşman kazansaydı bugün biz laik olmayacaktık, şapka gelmeyecekti, harf devrimi gelmeyecekti. Eğer düşman kazansaydı biz bugün günde 5 bin tane zikir çekip, içinde ne yazdığını bilmediğimiz bir kitaba iman edip Allah bizi kurtarsın diye oturup öyle bekleyecektik. İngilizler bizim vereceğimiz fetvalara kadar şeyhülislam’ın ne yapacağına, padişahın neyi imzalayacağına kadar her şeyi kontrol etmeye başlamışlar. Adamların işine geliyor hilafetmiş padişahlıkmış. Bunu tutarlar zaten. Ki Hindistan’da bir benzerini yapmışlardır ama o ayrı bir videonun konusu. Neyse anlayan anlamıştır zaten.
Biz şu Teali İslam’dan ve Atıf’tan devam edelim, kuru kuruya sallamış gibi görünmeyelim. Teali İslam cemiyetinin yayınladığı iki tane bildiri var.
Ağustos ayında 1920’de. Bu bildirilere bakın o günden bugüne Türkiye’de bu kadar bölücü bir propaganda yapılmadığını göreceksiniz. Çünkü Kuvvacılara Mustafa Kemal’e edilmedik laf yok ve Yunanlara İngilizlere de edilmedik övgü yok. Yani bu adamın net bir şekilde nasıl bir düşmanlık yaptığını, elinde olsa Mustafa Kemal’i nasıl öldüreceğini, hatta zaten hayatı boyunca hangi suikastlerle bağlantısı olduğunu İngilizler’den, Rahip Fruğ’dan, yani
kendisi bir imam olduğu halde sözde bir papazdan emir aldığını gördüğünüz zaman oturup da bu adama alim demek, mehdi demek, peygamber demek zaten saçmalığın daniskası olacak. Aklı olan herkes zaten bu konuda benimle aynı fikirde olacak. Atıf’ın idam edilmesinin sebebi, kuvvayı engellemeye kalkışması, düşmanla işbirliği yapmış olması ve açık açık din üzerinden insanları kışkırtmasıydı. Olay şapka falan değildi. 25 Kasım 1925’te kabul edilen 671 numaralı şapka iktisası hakkındaki kanun sadece ve sadece meclis üyelerinin ve memurların şapka giymesini zorunlu kılıyordu.
Bu da herkes şapka takacak türü bir zorunluluk değildi. Başınıza illa bir şey takacaksanız şapka takın. Sarıkla, fesle, meclise girmeyin. Devlet dairelerinde takkeyle iş görmeyin. İllada kafanızı örtecekseniz şapkayla örtün. Bunu da başörtüsü düşmanlığı şeklinde yorumlayanlar var. Baksanıza kanunda ne diyor? Başını örteceksen şapkayla ört. Yani başörtüsü takma. İyi de kanunda aynı zamanda meclis üyeleri için ve memurlar için bunun söylendiği yazıyor. O güne kadar zaten kadınların memur olma şansı yok, meclis üyesi olma şansı yok. Hayır gören de kadınlara Osmanlı vaktinde seçme seçilme hakkı verildi de biz bilmiyoruz zannedecek. Kadınlara bu hakkı veren kişi Atatürk zaten. Bu kanunu çıkaran kişi aynı zamanda böyle bir hak sunuyor.
Başını illa da örteceksen ve meclise girmek istiyorsan, politikaya atılacaksan, yükseleceksen şapka takman lazım. Bu dini anlayışınıza belki uymuyor olabilir ama Türkiye bir şeriat ülkesi değildir. Türkiye’nin resmi bir dini yoktur. %99’u Müslümandır derler ama bu laftadır. Kağıt üstünde böyle bir şey yok. Ülke layık bir ülke. İsteyen istediği şeyi yapar.
Nasıl ki dinlerde bazı kurallar varsa, şöyle kurban kes, böyle ibadet et gibi ülkelerin de anayasaları olur, kuralları olur. Türkiye’nin de o dönemde kuralları buydu. Mesela bakın kanun değişti. Şu anda türbanla her yere girebiliyorsunuz. Ki türban da 60’lı yılların sonunda gelen bir şey. Yani başörtüsü ve türban aynı şey değiller.
Başörtüsü bizim anneannelerimizin, babaannelerimizin taktığı örtü biçimidir ama türban 68-69’da Şule Yüksel Şenler’in Hidayet adlı kitabıyla gelen siyasal İslam’ın örtünme biçimidir. Yani başörtüsü dini bir semboldür, türban siyasi bir semboldür. Ama neyse bunlara çok girmeyin.
Atıftan devam edeyim. Biz atıfa baktığımız zaman o adamın bu tip konularda aşırı karakterli olduğunu görüyoruz. Hatta fanatik ama idam sehpasını gördüğü zaman fikirleri değişiyor. Valla ben öyle söylemek istemedim. Valla ben o anlamda söylememiştim. Kıvırıp kıvırıp duruyor. Şimdi şey diyeceksiniz, iyi de adam ölümle karşı karşıya. Tabii ki de korkacak yani. Kendini kurtarmak isteyecek. Ama bunu niye Mustafa Kemal için söylemiyoruz? Mustafa Kemal hakkında idam fermanı çıkarılan, başına ödül konan birisi. Kaç kere suikast teşebbüsleriyle uğraşmış birisi. Bu adam niye korkup da davasından vazgeçmedi? Bu adam niye ölene kadar gitti? Veya kuvaçılar. Lafta isyan ediyorlardı. Düşman askerini görünce niye korkup kaçmadılar? Düşman askeriyle niye kavga etti bu adamlar? Niye çatıştı? Niye şehit oldu?
Çünkü dava adamı böyle olur. Ama İskilipli Atif öyle anlatıldığı gibi, hidayete ermiş. Dava adamı bir âlim değildir. Kendi fikirlerini bile savunmamıştır zoru görünce hemen kıvırmıştır. Verdiğim kaynaklara bir baktığınız zaman ve biraz da o dönemin tarihini okuduğunuzda zaten bu gibi insanların niye asıldığını anlayacaksınız. Hatta o kadar eskiye gitmeye bile gerek yok.
15 Temmuz’un sorumlusu olan bazı hocaları bugün yolda görseniz ne yaparsınız? Birçok kişi boğazına sarılır değil mi? Akıl var mantık var. O dönemde de bu yapılmıştır. Bugün bir tane hoca ile uğraşamadık. Adam ülkenin her tarafına girdi. O dönemde 20 tane hoca vardı. Atif’in Alemdar’da çıkan yazılarına bakın. Alemdar’daki yazıları herhalde biliyor olmanız lazım. İslam kilidinin anahtarını İngilizlerin mukaddes ellerine teslim etmeliyiz diyen bir Alemdar’dan bahsediyor. Orada yazan bir adamın ne kadar dindar olduğunu söyleyebilirsiniz. Bakın dinci olabilir ama dindarlık ayrı bir şeydir. Bir tek iskilipli değil. Onun gibi birçok kişi var. Erzurum’dan Gavur İmam diye tanınan bir hoca ve Osman Hoca adlı iki kişi
çevrelerine 30’dan fazla insan toplayıp hükümet konaklarının önünde Gavur memur istemiyoruz diye bağırdılar. Şapka takmak Gavurluk’tur dediler ve şapka takanları darp ettiler. Kayseri’de Şeyh Said gibi nakşibendiği olduğunu söyleyerek kışkırtıcılık yapan Ahmet Hamdi adlı biri yine olaylar çıkardı ve mahkemelik oldu. Maraş’ta İbrahim Hoca diye biri Cuma vaazlarında milleti şapkaya karşı kışkırtıp gösteriler yapmaya kalktı. Giresun’da Muharrem adlı bir hoca yine adam toplayıp şapka karşıtı gösteriler yaptı. Rize’de ise en büyük gösterilerden biri yapıldı. İmam Şaban ve Muhtar Yakup Ağa civar köyleri galeyana getirip kendi adamlarıyla birlikte Ulu Camii çevresinde toplandılar ve eşkıyalık yaptığı bilinen silahlı çetecileri de davalarına dahil ederek hükümetin sözde Gavurlaşmasını engellemeye kalkıştılar.
Bunların hepsi mahkemelik oldu. Peki hepsi ısıldı mı? Hayır. Madem öyle şapka muhabbetine herkesi idam ediyorduk bu adamları niye idam etmedik? Çünkü mesele şapka değildi. Şapka adı altında idam edilenler var, ağır cezalara maruz kalanlar var ama şapka adı altında. Olay şapka değil.
Bu adamlar birleşiyorlar. Bir cemaat, 40 kişi, 50 kişi. Dağdaki eşkıyaları da kendilerine katıyorlar, ellerinde silahlarla jandarma karakollarını basıyorlar. Kendilerine destek vermeyen askerleri şehit ediyorlar, silah topluyorlar ve Gavur Devlet istemiyoruz, Kafir Devlet istemiyoruz, İngiliz Kemal istemiyoruz diyorlar.
Yani devlete karşı bir isyan çıkarıyorlar, teröristlik yapıyorlar. Bu adamlar yakalandığında çoğu hapse atılıyor, çoğu da idam ediliyor. Ama bunun sebebi şapka istememeleri değil, suç işlemiş olmaları. 25 Şubat 1925 tarihli, dini ve dinin kutsal kavramlarını siyasete alet edenler hakkındaki kanuna göre bu vatana ihanet suçudur arkadaşlar.
İnsanların rahatsız olduğu şey de buydu zaten. Yüzlerce yıldır din tüccarlığı yapanların önü kesilmişti. Bu din tüccarlığı ne kadar tehlikeli bir şey? Herhalde bunu söylemeye gerek yok. Zaten son yıllara baktığınızda örnekleri var.
Bakın iki İstiklal Mahkemesi vardır. İlk İstiklal Mahkemeleri Kurtuluş Savaşı yıllarında kuruldu ve 1921-1923 yılları arasında görev yaptı. Bu mahkemelerde toplam 3811 idam kararı verildi ama 1054’ü idam edildi. Yani 4’te 3’ünden vazgeçildi.
Burada idam edilenler de asker kaçakları, istihbarat hainleri ve kuva düşmanlarıydı. Yani milli mücadeleyi engellemeye çalışan kişilerdi. Zira Sakarya Meydan Savaşı’ndan kaçanların ve büyük taarruzda cepheyi terk edenlerin sayısı ordunun neredeyse yarısıdır. Boşuna subayların savaştığı savaş denilmiyor. Herkes kaçtığı için savaşacak er kalmamıştı. Osmanlı içinde de birçok subay, düşmanla birleşip kendini garantiye almak istemişti. Birinci İstiklal Mahkemeleri işte bu gibi hainlere ayrılmıştı. İkinci İstiklal Mahkemeleri ise Cumhuriyet döneminde 1923-1927 yılları arasında görev yaptı. Bu mahkemelerde toplam 576 idam kararı çıktı ve hakkında idam istenenler Cumhuriyeti yıkmaya çalışan, devrim yapmaya çalışan ve Atatürk’e suikast girişiminde bulunan kişilerdi.
Bakın en fazla hani olsa olsa bütün mahkemeleri toparladığımız zaman 2000 kişi idam edilmiş oluyor ki bu bile doğru bir sayı olmuyor. Yine abartı bir sayı veriyorum. Ama 2000 kişi öldürüldü diyelim.
Yine de başkalarının iddia ettiği gibi 10.000 kişi veya 100.000 kişi idam edilmedi veya şapka yüzünden kimseyi öldürmedik. Akıl var mantık var savaştan çıkmışız o kadar borç var. Savaştan kaçan tonla insan var. Her yerde bir ajan var bir cemiyet var. Bizim insanlara ihtiyacımız var. En kötü alırız işçi olarak kullanırız. Niye idam edelim ki?
Neyse bunları zaten tarih bilinci olmayanlar ortaya atıyor ve tarih bilgisi olmayanlarda yutuyor. Ha şunu da belirteyim o kadar çalkantı içinde olan yeni kurulmuş bir ülkede 2000 kişinin idam edilmesi hiçbir şeydir.
Sovyet devriminde kaç kişi öldürüldü bir bakın. Hele Fransız devriminde kaç kişi idam edildi saymakla bitmiyor. Onu da bırakalım Osmanlı’ya bakalım. Her gün birileri idam ediliyordu. Bunlara baktığımız zaman Cumhuriyet’in maksimum 2000 kişiyi idam etmesi onun sütten çıkmış ak kaşık olduğu anlamına geliyor kusura bakmayın. Ek olarak İskilipli Atıf’ın bu Şapka Mukallitliği kitabı o kadar çok popülerleşmişti ki birçok kişi elinde o kitapla etrafta bağırıp çağırıyordu. İskilipli’yi Geleslun’daki İstiklal Mahkemelerine bir çağırdık. 16-18 Aralık 1925’te adam zaten bu şapka meselesiyle alakalı yargılandı ve suçsuz olduğuna karar verildi. Çünkü kimse şapka istemiyor diye idam edilmez. Adam şapka muhabbetine yargılandı ve serbest bırakıldı.
Daha sonra tekrardan hainlik sebebiyle bu İngiliz muhipleri falan ortaya çıkınca teyali İslam iyice bir çözülünce hainlikten idam edilmiştir. Yani şapka ile alakası yok. Adamı zaten şapka ile alakalı bir kere yargılamışsınız ve bunda bir şey yok diye bırakmışsınız. En azından bu konuda şanslıyız.
Ülkemizdeki Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları o kadar cahil ki o kadar tarihten yoksunlar ki ortaya attıkları teoriler de bir o kadar cahilce ve çürütmesi de bir o kadar kolay. Bugün layıklıyı bahane ederek Cumhuriyete din düşmanıdır diyenler, 2. Mahmud dönemindeki layıklaşma denemelerini bir araştırsınlar. İttihat ve terakki döneminde layıklık getirilmeli tartışmalarını bir okusunlar. 1839’da Tanzimat fermanıyla başlayan modernleşme hareketlerini, devlet dairelerinde kılık kıyafet değişimine gidilmesini, hatta ve hatta 2. Mahmud döneminden beri sürekli tartışılan Latin alfabesine geçiş yapma projesini bir öğrensinler. Sizin Osmanlı ve İslam sembolü haline getirdiğiniz fes, Kaptan Hüsrev Paşa’nın kalyoncu askerlere giydirdiği Tunus fesidir. 1826’da Yeniçeri ocağı kaldırıldıktan sonra Asakiri Mansureyi Muhammediye diye bir birlik kuruldu ve bu birliğin askerlerine zorunlu olarak fes giydirildi. 1829’da bu zorunluluk tüm halk için geçerli oldu ve din adamları ve kadınlar hariç herkes fes takmak zorunda kaldı. Yani millet fes takmaya mecbur bırakıldı. Dolayısıyla asıl şapka zulmü arayacaksak bunun ağababası fes zulmüdür. İlk önce ona bakmak gerekiyor. Çünkü o dönemde de fes giymek haramdır, fes giymek dinsizliktir diyen birçok hoca vardı ve fesi istemeyen, fes karşıtı fetva veren ulema takımı birçok ceza aldı. Padişah sırf millet isyan etmesin diye Şeyhülislam’a fesin caiz olduğuna dair bir fetva verdirtti. Atatürk’ün tek hatası dini siyasetine alet etmiş olmamasıydı. 4. Bölüm Atatürk Devrinde Camiler Ahır mı Yapıldı? Hoş geldiniz. Biliyorsunuz Cumhuriyet dönemiyle alakalı birtakım iddiaları ele almaya başladık. Mesela önceki videoda Atatürk’ü Samsun’a kim gönderdi konusunu işledik ve bu videonun konusu CHP döneminde camiler ahır yapıldı iddiası. Çünkü bu gerçekten ciddi bir iddia hatta o kadar ciddi ki bazı ünlü politikacılarımız meydanlarda CHP camileri ahır yaptı, tuvalet yaptı vesaire gibi ithamlarda bulunuyor. Ve dolaylı olarak halkın kafasını karıştırıyor. E muhtemelen onların da kafası karışmış olacak ki belge diye sundukları şeyin belge ile alakası yok. Ahmet dedikleri kişi Mehmet çıkıyor. Cami dedikleri yer vakıf binası çıkıyor veya CHP şu camiyi yıktı dedikleri cami zaten Osmanlı döneminde çoktan harabeye çevrilmiş. Yani bazı problemler var. Bugün bu camiler ahır yapıldı iddiasının belli başlı kaynakları var. Mesela 20 Nisan 1936’da Cumhuriyet Gazetesi’nde şöyle bir haber çıkmıştı. Bu ne insafsızlık Seferi Sarda tarihi cami ahır yapılmış. İşte bu haberi okuyan art niyetli insanlar sanki Cumhuriyet camiyi ahıra çevirmiş gibi düşündüler ve böyle iddialarla ortaya çıktılar. Cumhuriyet döneminde camiler ahır yapılmıştır bakın bu haberde bunun kanıtıdır vesaire vesaire. Yerseniz yani.
