10 Ekim 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=JjY5BidLJbk.
Rasûlullah, sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, natîf, mübârek, mücelleh, musaffâ, pâk rûh-u tayyibelerine, Ehl-i Beyt’in sahâb-ı kirâmın, enbiyâ-i zâminin sâdât-ı kirâm mazâratının,
hâssaten Nakşî’ye silselensin, cümle geçmişlerimizin şehidlerinin rûh-u şerîflerine, Rabbî’l-Evvel ayın dînimiz, vatınımız, milletimiz ve ümmet-i Muhammed’in rahmet, bereket olması niyaz duâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîf, üç İhlâs, bismillahirrahmanirrahim. Velâdet kandili’niz mübârek olsun. Bu ay Velâdet kandili. Çünkü o zaman mâlum üç tane takvim vardı. Zelzel’in olduğu takvim, Ebrev Hordusunun şey olduğu takvim. O bakımdan yani bazı günler değişiyor. Tabi on iki Rabbî’l-Evvel olarak Süleyman Çelebi de o şekilde bahsediyor. Diğer rivâyetler de var. Fakat ulema, Rabbî’l-Evvel ayına, tamamen Efendimiz’in doğduğu bir aydır. Onu ihya etmek ve bu ihyayı da hayatımızın bütün safhızdan teşmil etme.
Velâdet kandili’ni idrâk etmek, her şeyden önce, Fahrik Kâinatı Efendimiz’in ümmet olmanın sevinç, vecd ve huzurunu gönülden duyabilmektir. Biz yüzüme dört bin küsur peygamber içinde Efendimiz’i kendimiz tayin etmedik. Başka peygamberde ümmet olabilirdik. Başka devirlerde gelebilirdik. Fakat meccânen bir bedel ödemeden Cenâb-ı Hak bize Ümmet-i Muhammed kıldı.
Rasûlullah Efendimiz’e yakın olmak, Cenâb-ı Hakk’a yakın olmaktır. Rasûlullah Efendimiz’i sevebilmek, Cenâb-ı Hakk’a sevebilmektir. Kur’ân’ı sevebilmektir. Hizmeti sevebilmektir. Bugün Rasûlullah Efendimiz’i bu dünyada yakından tanıyabilirsek, yarın mahşerde de O da bizleri tanır. Havs kenarında bizleri kabul eder. Gönlümüz, O’nu görecek kıvamda olursa, O da bize nazar kılacak.
O’nu duyar ve dinlersek, O da bizi ihsânıyla âbâd eder. Bu cihân, O’nun gibi müstesnâ bir gönül görmedi. Cenâb-ı Hakk’ın en muhteşem bir kulu olmuş oluyor. Yani yer ve gökler, O’nun gibi muhteşem bir ahlâk âbîslerini de rastlamadı. Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki, beni insanların ve cinnin isyankârları, gâfilleri hariç, bütün bu dünyada,
isyankârları, gâfilleri hariç, bütün mahlûkat beni tanır buyuruyor. Uhud Dağı tanıyordu. Hazret-i Ali radiyallâhu anh, biz Rasûlullah Efendimiz’le beraber Mekke’de dolaşırken bazen, taşların es-selâm’a aleykûn, yâ Rasûlullah dediğini duyardım buyuruyor. Hattâ Merve tarafında bir taş vardır. Sordum ben orada, o taşın nedir hikmeti? Buradaki bir taş, Rasûlullah Efendimiz’in böyle selâm verdiği, öyle bir rivâyette vardı.
Mahlûkat tanıyordu. Bir deve şikâyetini bildiriyordu Efendimiz ağlayarak. Yine Kâdı-i Yaz’ın Şifâ kitabında, Efendimiz’in kasfâ attığı bir devesi vardı. Bu deve Rasûlullah Efendimiz vefatitten sonra çölleri kendisine attı, aç kaldı, o şekilde öldü diye Şifâ-i Şerîf’te öyle bir bahis de var.
Muâzı Efendimiz Yemen’e gönderirken Muâzı dedi, bundan sonra beni göremeyeceksin dedi. Dönüyecek sen Medîne’ye, olabilir kabrim şurada olacak, kabrim ziyade edersin dedi. Muâzı ağlamaya başladı. Ağlam mağlûk ağlama dedi. Bana da en yakınlar dedi, nerede olursa olsun, hangi zaman, hangi mekânda olsun, müttakîlerdir buyurdu. Yani bir rûhî beraberlikle burada çok mühim. Meselâ maddî beraberlikle beraber. Maddî beraberlik yoksa rûhî beraberlik çok mühim. Zira Veysel Karâne Efendimiz’i görmedi. Birkaç sefer geldi ve döndü. Efendimiz de bir gün Yemen’e döndü. Ben buradan nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum, buyurdu. Demek ki bu ne kadar bir nefes-i Rahmânî varsa, Sallâllâh’a aleyhi ve sellem Efendimiz, O’nun nefes-i Rahmânî’den haberdar.
