01 Ağustos 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=ypiWap8rXLo.
Rasûlullah, sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, latîf, pâk, rûhk, tayyibelerine, Ehl-i Beyt’in ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle geçmiş tedaviden şehidlerimizin rûh-i şerîflerine, dinimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine,
şerîflerin şerlerle muhafazasına, bu niyaz, bu duâ ile bir Fâtiha, şerîf, üç İhlâs… Allah’ımız’a emanet olun.
اَلَحَمْدُ رَبَّهُمْ اَنْ رَحْمَانَ رَحْمَٓا اَلَيْهِمْ اَلْيَهُمْ اَنْ مُصْتَقِى مُصْتَقِى اَلْيَهِمْ اَلْيَهُمْ اَلْيَهُمْ اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا اَلْمَا
Cenâb-ı Hakk’a lâyık bir kul olabilmeyi, Rasûlullah’ın lâyık bir ümmet olabilmeyi, Cenâb-ı Hak cümlemize nasip ihsan edip ikram edip inşâallah. Dünya bir dershane. Cenâb-ı Hak daha dünyada insan gelmeden hazırlandığını bildiriyor. Cenâb-ı Hak insanın yüzüne henüz kendisine alınan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Yani insan denilen bir yoktu, daha insan yaratılmamıştı.
Cenâb-ı Hak bu dünyayı inşâ etti. Bir endam âilesi, insanın neye ihtiyacı var? Nasıl Hakk’a râm olacak? Onun için bu kâinatı kevnî âyetlerle müzeyyen kıldı, tezgîn etti ve insanın ihtiyacıyla göre tanzim edildi. Ve bütün mahlûkatta ilâhî bir düzen içinde yaratıldı. Cenâb-ı Hak, el-Musavvîl, el-Bâri sıfatların tecellîsi.
İnsan onları görecek, ilâhî azametini tefekkür edecek, Cenâb-ı Hakk’a şükredecek, teşekkür edecek. İlk insan, Âdem aleyhisselâm yaratıldı. Âdem aleyhisselâmın bünyesinden Havva Vâlidemiz yaratıldı. Âdem’le Havva Vâlidemiz arasında külden cüze, cüzden de küle bir akım meydana geldi.
Melekler nikâhını kıydı. Bu şekilde bir insanın, bir macerası, insan hayatı başlamış oldu. Cennet de başladı. Ümit de nefsânî arzularını bertaraf edecek. Rahmânın güzel bir kulu olacak, ivâd-ur-rahman olacak. Âdem aleyhisselâmın ve Havva Vâlidemiz yaratıldığı cennete döndürülecek. Hedef bu. Süleyman Çelebi, dünyayın yaratılmasına, insana ehemmiyete bakımından Mevlûd-i Şerîf’in hemen başında Hak Teâlâ, Çün yaratı, Âdem’i, Kılda Âlem’i, Müzeyyen Âlem’i… Demek ki insanla müzeyyen oluyor bu. Hangi insanla? Sâlih insanla, sâdık insanla. Cenâb-ı Hak dost olan insanla bu cihan, bir müzeyyen hâle geliyor. İnsan bir hiçti. Onun için daima insan, hiçliğinin idrâki içinde olacak. Bu, şuurla yaşayacak. Mü’min hiçbir zaman ben demeyecek, kibre kapı aralamayacak, şeytana fırsat vermeyecek, daima yâ Rabbi sen diyecek, senin lûtfundur diyecek, her zaman Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâ hâlinde olacak. Zaten tasavvuf da ilk merhalede enâniyeti bertaraf edebilmek. Şahı Nakşibend Hazretleri, Hâcegân’dan, yani ilim erbâbı hoca efendilerden idi. Buna rağmen mânevî intisâbının ilk yıllarında insanların gelip geçtiği yolları temizledi. Bu arada Allah’ın bir mahlûkâta bir çukura düşmesin. Hastaları, âcizleri tedavi etti. Hattâ yaralı hayvanları tedavi etti, onlara hizmet etti. Öyle bir tevâzu için bir kişiliğe büründü ki, âlem-bûdây, ben-samân, herkese yahşî ben-yaman dedi. Yani herkes iyi, kötü olan yalnız benim dedi. Tevâzûnun zirvesini yaşadı. Hüdâî Hazretleri, Bursa Kadısı idi. Hüdâî Hazretlerine, sırmalı kafdalarını ciğer sattırdı. Enâniyet bertaraf olduktan sonra, cihan pâdişâlarından istikâmet veren büyük bir müşrik kâmil oldu. Yani ilâhî ikramlar hiçbir zaman unutulmayacak. Rabbimiz nîmetlerimizi sayamazsın, buyuruyor. O göklerde ve yerde ne varsa kendi kadından âmâde kıldı, emrine verdi. Boyun eğdirir, elbette bunu düşünen bir toplum için ibretler vardır. Yani şu kâinat, yarı dıştaki kemînî âyetler. Her yarı dıştaki ayrı ayrı bir hikmet. Fakat bu imtihan dünyasına lûtfedilen her nîmetin hesabı sorulacak.
Fakat şöyle buyuruyor, سُمَّلِ السُنَّ يَوْمِيذٍ عَنِ الْعَيْمِ Verdiğimiz her nîmetten hesaba çekeceksiniz. Çünkü bir imtihan içindeyiz. Bu cihan bir dershâne. Meselâ Rabbimiz kuluna akıl nîmeti veriyor. Diğer mahlûkattan farklı. Sonra ona ibret ve tefekkür vasıtası mı yapacak o aklı? Yoksa sadece dünyevî menfaatleri kazanmak için mi kullanacak aklını?
Aklın imtihanı. Arzu ve iştiyak veriyor. Sonra da ona lâyık olduğu yer olan cennete mi, yoksa süflî dünya nimetleri mi teviçe edecek? İnsana gazap ve heyecan veriyor. Sonra da ona hak adına, adâlet nâmına, İslâm’ın izzet ve şerîfinin muhafazısına, vatan millet mazlumların müdafâsına, muharrık kuvveti olarak, yoksa iç çekişmeler, boğuşmalar, fitne, enâniyet, nefse palazlandırmak, o tarafta mı kullanılacak? Enerji veriyor kula. Dinçlik veriyor, gençlik veriyor, zaman veriyor, imkân veriyor. Sonra bunları nereye vereyim, nasıl harcadığına hesabını soracak. Mal, mülk, nîmet veriyor. Nasıl tasarruf etti, paylaştı mı, nefsine mi hasretti? Şerîf-i şerîf zünnesine göre mi sarf etti, yoksa saçıp savurarak israf eden, pintilik eden bir zavallı mı oldu? İhtiyacı olanları aradı mı, gördü mü, onları kendisine zimmetli olarak addetti mi?