Yerseniz diyorum çünkü bu Seferi Sarda tarihi cami denilen cami Düzce köyündeki Kasım Çelebi camidir ve bu cami zaten Cumhuriyet kurulmadan önce Osmanlı zamanında harabeye çevrilmişti. Ne zaman çevrildi İzmir işgali sırasında. Yunan İzmir’den bizim kıyış şeritlerimizi ele geçirmeye başladığı zaman tabi ki Türk halkı köylere kaçmak zorunda kaldı. Anadolu’nun içlerine doğru göç etmek zorunda kaldılar çünkü Yunan her tarafta bizim köylümüzü halkımızı kovuyordu işkenceler yapıyordu. Hatta bizim eski şehir Kütahya Muharebelerinden sonra Sakarya’ya çekildiğimiz sırada baya bir köy talan edilmiştir ve birçok cami de tuvalet gibi kullanılmıştır. Ama bunu yapanlar Yunanlı’lardır yani düşman askerleridir ki bunu bütün ülkeler yaparlar.
Bir yeri işgal ettiğinizde oradaki halka tecavüz ediyorsunuz, oradaki kutsal binaları yıkıyorsunuz, neler neler yapıyorsunuz burada anlatsam mideniz bulanmaya başlar. Yunan ordusu karargahlarını kurarken nüfusu Rumlardan oluşan köyleri tercih ediyordu genelde çünkü %60’ı %70’i Hristiyan veya Rum olan bir köy çok fazla zorluk çıkartmıyordu. Türk nüfusu daha az olduğu için böyle köyleri ele geçirmeleri daha kolaydı.
İşte o dönemlerde memleketinden kaçmak zorunda kalan Müslüman halk ancak Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yani 1922-23 yıllarında köylerine geri dönebildi. Karşılaştıkları manzaraysa her tarafı yakılmış parçalanmış binalardan ve camilerden ibaretti.
O günden bugüne kaç cami ahır yapıldı, kaç tane cami satıldı veya yıkıldı? Bunları ayrıntılı bir şekilde okumak isterseniz Sinan Meydanı’nın El Cevap kitabına bakabilirsiniz. Adam hakikaten mükemmel bir iş ortaya koymuş. Bir ayda araştıracağınız şeyleri bu kitaptan yola çıkarak ve kaynakça kısmında bir şey yapabilirsiniz. Bu vesileyle arada kitap önermiş olduk ki merak etmeyin video bitene kadar birkaç tane daha kitap önericem. Uzun abinin meydanlarda sallaya sallaya bakın bu gazetede yazıyor CHP camileri ahır yapmış dediği camiler ve bu bilgiler tamamen saptırma. Görüldüğü üzere zaten az önce ekrana vermiştim gazetede bu haberde CHP’nin camilere bir zarar verdiğiyle alakalı hiçbir bilgi yok. Hatta bu cami hala restore edilebilir durumda yardımcı olmak lazım şeklinde bilgiler geçiyor ve camiye yıldırım çarpıp minareyi parçaladığı söyleniyor. Ama biz işimize gelen camilerin bir alıyoruz ve burada bazı yerleri kırparak işimize geldiği gibi anlatıyoruz. Zaten bu yüzden az önce işte bazı art niyetli insanlar diye belirtmiştim çünkü bu habere bakıp da böyle bir çıkarım yapmak için art niyetli olmak lazım.
Dikkatli baktığınız zaman bu haberi bu cami ile alakalı bilgileri zaten gazeteye veren kişinin CHP’nin İzmir Müze Müdürü olduğunu görüyorsunuz. Bu son derece doğaldı çünkü savaştan kalan paramparça olmuş birçok bina vardı birçok cami vardı. CHP o dönemde böyle camileri tespit ediyordu ve hangileri kurtarılabilir hangilerini tekrardan düzeltip ibadete açabiliriz bunlar tartışılıyordu. Her gün haberlerde zaten bunları okuyorduk mecliste bunları tartışıyorduk hani bilinmeyen şeyler değildi. Ama yıllar geçince biz tabi ki keyfimize göre bunları değiştiriyoruz ve bir algı yaratıyoruz. Haberleri bilgileri kırpmak ve işimize geldiği gibi kullanmak çok tehlikeli bir şey arkadaşlar çünkü eğer tarihi böyle öğrenirsek tarih düşmanı bile olabiliriz. Hatta belki de sevip saygı duyacağımız insanlara karşı düşmanlık beslemeye başlarız ve bu birtakım kişilerin işine gelir. Bu yüzden bu konuda dikkatli olmak lazım hatta niçin bu kadar dikkatli olmak lazım bununla alakalı da bir örnek vereceğim. Kur’an’daki Maun suresinin 4. ayetinden 7. ayete kadar olan kısım şöyle.
Vay hâline o namaz kılanların onlar namazlarının özünden uzaktırlar onlar halka gösteriş yaparlar hayra da engel olurlar. Bakın burada namaz kılan ama dinle imanla alakası olmayan sahtekarlara yönelik bir uyarı var değil mi? İbadet ettiği halde her türlü kötülüğü işleyenlerin vay hâline deniliyor. Şimdi ben 4. ayetten sonrasını almasam sadece vay hâline o namaz kılanların yazan kısma alsam.
Bakın Kur’an’da vay hâline o namaz kılanların yazıyor. Demek ki Kur’an namaz kılmayı yasaklıyor desem bu dürüst bir tavır olur muydu? Hatta buna kanıt olarak birkaç tane örnek versem. Mesela desem ki Muhammed Peygamber gelmeden önce de Mekkeli müşrikler namaz kılıyordu. Arapların kendi inançlarında zaten namaz kılmak, hac yapmak, oruç tutmak vardı. Dolayısıyla Allah hak din olan İslam’ı gönderdiği zaman
bu müşriklerin yaptığı gibi namaz kılmayın onların adetlerini almayın demek istiyor. Bu yüzden bu surede bu ayette namaz kılmayın vay hâline o namaz kılanların demeye çalışıyor. Desem bunu da illaki yiyenler çıkacaktır. Hatta 10 tane 20 tane ilahiyatçı toplarım. Onlar da beni destekler bakın şurada şunu demek istiyor falan derler ve insanlar namaz kılmayı bırakırlar. Çok absürt geliyor değil mi? Ama emin olun bunu yiyen milyonlarca insan çıkar. Çünkü zaten millet namaz kılmamaya bahane arıyor.
Bugün televizyonlarda mucize uyduranlar, Kur’an’da bilimi birleştirmeye çalışanlar kendileri zaten namaz kılmıyor. Dolayısıyla bunun ne kadar tehlikeli olduğunu sanırım daha fazla anlatmama gerek yok. Sadece dini değil, tarihi de işte bu şekilde çarpıtılmış bir şekilde öğrenmek son derece tehlikeli arkadaşlar. Bilgi edineceğimiz zaman bunu kırpılmış bir şekilde değil tam hâliyle edinmeliyiz ve bir konuyu merak ediyorsak her yönüyle araştırmalıyız. Çünkü 36 yılında CHP şu camiyi ahır yaptı diyenler bakmıyorlar ki tam da CHP o yıl yüzlerce camiyi restore ettirdi. Yüzlerce harabe camiyi tekrardan yenilip tirdi ve tekrardan ibadete açtı. İşte bunları görmek için de biraz okumak gerekiyor. Merak etmeyin bu videoda böyle CHP propagandası yapmayı falan planlamıyor. Sonuçta bugünün CHP’siyle o günkü CHP arasında fark var biliyorsunuz. Bugün biz CHP deyince bir partiye konuşuyoruz ama 30’lu yıllardaki CHP’ye baktığımız zaman buradaki muhatabımız aslında Mustafa Kemal ve İsmet İnönü oluyor. Yani birileri 30’lu yıllardaki CHP’ye laf etmek istediği zaman aslında Atatürk’e laf etmek istiyor ama direkt olarak isim veremediği için böyle laf oyunları yapıyor. Ha CHP döneminde camiler kapatılmadı mı? Kapatıldı tabi ki ama bunun sebebi din düşmanlığı değildi.
Uzun abi keşke etrafta böyle belgelerle şu yapıldı bu yapıldı diyerek İslam ansiklopedisini gösterip kaynak diye belirteceğine eline tutuşturulan o ansiklopediyi bir okusaydı da doğrusunu görseydi. Sürekli ona ne ezberletiliyorsa danışmanları ona ne söylüyorsa onu okuyor ve prompterda yazanları tekrarlıyor başka bir şey yapmıyor. Bu yüzden de sürekli hataya düşüyor bu yüzden de sürekli düzeltmek zorunda kalıyoruz. İslam ansiklopedisinde camilerin kapatıldığıyla alakalı bir bilgi geçer bu doğrudur. Fakat bu ansiktopedi de CHP bunları kapatmıştır yazmaz. Yazanlar aynen şudur 1914 ila 18, 1920 ila 23 ve 1940 ila 45 savaş yılları arasında bazı camiler askeri işlere tahsis edilmek için kapatılmıştır. Bakın savaş yıllarında askeri işlere tahsis edilmek için kapatılmıştır. Yani ahır yapılmıştır, gece kulübü yapılmıştır, tuvalet yapılmıştır demiyor.
Ve 1914 ila 18 de var yani Osmanlı dönemini de içeriyor bu. Hatta orada yazmayan bir şey daha söyleyeyim. 93 harbinde yine bazı camiler depo amaçlı kullanılmıştır. 93 harbinde başlı Atatürk mü vardı? 1877-78 yıllarında CHP mi yönetiyordu? Yani Osmanlı da aynı şeyleri yapmıştı. Osmanlı da savaş durumunda mecburi ve haklı olarak birtakım camileri depo olarak kullanmıştı. Yeri geldiğinde asker direk koğuş olması amacıyla ayırmıştı çünkü bu son derece normaldi ve gerekliydi. Ama bu gibi bilgilere bakanlar Osmanlı yaptığı zaman olur normaldir derler. CHP yaptığı zaman ooo tü kaka bunlar din düşmanı derler. Arkadaşlar cami insanlar için vardır. Gösteriş olsun diye değil. Savaş yıllarında gerektiği yerde camileri depo olarak da kullanırsınız, yatakhane olarak da kullanırsınız.
Okul olarak da hastane olarak da kullanırsınız çünkü o binalar önemli binalardır. Savaş durumunda bunu herkes yapar. Şunu bir anlayın artık. Hristiyanlar da kiliselerini depo gibi kullanıyorlar. Kilise mahzenlerinde askerleri saklıyorlar, silah depoluyorlar vs. O binaları sadece namaz için kullanırsanız düşmanın size bir daha ömür billah namaz kıldırmama ihtimali var. Hangisi daha önemli?
Ayrıca bu camiler Allah’a sığınmak için yapılmıyor mu? Savaş durumunda da askerlerimiz Allah’a sığınmış. Öyle düşünmek lazım. Bir düşünün arkadaşlar. Yani 60.000 kişilik camiler yaptırıyoruz. Kocaman, gösterişli, baya büyük camilerimiz var değil mi? Her yerde var. Yarın bir savaş çıksa, olduğumuz yerden sürülsek, evimiz barkımız bombalansa, sığınacak bir yere ihtiyacımız olsa, sokakta mı yatacağız? Etrafta hayvan gibi koşturacak mıyız?
Devlet tabi ki bizi camilere yerleştirecek. Millet, halkımız, askerimiz hayvan mı? Büyükbaş hayvan mı ki biz bu camilere ahır yapıldı diyoruz? Eğer birileri çıkıp camiler ahır yapıldı, tuvalet yapıldı diyorlarsa demek ki bunlar bizim halkımızı, askerimizi hayvan gibi görüyorlar. Kusura bakmayın ama bu zaten başlı başına bir terbiyesizlik ve başlı başına bir çarpıtma. Yeni cuma cami gibi birçok camiyle alakalı ahır yapıldığı ifadeleri de aynen böyle uydurmadır.
Etnografya müzesi kurdurmak isteyen, sanata meraklı olan, tarihi eserlere son derece kıymet veren ve tarihinizle ilgili çalışmalar için yıllarını harcayan Atatürk’ün, özellikle camilere düşman olması ve 500 yıllık tarihi camileri de yıktırması olacak iş değildir zaten. Buna inanacak kadar safsanız, bu tarihinizi gerçekten bilmediğiniz ve Atatürk’ü de bir gram tanımadığınız anlamına geliyor.
Ya da her duyduğunuzda direkt olarak inandığınız anlamına geliyor ki bunun ne kadar tehlikeli olduğunu zaten az önce göstermiştim. Ek bir iddia olarak şunu da belirteyim. Camiler ahır yapıldı diyenlerin kanıt olarak sundukları şeylerden biri de 1935’te çıkarılan bir kanundur ama bu kanunu da cımbızlayarak veriyorlar. Basitçe bu kanuna göre restore edilebilecek bütün camilerin restore edilmesi, artık iş göremeyecek olan camilerin ise yıkılmasına karar veriliyor. Ek olarak eğer bir köyde, kasabada gereğinden fazla cami varsa bu camilerin okul, hastane gibi kullanılması veya yerlerine ihtiyaç duyulan bir bina yapılması düşünülüyor. Yani anlayacağınız camiler kapatılmıştır, bu doğrudur. Fakat kapatılan camiler zaten artık iş göremeyen camilerdir. Savaş döneminde harabeye çevrilmiş camilerdir veya aynı mahalleye üçer beşer tane yapılmış olan fazlalık camilerdir.
Zaten bu başlarda konuştuğumuz Seferi Sar’daki caminin de hala kurtarılabilir olmasının vurgulanmasının sebebi buydu. Hala kurtarılabiliyorsa kurtarırsın, kurtarılamıyorsa enkaza dönmüşse yıkarsın. Enkazı öyle bırakmanın bir mantığı yok sonuçta. Ama maalesef bunları bilerek çarpıtan bir gazeteci güruhu var ve kendilerince medyada algı yaratıyorlar. Bu tip iddiaları ilk ortaya atanlar Şevket Eygi gibi şeriatçı yazarlardı.
Hatta 2003 yılında, yakın tarihimizde Cami Kıyımı diye bir kitap yazıldı. Kitabın kapağında da içki evi gibi kullanılan binlerce caminin hikayesi falan yazıyor. Peki Şevket Eygi kimdir diye sorarsanız, size Kanlı Pazar’ı araştırmanızı öneriyorum. Zira kendisi 1969’da İstanbul’a gelen Amerika Birleşik Devletleri’nin 6. filosunu karaya çıkarmayan Türk gençliğine karşı
milleti cihada çağırmış, sahibi olduğu sabah gazetesindeki yazılarla sağ ve solu iyice ayrıştırarak yüzlerce kişinin yaralanmasına ve iki gencimizin de ölmesine sebep olmuş biridir. Burada sağ sol muhabbeti yapmayacağım ama işte bu gibi insanların da hangi kafada yazdığını belirtmem gerekiyor. Çünkü cihada hazır olun gibi şeyler söyleyen ve milleti birbirine kırdıran birinin söylediği şeylere de pek fazla güvenemiyoruz.