Yine Efendimiz’in ehemmiyeti var. Bir kimseye namazda birisine selâm verse bozulur namaz. Fakat اَيُّهَنَّ بُعِيُّ وَرَحْمَتُ اللّٰهَ بَرَكَاتُهُ diyoruz. Rasûlullah Efendimiz’e اتَّحِيَاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاتِ وَالطَّيِّبَاتِ Rasûlullah Efendimiz’in Cenâb-ı Hak’a arzı. Cenâb-ı Hak da Efendimiz’e bulunan salavatı. Tabii Efendimiz’in de bizim ve sâlihînin üzerine buyuruyor.
Demek ki bir kimse ne kadar sâlih olabilir, sâlihîn derecesine göre her okunan اتَّحِيَاتُ da ona da bir duâ gitmiş oluyor. Yine âyette buyruluyor, Cenâb-ı Hak size ılımlı ümmet olarak halkettik, hayırhâ ümmet olarak halkettik. Siz yeryüzünde Allâh’ın şahitlerisiniz. Allâh’ın dinini temsil eder, yaşarsınız, yaşatırsınız. Peygamber dese şahit olsun buyruluyor. Velhâsıl bu Rab’ü’l-Evel ayı, bizim için Rasûlullah Efendimiz’i yeniden bir tanıyabilir.
Bu da amel-i sâlihlerle olacak. Kızım Fatıma diyordu, babanın peygamber olduğu güvenme, bol amel-i sâlih işle dedi. Ben sana aksi hâlde bir şefaatle bulunamam dedi. Kurtaramam seni dedi. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine isrânî bütün nimetlerden hesaba çekilecek. سُمَّ لِسْلِلُونَ يَوْمِيذٍ عَنِ النَّعِيمِ buyruluyor. Hamdolsun, insan olarak yaratıldık ve îman niyetiyle perverde olduk. Allah’ın kelâmı Kur’ân-ı Kerîm ile muhatap olduk.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’e, meccan ile ümmet olmak şerefini bulduk. Cenâb-ı Hak buyuruyor, لَقَدْ مَنْ نَا اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ Allah’ın en büyük nîmeti, peygamber efendimiz olmak buluyor. O âyette Cenâb-ı Hak, âlimlerine göz atmıştır, önüncü âyette. Üç vasıf bildiriyor peygamberin vazifesi. Birinci, Allah’ın dinini tebliğ etmek. Efendimiz’in vâsılatıyla İslâm tebliğ edildi, en büyük nîmet. İkincisi, o tebliğden nasip alabilmek, kalbî merhalelere katılabilmek, Cenâb-ı Hak’la bir beraberliği kurabilmek. Bunun için insan bir tezkiye den geçecek. قَدْ اَفْلَٰمَنْ ذَقَّةَ قَدْ اَفْلَٰمَنْ تَذَكَّاءَ Cenâb-ı Hak iç âlemlerini temizliyor. Câhili diyor insan nasıldı? İslâm olduktan sonra nasıl, ne hâle geldi? Ve en mühim Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem, ashâbı nasıl terbiye etti? Ben nasıl terbiye olacağım, etrafımı ben nasıl terbiye edeceğim? Yani o asr-ı saâdetten bir misal alabilmek. Üçüncüsü, hitap ve hikmete. Kur’ân-ı Kerîm, tamamen hikmet. Şifâ ve rahmet. O şifâ ve rahmete nâil olabildiğimiz kadar, kalpte hikmetler, tuliatlar, zuhuratlar, Cenâb-ı Hak lûtf ediyor demek ki. Yine bu ayın ehemmiyeti bakımından, Efendimiz’in amcası Ebu-i Lehib’in bir câriyesi vardı, Sûbîb-i Hâtun diye. Ebu-i Lehib’i Efendimiz’in doğduğu gün bir müjde verdi. Bir yeğenin dünyaya geldi dedi. Ebu-i Lehib de sırf kavmî asabiyetten dolayı bu câriye azâd etti. Ebu-i Lehib’in kardeşi Abbas radıyallâhu anh, bazı alâkalarından şunları naklediyor. Ebu-i Lehib’in ölümünden bir sene sonra rüyamda gördüm. Çok kötü bir ahvaldeydi. Sana nasıl muâmele edildi diye sordum.
Ebu-i Lehib, Muhammed’in doğumuna sevinerek Sûbîb-i Hâtun’u azâd ettiğini için pazartesi günleri azâbım biraz hafifletiliyor. O gün başparma, işaret parmağının arasından şu küçük delikten çıkan su ile serinlemekteyim, cevabını verdi. Meşhur Kıraat âlimi, hadîs âlimi, İbni Cezeri, bu kıssadan hareketle şöyle buyuruyor.