Yoksa isteyeni mahrum mu bıraktı? Tâliyeyle mi küstüledi? Bütün bu nîmetlere, bütün Allah’ın verilmesi bu nîmetlere, şükür mü etti, nankörlük mü etti, mukâbele mi etti? İnsan kelimesi iki kökten geliyor. Birincisi unutma mânâsı, nisyan kökünden geliyor. İnsan bu fânî cânda dostluk imtihanda, dolayısıyla Rabbini hiçbir zaman
unutmayacak. Jegbymon parcela kat pohli yanında hikmeti ve inan- tremendously hibbetine cicul Wong wing ki,
Zira okulun her an yanında, وَهُوَ مَا كُمْ اَيْنَ مَا كُمْ تُوْمِهُمْ Nereye gitseniz, nerede olsanız, o sizinle beraberdir.” buyuruyor. Yine Cenâb-ı Hak, kullarım beni sorduğunda Peygamber Efendimiz’e, Sen onlara söyle, ben çok yakınım kullarıma. Bana dua ettikleri vakit duanın dileğine karşılık veririm. O hâlde kullarım da benim davetime uysunlar, yani şerâtime uysunlar, Kur’ân-ı Mezûn’e uysunlar.
Bana inansınlar ki doğru yola sırahtı müstakîm bulalar. Kalpler, Allâh’ı zikretmekle huzur bulur. Demek ki öyle bir huzur olacak ki diğer dünyevî nefsân, zevkler, lezzetler ömrünü tüketecek. İbrahim-i Âdem Hazretleri buyuruyor ki,
İlâhî muhabbetlerdeki vecd ve istirâkımız, vuslatla tatlımız, lezzet ve şevke müşahhas bir şey olsaydı, maddî bir şey olsaydı, krallar onu alabilmek için bütün hazîlelerine, krallarını fedâ ederlerdi. Diğer taraftan şayet insan, Rabbini de unutursa Allah korusun, acıklı bir durumu Cenâb-ı Hak bildiriyor. Allah’ı unutan ve Allâh’ın kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir. Kul daima havf ve reca arasında yaşayacak. Bu iki zıttı gönlünde birleştirecek. Cenâb-ı Hakk’ı hem korkacak, hem de Cenâb-ı Hakk’ı çok sevecek. Yani hem Cenâb-ı Hak’tan korkacak, yani günah işlemekten ve haramı düşünmekten ateşten kaçar gibi kaçacak, aslâ Rabbinden ümitte kesmeyecek. Daima kulunun idrâki etsini ona sığınacak, ona ilticâ edecek.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor, Haşr Sûresi’nin 18. ayetinde, Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarınlar ne hazırladığına baksın. Yarın kıyamet. İsterse on bin sene olsun. Biz sonsuzluk yolcusuyuz, ebediyet yolcusuyuz. Onun yanında kıyamet yarın. Allah’tan korkun, Allah yaptıklarından haberdardır. İki yol var, cennet ve cehennem. Cehennemde feryat edenlerle şöyle denilecek, sizi düşünüp öğüt verecek, kimsenin düşünüp öğüt alacağı bu kadar sizi yaşatmadık mı? Size bir uyarıcı gelmedi mi, peygamber gelmedi mi? Öyleyse azâbı tadın denilecek. Çünkü zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur buyruluyor. Hesâbı çekileceğiz, zerreden küreye. Hatta kul şaşıracak, yâ Rabbi diyecek. Bu nasıl bir kitapmış ki?
En büyükden en küçük hiçbir şey unutulmadı diyecek. Hesâbı çekilmeden evvel buyruluyor, hâsı bu, enfüsüm kabili enthâsı bu. Hesâbı çekilmeden kendinizi hesâbı çekin. Birçok yanlışlıklar yaptık, unuttuk birçoğunu da. Dedik oda ettik, surat astık vs. şu bu, umursamadık, bunların hepsi hesâbı çekilmiş. Onun için daima bir istiğfar. Kul daima istiğfar edecek, hakkı, ibadet, kul hakkı varsa helâlleşecek. Efendimiz buyuruyor, âhireti rezil olmak beterdir, dünyada helâlleşin buyruluyor. Doğan her fecir, doğan her gün, ömür defterinden bir beyaz sayfanın açılışı. İnsan her gün bu boş sayfayı dolduruyor. Nasıl dolduruyor ise,
ben bu sayfayı bugün nasıl doldurdum, bu ancak mahşer sabahında ortaya çıkacak, mahşer sabahında belli olacak. O sayfada yazdıklarını Cenâb-ı Hak huzurunda satır satır okuyacak kendisi. Kitabını oku, bu innefsin kâfidir denecek. Dolayısıyla insan daima kendini muhasebe edecek. Cenâb-ı Hakk’ın arzularıyla bir kulluk yaşayıp yaşamadığını muhasebe edecek.
Bunca yekâna örnek Rasûlullah’a sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’e. Önce Peygamber Efendimiz’in namazına bakacak. Zira Efendimiz şöyle buyuruyor, «Namazı benden gördüğünüz şekilde kılın. Sonra kıldığın namaza, kendini mihzâd et, kıldığın namazdan. Namazda tâdili, erkânına dikkat et deme. Kıraati düzgün mü?
Huşû, duyuş, derinlik, tefekkür var mı? Acaba o namaz, gözünü, kulağını, dilini, kalbini, şerlerden, şeytânî vitrilerden, haramlardan, günahlardan koruyabiliyor mu? O şekilde kıldığın namazın röntgenini görecek, seyredecek.» Ebû Darda anlatıyor. Rasûlullah Efendimiz’e sallâllâhu aleyhi ve sellem beraber dik. Efendimiz gözünü semâya dikti.
Şu anlar, ilmin insanlardan çekip alındığı anlardır. Öyle ki insanlar onlardan hiçbir şey ele geçirmeye kâdir olamazlar.” dedi. Ziyad bin Debit el-Ersâri araya gelip, «–Yâ Rasûlâllah! Bizler Kur’ân okuyup dururken ilim bizden nasıl alınır? Vâlâ biz onu hem okuyacağız hem de hanımlarımıza, çocuklarımıza okutacağız.» dedi. Rasûlullah Efendimiz, «–Allah iyilini versin ey Ziyad dedi. Ben de seni Medine’nin dinde derin anlayış sahibi fakirlerden olarak görürdüm.» dedi. Bak işte Tevrat ve İncil’i, Yahudiler ve Hristiyanlar elinde onlardan ne faydası oldu? Onlar okuyorlar ancak muktazâsiyle amel etmiyorlardı.
Cenâb-ı Hak Cuma Sûresi’nde, «–Onlar kitap yüklü merkepler gibidir. Zihinde var, kalpte yok. Okuduğunu kalp hazmetmemiş durumda, tatbik etmemiş durumda.» Yine kardeşim Ebu’d-Dardâ ne söyledi? «–İşittin mi?» dedi diğer bir kardeşine. Ebu’d-Dardân’ın söylediğine haber vereyim dedi. Ebu’d-Dardâ doğru söylemiş, «–Ebu’d-Dardâ’yı söyleyelim dedi. Dilersen kaldıracak olan ilk minin ne olduğunu sana haber vereyim mi?»» İnsanların kaldıracak olan ilk ilim, huşûdur. Kalbin Cenâb-ı Hak’tan beraber olmamasıdır. Duyuşların, hissedişlerin, tefekkürün olmamasıdır. Aynı benim İsrâil âlimlerine Cenâb-ı Hak kitap yüklü merkepler gibidir buyuruyor.