Tek sebep bu değil yazdığı kitaba baktığımızda da pek bir kaynak göremiyoruz. Sadece kendi fikirleri ve uydurmaları var. Bu yüzden ona verilen cevaplar da son derece isabetli. Yani bu gibi kaynaklar zaten çoktan çürütüldü ama millet farkında değil hala aynı iddialarla ortaya çıkıyor ve biz de hala çürütüyoruz. Sonra da niye bu haldeyiz, niye hala gelişemiyoruz? E çünkü hala aynı şeylerle ilerlemeye çalışıyoruz.
Hala hiçbir değeri olmayan tarih tezleriyle tarihimize düşmanlık yapmaya çalışıyoruz. E ne demişler? Kılavuzu karga olanın burnu Şahap’tan 1970 yılında bugünün dervişi Mehmet Şevket Eygil kimdir diye bir kitap yazdı ve o kitapta Eygil’in kanlı pazar olayları için Arabistan’dan 350.000 dolarlık bir ödeme aldığını söyledi.
Daha bir çok belge ve iddia ile birlikte milleti düşünmeye davet etti. Çünkü Şevket Eygil Şule Yüksel Şenler ile birlikte o kanlı pazar yıllarında Anadolu’yu il il dolaşarak türbanı yaygınlaştırmaya çalışmıştı. Türban takmayanlar cehenneme gidecek dediler. Yine Hidayet diye bir kitap yazdılar ve kadınların sadece gözleri açık olacak şekilde örtünmeleri gerektiğini yani çarşafa girmeleri gerektiğini söylediler. Bakın türbandan bahsediyorum. Başörtüsünden bahsetmiyorum çünkü başörtüsü zaten birçok ülkede kullanılan bir şey. Bizim babaannelerimiz anneannelerimiz başörtüsü takıyorlardı. Ama 60’lı yıllardan sonra türban diye bir şey ortaya çıktı. Farklı bir örtünme biçimi. Bunlar ne söylediler? Şevket Eygil gibi insanlar. Müslüman dediğim kendini örter, çarşafa girer. Eğer çarşaf giymeyeceksen en iyi ihtimalle türban takman lazım. Çünkü türban takmıyorsan Müslüman olamıyorsun. Hatta Müslümansan türban takmakla kalmayıp başkalarına da taktırman gerekiyor. Siz bu türban muhabbetini ve Şevket Eygil gibi Şule Yüksel Şenler gibi insanların yaptıklarını daha ayrıntılı öğrenmek istiyorsanız,
Cengiz Öz Akıncı’nın İblisin Küblesi Kitabına ve diğer yazdığı kitaplara da bakabilirsiniz. Bu vesileyle bir kitap daha önermiş olduk. Umarım işinize yarar. Bu arada zaten kanalda başörtüsüyle alakalı bir video paylaşmıştım. Dileyenler onu da izleyebilirler. Şimdi söyleyeceklerin bazılarına batabilir ama gerçekler budur.
16. Yüzyıldan itibaren Osmanlı’da, Halifeliğin Osmanlı’ya geçmesiyle birlikte bir cami sempatizanlığı başladı. Padişahlar, şehzadeler, halkın desteğini toplayabilmek adına, Halka kendini sevdirebilmek ve otoriteyi koruyabilmek adına her yere cami yaptırmaya başladılar. Yaptırsınlar problem değil ama camileri gösteriş amaçlı yaptırmaya başladılar. Hiç ihtiyaç olmayan yerde bile cami yaptırmaya başladılar. Yani okulu yok, hastanesi yok ama 5 tane camisi var. Cami gösterişi o kadar uzun bir süre devam etti ki, 1927 yılında camilerin sayısı okulların tam olarak iki katıydı. 14.000 civarında okul vardı, 28.000 civarında da cami vardı ama camiye gidecek insan yoktu.
Çünkü son 20 yıldır sürekli savaşa giriyoruz ve sürekli şehit veriyoruz. Zamanında 10.000 nüfusu olan bir kasaba artık 3.000 kişiye düştüyse, bu 3.000 kişi için 100 tane cami olması mantıklı mıdır? 20-30 kişiye cami mi ayıracağız? Kaldı ki hepsi de gitmeyecek. Şimdi cumhuriyeti bir düşünelim. Osmanlının kaybettiği toprağın haddi hesabı yok. Çanakkale, Doğu cephesi, Kurtuluş mücadelesi derken nüfusun baya büyük bir bölümünü kaybetmiştik. Özellikle genç nüfus baya bir azalmıştı. Nüfusun çoğunluğu yaşlılardan ve çocuklardan oluşuyordu. Okur-yazar oranımız da baya bir düşmüştü çünkü savaşta birçok subayı, birçok sanat erbabını kaybetmiştik. 20’li yıllarda savaş sonrası kalan nüfusumuzun toplamı 14 milyon civarındaydı ve 14 milyon insan için 28.000 cami vardı.
Bütün insanlar camiye gitse eyvallah diyeceğim ama hepsi gidiyor mu? 14 milyonun 14’ü de camiye koşuyor mu? Yeni doğmuş bebek de camiye gidecek mi? 2 aylık bebek de namaz kılacak mı? Ya da gazilerimiz, 80 yaşında amcalarımız, yıkık dökük harabe camilerde namaz kılacaklar mı? Milletin tek derdi o esnada camiye gitmek mi yoksa savaş sonrası yiyecek yemek bulmak mı?
Bunları bir düşünmek gerekiyor. Biraz o günün şartlarını da göz önüne almak lazım. O dönemde Osmanlı’dan kalan borçlar, savaşın getirdiği zorluklar vs. 3 kuruşun hesabı yapılırken bu kadar boş caminin, boş binanın olması mantıklı mıdır? Elbette ki bunların kullanılması gerekiyordu ama hiçbir zaman bazı tiplerin söylediği gibi camiler gece kulübü, tuvalet veya ahır yapılmadı. CHP döneminde toplamda 500 kadar cami hem kimse gitmediği için hem de yanında başka bir cami daha olduğu için ve de o cami artık işe yaramayacağı parçalandığı için yıkıldı. Ya da kullanılabilenleri başka amaçlarla tasnif edildi. Tıpkı kanunun izin verdiği gibi. Zaten Nazif Öztürk’ün bununla alakalı çalışmaları vardı.
O kaç tane cami yapıldı, ne amaçla yapıldı, kaç para harcandı hepsiyle ilgilenmişti. Dileyenler onlara bakabilir. Ben burada tek tek saymayayım. Belki ekrana birkaç tane istatistik verebilirim. Ama bilmeniz gereken bunlar halktan saklanan şeyler değildi. Tıpkı 36 yılındaki o gazete yazısı gibi bunlar sürekli halka söylendi. Her şey paylaşıldı çünkü olması gerekeni yapıyorduk. Tabii ki millet yine karşı çıkıyordu. Olur mu camiler niye yıkılıyor falan diye kendince cevap verenler vardı ama olması gereken buydu. Şunu bir kabul edin. Bugün camiler sadece hoşumuza gidiyor. Geçerken bakıyoruz ne kadar gösterişli ne kadar güzel. Ama içine girmiyoruz. İllaki aranızda namaz kılanları vardır ama binde birin bunu yapmasının hiçbir kıymeti yoktur. Savaş döneminde, zorlu kriz dönemlerinde hoşumuza gideni değil işimize geleni yapmamız gerekiyor. Öbür türlü ayakta kalamayız. Emil Ludwig Atatürk’e camilerin kapatılmasıyla alakalı bir soru sormuştu. Atatürk’ün verdiği cevapsa her şeyi özetliyordu. Camilerin kapatılmasına kimse taraftar değil. Ama aynı zamanda camilerin hepsi boş. Bu sizi de şaşırtmıyor mu? Herkes cami cami diyor ama kimse camiye gitmiyor. Yani anlayacağınız o dönemde de bugünküinden pek bir farkımız yokmuş. Sadece duyar kasmışız, sadece öyle eleştiri getirmişiz ve bir şeyler başarmaya çalışanlara da sürekli çemkirmişiz, sürekli burun kıvırmışız. Hani bugün bazıları geçmişe özlem duyuyor ya. Ah Osmanlı şöyleydi böyleydi. Geçmişe özlem duymayın çünkü belli ki hala geleceğe ulaşamamışız. Hala olduğumuz yerde sayıyoruz. CHP döneminde depo yapılan camilere bir dönersek bir ayrıntı daha vereceğim. İsmet Paşa 1940’lı yıllarda İkinci Dünya Savaşı tehtidi yüzünden Ayasofya gibi önemli camilerdeki bizim kutsal emanetlerimize, tarihi eserlerimize dair bir koruma projesi başlattı ve savaş durumunda bu camilerdeki önemli eşyaların Anadolu’daki birtakım camilere gönderilmesini emretti. Yani bazı camiler depo olarak kullanılacaktı.
Bunun da sebebi açık çünkü düşman ilk olarak camiye saldıracaktı. Tıpkı Yunanların yaptığı gibi. E böyle önemli emanetlerinde korunması gerekiyor. Bu son derece normal. Hatırlarsanız 93 Harbinde yine bazı camilerin depo olarak kullanıldığını söylemiştim. Çünkü Rus Savaşı sebebiyle Balkan’dan gelen muhacirleri yerleştirecek bir yerimiz yoktu. Dolayısıyla bazı camileri ibadete kapattık ve halka tahsis ettik. Örneğin Ayasofya, Süleymaniye, Sultanahmet, Beyazıt Camii vs. birçok cami halkın barınması için kullanılmıştı ve bu son derece normaldi. Önemli olan bu zor şartlardan kurtulduktan sonra o camilere ne yaptığımız ki bu konuda da Cumhuriyet 1930 ila 40 yılları arasında Türk tarihinin görmediği kadar büyük bir ilgiyle yükli miktarda para harcayarak yüzlerce camiyi tamir etti ve yeni camiler yaptırdı. Her camiye tek tek kaç para harcandı hangi tarihte tadilat yapıldı. Bunlarla alakalı kaynakları belirttim zaten. Üşenmezseniz onları da bir okursunuz. Ha bir de Atatürk camileri sattı falan diyorlar. Onlara da şöyle bir cevap vermeye çalışayım. Şöyle bir öneride bulunayım. Atatürk’ü falan boş verin. Hatta Osmanlı’yı da boş verin. Demokrat Parti zamanını da boş verin. Hepsini geçin. Son dönemlere bakın. Son dönemlerde hangi camiler satıldı bunları bir araştırın bakalım. Bazı camiler var yerine alışveriş merkezi yapılsın diye yıkıldılar. Bazı kuran kursu binaları var yıkıldılar yerlerine kilise yapıldı ve bunlar Atatürk veya CHP döneminde olmalı.
Acaba hangi dönemde oldu? Bir bakın diyorum. Hani çok objektifsiniz ya her yönüyle araştırıyorsunuz. Bir araştırın bakalım. Ortada bu kadar çarpıtma varken bu kadar iki yüzlü bir tarih anlatımı yapılıyorken sabahtan beri yarım saat boyunca o kadar şeyden bahsetmişken hala daha gelip de olur mu evladım CHP camileri ahır yaptı nasıl inanmıyor falan diyenler varsa eğer onlara da inandıkları Allahlarından akıl fikir dilemekten başka bir şey yapamıyor. Kusura bakmayın.
Beşinci bölüm. Atatürk ırkçı mıydı? Merhaba. Bu videoda Atatürk’ün antropoloji çalışmalarını manipüle eden ve Atatürk’e kafatasçı, ırkçı, Müslüman düşmanı, şeytani bir adam diyenlerin argümanlarına cevap vereceğiz. Şimdi isterseniz bir iddiaya bakalım. Recep Tayyip Erdoğan 26 Şubat 2013’te şöyle bir açıklama yapmıştı. Tarihten bir vesika göstereceğim. Türk Antropoloji Enstitüsü Tarihçesi. Baskı Tarihi 1940. Baskı Yeri Marif Matbaası İstanbul. Kitabın beşinci sayfasında bir resim var. Enstitünün bir laboratörünün resmi. Raflarda yüzlerce kafatası var. İncelenmiş, incelenmeyi bekliyor.
10. sayfada başka bir odanın resmi var. Aynı şekilde raflarda yüzlerce kafatası var. 22. ve 23. sayfalarda bu kafataslarını da öyle enteresan almışlar ki çok ilginç. Trakya’nın tıkasından şu kadar. Çanakkale, Balıkesir, Manisa, Muş. Yani 10 ayrı bölgeden bu kafataslarını toplamışlar.
İşin enteresan olan boyutu kadın ve erkekler üzerinde ölçümler yapılıyor. Olur mu öyle şey yahu demeyin. İşte vesika. İfade şu. Türk kafalarının zaviye kıymetleri üzerine tetkikler. Bizim millet tarihimiz bu olabilir mi? Bununla ilgili daha ilginç bir şey var. Bunu da açıkça söylemek durumundayım. Burada Türkiye Cumhuriyeti Riyaseti olarak başkatibe diye geçiyor. Gerek Reis-i Cumhur olarak o zaman Mustafa Kemal, İsmet Paşa’nın da o zaman altında başbakan olarak imzası var. Bu insani midir? Bu vicdani midir? Bunun bizim dinimizde, inanç dünyamızda yeri olabilir mi? Şeytan, kendisinin ateşten, insanın ise topraktan yapıldığını söylemiş, kibirlenmiştir.
Kendi soyunun diğerlerinden üstün olduğunu iddia eden hiç şüphesiz şeytanın izindedir. Bu iddia günümüzde de devam ediyor. İnsanlar halen daha Atatürk’ün Müslüman düşmanı olduğunu, ırkçı olduğunu, kafatasçı olduğunu ve Türklerin gelmiş geçmiş en üstün ırk olduğunu ispatlamak maksadıyla binlerce Müslümanın mezarını açtırdığını iddia ediyorlar.
Lakin dediğim üzere bu bir spekülasyon. Zira 20. yüzyıl başlarında antropologlar tarafından insan popülasyonlarını kategorilendirmek için başvurulan en yaygın yöntemlerden biri kemikleri incelemekti zaten. Amerikalı antropolog Carlton Stevens Kuhn tarafından 1960’lı yıllara kadar kafatası endeksi insanları kategorilendirmek için kullanılmıştı. Kafatası endeksi kafanın azami genişliğinin azami uzunluğuna bölümünün 100 ile çarpılmasıyla hesaplanır. Hesaplanan gösterge 75’ten küçükse kafatası üstten bakıldığında uzun veya düz demektir. Bu tip kafatasları dolicosefal olarak adlandırılır ve tipik Avusturya yerlileri, Aborjinler ve Güney Afrika yerlileri bu sınıfa girerler.
Endeks 75 ile 80 arasındaysa kafatası neredeyse ovaldir. Bu tip kafataslarına mezosefal denir ve Çinlilerde görülür. 80 ve üzeri endekse sahip olan kafatasları geniş ve kısadır ve brakisefal olarak adlandırılır.
Avrupa bu kategorizasyondan hareketle insanlığı düşük ırk, orta seviye ırk ve üstün ırk şeklinde üçe ayırmış ve kendini en üstün ırk ilan etmiştir.
Ancak kafatası endeksine dayalı bir ırk sınıflandırması bize hakikati vermez. Zira tarih boyunca birçok ırk, birçok ırkla savaşmış, etkileşim kurmuş ve melezleşmiştir. Yani şu anda bir DNA testi yapar gibi kafatası şekline bakıp da bu adamın zeka seviyesi şu, ırkı şu, medeniyet seviyesi de şu kadar. Bu yüzden bu adam düşük veya yüksek ırktır şeklinde bir tanım yapılması imkansızdır.
Ama tabi bu şu anda bildiğimiz bir şey. Yani DNA testi ortaya çıktı, bir sürü şey keşfettik ve kafatası endeksine dayalı bir ırk sınıflandırmasına inanmayı, daha doğrusu onu doğru kabul etmeyi reddettik. Zira içinde birçok hata var ama o dönemde yani 1930’larda bu bilinmiyordu ve dediğim gibi Avrupa 1960’lara kadar bu yöntemi kullanmış ve kendini ari ırk, diğer kavimleri ise aşağılık ırk adletmişti.