Kur’ân’da zemmi hakkında âyet nâzıl olan, Sûre nâzıl olan Cehennem azâbını, Ebu-i Lehib bir kâfirin, Peygamber Efendimiz’in doğumuna sevindiği diye bir lûttufta bulunursa, Peygamber Efendimiz’in velâdetiyle, O’nun ümmet olmanın seviniyip, O’nun muhabbetiyle gücü yetişince kadar infakta bulunması hâlinde, ümmetimden muvâhit bir mü’mine ne nimetler ikram edilir, bunu bir tefekkür etmek lâzım buyuruyor.
Yani elbette böyle bir mü’minin, kerîm olan Allah’tan nâil olacağı mükâfâtı, Rabbimizin geniş ihsanlarıyla ve naim cemetle direkt kavuşması olacaktır. İmam Kastelâne Buhârî-i Şârihi, eyle İslâm diyor, Rasûlullah’ın sallâllâhu aleyhi ve sellem doğduğu ayı ihya etmekle, yemekler ihsan etmekle, fakirlere her türlü yardımında bulunmakla, sevinç izzâr ederek hayırlarını arttırmakla,
hidâyetlere vesîle olmakla, yine Mevlî Çerçeve okumaya îtinâ göstererek bereketlerinden istifade edilecek. Böyle yapılan oyun, belâlardan kurtulduğu ve ne dilekte var, yerine getirdiği tecrübe edilmiştir. İmam Kastelâne’nin böyle buyuruyor. Biz de bu ayın mediketi bakımından sadakalar vermek, hidâyet bekleyenlere hidâyet vesîle olmak, zayıflara tatvâ olarak müjde etmek, İslamî müessiselere, bu en mühim çok, Dâvûl-i Erkan var, Esâb-ı Sufâ var. Efendimiz, mâcir severdi, ensârı severdi. En çok bu, Esâb-ı Sufâ ile meşguldü. Demek ki bu Esâb-ı Sufâ bugün tabi, ne kadar Kur’ân-ı Kurs’ta ne kadar kaliteye ulaşırsa, ne kadar tatvâya ulaşırsa, inşâallah Esâb-ı Sufâ’dan bir hisse olmuş olur ve bir revaç vermek vazifemiz. Şunu mütefekkir söylüyor.
Bir trilyon trilyon trilyonları olan bir kimse diyor. Yolda giderken diyor, beş kuruş düşürse diyor, üzülür mü diyor, onu beş kuruş düşürmese tesir eder mi diyor. Demek ki burada bu insan kendisini muhasebe edecek. Sallâllâhu aleyhi ve sellem ümmet olmanın ne kadar seviniyor, bunu ne kadar ispat ediyor hâliyle, ne kadar müttakî takvâ sahibi oluyor, ne kadar zihindeki bilgileri kalben hazmediyor.
Bu şekilde o kalpte bir muhabbet artıyor. Muhabbetin bir âdâb meydana geliyor. Allah’ın hâliyle, kâliyle, her şeyle bir hâllemme oluyor. Her an düşünüyor, benim bahâriyim, Allah rızkı memnun olur muydu? Allah benden râzı mı? Yani bu minval üzerine bir ömrü, bir hayatı olmasa. Tabi burada en mühim ders, sallâllâhu aleyhi ve sellem, sevebilmek.
Yani başımıza cünyemî bir sıkıntı veya musibet geldiği zaman, Allâh’a kur Rasûlullah Efendimiz’in ümmet olma, bizim için en muhteşem zenginlik, en büyük saâdet, en büyük bahtiyarlık olduğunu düşünüp sabretmeliyiz. Çileler bizim için de son derece hafif gelir. İşte ashâb-ı kirâm, Tâ Çile giderken, Semerkant’a giderken, Allâh’ın verdiği bu İslâm nîmetinin bedelini ödemeye çalışırken bir zor gelmedi.
Yani Rasûlullah Efendimiz’in aldığı o rûhânetin enerjisiyle, o muhabbetle devam etti. Bunun ashâb-ı kirâmda sayısız, bunun misalleri var. O Kur’ân-ı Kerîm’e geldiğimiz zaman, Fetih Sûresi’nin son âyetinde, orada Rabbimiz buyuruyor, Muhammed, Allâh’ın Rasûlü’dür. Demek ki Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanımayabilmek. Bunu yakından tanımayabilmek, kitap okuyarak falan olmaz bu.