Merkep kitapları taşıyor, fark kitabının içinde ne olduğunu bilmiyor. Yine mü’min, Efendimizin malı nasıl kullandığını, infakın cömertliğinin uzunluğunu tefekkür edecek. Bunlar hep, اَلْمَرْ مَعَ مَنْ اَحَبَّةٍ, sevdiği libelerdir. Sonra kendi kazandığı malı nasıl harcadığına dikkat edecek.
Acaba o para hayra mı, israfa mı, pintiliği mi, şerre mi sarf ediliyor? Kendisine göre bir tahlil edecek. Zira paranın üzerinde kişinin irâdesi yoktur. Helal veya haram yolla kazanışına göre onun hâkimiyeti olur. Yani hâkimiyet paradadır, şahısta değildir. Kazandığı yere doğru para akar. Onun için kendisine göre bir muhasebe edecek. Benim kazandığım para nereye akıyor? O şekilde kazandığım paranın rond gelini görmüş olacak. Yine mü’min, Rasûlullah Efendimiz’in kulluk, ibadet ve İslâm’a hizmet dolu yaşayışını bütün ihtişamıyla düşünecek. Sonra kendi yaptığı ibadetleri, hizmetlerini muhasebe edecek. Acaba hizmet ederken gönlümüzde bir huzur hâli oluyor mu? Hizmetler ederken seviniyor muyuz? Yoksa artık bu kadar yapan ön kâfim mi diyoruz? Esâb-ı kirâm Çin’e giderken, Semerkand’a giderken, dünyanın öbür tarafına giderken ne yoruldu ne üşendi, sinirlerini Rasûlullah Efendimiz’e taşıdılar. Yorgunluk, bıkkınlık hissetmedi. Mânevî bir heyecan, aşk, vecd ile bir hizmet yapar.
Efendimize düşündüğünüz şu kısa bir ömürde, hiçbir tatil yaptı mı? Daima neyle dinlendi? Yaptığı hizmetin neşesiyle dinlendi. Bir gönüllü huzura kavuşturmanın sevinciyle huzur buldu. Sonra yine kendisine bir mü’min, ashâb-ı kirâm ile kıyaslayacak.
Onlar Efendimiz’e nasıl bir aşk ve vecd ile bağlıkla râm oldular, nasıl bir muhâzebe içinde ve hangi endişeler yaşadılar, bunu tefekkür edecek. Buna mukâbil, kendisine Efendimiz’e bağlık ve aşkını hangi seviyede olduğunu düşünecek. Tükenmekte olan hayat sermayesinde hangi endişelerin içinde bulunduğunu düşünecek.
Hepiniz hangi endişelerin içindeyiz? Efendimiz’in büyük bir muhabbetle sevmenin gayretinde olduğunu, onu râvh ve rahîm esmasından nasıl bir aldığını düşünecek. Cenâb-ı Hakk’ın şu buyurduğunu asla unutmayacak. İslam dîniyle ilk gelen muhâcirler, yani Mekkeliler, her türlü on-ü-susûl olarak,
on-ü-susûl’e cefâya katlandılar. Malılara gitti, yaralandılar, şehid edildiler. Ensar öyle. Onlar da malıyla, canlarıyla kendini Cenâb-ı Hakk’a adadılar. Cenâb-ı Hak bize, onlara tabi olan ihsan sahipleri bildiriyor. Daima biz mukâyesel, kendimize ashâb-ı kirâmdan misal ediyoruz.
Onlar nasıl Allah razı olsun talebesiydi, biz nasıl talebesiyiz? Cenâb-ı Hak bizden daima bir zikir hâli, Rabbimiz’i unutmamamızı istiyor. Onlar ayaktayken, otururken, yandan üzerinden yatarken her feyiz Allah’ı zikrederler. Yani neyi görse Allah hatırlar. Şu suyu içerken Cenâb-ı Hakk’a duracak. Tuzlu olarak indirirsek ne yapardınız diyor.
Her şey öyle. Sebeplerinin meyvanı en güzelini Cenâb-ı Hak ihsanı ikram ediyor. Niye ikram ediyor bunu? Demek kul daima, elhamdülillâhâbî l-âlemîn diyecek. “-Yâ Rabbi, bana şükretmeyi nasîb eyle.” diyecek. “-Sen sufansın yâ Rabbi.” diyecek. Göklerin yerinin yanında da hakkını derin derin tefekkür ederler.
“-Rabbimiz, Sen bu cihanı, bu insanları bu kadar meydana boş yere yaratmadın, bizi Cehennem aradan koru.” derler. Demek ki insan isyan kelimesinde, yani Allah’ını unutmayacak. İnsan kelimesinin ikinci köyü ünsiyet. İnsan, bulunduğu yeri çarçabuk alır. İnsan, bu kelimelerde insanın bir kelimelerini de alır.
İkincisi et. İnsan, bulunduğu yeri çarçabuk alışır. Ülfet eder, âdeta o yerin rengine, şekline ölür. Hattâ burada meslevi şerhinde bir misal görülüyor. Suyun diyor, rengi yoktur diyor. Renklerin çokluğundan diyor, nefsânî hayattan. Onları bertara çekmekten renksizlik meydana gelir diyor.
Bak diyor, denizlerin diyor, deryaların hiçbir rengi yoktur diyor. Onların rengi diyor, göklerin rengidir diyor. Yani onlar diyor, sıbkatullah. Allah’ın rengiyle boyanmışlar. İşte bir Allah’ın dostu olan da Allah’ın rengiyle boyanacak. Cemâlî sıfatların mazharı olacak kalbi. Sâdıklarla beraber olan sâdıklaşıyor. Nefsânî arzularlar, râm olanlar beraber bulunduğu kimse ise onlara benziyor.
İmam Gazâlî Hazretleri, gayr-i müslümdeler zihni beraberlik, maalesef bugün tabi had safhada, televizyon, internet körüklüyor. Zaman içinde kalbi yakınlığa döner. Bu kalbi yakınlığa da kişinin helâkine sebep oluyor. Bütün hastalıklar, iptilalar, affedersizlik, ahlâksızlıklar maalesef bugün yaygınlaşıyor, yaygınlaşıyor. Her gün bir yövme beter hâline devam ediyor. Gazâlî diyor ki, iyi bilin ki gafletin getirdiği sarhoşluk, içkinin getirdiğinden daha beterdir.
Yine Efendimiz buyuruyor, kişinin dostunun dini üzerindir. Onun için her biriniz, kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin. Sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in mü’minleri, ilâhî kahrah, ilâhî azap kamçısı inen yerlerden çok hızlı geçmemizle Rasûlullah Efendimiz’i bildiriyor. Meselâ Tebük Sefir esnasında Semûd Kamil’ini helâk edildi. Hicir mevkîn-i Efendîn gelmişti. Hicir mevkîn-i Efendîn gelmişti. Efendimiz hesabına şöyle hitap etti. Azâb’a uğratılmış olan şu milletin yurdunu ancak ağlayarak ve mahzun şekilde girin. Güneş şiddetliydi serilemek için. Ağlayamıyorsunuz, huşû tefekkür ve ibret amel hâlinde değilseniz, onlara gafletle girmeyin ki, onun başına gelse başına da gelmez. Sonra Efendimiz şöyle rîdasını kaldırdı. O Semûd Kamil’e kahrola evliliğinden o şekilde geçti. Böyle süratle geçti. Ve bu kuyulardan da su almayın buyurdu. Aldıkları da dökün buyurdu. Ki suya çok ihtiyaç vardı, devirini verin buyurdu. Ancak o Sâlih aleyhisselâm’ın devesinin içtiği kuyudan su alın buyurdu. Hâlâ bugün Semûd Kamil’in oradan geçerken, o kuyulardan ülema abdest almayı câhiz görmüyor. Sadece o devenin su içtiği kuyudan abdest almayı tercih etmemizi tavsiye ediyorlar. Yine Cenâb-ı Hak ünsiyet. Kur’ân-ı Kerîm’de bize ashâb-ı kerfîn köpeğini bildiriyor Cenâb-ı Hak. O kelp, Sâlihlerle beraber dolu, Kur’ân-ı Kerîm’de bir ifade kazandı. O birkaç sefer geçiyor o kelp.