Barbar Türk, Sarı Irka mensup Türk, yönetilmesi gereken Türk ve dahası. Zaten bu bütün dünyayı bir emperyal düzen altına almanın bir bahanesiydi. Adeta sözde bilimsel bir yöntemle bizler bütün dünyaya hükmetmeliyiz şeklinde bir mesaj vermişlerdi. Ki bu görüşü Lloyd George gibi Türk düşmanı kimseler de İngiltere parlamentosunda zaten dile getirmişlerdir ve bu batının klasik taktiğidir. Bir yeri fethetmek istediğinde ya da sömürmek istediğinde medeniyet getirmeye geliyoruz ya amacımız iyilik yapmak yani gibi propagandalar yaparlar.
Zaten şarkıya atçılıkla alakalı bir video paylaşmıştım. İnsanat bahçeleri diye arattığınızda karşınıza çıkacaktır. Atatürk’te bütün bunların farkında olduğundan Türk tarih teziyle, antropoloji çalışmalarıyla ya da güneş dil teorisiyle bir karşılık vermeye çalışmıştır.
He ne kadar doğrudur, ne kadar bilimseldir, arada ne kadar yanlış bilgi verilmiş ve hata yapılmıştır bunlar tartışmalı. Ama tüm şu insanların mezarını açtırma, kafat astırını ölçme ve ırk sınıflandırması yapma muhabbeti.
Hayır, bizler aşağılık ırk değiliz. Bizler de en az Avrupa kadar medeni ve medeniyete katkısı olmuş bir ırkız demek için Atatürk’ün emriyle yapılmış çalışmalardır. Yani batıyı batının silahıyla vurmaya kalkışmaktır.
Esasen bu özet bile yeterli, başka bir şey söylemeye gerek yok ama yine de belgeli konuşmak ve kaynak göstermiş olmak amacıyla birkaç tane alıntı yapacağım. Öncelikle Türk tarih tezinin ana kaynağı olan Türk tarihinin ana hatları kitabındaki analizler hiçbir şekilde ırkçı değillerdir.
Bir örnek vermek gerekirse şu ifadeye bakılabilir. Şunu söylemeliyiz ki ırklar arasında bugün görülen farkların tarih açısından önemi pek azdır.
Gerçekten kafataslarının şekli ırkların sınıflandırılması için esaslı bir ayraç olduğu halde sosyal hiçbir anlamı yoktur. Sebebi şudur. Kafatası değişmiyor. Yahut güç ve geç değişebiliyor. Fakat onun içindeki en asil organ, beyin değişiyor. Bu ifadeler aynı dönemde hazırlanan dört kitaplık tarih serisinin birinci cildinde de aynen yer almıştır. Yine Türk tarihinin ana hatlarının ikinci bölümünde yer alan şu cümleler, Türk tarih tezinin başka ırkları aşağılamak gibi ırkçı bir amaç taşımadığını göstermektedir. İnsaflı, hak tanır ve bir taraf Avrupalı alimlerin fikirlerinden ve delillerinden de istifade edilerek müdafaa olunan tezimizde hiçbir ırk ve millet için aşağılama ve küçük görme kastı yoktur. Kendi milletini sevdiği kadar başka şahsiyet ve varlıklara hürmet, Türk’lüğün şiarlarındandır. Aynı şekilde tarih kongrelerindeki bildirilerde de Türk antropoloji çalışmalarının Avrupa’daki ırkçı görüşlere karşı olduğu belirtilmiştir. Örneğin 1. Türk tarih kongresinde Dr. Reşit Galip Bey Avrupa tarih yazımında Türklere yönelik ırkçı yaklaşımlardan örnekler vermiş ve ırkçılığı şöyle reddetmiştir. Her şeyden evvel şunu ilan edelim ki biz insanlığın deri veya saç rengine göre parlayıp karardığına, ruhların iskelet boyundaki santimetre toplamıyla yükselip alçaldığına inanan ve alemi inandırmak isteyenlere istihfaf ve istihkârla bakarız.
Yine Prof. Dr. Zafer Toprak antropolojinin ve Atatürk döneminde yapılan çalışmaların hiçbir şekilde ırkçılık olmadığını şu sözlerle ortaya koymuştur. Türkiye milli mücadelede düveli muazzamayı alt etmişti ama hâlâ batı literatüründe Türkler sarı ırk ve mongol olarak tanımlanıyor ve ikinci sınıf insanlar olarak görülüyordu.
Atatürk’ü antropolojiye sevk eden gerekçe buydu. Türkiye’de yapılan antropolojik araştırmalar bu arada Afet Hanım’ın 64 bin denekle o güne kadar dünyada yapılmış en kapsamlı doktor atezi, Türklerin sarı ırk olmadığını ve Avrupalılar gibi olduklarını kanıtlayacaktı. Kısaca ırk kavramından yola çıkarak ırk karşıtı bir söylem geliştirilecekti.
Zaten Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı ne mutlu Türk doğana, Türk ırkından olana değil ne mutlu Türk’üm diye nedir? Türk antropoloji tezi ise üstün ırk değil eşit ırk iddiasındadır. Yine bir örnek vermek gerekiyorsa eğer Agop Dilacarş şöyle diyor.
Atatürk’ün tarih anlayışı şovenist, ırkça bir tarih anlayışı değildir. O, Batılıların Türklere karşı söyledikleri barbarlık tabiri yakıştırmasını şiddetle reddeder. Türklerin medeniyetler kurmuş büyük bir ulus olduğunu kanıtlar. Önceki haftalarda paylaştığım Armstrong’un kitabını inceleme videosunda da zaten bunlardan bahsetmiştik. Batı Türkleri 13. yüzyılda Gobi Çölü’nden gelmiş bir kavim gibi lanse etmiştir. Selçuklu tarihinden ya da öncesinden bahsetmemiştir. Özellikle bir tarihi yeniden yazma kampanyası başlatılmıştır. Bu yüzden de Atatürk bir savunma yapmak zorunda kalmıştır. Zaten Atatürk’ün uyguladığı yöntem de Atatürk’ün icadı değildir. Örneğin Osmanlı zamanında da tıbbiye de tıp eğitimi alan öğrenciler iskelet ve kafat hastasıyla çalışmışlardır. Zira bu iş böyle yapılır.
Atatürk’ün farkı bu işi devlet gücüyle desteklemiş olmasıdır. Bu çalışmalar 1937’de toplam 6 ay boyunca devam etmiş ve 64 bin deneyi ihtiva etmiştir. Ve Türkiye bunca çalışmadan sonra öyle kendi kendine gelin güvey olan bir seviyede kalmamıştır. Yapılan kongrelerde, toplantılarda ve basımlarda bütün bu bulgular bütün dünya ile paylaşılmış
ve Avrupa’nın ortaya koymaya çalıştığı tes bizzat Türkiye’nin yaptığı bu çalışmalarla çürütülmüştür. Ve Atatürk bu projeyi öyle son dakika bir anda fark etmedi. Adam zaten 20’li yıllardan beri bütün bu olayların farkındaydı ve bu yüzden çalışmalara erkenden başlamıştı. Önce antropoloji alanında eğitim alacak, kendini geliştirecek ve işini iyi yapacak insanlar yetiştirmek lazımdı. Ardından da bu insanlarla sağlam bir çalışma yapmak gerekiyordu.
Bu yüzden de bu projede bu anket çalışmasında öyle işini bilmeyen amatör insanlar değil, bizzat yurtdışında eğitim almış, uzmanlaşmış insanlar kullanıldı. Öyle ki 1925’te bizzat Atatürk’ün emriyle İstanbul Darülfünû’nun da Tıp Fakültesi bünyesinde Türkiye Antropoloji Tetkikat Merkezi kurulmuş, başkanlığına da Şevket Aziz Kansu getirilmiştir. Merkez ilk dört yıl boyunca Karacaahmet mezarlığında çalışmış ve elde edilen bulgular Türk Antropoloji Mecmuası’nda 1925’ten itibaren hem Türkçe hem de Fransızca olmak üzere paylaşılmıştır. Bu mecmua ile beraber Türk çalışmaları yurtdışına da açıldığından dolayı 1937’de Bükreş’te toplanmış olan antropoloji konferansında bir sonraki konferansın Türkiye’de yapılması gerektiğine karar verilmiştir. Yani Türkiye gerçekten de dişe değer bir şeyler yapmıştır. Ve emin olun eğer Atatürk yaptırmasaydı zaten 30 yıl sonra 40 yıl sonra aklı başında başka bir siyasetçi veya devlet adamı zaten bunu yaptıracaktı. Yaptırmak zorundaydı. Aksi halde bütün dünya bizi aşağılık ırk adletmeye devam edecekti.
Ama ne yazık ki Erdoğan Atatürk’ü ve İnönü’yü şeytanlık yapmakla insanlık dışı bir şey yapmakla itham ediyor. Halbuki serbest antropoloji sertifikası ve zooloji sertifikası almak için zaten pratik yapmak bir denekle çalışmak mecburidir. Ve bunun içinde kafatası ve kemik koleksiyonlarına ihtiyaç vardır.
Zaten tıp okuyanlar bilirler bugün de yeri geldiğinde kadavralarla deney yapmak gerekir. Yani internette bile videoları vardır. Adamın beyni, kalbi, böbreği çıkarılmış ellerinde baya oyuncak gibi oynuyorlar yani. Ama yapacak bir şey yok. Tıp zaten böyle bir şey. Bu arada Türkiye’nin 10 ayrı bölgesinden yapılan bu kapsamlı çalışmada bir tek Türkler değil, Kürtler, Lazlar, Ermeniler, Rumlar yani bu topraklarda yaşayan tüm halklar incelenmeye alınmıştır. Yani etnik değil antropolojik bir değerlendirme yapılmıştır ve görülmüş Türkiye bütün bu insanların kafatası birbirine benziyor. Yani arada öyle bambaşka bir ırktan olmak gibi bir durum yok ve bu durumda ya bütün dünya halkları üstün insanlar ya da kimse üstün insan değil. Özetle burada gerçekten bilimsel bir katkı yapılmış. Batı’nın öyle üç beş tane örnekle bize pompaladığı yedirmeye çalıştığı tarih tezi çürütülmüş.
Yani şu Türkler aşağılık hırp değildir bilakis Türk halkının da medeniyete epey bir katkısı olmuştur ve Türk halkının batıdan aşağı kalır yanı yoktur iddiası gerçekten de kabul görmüştür. Ve Afet İnan 1936’da İsviçre’de, Cenevre’de yaptığı doktorasında bu tezi savunmuş ve sosyoloji doktorluğu ünvanını almıştır. Benzer şekilde Seniha Tunakhan’da 1934’de Almanya’ya Berlin’de eğitim alması maksadıyla Dr. Eugene Fisher’ın yanına gönderilmiştir. Yine Muzaffer Süleyman Şenyurek’te 1935’te Harvard Üniversitesi’ne Prof. Hatın’ın yanında eğitim alması maksadıyla yollanmıştır.
Yani bir taraf Amerika’nın İngiltere’nin anlattığı şeyleri öğrenecek, diğer taraf Nazi antropolojisiyle alakalı bir çalışma yapacak ve onların ari ırk iddialarını görecek, diğer taraf ise başka bir bölgedeki başka iddialara bakacak. Bu maksatla Atatürk dünyanın dört bir yanına önemli üniversitelere kapasitesi olan öğrenciler yollamıştır ve bu öğrenciler Atatürk’ün haklılığını göstermişlerdir.
He, tabii dediğim gibi antropoloji çalışmaları bize net bir şey vermezler ve 1990’lardan sonra DNA’nın da keşfiyle zaten bu kafatası endeksi muhabbetleri ciddiye alınmadı. Ama neticede Atatürk üzerimize düşen şeyi yapmış. Bu yüzden de, yahu Atatürk o kadar çalışma yaptı ama bunların bilimsel bir kıymeti yok ki, boşu boşuna mezar kazdırdı. Diyen o dangalakları da ciddiye almamak lazım. O kafayla bakarsak, yani o dönemde bütün dünya öyle kabul etmiş. Atatürk de mecburen onların silahıyla onlara bir atak yapmış. Bu kafayla hiçbir yere varamayacağımızı şöyle gösterebilirim. Mesela şu anda bütün dünya yer çekimini kabul ediyor değil mi? Ama yarın öbür gün yer çekimi reddedilse, işte gök itimi vardır, dense ya da başka bir tez bulunsa, aa Atatürk zamanındaki okullarda yer çekimi vardır diye öğretiyorlarmış. Ne kadar cahillermiş ya, hü falan diyebilir miyiz? Bu kafayla bakacaksak, madem Fatih o kadar büyük bir komutandı, İstanbul’a niçin F-16’larla girmedi?
Ya da Büyük İskender madem o kadar büyük bir adam, niçin atom bombası kullanmamış, niçin nükleer silah kullanmamış, demek ki o kadar da büyük bir adam değilmiş. Yani bu kafayla tarih yapılmaz. Anakronizme düşmeden o dönemin şartlarıyla ve dünyasıyla o dönemi incelemek ve ona göre konuşmak lazımdır. Aksi halde şaklabanlık yapmış oluruz.
Sinan Meydan bu konuyu çok güzel özetliyor aslında. El Cevap kitabında şöyle diyor.
Atatürk, Türk dil kurumunu kurdurdu. Derleme ve tarama çalışmaları yaptırdı. Türk dilini en güzel şekilde ifade edecek harfleri kabul etti. Türkçe sözcükler türetti. Yerli ve yabancı bilim insanlarının katıldığı dil kurultayları düzenletti. Sonuçta, Türkçe çok zengin ve köklü bir dildir. Dünyadaki en eski dillerden biridir, dedi. Batı, Türkler evrimini tamamlamamış geri bir ırktır. Türkler ikinci sınıf ırktandır, diyordu. Atatürk, Türk antropoloji kurumunu kurdurdu. Antropoloji anketleri yaptırdı. Tarih ve dil kurultaylarında yerli ve yabancı bilim insanlarına Türklerin antropolojik özellikleri hakkında tezgah hazırlattı.
Sonuçta, biz de en az sizin kadar gelişmiş bir ırkız. Biz de ırk olarak sizinle eşitiz, dedi. 6. Bölüm Bir gecede cahil mi kaldık? Bu videoda harfinkilabından bahsedeceğiz. Çok önemli bir konu. Biliyorsunuz daha önce eski Türkçe dediğimiz Osmanlıca’yı kullanıyorduk. Ama Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle Latin alfabesine geçiş yaptık.
Ki bu Latin alfabesi Ural Altay Dil ailesine aittir ve birçok tarihçi bu alfabenin eski döneminden kalma bir Türk alfabesi olduğunu söyler. Ama biz yine de Latin alfabesi diyelim. Batılıların alfabesiymiş gibi düşünelim. Çünkü bu şekilde birçok eleştiri getirildi ve burada bunlara cevap vereceğiz. Kimileri diyor ki, harf devrimi bizi bir gecede cahil bıraktı. Harf devrimi geçmişimize ihan etti. Hiç gerek yoktu biz böyle iyiydik. Ne gerek vardı? Latin alfabesini aldık, batıya özendik vs. vs. Bunlar ne kadar haklı, bu iddialar ne kadar geçerli, tarihle ne kadar örtüşüyor? Bu videoda bunlardan bahsedeceğiz ama sizi önce tarih ve dil devrimine götürmek istiyorum. Çünkü bu devrimler harf devrimiyle çok yakından bağlantılı. Bilenler bilirler Atatürk’ün Türk tarih tezi üzerine çalışmaları olmuştur. Türk tarihi kaç bin yıllıktır. Tarihte hangi Türk toplumları ne tür eserler bıraktı, neler yaptılar? Atatürk bunları merak etmiştir. Hatta neredeyse bütün milletlerin Türklerden türediğine kadar varan iddialar ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Yahudi kaynakları incelenmiş ve Nuh Peygamber’in 3 oğlundan biri olan Yafez’in Türk isminde bir oğlu olduğuna rastlanmıştır. Bu gibi işaretler Türk milletinin Osmanlı ve Selçuklu’dan daha eskiye dayandığını ve Göktürk, Uyguhr, Hun gibi imparatorlukların bile Türklerin ataları olmaktan uzak olduklarını düşünmemizi sağladı. Peki madem Türklük ta Nuh’a kadar gidiyor, öyleyse kendini Türk diyen hangi kavimler var? Bu soru sorulduğunda da 3 bin yıllık Türk tarihi, 5 bin yıllık Türk tarihi gibi tezdar ortaya çıktı. Kimilerine göre antik Sümer bile Türk’tü, kimilerine göre ise insanlık tarihi ile Türklük tarihi paraleldi. Peki Türkler tarih boyunca hangi alfabeleri kullanmış, hangi dinlere inanmışlardı? Bu gibi sorular merak konusu olmuş ve Batık-Kıta-Nuh teorisine kadar varan fikirler üretilmişti. Atatürk, ne olur ne olmaz her taşın altına bakmak lazım, mantığıyla Tahsin-Maya tepeyi Meksika’ya göndermiş
ve yanına da yardımcılar vererek eski Maya inançlarını araştırmasını istemişti. Maya tepeyin Maya tepek adını almasının sebebi de bu çalışmalarıydı zaten. Maya tepek Meksika’da yaptığı uzun çalışmalar sonucu, gerek James Churchward’ın kitaplarına, gerek spiritualizm inancına, gerekse Naga-Maya dili denilen teorik dille alakalı birçok şeye ulaşmıştı. Bütün bunları raporlarında Atatürk’e izah etti ve araştırmalarını derinleştirdi.
Maya tepeyin getirttiği kitaplar 60 kişilik heyetler tarafından tercüme edilmeye başlandı. Maya tepek Maya dili ile Türk dili arasında birçok benzerlik buldu. Kelimeler hatta atasözleri bile söyleniş bakımından çok benziyordu. Örneğin soy isim olarak aldığı tepek kelimesi Türkçedeki anlamıyla aynıdır. Yani tepedir. E Maya dediğiniz uygarlık Orta Doğu tarihindeki imparatorluklardan çok daha enteresan değil mi? Çok da uzak bir yer. Bu kadar uzak bir ülkede Türkçe kelimelerin olması nasıl izah edilebilir? Bu bir merak konusuydu. Bunun cevabını da az önce bahsettiğim Mul kıtası teorisi şöyle veriyordu. İnsanların ilk ortaya çıktıkları yer olan Mul kıtası büyük bir felaket sonucu sular altına battı ve o kıtadan kaçmayı başaranlar, o kıtanın kolonisi olan toplumlar ortak bir inancı sürdürmeye devam ettiler. Bugünün Amerika, Maya veya Antik Mısır toplumları tamamen Mul kıtasındaki felaketten kurtulmayı başarmış olan insanların devamıdırlar. Yani bütün dinler ve bütün milletler aslında tek bir bölgeden geliyor. Bu yüzden Nuh tufanı gibi, Adem ve Havva gibi birçok hikaye hem birçok toplumda yer etmiştir hem de çok uzak toplumlarda bile birbirinin tamamen aynısı olan gelenekler ve kelimeler vardır.
İdda budur. Zaten Mul kıtasıyla alakalı iki video yaptım. Orada bu bilimsel midir, mantıklı mıdır, ne gibi çelişkileri vardır, bunu tartıştık. O yüzden burada pek uzatmak istemiyorum. Bunlar bizim okullarda öğretilen resmi tarihle pek uyuşmazlar ama Mul teorisine baktığımızda Mul’dan kaçan en kalabalık imparatorluğun,
en kalabalık topluluğun Uyghur imparatorluğu olduğunu görüyoruz ama bu Uyghurlar bizim bildiğimiz Uyghurlar değiller. Bu Uyghurlar 70.000 yıl önce Mul’dan kaçmışlar. Tabi biraz komple teorisi gibi ama baktığınız zaman bu büyük Mul felaketine ve oradan kaçan toplulukları göz önüne aldığımızda bu felaketin Nuh tufanı felaketi olması, bu kaçan Uyghur topluluğunun da Nuh’un üç oğlundan biri olan Yafes’in Türk ismindeki oğlunun topluluğu olması birçok kişiye mantıklı geldi. Hatta Türkologlar, Sümerologlar işte bakın gerçek tarihimizi bulduk diye ortaya çıktılar ama tabi ki bunlara da birçok eleştiri getirildi. Mul teorisi gerçek olsun veya olmasın. Böyle bir algı oluştu ve hala bu algı devam ediyor. Hani bugün alevilerle alakalı benzer bir algı vardır. Alevilik, Luvilik demektir. Luvilik ise ışık insanı olmaktır. Işık insanları ise Göbekli Tepeden biri varlar. Yani aleviler aslında 10.000 yıllık bir geçmişe sahipler. Aleviliğin Hz. Ali’yle veya İslamiyetle hiçbir alakası yok. Alevilik en eski dinidir. Böyle diyenler var ki belgeler bunlarla uyuşmaz. Mul teorisi de belgelerle pek uyuşmaz. Bu yüzden Atatürk bunlara inanmamıştır. Atatürk’ün istediği belgelerle uyuşan, batının da dünyanın da kabul edebileceği bir Türk tarihi oluşturmaktır ve gerçek kaynakları bulmaktır. Herkesin açık açık göreceği ve inkar edemeyeceği şeylerle bir Türk tarih tezi yaratmaktır ve bu Türk tarih tezine destek olması amacıyla da 1928’de Harf Devrimi yapılmıştır. Çünkü biz Harf Devrimi’ne geçtiğimiz zaman bütün araştırmacılarımıza, bütün öğrencilerimize bu Latin harflerini öğrettiğimiz zaman yabancı dilleri de öğrenmeleri daha kolay olacağı için yabancı kaynakları daha rahat bir şekilde araştırabilecektik. Biz 1900’lere kadar sürekli Ruslardan, Almanlardan Türkolog yetişmesini bekliyorduk. Türk tarihi ile Türk belgeleri ile alakalı çalışmalar yapmalarını bekliyorduk. Bugün Jean-Paul Roux gibi birçok ünlü Türkolog ve yabancıdır. Bizim pek bir Türkologumuz yoktur ama Cumhuriyet bunu kırmaya çalıştı ve kendi tarihini bilen Türkler yaratmaya çalıştı. Atatürk’ün bu teorilere pek güvenmemesinin sebebi sadece belgelerle uyuşmaması değildi. Tahsin Mayatepe’yi bu araştırmaların bir yere varamayacağını düşündüğünden dolayı ve özellikle Tahsin Bey mektuplarında İslam dinini çok eleştirdiği ve kopyalanmış bir din olduğunu söylediği için Meksika’dan geri çağırttı. Mu teorisi rafa kaldırıldı fakat araştırmalar devam etti. Bakın Harf devrimi bunlardan önce yaşanmıştı. Bu doğru ama Harf devrimi bunlara sebebiyet vermişti. Komplo teorisi veya doğru, kaynaklı veya değil en azından tarihimizi araştırmaya başladık. En azından Türk neymiş bunu öğrenmiş olduk.
Çünkü Harf devriminden önce Osmanlı zamanında ve daha öncesinde Türkler nedir, neler bırakmışlardır, Türklerin tarihinde neler vardır, Türkler neye inanmışlardır bunu bilmiyorduk. Türk nedir bunu bile bilmiyorduk. Türklükten tamamen uzaklaşmıştık. Ama artık kitabeleri tercüme ettirdik, Türk destanlarını öğrendik ve Türklük’le tanıştık.
Hani bugün sınavlarda sorulan destanlardan bahsediyor. Daha öncesinde yabancılar yine bunları çevirmiştir ama koskoca ülkede 5 kişi 10 kişi anca okuyabilmiştir. Ve bu büyük bir problemdir çünkü iletişim çağımızın en büyük gücü ve iletişimini iyi kuran toplumlar, iletişim konusunda gelişmiş ülkeler dünyanın başına geçtiler. Biz niye geri kaldık? Çünkü iletişimimiz maalesef zayıftı.
Sadece borçlanmalardan bahsetmiyorum, sadece tarihimizden kopmaktan bahsetmiyorum. İletişim konusunda zayıftık ve bunu kırmanın en kolay yolu milletle, diğer ülkelerle iletişime geçebileceğimiz bir alfabeye geçiş yapmaktı. Bu bakımdan harf devrimi bizi sadece geçmişimize değil, dünyaya da bağlamış oldu. Kürt, Kürtçe konuşuyordu. Balkanlardan gelenler kendi kelimelerini kullanıyorlardı, Osmanlıca’yı değiştiriyorlardı.
Sadece farklı bölgelerde farklı bir dil konuşulması değil, yazışırken de farklı bir Osmanlıca kullanıyorduk. Hatta kendine göre Osmanlıca kelime uyduranlar vardı. İstanbul’da yazılan Osmanlıca ile Doğu bölgesinde yazılan Osmanlıca farklıydı. Selanik bölgesinde Balkanlarda kullanılan Osmanlıca farklıydı. Osmanlıca 50 yılda 60 yılda bir değişim gösteriyordu çünkü sürekli dilimize Arapça, Farsça kelimeler giriyordu. Bu yüzden bir tarihçi bile olsanız yani hayatınızı tarihe adamış bile olsanız Osmanlıca öğrenmeyi ve Osmanlıca belgeleri tercüme etmeye başladığınızda belirli bir dönemin belgelerini tercüme edebiliyorsunuz. Hiçbir tarihçi yoktur ki 1500’lerdeki belge ile 1800’lerdeki belgeyi tamamen aynı oranda başarılı bir şekilde tercüme edebilsin. Bu yüzden zaten dönem dönem tarihçiyi yetiştiriyoruz.
Kimisi 18. yüzyıda bakıyor, kimisi 16. yüzyıya bakıyor. Atatürk’e göre bir milleti millet yapan şey dildi. Dil, din kadar önemliydi. Ancak milletler din değiştirebilirler. Çeşitli sebeplerle zaman içinde inançları tahrife uğrayabilir veya başka bir inancı kabul edebilirler. Din değişebilir fakat dil değişmemelidir. Dil değişse bile dünyaya göre değişim göstermelidir.
Dile yabancı kelime girecekse bile o dönemde bütün dünyanın kullandığı, herkesin anladığı ortak kelimeler girmelidir. Fakat bu kelimeler de yine uygun düştükleri takdirde Türkçe’ye çevrilmelidir. Atatürk’ün nihayi hedefi ümmet mantığından millet mantığına geçiş yapmayı başarmaktı. Çünkü Kurtuluş Savaşı esnasında cepheden kaçıp cemaate saklanan birçok insan vardı. Uzun bir dönem din adamları askere bile alınmıyordu. Bu yüzden herkes askerden kaçabilmek için din adamı olmaya çalışıyordu. Yani din bir kaçış aracıydı. Ek olarak İngiliz İstihbarat Birimi ve Yüksek Komiserliğinin İngiliz Muhipleri Cemiyeti aracılığıyla Osmanlı’daki Teali İslam ve Teali Kürt gibi cemiyetleri kurduğunu, azınlıkları kışkırttığını ve ülkeyi din ile bölmeye çalıştığını gördüğü için Atatürk gerek Kur’an’ı Türkçe’ye çevirmeler, gerekse ana dile uygun bir alfabeye geçişi mecburiy görüyordu. Zaten alfabeyi değiştirmek veya Kur’an’ı Türkçe’ye çevirtmek gibi fikirler Atatürk’den çok önce bile tartışılmıştı. Herkesin aklındaydı. Yani biz bir yerde hata yapıyoruz, biz bir yerde eksiyiz ama bunu nasıl çözeceğiz? Fakat devlet resmi olarak böyle bir inkılap yapmaya cesaret edemedi. Tehlikeli bir şeydi çünkü. Halkın gerçekten tepkisini çekebilirdiniz. Ama Atatürk buna cesaret etti. Ve hem meyve veren ağaç taşlanır hem de doğru söyleyeni Dokuzköy’den kovarlar.
Bu devrimden sonra edilmedik laf kalmadı. İnsanları din ile uyuşturanlar, kendine mürit toplayanlar, insanların bu dil devrimi sayesinde ne yazdığını öğrenmelerinden rahatsız oldular. Çünkü millet okuduğunu anlamaya başladı ve soru sormaya başladı. Veya sadece kan davasıyla, eşkıyalıkla, silah soruyla köy ağası olmuş olan insanlar, kendisine bir halk toplamış olan insanlar,
yani bir bakıma köle yetiştiren insanlar, bu kölelere toprak reformu gibi, eğitim reformu gibi şeylerle gözlerini açma imkanı verildiğinde, bu köleler, bu köylüler kendi maddi özgürlüklerini kazanma şansı yakaladıklarında bunun tehlikeli olduğunu fark ettiler. Niye? Çünkü benim saltanatım gidecek. Ben feodel bir güçle doğuda, orada, burada 5 tane, 10 tane köye sahibim hatta kendi ordum var. Ama şimdi benim kölem de, ordum da devlete ait olacak. Hatta benim hiçbir tapum olmadığı halde, sırf lafla burası bana aittir dediğim topraklar artık devlete ait olacak ve devlet bunları dağıtacak. Bu tabii ki de işime gelmeyecek ve birçok isyan çıkacak. Bu ülke neler neler gördü yani. Anlatmaya kalksak 50 tane video yapmak gerekir. Sadece alfabenin değişmesi değil, ekonominin gelişmesi, halka özgürlük verilmesi, birçok şey millet tarafından eleştirildi. Çünkü bu yerel şeyhlerin, yerel liderlerin bütün sistemini bozuyordu. Zaten daha önceki videolarda bunları bir kısmına değindik ve değinmeye devam edeceğiz. Burada çok fazla uzatmayayım. Burada harften, kimlikten, alfabeden ve milletten bahsetmek lazım.
Mesela bugün biz Osmanlı torunuyuz diyoruz ya, Osmanlı ile övünüyoruz ve cumhuriyeti beğenmiyoruz. Ama Osmanlı torunu değiliz. Osmanlı bir hanedandır arkadaşlar, bir ailedir. Osmanlı’nın yönettiği ülkeye de Osmanlı ülkesi denir. Daha doğrusu Türkiye yani Türk eli denilir. Yabancı ülkelerin 1500’lerdeki haritalarında bile Türkiye’yi veya Turkiye bu şekilde isim verilmiştir. Kimse bize Ottoman veya Osmanlı demiyordu.
Bunu biz diyorduk. Çünkü bütün topraklar tıpkı feudal mantıkta olduğu gibi Osmanlı ailesine aitti. Siz 150 yıl önce ben Osmanoğluyum, ben Osmanlıyım deyin bakalım ne yapıyorlar. Tahta hak mı iddia ediyorsun diyerek kelleyi alırlar. Çünkü Osmanlı bir hanedandır ve ülke Osmanlı’nın malıdır. Biz Osmanlı zamanındaki köylünün torunlarıyız. Ve bizim bir soyadımız da yoktu. Bize sorulduğunda biz Müslümanız veya Padişah’ın kuluyuz diyorduk.
Çünkü bizim kimliğimiz bu kadardı. Kimse ben Türk’üm, ben şuyum buyum diyemiyordu. Bakın tekrar belirteyim siz kim olduğunuzu soy adınızla belirtiyorsunuz. Mesela Osmanlı bugün Osmanoğlu adıyla kim olduğunu ifade ediyor. Bizse başka soy isimleriyle hangi aileden, hangi aşiretten olduğumuzu söylüyoruz. Ki soy adı kanunu da Atatürk sayesinde geldi zaten. Daha önce biz Ahmetoğlu Mehmet gibi, Ibn veya Ebu Künyeleri ile Araplar gibi kendimizi ifade ediyorduk.