Derhaltandan Tahrim Sûresi’nde aynen şöyle buyruluyor, çok ibretli. Allah inkâr edenleri rûhun karısı ile, rûhun karısını misal verdi. Kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altındayken onlara hâinlik ettiler. O peygamberlerle beraberdi, fasıklar beraber oldular. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şey onlardan savamadı. Onlara haydi! Ateşe gelenlere beraber siz de girin.
Denildi. Cenâb-ı Hakk’ı uğrultmayacak, Sâlihlerle, sâdıklarla beraber olacak. Sâdıklarla beraber olmanız için sâdıklaşır. Allah korusun, o nefsânî hayatlara, râm olanlara beraber olunca da hayata bir hüsnân olur. Niçin dünyaya geldi? Kimin mülkünde yaşıyor? Kimin verdiği rızıklarla da rızıklanıyor. Toprak niye veriyor rızıkları? Farkında değil hiç. Ondan sonra gelen ikinci âyette, Biz insanı katışık bir nutfeden erkek ve kadın dölünden yarattık. Onun imtihan edilmiş, kendisini işitir. Yani vahyı duyar, vahyı idrâk eder. Yani kul, Hakk’ı işitecek ve görür kıldık, her şeyde ilâh-i azamet, kudret-i akışa seyredecek, tefekkür edecek.
Vahtânet, Cenâb-ı Hakk’a ait teklik. Bütün yaratılanlar çift olarak yaratıldı. İlk âyet, اِكْرَبِ اسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ Yaratan Rabbinin adıyla oku. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk tâlemâtı bu. Yani en büyük tahsil, Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak. Çünkü bir ebedî yolculuğumuz olacak.
Gördüğümüz her şeyleri Cenâb-ı Hakk’a hatırlayabilmek. Gören, duyan, hisseden kalpler, bu kâinatta ilâhî, kudret, azamet tecelliler, başka bir şey görmezler. Cenâb-ı Hakk’ın el-Bâriyye’l-Musavvir esmâni tecellilerinden gâfil kalan, rüzgârların, derelerin, dağların, sessizlikte zaten hiçbir şey hissetmeyen, hantal kalplere ne yazık buyruluyor. Fussilet Sûresi’nde.
Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri, derileri, içtikleri şeye kadar onları aleyhine şahitlik edecek. Orada şahit kendi kendimiz olacak. Gözler neler gördü? Bu gözleri Allah niye verdi? Bu gözler niye gördü? Bu kulağı niye verdi? Bu kulak hangi sedâları işitti? Bu Allah’ın verdiği güç, kuvvet nerede sarf edildi? Yani Cenâb-ı Hakk’ın el-Bâriyye’nin en büyük tahsil, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük tahsil,
sarf edildi. Yani Cenâb-ı Hakk’ın insanın tefekkürü, Allah verdiği şu aklı, kalbi. Tabi akıl sırf kârbiyeti, kalplâ, aklın müşterikliğinden bir tefekkür hâlinde kul yaşayacak. Cenâb-ı Hakk, insanı toprak terkibinden çıkan bir özden yarattı. İnsan toprakla besleniyor. Toprağın çıkanlarla besleniyor. Neticede toprakta yol olacak. Aynı elementler, toprak tefkî ve insanlık elementler.
Yani insan aslına dönecek. Beden, kulluk için dünyaya bir elbise mâhiyetinde. Çünkü namaza, ibadet, kulluğu bu bedenle yapıyoruz. Fakat son nefeslerden sonra artık bu imtihan bittiği için bedenin fonksiyonu ortadan kalkacak. Daima düşünecek bu bastığımız toprak. Bastığımız toprak, bugüne kadar gelen milyarlarca insanın toprağa dönümümüz cesetleriyle doluyor.
Sanki üst üste çıkışmış sayısız gölgeler gibi. Diğer taraftan da yeniden dünyaya geleceklerin de bir özü mâhiyetinde. Zira insan toprakla gıdarlanıyor. Aldığı gıdarlardan bir nutfe teşekkür edecek. Sonra anne karnında nutfe, alaka, muduga ve etlere, adilere sarılacak. Ve bu müşterikliğinden insan dünyaya gelecek. Cenâb-ı Hak soruyor yine, İnfetâ Sûresi’nde.
Ey insan diyor, seni diyor, şeçizlikten en güzel şekilde birleştiren, sana bol ikram eden Rabbine karşı seni aldatan nedir diyor. Bir mâzine dön, kendini düşün. Cenâb-ı Hak senin yok kadar bir şeyden halketti. Ana karnında merhale merhale geldin, şekilden şekile geldin. Peki, seni bu kadar sana ibretli bir dünyaya geliş ihsan eden Rabbine karşı seni aldatan nedir diyor.
Rabbine karşı seni aldatan nedir? Bir imtihan dünyası içindeyiz. Yani insan, kundak ile teneşir arasında yolculuğun farkında olacak. Hâlâ Osmanlılık’a da yalan şu îkazları ne kadar hikmetlidir? Ey Âdemoğlu diyor, unutma ki dünyaya geldiğin günden beri önün meleği senin peşinde dolaşıp durmaktadır. Ey Âdemoğlu! Bilmiş ol ki eğer sen kendin hepsinden gafil olur, kendin için hazırlık yapmazsan, elbet ki başka senin için hazırlık yapacak değildir.
Allah’ın huzuruna mutlaka varacağını aklından çıkarma. Bunca nefsinin hazırlığını görüp ona rızık edin. Sakın bu işi başkalarına havâl etme. Cenâb-ı Hak kalp âlemimizi tekâmül ettirmemizi ve bilenlerden olmamızı arzu ediyor. Allah’tan korkun, takvâzüre olun, bilin ki Allah’sını bilmeyiz, öğretir. En mühim tahsil, kul olabilme tahsili.
Fakat maalesef bugün kul olma tahsili ihmal ediliyor. Dünya tahsili bu dünya için. Âhiret tahsili ebedî bir sonsuzluğu için. Yine dünya tahsili, âhiret tahsili vesîle olacak. Dünya tahsili, âhiret tahsili içine alınacak. Kul olma tahsili, en mühim tahsili kalbi tekâmül ettirmek. Rûhânî dünyamızı zenginleştirmek. İç âlemini bir dergâh hâline getirmek.