Çünkü biz Arapça, Farsça alfabeyi almanın yanında Arapların kültürünü de almıştık. Yani biz sadece İslamiyete geçmedik. Biz bir tek Müslüman olmadık. Biz günden güne Araplaşmaya devam ettik. Hatta Araptan çok Arapça olduk. Bu yüzden zaten dil devrimini de, harf devrimini de din düşmanlığı olarak gördük. Çünkü Arapçayı ve Araplığı kutsallaştırmıştık. Bugün harf inkılabının beğenilmemesinin altında yatan en büyük sebeplerden biri
harf inkılabının din inkılabıyla karıştırılması. Bize göre Osmanlıca ve Arapça din diliydi. Allah’ın diliydi. Kutsal bir dildi. Bunun değiştirilmesi, dine ihan etti, din düşmanlıydı, vatan hainliydi, neler neler. Halbuki Osmanlıca ve Arapça farklıdır. Bugün bir Arap gelse Osmanlıca bir şeyi okuyamaz, anlayamaz. Kaldı ki Arapça bile yazsaydık yine fark etmezdi. Çünkü Arapça eksik bir dildi.
Arapçada sesli harfler olmadığı için biz mesela Mehmet yazacağımız zaman Nıhımıt yazmak zorundayız. Meh-H-Me-De. İyi de bunu okurken nasıl okuyacağız? Mehmet mi Mahmut mu nereden bileceğiz? Bilemiyoruz. Bu yüzden de hareke gibi tekniklere geçiş yapıyoruz ki oraya birazdan geleceğim. Özetle Arapça ve Osmanlıca birbirinden farklıdır. Ve ne Arapça ne de Osmanlıca din dili değildir. Kutsal bir şey değildir.
Ama biz böyle gördük ve harfin kilabına dinsizlik gözüyle baktık. Hala daha öyle bakanlar var. Murat Bardakçı da tarihin arka odası programında sürekli espriyle karışık bunu eleştirmiştir. Örneğin siz Osmanlıca olarak Manastır Mutasarrıflığına yazdınız ve bir araba verdiniz. Arap bunu okurken, minna süttire muttâsıran felegannehu diye okuyacaktır. Anlamı da sol şey ki örtülür ısrar ederek vesaire vesaredir.
Yani mantıklı bir cümle bile değildir. Bu da espri falan değil yanlış anlamayın çünkü gerçekten bu şekilde birçok yanlış anlaşılma yaşandı. İsteyenler Google’a Ömer Seyfettin 23 Temmuz 1914 yazarlar ve daha ayrıntılı bir şekilde bu anlattıklarımı okurlar. Biz alfabemizle kendimizi yeterince iyi ifade edemiyorduk. Telgraflarımızda sürekli bir problem çıkıyordu çünkü Mehmet Mahmud örneğinde olduğu gibi sürekli farklı anlamlar veriliyordu.
Kelimelerin köklerine bakıyorduk ve bunlarda en ufak bir hata bile bütün anlamı değiştiriyordu. Yani bir dil problemi vardı. Harfin kilabı bu konuda bayağı yardımcı oldu. Ama şunu şöyle örneklendireyim. Mesela dil nedir? Bugün birbirimizle anlaşmamızı sağlayan sesli bir pratiktir değil mi? Yani kelimelere aynı anlamları yüklüyorsak aynı dili konuşuyoruz demektir. Benim söylediğim şey bu ses sizde aynı anlamı uyandırıyorsa, zihninize düşebiliyorsa demek ki beni anlıyorsunuz.
Mesela ben t-shirt deyince şunu kastediyorum. Ama siz t-shirt deyince bunu değil de bunu anlıyorsanız yani verdiğimiz anlam, kelimenin anlamı farklı ise beni yanlış anlarsınız. Aynı şekilde yazışırken de aynı anlamları verdiğimiz şeyleri kullanmalı, aynı anlamları vereceğimiz harflerle yazışmalıyız. Ki yazı da ikiye ayrılır.
Bir, semboliktir yani hieroglifler gibi bakınca farklı anlamlar verilebilecek yazılardır, resme benzerler Çince veya Arapça gibi. Bir de alfabetik bir yazı türü vardır. Bu alfabetik yazı türü de harflere seslerin yüklenmesiyle olur. Yani bakınca bir anlam çıkarmanıza gerek yoktur. Zaten bu ses çildir. Her harfin bir ifadesi vardır. Örneğin şu anda ekranda benim A olarak bildiğim bir harfi görüyorsunuz. Bu A’dır.
Keliminin ortasına da koysak, başına da koysak, sonuna da koysak bu A olarak ifade edilir. Bu harfin anlamı A sesini veriyor. Başka bir dilde bu E de olabilir. Ki İngilizce’de mesela bu problemleri yaşardık. Hatırlayın biz Türkçe’yi yazıldığı gibi okunan bir dil diyebiliyoruz ve bakınca dediğim üzere A harfi nerede olursa olsun A sesini veriyor. Ama İngilizce’de mesela İ harfi farklı anlamlara gelebiliyor.
Bird derken İ’yi ö diye okuyoruz. Think derken İ’yi iyi diye okuyoruz. Ama dilin kurallarını bilirsek bu büyük bir dert değil. Yani ufacık bir çalışmayla bu Bird’ü, Think’i olması gerektiği gibi okumayı öğreniriz. Fakat İ harfinin 9-10 tane sesi olsaydı. Mesela bir kelimede ö diğerinde a diğerinde u olsaydı. Bunu nasıl anlayacaktık? Bunu öğrenmek kolay olabilecek miydi? Ve bunu birçok harf için yaptığımızı varsayın.
Hatta varsaymayın işinizi daha da kolaylaştırayım. Bir örnek daha vereyim. Şu anda videoyu arka planda açık bırakanlar var ya başka bir şeyle uğraşırken beni dinleyenler onlara sesleniyor. Ekranı bir açın bakalım şu anda söyleyeceğim şeyleri ve ekranda göstereceğim şeyleri bir bakın. Uygulamalı olarak Osmanlıca’daki problemleri göstereceğim. Şimdi şu ekranda gördüğünüz harfe bir bakın. Şu gördüğünüz harf normalde 1 veya 2 şekilde seslendirilebilmeli değil mi?
Yani bu c ise c’dir a ise a’dır ama öyle mi? Gelin beraber bakalım şu anda lugat.com’dan yani Osmanlıca bir sözlükten bakıyorum ve bunun gibi başka sözlükler de var. Dileyenler internetten de kontrol edebilir veya ellerinde lugat veya kamus varsa yine bakabilirler. Burada Osman yazdık ve az önce gördüğünüz harfi burada da gördük. Şu burada bu o diye okunuyor. Peki her zaman o diye mi okunacak?
Bir de ona bakalım. Irk yazdık ve yine aynı harfle karşılaştık. Bu sefer ı diye okunuyor. Aynı harf hem o oldu hem de ı oldu. Devam ediyoruz. Örf yazdık ve yine aynı harfi görüyoruz. Bu sefer de ö diye okunuyor. Yine devam ediyoruz. Bu sefer İsmet yazdık ve yine aynı harfi gördük. Bu sefer de i oldu.
Biter mi? Tabi bitmeyecek. Devam ediyoruz. Adalet yazdık ve adalette yine aynı harfi görüyoruz. Bu sefer bu harfi a diye okuyoruz. Devam ediyoruz. Ulema yazdık ve yine aynı harfi görüyor muyuz? Nerede? Aşağılarda mı kaldı? Bakalım. Ulema veya ülema şeklinde yine farklı yazımlarını görüyoruz gördüğünüz üzere. Devam ediyoruz. Bu sefer başka bir siteye bakıyoruz. Hani hep aynı yerden olmasın.
Bu sefer Ü’yi yazdık ve yine aynı harfi gördük. Bu sefer ü oldu. Osmanlıca ihya.org. Dediğim gibi isteyenler yine kontrol ettirebilir ki bunun gibi birçok harf var. Bir harf düşünün ki hem ı oluyor, hem ö oluyor, hem o oluyor, hem i, a, u ve ü oluyor. Yani bu harf joker gibi her şey oluyor. Yani harfin ağzı olsa konuşmaya çalışsak, kardeşim sen hangi harfsin diye sorsak, sana ne lazım abi, sen ne istiyorsan olayım falan diyecek. Şimdi böyle bir harfi okuduğunuzda kolaylıkla görmek ve seslendirmek mümkün müdür? En ufak bir nokta hatasında, en ufak bir yazım hatasında kelimenin anlamı değişmeyecek midir? Tabii ki değişecektir ve bu birçok problem yaratacaktır. Mesela günümüzden 500 yıl önce elimizde çok iyi yazım imkanları yokken bir şeyler yazmaya kalksaydık ve ufacık bir hata yapsaydık bütün anlam değişecekti. Arapça’da ve Osmanlıca’da sesli harflere ve okunuşa bakılmaz. Nereye bakılır? Şu harften önce gelen şeyin neye benzediğine bakılır. Yani Osmanlıca, Arapça hiç de öyle çok zengin bizi muasır medeniyetler seviyesine yükseltecek gerçekten çok kıymetli bir dil değil.
Maalesef değil ama öyle öğretiyorlar ve biz de maalesef öyle ezberliyoruz. Yeterince anlaşılır olmuştur herhalde. Gördüğünüz üzere bir tane harfe bile farklı sesler veriyoruz ve artık harfleri bırakıp köklere bakıyoruz. Tıpkı Mehmet Mahmud gibi. Ve bir kök bize 10 tane anlam verebileceği için de dini bile 5 yılda bir sürekli değiştiriyoruz, sürekli yeni tefsir getiriyoruz, hiçbir konuda anlaşamıyoruz. Böyle bir dil ile mükemmel bir iletişim kurmak, dünya imparatorluğu kurmak mümkün müdür? Asıl böyle bir dil sizi geri götürür ki götürmüştür de. Bugün diyorlar ya, harf devrimi yüzünden cahil kaldık, mezar taşlarını okuyamadık, dinimizden koptuk. Tam tersini, harf devrimi sayesinde dinimizin ne anlama geldiğini öğrenmiş olduk. Çünkü Osmanlı zamanında okuma yazma oranlarını bir kenara bırakın. Osmanlı zamanında kitabı okuyan yoktu zaten. Millet, hoca ne anlatıyorsa onu dinliyordu, hoca ne söylüyorsa onu yapıyordu. Hatta bir tarikatı, bir mezhebi olmayan hiçbir insan yoktu. Bugün hadisleri bile bırakıp Kur’an bize yeter diyenler var. Çünkü millet Kur’an’ı anladığı dilden okuyabiliyor. Kur’an’da ne yazdığını biliyor ve hımm demek burada böyle söylüyormuş diyor. Gidiyor, hocalara soruyor bak burada böyle bir çeviri yapılmış. Hoca da ne yapacak? Kıvırmak zorunda kalıyor.
Hoca da şunu demek istiyor aslında falan filan diyerek, farklı farklı anlamlar veriyor. Eğer bugün biz kendi dilimizde bu dini anlayamıyorsak, emin olun geçen 1400 yılda da kimse anlayamamış demektir. Neyse işi dinden uzaklaştıralım, dilden devam edelim. Çünkü anlamış olmanız lazım. Harf devriminin mezar taştırıyla falan alakası yok, dinle alakası var. Millet din düşmanlığına bağlıyor. Hatta bugün Atatürk’ü Latin harflerini getirdi diye eleştiriyorlar ya. Farz edin ki Osmanlı Latin alfabesi kullanıyordu ve Atatürk Osmanlıca veya Arapçayı getirdi. Eğer durum böyle olsaydı bugün Atatürk’ü yere göğe sığdıramayacaklardı. Hatta Osmanlı’ya din düşmanı diyeceklerdi, ateist diyeceklerdi. Yani bu insanların derdi dil değil dindi. Osmanlı’nın en iyi döneminde bile okur-yazar oranı maksimum %17 civarlarına fırlamıştır. Ki bunun da neredeyse tamamı İstanbul gibi büyük şehirlere dağılmıştır. Yani ne doğuda ne karadenizde pek bir kişi okuma yazma bilmezdi. Millet gazeteleri bile okuyamazdı. Bu yüzden de hiçbir şeyden haberi olmazdı. Birinci Dünya Savaşına gireceğimiz zaman, bu Avrupa denen adam bizden ne istiyor ki bize saldıracakmış diye soruyorduk. Halk Avrupa’yı bir kral, bir padişah zannediyordu. Size abartıyormuşum gibi gelebilir fakat gerçekler bunlardır. Almanya’nın gönderdiği müfettişler, Anadolu’da adam akıllı ev bile yapılmadığını, mayalı ekmeğin bile çok nadiren üretildiğini yazmışlardır. Osmanlı neden yıkıldı diye bir video yapmıştım. O videoyu da bir izlerseniz durumu daha iyi anlayacaksınız. Böyle borç batağında yok olmak üzere olan bir imparatorluktan, yeni bir ülke yaratmış insanları bugün çemkirenler oturup biraz tarih okusalardı. Böyle videolar çekmek zorunda kalmayacaktık. Cumhuriyet kurulurken ülkemizdeki okur-yazar oranı %10’un altındaydı. Kimileri %11 diyor, kimileri de %8 diyor. Raporlar yıl yıl değişir. Bunun sebebi şudur, Birinci Dünya Savaşı, Balkan Savaşı, Çanakkale vs. derken birçok yerde kalifiye elemanlarımız, okuma yazma bilenler, meslek erbapları, subaylar bunlar şehit oldular. E nitelikli insanlar şehit olunca okuma yazma oranı da tabii ki düşüyor.
Hatta kadınlarda, 1000’de 4 oranına kadar okuma yazma oranı iniyor. Ama bugün cumhuriyet sayesinde, harf devrimi sayesinde yurtdışına öğrenci gönderir olduk ve okuma yazma oranı neredeyse %100’e geldi. Eğer bugün 100 yaşında değilseniz ve çok ücra bir köyde yaşamıyorsanız, okuma yazma biliyor olmanız lazım. Eğer cumhuriyet olmasaydı, Osmanlı devam ediyor olsaydı, bugün 2020’de olmamıza rağmen kadınlardaki okur-yazar oranı
%20’lerin üstüne çıkamazdı. Tarih üzerine varsayım yapılmaz, bu doğrudur, şu an sallıyor gibi görünüyorum ama akıl var mantık var yani daha kadınlara seçme seçilme hakkı verilir miydi o bile belli değil. Neyse biz şu harf devrimiyle alakalı eleştirilerden devam edelim. Çok meşhurdur bugün şey derler bilirsiniz ya Japonya, Çin kaç bin yıllık alfabe kullanıyor, bu adamlar geri düşmedi, bu adamlar aynı alfabeyle devam edebildiler. Biz niye etmedik, biz illa da değiştirmek zorunda mıydık, Osmanlıca kalsaydı da gelişemez miydik? Arkadaşım Japonya iki tane atom bombası yedi, adamlar paramparça oldular, buna rağmen inat yaptılar, hırs yaptılar, çalıştılar, pes etmediler, geçmişle övünmeyi bırakıp bugün bir şeyler başarmaya çalıştılar ve birkaç yılda birçok ülkeyi geride bıraktılar hem ekonomik hem de eğitim alanında.
Biz öyle miyiz, biz o kadar çalışıyor muyuz? Bugün bir Japon işinde başarısız olsa anında istifa ediyor, anında yerine daha iyi bilen birisi geliyor ve her alanda ilerliyorlar. Biz öyle yapıyor muyuz? Bugün biz sadece geçmişimizde övünmeyi veya şikayet etmeyi huy edindik. Bugün biz üşengeciz kusura bakmayın, her şeyin en kolayını arıyoruz. Bugün bir işe gireceğimizde yine torpille veya arkamızdaki insanlar da bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
Her şeyin kestirme yollarını arıyoruz. Kendi videolarımdan örnek vereyim. Mesela bu video muhtemelen 1 saat civarı olacaktır ve sırf 1 saat diye bunu açmayacak insanlar vardır. Niye? Çünkü 5 dakikada öğrenmek istiyorlar. Yok mu şöyle 5 dakikada Osmanlı tarihi? Yok. 5 dakikada izleyip öğrenirsen işte böyle yarım yamalak bilgilerle geçmişine çamur atmaya başlarsın. Çünkü hiçbir konuda derin bilgi 5 dakikada gelmiyor. Bugün bir konuda başarısız olduğumuzda koltuğu başkalarına bırakmayız. İstifa etmeyiz, bir koltuk sevdamız vardır çünkü en doğrusunu biz biliyoruzdur. Gençler ne bilecek canım onlar daha toy diye düşünürüz. 90 yaşına kadar ülkenin başında kalırız. E bu durumda da ülke 90 yıl olduğu yerde sayar. Bugün biz hayatımızı değiştirecek sınavlarla alakalı bile bir çaba göstermiyoruz. Kopya çekmeye çalışıyoruz. Sürekli birileri çalışsın bir inek sayesinde ben de geçeyim. Ben bedava takılıyım. Hep bu kafadayız. Atatürk, Türk milleti çalışkandır, zekidir şeklinde bir nutuk verdi ama gerçekten inanıyor muydu bilmiyorum. Adam bunları belki de sırf bizi gazlamak için söylemiştir. Hani oğlum akıllısınızdan yaparsınız mantığıyla bizi belki de teşvik etmek istemiştir. Bilmiyorum. Bugün Japonlar 1000 yıl önceki yazıları okuyorlar bu doğru ama biz 100 yıl önce Osmanlıca kullanıyorken de dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyorduk zaten.
Yani 100 yıl önce de Osmanlı zamanında da okur yazar oranı zaten yüksek değildi. Herkes harıl harıl kitap karıştırmıyordu. Öyle bir şey yok arkadaşlar. Ama bugün siz çok istiyorsanız gidersiniz üniversiteye Osmanlıca öğrenirsiniz, tarihçi olursunuz ve belgeleri tercüme edersiniz. Tabii belli bir dönemi hepsini tercüme etme şansınız yok. Niye tarihçi olursunuz diyorum onu da söyleyeyim. Çünkü tarihçi olmayacaksanız belge tercüme etmenin mezar taşı okumanın hiçbir anlamı yok. İşinize yaramayacak. Hani bugün felsefe tarihi öğrenmek isteyince latince veya antik Yunanca öğreniyoruz ya aynı şekilde Osmanlı tarihi öğrenmek istiyorsanız da Osmanlıca öğrenirsiniz. Bu basittir. Çok da zor bir şey değildir. İlber Ortali 50 kere söylemiştir ben de söyleyeyim. Osmanlı zamanında yurt dışından bize gelen öğrenciler iki hafta içinde Osmanlıca’yı öğreniyorlardı. Yani iki haftada yazılan şeyleri okuyorlardı.
Biz de çok istersek öğrenebiliriz. Niye öğrenmeyelim? Niye öğrenmeyeceğimizi söyleyeyim çünkü üşengeciz tekrardan hatırlatayım. Siz bugün gerçekten tarihinize bağlı değilsiniz. Gerçekten de ecdadınıza, atalarınıza saygı göstermiyorsunuz. Bugün derdiniz üzüm yemek değil, bağcıyı dönmek. Yani gören de harf devriminden önce uzay çağında yaşıyorduk zannedecek. Sanki yapay zekâlar geliştirmişiz de aya roket yollamışız da bütün dünya için faydalı olacak bir şeyler bulmuşuz da.
Sabah akşam kitap okuyormuşuz da. Alakası yok. İşte bunlar masaldır kusura bakmayın kendimizi böyle kandırıyoruz. Osmanlıya matbaa 1727 yılında gelmiştir ve ilk matbaayı İbrahim Müteferrika açmıştır. O da 20 yıllık iş hayatında anca 16 kitap basabilmiştir. Çünkü akıl almaz bir sansür vardır. Hoş sansür olmasa da zaten basamıyorduk orası ayrı konu.
Ayrıca bu 16 kitap içerisinde Türkçe veya Türklükle alakalı bir tane bile kitap yoktu. Zaten bassaydık da kimse okumazdı çünkü o dönemlerde Türklük aşağılanan bir şeydi. Tanzimat 1. dönemle beraber batıdan çevriler yapmaya başladık. Gazetecilik yaygınlaşmaya başladı, matbaalarımız tekrardan çalışmaya başladı ve halkımız iyi kötü okumaya başladı. Bundan önce kusura bakmayın ama Osmanlı öyle pek de aydın değildi.
Tamam Osmanlı’ya cahil diyecek halimiz yok ama pek de gelişmiş olduğumuzu söyleyemeyeceğim. Zaten bunu tarihte gösteriyor. Hani çok meşhur bir örnek vardır. Muhtemelen duymuşsunuzdur. Bu örnekle Osmanlı’yı ve ecdad fantezisini biraz anlatmaya çalışayım. Çünkü bugün sadece 500 yıl önceki atalarımızla övünüyoruz. Bugün övünecek hiçbir şey yapmıyoruz. Her sınıfta vardır. En önlerde oturan çalışkan çocuklar vardır.
Ufak tefeklerdir, pek kuvvetli değillerdir. Bir de iri yarı Hanzo bir arkadaş vardır. Bu arkadaş derslere çalışmaz, herkesin enseye vurur, artistlik yapar, kabadayılıkla korkulan birisi haline gelir. Ama okul bittiğinde hiçbir başarısı yoktur hatta sınıfta kalır. O en öndeki ezik, ses çıkaramayan arkadaşlar çalışırlar. İleri de okul bittiğinde bir müdür olurlar. Bu arkadaşlar gelişir kendini kanıtlar ama o Hanzolar gider kahvehanelerde.
Ya ben bunları zamanında ne dövüyordum ha, enseye bir çakıyordum, bilmem ne yapıyordum diye övünürler. Osmanlı işte bu Hanzodur. Kusura bakmayın. Zamanında kaba kuvvetle öyle heyt heyt yapmışız, milleti korkutmuşuz. Ama o millet akıllı davranmış, bizi geçmiş ve şimdi bizimle oynuyor. Bugün bir yabancı filmde İstanbul’u falan gösterdiklerinde dikkatli bakın. Sürekli herkes şalvarla gezer, herkes kafasını örtmüştür, etrafta develer vardır.
Yani İstanbul’u mu görüyoruz, Arabistan’ı mı görüyoruz belli değildir. Türkiye’yi böyle gösterirler ve kimse ses çıkaramaz. Ya biz öyle değiliz diyemez. Desek de ciddiye almazlar zaten. Biz bugün Çanakkale’yle, onunla bununla övünüyoruz ama İngiltere’de Çanakkale’yle alakalı hiçbir şey öğretilmiyor. Millet Gallipoli dediğin zaman anlamıyor yani Gelibolu mudur nedir, ora neredir. Türkiye dediğiniz zaman Arabistan’da bir yer zannediyorlar. Ve bugün bu durumda olmamızın sebebi Harf Devrimi falan değil.
Yani Cumhuriyet muhteşem kudretli Osmanlıyı böyle bir hale getirmedi. Bunun sebebi zamanında Hanzo gibi herkesin ensesine vurmamızdı. Şimdi de onlar bizim ensemize vuruyorlar farkında bile değiliz. Eğer Osmanlı Türkçülüğe ve tarihine gerçekten kıymet verseydi, bugün Osmanlının dağılmasına gerek kalmayacaktı. Atatürk’ün ülke kurmasına da gerek kalmayacaktı. Çünkü biz savaş durumunda millet olamadık, ümmet bile olamadık, hiçbir şey başaramadık ve dağıldık.
Hani objektiflik diyoruz ya şuna da değinmeden edemeyeceğim. Bugün işsizlik vardır, birileri darbe yapar ve gerekçi olarak halk açtı, biz de açlığı bitirmeye geldik der. Bugün hilafet kukla olmuştur, millet din üzerinden kandırılıyordur, birileri reformlar gerçekleştirir ve halka dinin gerçek yüzünü gösterir. Bugün birileri vatanı satar, toprağını satar, ülkenin gidişatı kötüdür ve ordu darbe yapar.
Ordu yeni bir hükümet kurdurur ve kaybettiğimiz toprakları geri almaya çalışır ya da en azından elimizde kalanları korumaya uğraşır. Bütün bunların sebebi, mevcut olan kötü durumun daha da kötüye gitmesini engellemektir. Kuva-i Milliye, milli mücadele döneminde daha kötüye gitmemizi önledi. Mondros ve Sevr antlaşmalarını elinin tersiyle iterek masaya yumruğunu vurarak Lozan’ı elde etti. Bunu başardıktan sonra da biz öncekilerden daha iyiyiz diyebilmek adına yenilik getirdi. Bu yenilikler birçok alanda gerçekleşti. Amaç medeniyetti. Osmanlı’da ne eksikti? Okur-yazar oranı. Buna el atıldı. Harf devrimiyle bu halledildi. Osmanlı’da ne eksikti? Üniversiteler, okullar, öğretmenler. Yurtdışındaki okullarla anlaşıldı ve Almanya’dan bile profesörler getirildi.
Osmanlı’da ne eksikti? Din eğitimi. Millet dergahlarda günde 10.000 zikir çekince ibadet ettiğini zannediyordu. Buna el atıldı. Dinde Türkçeleşmeye gidildi. Osmanlı’da ne eksikti? Özgür irade. Buna el atıldı. Halka sorgulama yeteneği bahşedildi. Padişahımız ne derse o değil, hak, hukuk ne derse o oldu. Osmanlı’da ne eksikti? Eşitlik. Kadınlara seçme seçilme hakkı verildi.
Hem de Fransa gibi birçok Avrupa ülkesinden yıllar yıllar önce. Özetle Osmanlı’da ne eksikse Cumhuriyet’te bu eksikleri gidermeye çalıştık. Yüz yıl önce emperyalistler bizim işgale boyun eğmemizi istiyorlardı. Bizi sömürgeleştirmek istiyorlardı. Ama başaramadılar. Çünkü Mustafa Kemal’ler engel oldu. Ama şu anda Mustafa Kemal’ler yok. Ve 100 yıl öncesinin acısını maalesef çıkarıyorlar.
80 yıl önce onlarca savaştan çıkmış harap bir ülkenin yapmaya çalıştığı kalkınma projelerine bakıp peh peh ne büyük rezillikmiş falan diyoruz. Halbuki bugün bu lafları edebiliyorsak bunu 80 yıl önce canla başla bu devrimleri gerçekleştirenlere borçluyuz. Arkadaşlar bugün biz Osmanlıca okumayı öğrenseydik bile ne okuduğumuzu anlamayacaktık. Çünkü Osmanlıca denilen dil, Arapça ve Farsça karışımı bir dilden ibaret.
İçinde Türkçe kelime bile kalmamış. Hani bugün İngilizce okumayı öğreniyoruz ya. Ama İngilizce bilmiyorsak ne okuduğumuzu anlamıyoruz. Aynı bunun gibi. Biz bugün Osmanlıca okusak bile orada yazanları tercüme etmek zorunda kalacaktık. Çünkü orada yazanlar Osmanlıca. Türkçe değil. Yani bugün birdü, birip diye okusanız gülerler. Aynı bunun gibi. Bugün biz 8. yüzyıldaki kitabeleri okuduğumuzda veya Yunus Emre gibi, Karaca olan gibi halk şairlerine baktığımızda bunların söylediği şeyleri çok rahat bir şekilde anlıyoruz değil mi? Hatta Alper Tonga öldüğü gibi kaç bin yıllık Saguyu bile rahat bir şekilde okuduğumuzda anlıyoruz. Ama Osmanlıca bir belge alın. 17. yüzyılda, 16. yüzyılda yazılan şeyleri bir okumaya çalışın. Anlamayacaksınız çünkü Türkçe değiller. Osmanlıcalar. Arada büyük bir fark var. Bakın normalde Osmanlıca değil eski Türkçe demem gerekiyor ama diyemiyorum. Çünkü alakası yok. Osmanlıca apayri bir dil olmuş. Mesela biz Selçuklu’nun konuştuğu dile Selçukluca diyor muyuz? Demiyoruz. Çünkü o zamanlarda henüz Arapça ve Farsça bu kadar Türkçenin ırzına geçmemişti. Osmanlı zamanında geçti ve artık Osmanlıca diye bir dil yaratmak zorunda kaldık. Hanedanın konuştuğu dile Osmanlıca, halkın konuştuğu dile Türkçe dedik
ve halk hiçbir zaman onu yönetenlerin ne konuştuğunu ne yazdığını ne düşündüğünü bilemedi. Problem de buydu zaten. Devleti yönetenler de halkın ne düşündüğünü bilmedikleri için, anlaşamadıkları için sürekli bir isyan çıkıyordu. Osmanlı’daki isyanları saymaya kalksak zaten video 10 saat 15 saate çıkacak. Bakın bugün tarihimize baktığımızda halk edebiyatı ve divan edebiyatı olmak üzere bir ayrım yapıyoruz değil mi?
Bunun sebebi nedir? Bunu da size birkaç örnekle anlatayım bakalım. Tatavla’da Mahremiyenin Arapça Farsça sözlüklerle dolu divan edebiyatına tepki olarak yazdığı basitname adlı eserde yer verdiği beytler bugün bile hala çok rahat bir şekilde anlaşılabiliyor. Gördümse Gürdür ol ala gözlü geyik gibi, düştüm saçı tuzağına bon üveyk gibi.
Yine Karacaoğlanın yazdıklarına baktığımız zaman kendisi halk edebiyatçısı olduğu için söylediklerini rahatlıkla anlayabiliyoruz. Yine bir örnek verelim. Nedendir de kömür gözlüm nedendir şu geceki benim uyumadığım. Çetin derler ayrılığın derdini ayrılık derdine doyamadığım. Şimdi bu okuduklarımı niye anladınız? Çünkü Türkçe idi. Osmanlıca değildi. Osmanlıca okusaydım anlayamayacaktınız.
Gerçi bunu bir tek siz değil Osmanlı halkı da anlayamıyordu çünkü süslü süslü sürekli anlaşılamayacak bir şekilde konuşmak entelektüellik oluyordu aydınlık oluyordu. Özetle şunu bir anlamanız lazım. Hani bize okulda öğretiyorlar ya tanzimat birinci dönem tanzimat ikinci dönem sanat için sanat halk için sanat göz için uyak kulak için uyak bunların ne olduğunu bilmiyoruz. Niye böyle bir ayrım yapıldığını divan edebiyatının niye bu kadar zor olduğunu bilmiyoruz. Şimdi belki öğrenmiş olacaksınız.
Nef’i’nin Arapça ve Farsça kelimeler kullanarak divan edebiyatıyla yazdığı bir şiirine bakalım. O kadar sade bir dilde yazmış ki okuduğum anda anlayacaksınız.
Girdim iftahı deri gencimani ya elime aleme bezligü her eylesem itlaf değil. Levhi mahfuzu sühandır değil pekine fi tabi yaran gibi dükkan çey sahaf değil. Arap harfleri değişmeseydi bile bugün bunu kaçınız anlayacaktı. Ben söyleyeyim neredeyse hiçbiriniz. Eğer Arapça bilmiyorsanız veya tarihçi değilseniz bunları anlamayacaktınız.
Çünkü dil değişti arkadaşlar yani bunun harf ile alakası yok. Harf aynı olsa bile dil aynı değil. Biz harf devrimi ile beraber dil devrimi de yapmış olduk. Öz Türkçe’ye döndük. Türkçe kelimeleri geri aldık. Bir yandan Fransızca İngilizce kelimeler de girdi dilimize ama bunların sebebi bütün dünyanın bunları böyle kullanıyor olmasıydı.
Yani biz özellikle Fransızlaşmadık. Mesela parfüm, parfüm güzel şişelenmiş koku demek. Biz bunu alırken şişelenmiş koku diye çevirmenin bir mantığı yoktur. Herkes nasıl kullanıyorsa öyle alırız veya papyon kelebek demektir veya papillon. Biz bunu alırken uçan kelebek ayrı şuraya taktığımız kelebek ayrı olduğu için olduğu gibi aldık.
Yani aslında kelebek değişmedi, koku değişmedi ama farklı objeler için orijinal isimleri ile onları dilimize katmış olduk. Ve yine değiştirebildiğimiz ölçüde eğer yabancı bir kelimeyi Türkçe’ye çevirebiliyorsak çevirdik. Aynı örneği bir daha vermiş olacağım ama iyi dinleyin, iyi anlayın diye tekrar ediyorum. Bakın biz 900’lü yıllardan kalma anıtlarımızı okuyabiliyoruz çünkü onlar Türkçe. Çünkü bugün Türkçe konuşuyoruz. Ama Osmanlıca olsaydı anlamayacaktık. Bugün birisi yolda üstünde Arapça yazan bir kağıt bulsa bunu alır, öper, başına koyar, gider evinde en yükseğe asar çünkü onu bir dua zanneder.