Yani emr-i bil-mârûf, nehy-i alîn-i münker. Tazim-i emr-i lillâh, şefkat-i alâ hâlik-i lillâh. Yani iç âlem dergâh hâline, bütün evliyallâh’a, bütün Allâh’ın velîkullâh’a baktığımız zaman, gönül âlemleri bir dergâh hâlinde. Bütün mahlûkâtın, insanın derdi o kalbin içinde. Onlar daima bir rehabilite merkezi hâlinde onları kaptırıyor. İşte Mevlânâ diyor ki, geri dön gel diyor. Bazen bazen tuancestiği bazen diyor. Gel kâfir o, gebru putperestiği bazen. İn dergâh-i mâ dergâh-i növmîdînîz, sadbar eger tövbeşkestiği bazen. Bizim dergâhlarımız, ümitsizlik dergâhı değildir diyor. Yüz kere tövbeyi bozmadan yine de gel diyor. Yani tamirhâneye ne gider? Eşyâna falan bozulur gider. Sağlam eşyâh tamirhâneye gitmez.
Demek ki mü’minliğin gönülün âlemi bir dergâh olacak, bir tamirhâne olacak. Orada bir kardeşlik vazifesi görecek gönül. Yani bilgiler zihinde kalmayacak, davranışları intikal edecek, hâlimiz olacak. İman karakterimiz olacak, şahsiyetimizle sergilecek. İmanımız hizmetle daima genç kalacak. Yine Cenâb-ı Hak üçüncü âyette okunacak. Şüpheyle biz O’nun doğru yolu gösterdik, peygamberlerle, şu kevni âyetlerle şu kâinattaki, kavli âyetlerle Kur’ân-ı Kerîm ve Suhuflâk kitaplarla. İster şükredici olsun, ister nankör olsun. Bir mazeret kapatırken kapatıyor Cenâb-ı Hak. İnsan görmez ki biz O’nu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsunuz apacık düşman kesilmiş Rabbine.
Gaflet, O’nun âhireti unutturuyor, Rabbine düşman kesiliyor. Allah’ın kanunu, Allah’ın hukukunu istemiyor. Yine buyuruyor Rabbimiz, İbrahim Züleyman 7. âyette, eğer şükrederseniz, size nîmetimi arttıracağım. Nankörlük ederseniz hiç şüphesiz, azam çok şiddetlidir.
Bir şey, virüs niye geldi? Yangınlar niye oldu? Sel felaketler, kuraklar niye oldu? Enflasyon niye oldu? Fakir de şikâyetçi, orta hâlde zengin de şikâyetçi niye oldu? Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, eğer şükrederseniz, elbette nîmetimi arttıracağım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz, azam çok şiddetlidir.” buyuruyor.
Şükreden bir hükmü ne olacak? Şükreden bir hükmü, abd-i âciz olduğunu idrâk ile mütevâzi yaşayacak. İbad-i râhman olacak. Yine Rabbimiz, Hac Sûresi’nin bunu, onlar öyle kimselerdi ki, Allah’ı anladığı zaman kabre-i hitretler. Başlarına gelenler sabrederler, namazı huşûla kılarlar, kendilerine rızık verdiğimiz şeylerden Allah için harcarlar. O, ihlâslı ve mütevâzı insanları müjdele buyruluyor. Şükür nedir? Şükür, Allah’ın nîmetlerini Cenâb-ı Hak arzu ettiği istikâmeti kullanabilmektir. Her rekât okuduğumuz Fâtiha Sûresi’nde, «el-hamdü lâ Rabbi’l-âlemin» diyoruz. Hamd, âlemlerin Rabbinin olan Allah’a mahsuttur. Yani hamd kelimesi, şükrü de içine alıyor. Hamd, sözlük mânâ bir de Allah’a teşekkürdür. Sözü nîmetler karşılığında gafletten kendini muhafaza edeceğiz, hamd ve şükür hâlinde yaşayacağız. Tabi bu şükür dilde olmayacak, fiilde olacak. Dinin söylediği fiilimizle tasdik edilecek. Dinimiz şükredecek. Fiyiliğinde şükür hâlinde bulunacağız. Gerçi şükür budur. Şükür, en zor amellerden biri. Zaten şükür ispat ister çünkü.
Akıl, Allah’ın büyük bir lûtfu. Lâkin iki uşlu pişak gibi. Ancak vahyin muhtevâsını akıl kullanında insana fayda verir. Felsefeciler aklı öne çıkartır. Hâlbuki akıl, Kur’ân’ın sünnetin içinde akıl, fonksiyonu görür. Rahmet olur. Yoksa vahyin dışındaysa, hırsızlığa da akıl var.
Cahilelerde de akıl var. Katilde de akıl var. Sekûler, yani dünyevîleşen akıl, bâtınî sırrî hakîkatlere, kânîneden kudret akışlarına, hikmet tecellîlerine âmâ olur. Diğer mahlûkâtların, berhüm edâl, sevgis-i haydîler daha aşağıya iner. Kur’ân ve sünnet ile hemhâl olan kalp ise, mü’minin ufkunda merhalelere kat ettirir.
Bir mütefekir, şu kâinattaki ilâhî akışları şöyle bir tasnif eder. Hakikaten feyizli bir gönülle kâinatta nazar edenler, öyle bir ufka nâil olurlar ki, sanki üzerimizdeki semâ, muhteşem bir büllûr, avize gibi ilâhî sırlardan göz kırpan bir derinlik sunmakta. Yeryüzü ise her ağaç ve onların yaprakları ile elbise, kâinatın altında bir kâinat var.
Onların yaprakları ile ellerini niyâza açarak neşeli üfverişlerle Rabbine yalvarmakta. Çimenler, sanki Muhammedî bir cemaat için seccade, onun üzerindeki çiçekler safâlı bir ümmet olarak veyiz içinde dalgalanmakta. Kudret-i şânleri olan dağlar, ilâhî huzurda kıyam hâlinde. Sanki bu da feyz ve bereket meba olarak semâda dolaşan bir okyanus. Rüzgârlar, ilâhî ilhamların, gaybî habercileri, şimşekler, korku ve ümî şerrâreleri, gürlemeler, yıldırımlar, kahhârın, saltanatın fermanları ve gafleten, îkazen bombardımanlar. Gündüzler, Hakk’ın nurunun zuhûru, geceler ise ilâhî sır ve hikmetlerin tefekkürünü delişme demlere.”
Yani bir mütefekkir, böyle bir kâinat, gönül gözüyle, kalp gözüyle şöyle bir ifade ediyor. Velhâsıl mü’mine gereken en büyük tahsil, senin yaratan Rabbinin adıyla oku. En büyük tahsil de bu. Tabi bu, Cenâb-ı Hakk’a râm olanlar, Cenâb-ı Hakk’ı unutmazlar. Rasûlullah Efendimiz’e de râm olanlar. Hep bir Süleyman Çele’ye baktığımız zaman, Esrâfî Hazretleri’ne baktığımız zaman, Fuzû’yla baktığımız zaman, hep bu Rasûlullah’a râm olmanın, onlarda bir şiire akşetmiş şeyleri görürüz. Meselâ Fuzû’yla bir suya bakar, o derin akışına bakar. Böyle sağa soğuk vura vura akışına. Sanki Rasûlullah Efendimiz’in ayağının dibine gitmek için bir çırpınış hâlinde gibi.
Hâkî pâhîne yetem der, ömürlerdir mutlasıl, bağışının taştan daşa urup gezer ağ varası diyor. Ey bahçıvan diyor, sen diyor, gül sulamak için diyor, zahmet etme diyor. Bin tane gülü sulasan diyor, öyle diyor Rasûlullah gibi bir gül elde edemezsin diyor. Bir mütefekir, ne güzel bir ifadesi var. Yâ Rabbi! Seni bulan neyi kaybetti, seni kaybeden de neyi buldu? Velhâsıl tefekkür, bir îman anahtarı. En büyük şükür, Cenâb-ı Hakk’ın şükürdür. Zira Cenâb-ı Hak bizi insan ve müslüman olarak halketti, Peygamberlerin el üstüne bizi ümmet kıldı. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem, bize ümmet olmanın şükrü var. O da çok büyük bir nimet. Demek ki Sünnet-i Seniyye’ye nasıl bir ittibâ edeceğiz?
Cenâb-ı Hak ona, وَمَا اَرْسَنَّاكِ اِلَّا رَحْمَتًا عَالَمْلَا مُعَالِمُ عَالَمْلَا مُعَالَمْلَا رَحْمَةًا Dîn kalitesinin şükrü var. Kul daima merhamet sahibi olacak. Merhamet nedir? Başkanın mahrumiyetinin telâfi’i için onların yardımına koşmandır. Bütün mahlûkat insan için yaratıldı. Her bir insana ayrı ayrı manzaralar sergiliyor. Elbâli, el-Musâvir, bir örneği yokken yaratıldı. Hepsinin şekli, hayat tarzı vs. hepsi ayrı ayrı. Tâzîm-i ilâhî. Dolayısıyla mü’min, hâlikîn nazırıyla mahlûkâta bakış tazı kazanacak. Bütün mahlûkâtı, Allâh’ın emâneti olarak görecek. Ki onun da bir hesaba gelecek kıyamette.
Bir kamçı fazla vurmuşsan, bir tarla yakmışsan, orada bir tane karıncaya hayvan öldürmüşsen, onun da hesaba gelecek. Zor bir gün o gün. Hatta o hayvanlar yaratılacak, o hayvanlar insanlardan hakkını alacak. Orada bir manzara biliyor Cenâb-ı Hak. يَكُولُوا الْكَعْفِرِ يَعَلَيْتِنِ الْكُنْتِ تِرَابَةً
Kâfeler diyecekler, keşke şu hayvanlar gibi bize toprak olsaydık diyecekler. Dilimizin şükrü nasıl olacak? Ya hayır söyleyecek, yahut da susacak. Sustuğumuzda da tefekkürümüzü arttıracağız. Fârikânâet Efendimiz’in sükûlü tefekkür idi. Semâya bakar tefekkür ederdi, yere bakar tefekkür ederdi. Gözümüzün şükrü nasıl olacak? Yerde bakar tefekkür ederdi. Semâya bakar tefekkür ederdi, yere bakar tefekkür ederdi. Gözümüzün şükrü nasıl olacak? Gözlerimizi haramlardan, şeytânî vitrinlerden koruyacağız. Gözlerimizi istikâmetin rûhânî vitrinlerle çevireceğiz. Razâleden her şeye ilâhî azametle tefekkür edeceğiz. Kulağımızın şükrü nasıl olacak? Yedikodu, gıybet, tecessüs, nemimi gibi sözleri dinlemeyeceğiz. Oradan uzaklaşacağız.
Kulağımızı Kur’ân-ı Kerîm’in sohbetler, ezanlar, faydalı tilâvetler gibi rûhânî sedallara tevcez edeceğiz. Hâlimiz daima bir şükür hâlinde olacak. Elhamdülillâh, alâkübillâh, hâl diyeceğiz. Râdî yeten merdi, Cenâb-ı Hak’tan râzı olarak, benim için bu hayırdır diye. Vedenimizin şükrü, Allah’ın verdiği güç, kuvvet, yeniliği Allah yolunda sarf edeceğiz. Kalbimizin şükrü, verdiği nimetler daima tefekkür etmek sözü değil, Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak. Her uzunluğun ayrı ayrı bir şükrü var. Bir şey Hafî Hazretleri şöyle buyuruyor, ağızlar içerisinde yanında dillerle şükreden kimsenin şükrü asıl olur. Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğün zaman, ondan hikmet devşirecek. Dolayısıyla tefekkürün artmasına sebep olur.
Şer gördüğün zaman da ondan ateşten kaçar gibi kaçacak. Kulluğun şükrü, bir hayır iş ettiği zaman onu ezberlemek. Şer etkisi, onu unutmak. Elin şükrü, onlarla hakkı olanlardan başkasını tutmamak. Midenin şükrü, helâl ile gıdalanmak. Ayaklarının şükrü, hayır hasenattan başka bir şeyle meşgul olmak, gücünü orada sarf etmek, başka bir yöne gitmemek. Böyle yapan kimsenin şükrü, hakikaten şükür olmuş olur.
Efendimiz, geceleri ayakta çiçeğin yakında namaz kılıyordu. Gözlerini, elbiseyi, sakal, secde ettikleriyle ıslatıyordu. Kendisine Hazret-i Âişe’yle dedi, «–Yâ Rasûlallah! Allah sizin geçmiş, gelecek bütün günün başladığı hâlde, niçin bu kadar ağlıyorsunuz?» denince, Efendimiz şöyle buyurdu, «–Ey Âişe! Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?»»
Çünkü şükür, kalbi hayatın en mühim merhalesi olmuş oluyor. Mevlânâ’nın çok güzel bir ifadesi var buradan. Nerede akar su varsa, orada yeşillik vardır. Nerede göz yaşı dökülürse, oraya rahmet gelir, merhamet olur. Bustan dolabı gibi inleyerek gözlerinden yaşlar saç da, can bağında yeşiller bitsin. Göz yaşı istiyorsan, gözün yaşlı olanlara acı, acımak, merhamete kavuşmak arzu ediyorsan, zayıflara ve zavallara merhamet et. Akıllı kişiler ölmeden evvel ağlarlar. Ahmaklar işin sonunda başınıza vururlar, hayflanırlar. Sen işin baştan geçince sonunu gör de, kıyamete pişman olma.