Halbuki kullanma kılavuzudur veya bileçete falandır haberi yoktur. Çünkü Araptan çok Arapça olduk ve bugün batıya özendik diyorlar ya bazıları biz de zamanında Araplara özendik. En büyük problem de buydu zaten.
Odun yerine hatap, et yerine lahım, pirinç yerine erz, yok yerine nağ mevcut, bekleme yerine intizar, çarpışma yerine müsaade mi ve daha bir çok şey. Günden güne Türkçe’den kopar hale gelmiştik. Baş, göz, yüz, dil ve el yerine durup dururken res, çeşn, lisan, veç, yed gibi sözcükler kullanmaya başladık. İyiden iyiye Araplaşmıştık.
Atatürk’e bizi tarihimize bağladığı için minnet duyacağımıza söver hale geldik. Osmanlı’da %10’u geçmeyen okur-yazar oranını, 20 yılda %60’lara %70’lere çıkaran cumhuriyete teşekkür edeceğimizi çemkiriyoruz. Çünkü diyorum ya, olay tarih veya dil değil, olay din.
Az önce konuştuk. Arapça kutsallaştırıldığı için bu gibi reformlar dinsizlik diye adlandırıldı. Ki bu sadece bununla kalmadı. Osmanlı döneminde de hep bir Arap özentiliği hâkimdi. Örneğin, ya kendimize Türk diyemedik ya da İslamiyet öncesi Türk devletlerini Türk’ten saymadık. Onlar Müslüman değildi, dolayısıyla adam da değillerdi, dedik.
Türkler İslamiyetle şereflendirilmiştir diye bas bas bağırdık. Sanki öncesinde şerefsizmişiz gibi böyle bir algı yarattık. Bakın Arapça kutsal bir dil olsa eyvallah diyeceğim problem kalmayacak ama öyle bir şey değil. Arapça Kur’an’la gelen bir dil değil yani Kur’an’a özel bir dil değil. Arapça Kur’an yokken de vardı. Mekkeli müşrikler, putperestler zaten Arapça konuşuyordu, Arapça yazıyordu. Hatta Kur’an o insanlar anlasın diye zaten özellikle Arapça indiğini söyler ve Zuhruf Sûresi 3. ayette bunu belirtir. Siz anlayasınız diye Arapça indirdik der. Çünkü o insanlar Arap’tır. Biz Arap mıyız? Bakın bugün diyorlar ya Kur’an’ı Türkçe’ye çevirince manası kaybolur, derinliği gider, ilmi azalır.
Öyle bir şey yoktur eğer Kur’an Allah’tan geldiyse. Bir Müslümanın böyle bir şey söylemesi saçmalıktır. Allah’ın gönderdiği bir kitap, Allah’ın sözü hiçbir şekilde kıymetini kaybetmez. Hangi dile çeviriyorsanız çevirin anlaşılabiliyor olması lazımdır. Eğer Kur’an bir tek Arapça okunabiliyorsa, bir tek Arapça öğrenilebiliyorsa bu durumda Kur’an bir tek Araplarındır kusura bakmayın.
Yavuz dönemini anlatan Selim Nâme adlı kitabın yazarı olan Keşfî kitabını Türkçe yazmamıştı, Arapça yazmıştı. Neden Türkçe yazmadın diyenlere ise şu cevabı vermişti. Türk dili iri bir inci tanesi gibi yontulmamıştır ve iç tırmalayıcıdır. O nedenle yeryüzündeki zarif yaratılışlı kişilerce hoş karşılanmamakta, dilde kurallara önem veren kimselerin de anlayış ve beğenisine uygun düşmemektedir. Bu yüzden de kültürlü kimselerin görüşmelerinde dışlanmış ve güzel konuşan kimselerin söyleşilerinde aşağılanmıştır. Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra Türkçe’ye yerleşen Arapça Farsça kelimelerin oranı, Karahanlılar döneminde Kutakdubilik’te %1-2 iken, 200 yıl sonra yazılan Atâbetül Hakayık’ta bu oran %20-26’lara kadar çıkmıştır. Bu oran eski Anadolu Türkçesi’nde, örneğin Yunus Emre’de %13 civarındadır ama Divan şairlerinden bakide %65 oranında Arapça Farsça kelimeler vardır. Devam edersek Arap ve Fars dillerinin Türkçe’deki yoğunluğu Nefî’de %60, Nabi’de %54, daha sonra Tanzimat dönemi yazarlarından Namık Kemal’de bile %62, Şemsettin Sami’de ise %64’lerdedir. Ahmet Mithat Efendi ve Ziya Gökalp gibi insanlar bile %57 oranında Orta Doğu dillerinin etkisi altında yazmışlardır. Bir dil düşünün ki, içindeki kelimelerin yarısından çoğu başka dillerden gelme ve yazım dili, roman, şiir, devlet dairesinde konuşulan dil her şey yabancı kelimelerle kaynıyor. Ve halk da bunu anlamıyor. Biz bu dili bıraktık ve bağlarımızı yeniden kurduk. Özetle biz bir gecede cahil kalmadık. Biz zaten cahildik. Biz bugün eğitim alanında Osmanlı’dan kat ve kat ilerdeyiz ve bunun sebebi teknoloji değil. Yani yaşadığımız çağ değil. Bunun sebebi anlaşılabilecek bir dil kullanmamız. Doğru alfabe ile iletişim kurmamız. Çünkü çağımızın en büyük gücü iletişim.
Bakın biz daha önce Arapçada yazıhane yani büro anlamına gelen kelimeyi mektebi okul anlamında kullanıyorduk. Ama şimdi okumaktan türetilen okul kelimesini kullanıyoruz. Daha önce Talibandan gelen talebe kelimesini kullanıyorduk. Ama şimdi öğrenmekten gelen öğrenci kelimesini kullanıyoruz. Yani kelimeleri kökleri ile anlamıyla bağlantılı bir şekilde öğreniyoruz. Bu zaten birçok şeyi değiştiriyor.
Bir dil düşünün bakın mesela İngilizce diyelim ki İngilizce içinde %60 oranında Türkçe barındırmaya başlasın ve 600 yıl boyunca halk Türkçe konuşsun. Hatta İngiltere ailesi İngiliz Kraliyet ailesi bile İngilizceyi komple bıraksın sabah akşam Türkçe konuşsunlar.
Türkçe atasözleri paylaşsınlar. Yazılan romanlarda okuldaki eğitimlerde sürekli Türkçe öğretilsin. İngilizce varlığını ne kadar sövdürebilir veya 600 yıl sonraki İngilizceye ne kadar İngilizce diyebiliriz. Bir düşünmek lazım muhtemelen İngilizce diye bir şey kalmazdı ortada. Ama bizde kaldı. Halk kendi içinde Türkçe konuşmaya devam etti.
Divan edebiyatı yapanlar, saraylarda Osmanlıca konuşanlar Osmanlıca yazanlar kendi dilleriyle devam ettiler ama halk halk edebiyatı yapmaya ve Türkçeyi korumaya devam etti. Demek ki Türkçe gerçekten de köklü bir dilmiş. Gerçekten de kendisini asimile etmeden devam edebilmiş. Bu bile bir şeyleri kanıtlar. Atatürk’e boşuna baş öğretmen denilmiyor. Bu harfin kilabının birçok anlamı var birçok yere gidiyor.
Tarihten devam edelim. Hani az önce demiştim ya Türkiye Osmanlıyı geçti diye. Bu birilerine saçma görünecektir. Olur mu? O kadar toprak aldık o kadar fetih yaptık diyecekler. Kardeşim fetih yaparsın doğru da. Fethettiğin bölgeyi eğer kontrol edemiyorsan, eğer millet olamıyorsan, o adamlara kendini kabul ettiremiyorsan hiçbir anlamı yoktur.
Çünkü yarın öbür gün gelirler sırtından vururlar ve intikamlarını alırlar. Bir yerleri fethetmek büyük olmak demek değil. Buna örnek istiyorsanız Arabistanlı Lawrence gibi birçok İngiliz ajanı, Orta Doğu’da Arap topraklarında halkımızı Osmanlı’ya karşı kışkırtmıştı. Ve Birinci Dünya Savaşı’nda bizim Osmanlı zannettiğimiz o topluluklar, İngiliz uşağı olarak İngilizlerle birleşerek Çanakkale’de bile bize karşı savaşmışlardı. Çanakkale’de savaştığımız kişiler sadece itilaf güçleri değildi. Birçok Müslüman gönüllü olarak bize karşı savaşmaya gelmişti. Bunun da sebebi o Müslümanların bizi Müslüman olarak görmemeleri idi. Hani diyoruz ya Osmanlı çok Müslümandı, Halifeliği bile almıştık falan. Bunlar hikaye. Halifelik sadece sembolli. Kimse bizi İslam’ın sancağı olarak görmüyordu. Zaten iki sayfa kitap okuyanlar da bunları biliyordur. Şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve halkı bir gecede kim cahil bırakmış bir düşünmeye çalışın. Türklüğünden, geçmişinden utananlar mı? İslamiyet öncesi Türk devletlerini onlar Türk değil onlar adam değil biz onlar gibi değiliz diyerek dışlayanlar mı? Bağını tarihinden koparanlar, kendini milletlik kavramından ümmet kavramına götürenler mi? Türk’lük kelimesinden bile utananlar mı yoksa Türk’ün kim olduğunu hatırlatıp, Türk’ün tarihini gerçekten ortaya çıkarıp, halka eğitim verip, halkı dünya ile birleştirenler mi? Meksika’ya kadar heyet gönderip, 12 ciltlik Türk sözlükleri yazdıranlar mı, 600 bin kadar Türk fişi toplayanlar mı, yoksa Türklere böyle yapanlar mı? Bir düşünmek lazım arkadaşlar. 1931’de Türkçe kullanım oranı gazete ve romanlarda %35’lerde iken, 1960’larda %60’ların üzerine çıkmıştır. Behçet Necati Gil, Nurullah Ataç ve birçok yazardaha %90’lara kadar Türkçe kelime kullanmışlardır. 16. ve 19. yüzyıl arası edebiyatçılarımız %20 oranlarında Türkçe sözlük kullanıyorken, Cumhuriyet döneminde %80’lere kadar Türkçe sözlüklere ağırlık verdik. Yani dil veya harf devrimi bazılarının iddia ettiği gibi batı özentiliği değildi. Türklüğe geri dönmekti. İnkilaplarımız için o batı özentiliğidir falan diyoruz ama 600 yıl boyunca Arap özentiliği yaptık ve bunu hiç konuşmuyoruz. Çünkü Araplara laf etmek, İslam’a laf etmek oluyor. Böyle bir algı içinde yaşıyoruz. Yani ben bu saatten sonra ne desem boş, kusura bakmayın. Artık bir yere kadar kafanın basması gerekiyor.
İlla da Osmanlı’dan konuşmak gerekiyorsa daha iyi anlamanız için Osmanlı’dan örnek verelim. Bakın Osmanlı’da Latin harflerini kullanmıştır. Hatta Latin alfabesine geçmeyi düşünmüştür ama bunu başaramamıştır, cesaret edememiştir. Ya akıl var mantık var bu adamlar düşünmüyorlar mı? Biz niye geri kaldık? Biz nerede hata yaptık? Bu tabii ki sorgulanıyor. Osmanlı içinde Latinçe kullanıldığı, Latin harfleriyle Türkçe yazıldığı bilinen bir şeydir.
1553 yılında Bartolomeo Gergoviz Latin harfleriyle Türkçe yazmıştı. Kendisi hırvat kökenli bir esirimizdi. Osmanlı’dan kurtulduğu zaman Osmanlı üzerine iki risale yazmıştı ve bunu da Turcarum Moribus yani Türklerin kişiliği üzerine başlığıyla yayınlamıştı.
Ekrana bu eserden bir alıntı ekliyorum. Sanırım seslendirmeme gerek yok. Arap harflerinin Türkçe’deki yetersizliğini ilk fark eden kişi Atatürk değildi. Katip Çelebi de buna dikkat çekmişti.
Daha sonra tanzimat döneminde yani 1800’lerde Ahmet Cevdet Paşa yayınladığı Kavaii de Osmaniye adlı kitapta, Türkçe’de bulunup da Arap alfabesinde bulunmayan sesli harflerle alakalı bir şeyler yapmak lazım demişti. Onun bu teklifi üzerine Encümeni Daniş 1863-1864 yıllarında Arap alfabesini harekeli olarak kullanmaya başlamıştı. Hareke tamamen Arapça’nın eksikliği yüzünden geliştirilen bir şeydi. Münif Efendi, ki kendisi bir paşadır, 11 Mayıs 1862’de kurucusu olduğu Cemiyeti İlmiyeyi Osmaniye’de verdiği konferanslarla alfabe konusuna değinmiş ve Arap harflerinin yetersizliğinden bahsetmiştir. Islahat yapmak lazım demiştir. Bu konferanslar Mecmuayi Funon dergisinde yayınlanmıştır.
Avrupalılar yazı yazarken sıkıntı çekmedikleri gibi küçücük çocuklar bile kolay bir şekilde dil öğrenebiliyor. Biz öğrenemiyoruz diyerek yakınmıştır. Latin alfabesinin kolaylıklarından bahsetmiştir. Yine Mirza Feth Ali harflerin ıslahı konusunda çalışmalar yapmış, dönemin sadrazamı Ali Paşa’ya bunları göndermiş ve Latin alfabesine geçmek lazım demiştir. Hatta bununla da kalmamış, inadına birçok mektubunu Latin harfleriyle yazmıştır.
Yine Mustafa Celaleddin Paşa 1869’da Latin harflerine geçmemiz gerektiğini belirtmiş. Buna örnek olarak da kızına yazdığı mektupları Latin alfabesiyle yazmıştır. 1869’da İbrahim Şinasi 1884’de de Ebu Ziya Tevfik gibi insanlar Arapçadan şikayet etmişlerdi. Latin harflerini önermişlerdi ve bu gibi istekler sürekli tekrarlanmıştı.
Gerek Ali Suavi, gerekse Abdülhamid dönemindeki birçok önemli kişi, hatta ve hatta 2. Mahmud bile herkes bunun farkındaydı. Anlayacağınız Latin alfabesi bir ihanet değildir. Bunu da aklı başında bütün Osmanlı subayları, bütün Osmanlı edebiyatçıları ve devlet adamları zaten biliyorlardı. Örneğin Osmanlı’da subaylar Latin harflerini öğreniyorlardı.
Fransızca veya Almanca gibi bir dil öğrenerek, Latin harflerini de öğrenerek kendi aralarında Latince yazışıyorlardı. Hatta Çanakkale’de bile Latin harfleriyle mektup yazıldığı bilinen bir şeydir. Bir tek Atatürk’ten bahsetmiyorum. Harp raporlarından bahsediyor. Bunu da geçtim, hadi subayları bırakalım. Emolyer’den çeviriler yaptık. O kadar yabancı romanı Türkçe haline çevirdik. Aşk-ı Memnu gibi birçok roman yabancı romanlardan tercümedir yani bir bakıma alıntıdır.
Bunları edebiyat okuyan herkes biliyor zaten. Bunlar nasıl yapıldı? Çok basit. Aydın kesim, okumuş kesim, meslek erbabı olan kesim zaten Latin harflerini biliyordu, öğreniyordu. Bu bir mecburiyetti, herkes bunun farkındaydı. Neyse ben daha fazla konuşmayayım çünkü yeterince konuştum. Ve bu saate kadar eğer hala anlattığım şeyleri anlamıyorsanız, 10 saat daha konuşsam anlamayacaksınız demektir. Dolayısıyla dilimi yormaya gerek yok.
Şimdilik bu kadar. Ben Diamond, diğer videolarda görüşmek üzere.
İlk Yorumu Siz Yapın