Şükretmek, nîmetin canı ve bedelidir. Nîmet ise dereyi kabuk gibidir. Seni ancak dostun kafasına şükür götürür. Nîmet, kalbi zayıf olan insana uyanıklığın, zıttığına gafletle verebilir. Şükretmek ise, daima uyanık getirir, sen aklının başını al da, şükür nîmetini alla. Bir kişi, «–Yâ Rabbi! Beni alma!» derse, «–Yâ Rabbi! Beni alma!» derse,
Bir kişi, «–Yâ Rabbi! Beni azlardan eyle!» diyor. Ömer Radıyâna diyor, «–Bu nedir demek diyor, azlardan olman?» diyor. Yâ Halife diyor, «–Cenâb-ı Hak buyum, şükürden kullarım azdır!» Demek ki şükür, amellerimizin en zoru. Her güzel hasretin zirvesi Rasûlullah Efendimiz’de. Âişe Vâlidem buyuruyor, Rasûlullâh’ın âle-i Fırat’ı Medîne’ye geldiğinden beri vefat ettiği ne kadar üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle doyurmadı. Dilesek doyabilirdik. Yani bu âşıklık yokluktan değildi. Garim eden bir imkân da her zaman vardı fakat salâda daima îsârda bulunuyordu. Nefsin arzularını bir tarafa bırakıyordu, Hakk’a râm olmanın sevdâsı içindeydi Rasûlullah Efendimiz. Bir mü’min derdiyle dertlenecek, onu rahat ettirdiği, onu huzura kavuşacak. Feridun-i Adlân Hazretleri’nin çok ibretli bir kısısı vardır. Sâmi Hazretleri bundan hep bahsederdi. Bir pâtişahın çok sevdiği bir av köpeği varmış. Pâtişah ona çok değer verilmiş. Her ava çıkışında mutlaka onu yanına alırmış. Tasmasını mücevherlerle süslenmiş. Ayaklarına altın gömmüşlerine hâkılar taktırmış. Sırmalı atlaç bir çul giydirilmiş. Bir gün pâtişah yine onu almış, saray erkânına ava çıkmış.
Tasmanın ipini elinde, atlağın vakur bir şekilde ilerliyormuş. Sultan gayet neşeli imiş. Derken gördüğün maldere bütün neşesini kaçırmış. Bakmış, çok sevdiği bir köpeği, değerli bir kemik parçası ile uyanıyor. Pâtişah mausul olarak elindeki ipi çekmiş, köpek direnmiş. Pis bir kemik parçasını kemirlemeye devam etmiş. Bu hâlde pâtişahın hayret ve hiddet hislerini haykırmış.
Bunca nimetimle perverdeyken, beni bırakırlar, iki kemikle meşgul olmak kabul edilir, şey midir bu diyor. Sonra üzülmüş, köpeğinin bu nankörlük ve fazlalık duygusundan ona çok dokunmuş. Bu, bir köpek de olsa mazur görüp affetmek içinden gelmemiş. Gazanfı, yolun vermiş şu edepsine demiş. Etrafında pâtişah, sultanım üzerindeki mücevherler, altın, gömmüş, onu da alalım mı öyle bırakalım mı dedi pâtişah.
Bırakın öyle gitsin, öyle gitsin ki ıssız ve kızgın çöllere garip aç usul kalsınlar. Onlara bakarak kaybettiği imkân, lûtufların acısını hissetsin. Velhâsıl Cenâb-ı Hak en çok gazabını çeken husus, Yüce Zât’ına kulluk için yarattığı insanın, insan için yarattığı fânî varlıkları, gönül kaptırarak kendisine yüz çevirmesi.
Yine ondan sonra Cehennem’den bir görüntü geliyor. Doğru biz, kârfirler için zincirler, demir, halkalar ve alevli bir ateş hazırladık. Kârfirlerin kıyamette zor hâller bildiriyor. Sonra iyiliklerin, ebrarın, kâfura kadar bir kadehten cennet çarabından içerler buyuruyor. Sonra en mühim bir noktaya geliyoruz burada. Belki çok zor bir noktaya geliyoruz.
O kullar, şiddetli her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler. Cenâb-ı Hak kullarına sadâkat istiyor. Kıyamette kurtuluşun alâmetlerinden biri de îsardır. Yani kendinden ferâkat ederek verebilmektir. Onlar kendi canlarını çekmesine rağmen yemeği, yoksula yetime ve esire verirler. Bu âyetler Hazret-i Ali ve Fâtıma Vâlidemiz hakkında nâziz oldu. Hazret-i Ali bir gece bir miktar arpa karşısında bir kurmalığı suladı. Sabah olup da ücreti olan arpayı alınca eve geldi. Üçte birini öğütüp bundan hazîra dedikleri bir yemek yaptılar. Yemek pişince bir yoksul geldi. Lillâh dedi, yemek istedi.
O da pişen yemeği doğrudan hepsini ona verdiler. Çünkü o Lillâh dedi, Allah için istedi. Sonra Fâtıma Vâlidemiz yine ikinci bir yemek yaptı. Bir yetim geldi, o da Lillâh dedi, ona verdiler. Ondan bir esir geldi, esir de Lillâh dedi, esire verdiler. Ve o günü aç olarak geçirdiler. Bir rivâyette de o gün oruçlardı, yemeği yediler.
O gün oruçlardı, iftar etmeden bunları yoksula, yetime ve esire verdiler. Ondan ayetin şu tarafı çok mühim. Biz diyorlar, Allah rızâsı için sizi doyuruyoruz. Sizden bir karşılık ne diye bir teşekkür bekliyoruz. Yani bir minnet altında kalmayın. Ondan sonra gerekçe bildiriyorlar. Niçin teşekkür etmeyin diyorlar. Demek ki bunun en büyük nîmet, ikram etmektir.
Biz diyorlar, Abûs-sen-Kamfırîrâ, o sert ve belâlı günden korkarız diyorlar. O kıyametin azâbına uğramadan korkarız diyorlar. İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirge, yüzünden parlaklık, gönülleri sevinç verir. Cenâb-ı Hak imkânımızı zaman zaman test ediyor. لَا تَرَبُوا الْبِرَّاتِ عَتِى تُنْفُمُ مَعَدِينَ Çevirmenin sevdiklerinizden vermedikçe, asla birine, yani hayrın fazîlet noktasına eremezsiniz, buyuruyor. Her neye infak ederseniz Allah onu bilir diyor. Burada biz neyi görüyoruz? Kendileri açken infak ediyorlar. Yani yetimi tercih ediyorlar, esiri tercih ediyorlar.
Demek ki bu fedakârlık, Bedir Harbi’nden sonra 70 tane esir aldı müslümanlar. Bunları Medîne’ye getirirlerken zamanla, bunlar bizim insanlılıklı eşimizdir dediler. Zaman zaman hayvanlarından indiler, esirleri, devirlerine bindirdiler. Hep bunlar da îsar kendilerinden koparıp vermek. Demek ki bir Müslüman bir kraliçeyi regültü yapmak, dördü Cabrı’nın kraliyeti,
Hep bunların da îsar, kendilerini koparıp vermek. Demek ki bir müslüman rahmet insanı olacak, vakıf insanı olacak. İşte Şâhîn Nakşibend Hazretleri misali, Ubyad-i Ulu Ahrâr Hazretleri misali. Bir gün aç bir insan geldi, beni doyur dedi. Ahçeye gittim dedi, bu aç insan dedi, sarım temizdir, benim de param yok dedi. Bunu kurularsanız şu aç’a bir yemek ver dedi. Yemek verdi, ben de açtım dedi. Fakat ben, o tamamen doyursunuz, ben almadım dedi. Ben aç olarak onu doyurdum dedi. Sonra da öyle bir hâl oldu ki dedi, o sarı da verdim dedi, bunu tabakla kurularsın dedi. Çiftliğim oldu dedi, iki bin işçi çalışıyordu dedi. Yine de bu hizmete devam ettim dedi. Hatta iki üç tane hastam vardı, onlar altı kirletin hâle geldi. Yine ben birkaç tesis su getiriyorum, onların altlarını temizliyordum. Ubyad-i Ulu Hazretleri’nin oğlu İstanbul’a geliyor, ikinci Beyazıt’ın yanına çıkıyor. İkinci Beyazıt diyor ki, bir diyor, ortalarda bir pir geldi diyor. O pir diyor, babam diyor, Fâtiha’ya yardım etti diyor. Babam diyor, bir türlü fetih müyeser olmuyordu diyor. O geldi diyor, şöyle açtı diyor cübbesine. Biz dedi, sana inşâallah Allah’ın izniyle yardım edeceğiz dedi diyor.
Ubyad-i Ulu Hazretleri’nin oğlu diyor, işte diyor, bu diyor, tarif ettin, bu benim diyor, babam da diyor. Velhâsıl hep, gördüğünüz gibi bunlar hep İsa’rdan sonra meydana geliyor. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara ihsan et buyruluyor. İnsan, mü’min düşecek, ben sağlamım falanca hasta, demek ki ben ona hizmet edeceğim ki Allah’ın rızâsını kazanacağım. Ben o hastadan daha çok muhtacıyım. Velhâsıl merhamet, müslümanın kalbini hiç sürmeyen bir ateş gibi. Müslümanın gayrı müslümanlarına ayırılan vasıf, onlardan daha fazla merhametli oluşur. Îmansız ve kâfirler merhametsizdir. Merhamet, insanlığımızın âlemde şahit olanlar, kalpli olanlar, bizi Allah’a yakından ilâhî bir cevherdir. İsmail Atı Hazretleri ne güzel buyuruyor, güneşte gölge ol buyuruyor.
Yani muhtaca kanat gel, onu himaye et. Güneşte gölge ol. Soğukta kaftan ol. Yani üşüğünü kalbinde hisset ve onu ısıt. İşte Mevlânâ diyor, ben ısramıyorum diyor. Çünkü bana diyor, şemsiye bir tek öğretti, o da kalbime, aklıma değil. Belki onun aklı, ilmi daha fazla dedi Mevlânâ’nın.
Bir üşüyen varsa, sen celâletin senin ısınma hakkın yoktur dedi. Benim bunu kalbime ilkâ etti. Ben de ısınamıyorum diyor. Soğukta kaftan ol. Açlıkta ekmek ol. Yani infak et ve paylaş. Velhâsıl bizim ecdadımızın memleketi Osmanlı, dilencisi bir memlekette. Velhâsıl o zamanki vakfiyeleri, sübyan mektebi, aşhaneler, şifahaneler, hamamlar,
kütüphaneler, külliyeler, misafirler, kervansaraylar, velhâsıl daima hep Allah rızâsını kazabilmek için yapılan gayretler. Ondan sonra okulan yirmi beşinci âyeti hocamız okudu. Burada Cenâb-ı Hak, sabah akşam Rabbinin ismini yâd et diyor Cenâb-ı Hak. Sabah akşam Rabbinin ismini yâd et, Rabbini unutma diyor.
Yirmi altıncı âyete, gece bir kısmında O’na secde et, uzun bir bölümünde O’na tespih et buyuruyor. Velhâsıl bir istâbî diyor ki, geceleri gündüz olmanın bana hiçbir şey feth olmadı. Hasan Basrâsızî dedi ki, geceyi ibadete kalkmak, günahlarını aldığında ezeyen kişiye ağır gelir. Hastaklar hariç. Eğer gece kalkamıyordu, ya gıybet etti o gece, ya ağzından yanlış bir lokma girdi.
Ama onun bir gerekçesi vardır kalkmamız. Tabi hastalıklar hariç. İbrahim-i Metem Hazretleri diyor ki, gündüz onu isyan et, o gece de senin huzurunda bulunsun. İmam Rabbânî’nin torununu Şeyh Seffetî Hazretleri, iki rekatla bir hadîm indirirmiş. Bu artık nasıl bir Cenâb-ı Hakk’ın bir nusufu. Sabah onca der mi, yâ Rabbi! Doyamıyorum, gecelerde ne kadar kısa dermiş. Velhâsıl ilerleyen müstâfile bile eser, seherler çok mühim, seherleri ihmâl etmeye hicâb ediyor. Ondan sonra gelen âyette gâfil insanın durumunu bildiriyor âyet. Şu insanlar çar çabuk geçen dünyayı seviyorlar da, önünde çetin bir günü ihmâl ediyorlar. Her ânımız bir hesaplar geçecek.
Gâfil insan, damlayı, deryayı değiştirir durumda. Cenâb-ı Hak, âhiret ufkunu, dünyaya bakış hakkını şöyle buyuruyor, اِلَّا عَشَيَةً لِلْدُحَٓاءَ Yani sanki bir akşam karanlığı veyahut da şafak var, hemen geçmiş bir zaman, dünyadaki zaman. Ondan sonra gelen yirmi zinan, onları biz yarattık. Onlar ya dışındaki sabah, ya da yedi zinan,
yedi zinan yaptık. Dilediğimizde kendini yok eder, yeryüzünde benzerlerini getiririz. Şüphesiz bu Kur’ân bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar. Sizler ancak Rabbiniz’in dilemesi, izin vermesi sayesinde bir şeyi dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendirir, hikmet sahibidir. Onun için bir takvâ sahibi mü’min olacak ki,
orada Cenâb-ı Hak onun için hep hayır dileyecek, ona hayır yolu gösterecek. O dilediğinin rahmetine dâhil eder. Zalimleyin, onun için elem verdiği bir azap hazırlanmıştır. Rabbimiz, ömrümüzü rızâ-i istikâmetle yaşayabilen, Bahdiyar kularında olmayı, cümlemizi, Rıdh-ı Kerîm ile İslâm buyursun inşâallah.
Rabbimiz, sohbetimizi kabul buyursun. Muktezâsınca amel etmeyi, Cenâb-ı Hak İslâm’a eylesin. Allah sâlihâlarla, sâlih kularını eylesin. Hanımlarımıza, sâlihâlarla, ismâlarla eylesin inşâallah. Velhâsıl hanımlarımızla çok mühim. Yine oraya ben onları zikredeyim. Hazret-i Hüsrîn Efendimiz ile Hazan Efendimiz, Hazret-i Hüseyin Efendimiz’e, Hazan Efendimiz’e, Hazan Efendimiz’e, Hazan Efendimiz’e,
sonra onları zikredeyim. Hazret-i Hüsrîn Efendimiz ile Hazan Efendimiz süb’yandı çocukla. Efendimiz Hazret-i Hasan’a su verdi. Fâtıma Vâlidemiz buyurdu ki, “-Baba dedi, herhâlde Hazan’ı daha çok seviyorsun dedi. Yok dedi, kızım dedi, Fâtıma dedi, çocuklarına müsâbâat yapın dedi. Yalnız kız çocukları hâriş dedi. Onlara çok daha fazla îtinâ gösterin.
Onlar çünkü yarın anne olacaklar, hanım anneleri irşâd edecekler, hanımları irşâd edecekler. O yüzden ve câlinen ilm-i müttakîn-i imâmâ takvâ sahibi bir nesil ve takvâda önder olacak bir nesil meydana gelir inşâallah.”
Duamını kabul edelim. Lillâhi Teâle’l-Fâtiha.
İlk Yorumu Siz Yapın