Sahâbî Rasûlullah Efendimiz onlara ne bir kitap, defter, kâğıt vermedi. Bu yaşamakla olur. Her inen âyet, Allah Rasûlü’nün tarafından yaşanıyordu. Ashâb-ı kirâm da o minval üzerine yaşatıyordu. Meselâ, varlıkta ve yoklukta infak ederler âyeti indiği zaman, Efendimiz zaten nâimiyetler geldiği zaman dağıtırdı hepsini. Açları doyurmakla doyardı. Nefsânî ihtiyaçları veren bir tarafa bırakıp, ümmet-i Muhammed’in derdiyle dertlenir, o şekilde bir huzur bulurdu. Ashâb-ı kirâm da, bollukta infak ederler. Bolluğa göre infak ediyor. Kurma bahçesini getiriyor vs. emsâl bir tokum şeyler Allah’ın önüne vakfetiyor. Niye? Yine elen teâlb, bürrahtâ tünçkûn mûmânetûbûr. Sevdiklerine vermedikçe Allah’a yaklaşamazsınız. Fakir de bu nîmetlerden istifade etmek için de, o da odun hamallığı yapıyor o da.
Dağları çıkartırsa odun kesiyordu, Medîne’nin çarşısında satıyordu. Yani her âyetten, inen âyetten fakir, zengin, hasta, sâlam, bütün ashâb-ı kirâm hisse almaya galip ediyordu seviyesine göre. Aynı şey, yer mukte meselâ, bir bardakta üç tane şehidin ortasında kaldı birbirine ikram ederken. Velhâsıl burada görebildiğimiz kadar, Rasûlullah Efendimiz nasıl bir insan terbiye ediyor, nasıl bir faziletten medeniyet inşâ ediyor, her şeyde böyle. Meselâ bir câbir, Hendekli’ye dâvî etiyordu. Efendimiz iki büktüm, karnına taş bağlamış. Yalnız gitmiyor, sahâbîyi topluyor, sahâbî ile beraber gidiyor. Hepsi dağıttırıyor, en son kendisi, sonra akrabaları, ev halkına, sonra da mahallede diyor, çok fakirlik var diyor, câbir bunları dağıt diyor. Efendimiz daima tesellîdi. Meselâ Hendekli’ye çok zor durumlar oldu.
Allah’ın yardımı gelmeyecek mi acaba diye kalplere birtakım vesveseler geldi. Efendimiz baştan yaşıyordu. Esas et, âhiret hayatını telkin ediyordu. Mekke Fethi’nde, devrin üstüne secde hâlinde giriyordu. Herhangi bir enâniyet gelmesin diye, orada Lâ Âişe İlâ Âişe-l-Âhire buyuruyordu.
Hep bu da Efendimiz’in getirdiği telkinler. Bu ne kadar bir suhde var. Hayvanlara bakış tarzı öyleydi, nebâatle de bakış tarzı öyleydi. Zekât devri verirken bile, koyunla verirken bile, aman bu Allah’ın emanetidir, toz toprak içinde kalmayacak, temizleyeceksiniz, sütünü alırken yavrularını bırakacaksınız, tırnaklarınızı keseceksiniz, hayvanın memlelerini batmayacaksınız.
Devamlı Efendimiz nasıl bir merhamet, bir müslüman nasıl geçecek merhamet? Mü’minin konuşması nasıl olacak? Efendimiz nasıl… Ebu Küsâfe diyor ki, sanki diyor, konuşurken ağzından diyor, bir nur saçılıyordu diyor. Bir huzur verecek bir lisan. Yani belâ Efendimiz’in esasında fakiri vardı, hassası vardı, dertlisi vardı, mahrum vardı, kimsesizi vardı. Fakat hepsi Allah rızası Efendimiz’in etrafında pervânî olmanın bir huzuru içinde yaşardı. Bu nedir muhabbet?
Efendimiz’in bu itaat neticesinde, yani bir gölgenin gövdeye sadâkati neticesinde diğer dünyevî lezzetler ömrün tüketti. Efendimiz’e olan itaat, O’nun olan muhabbet, bütün zevklerin ötüsüne geçti. Hatta öyle bir hâl oldu ki, acaba ben, dünyada Allah bana böyle bir lezzet nasip etti, nereden nereye geldim ben? Acaba âhirette beraber olabilecek miyim?
Esrafta bu endişeler başladı. Orada Efendimiz, اَلْمَرْوَ مَعَ مَنْ اَحَبَّ حَدِي الشَّرِفَةِ büyük bir sevinç verdi. Daima ashâb-ı kirâm, biz acaba, evet dünyada bu kadar bir lezzetin içindeyiz, fakat acaba orada nerede savrulacağız âhirette? Bu اَلْمَرْوَ مَعَ مَنْ اَحَبَّ حَدِي الشَّرِفَةِ bize diyor, büyük huzur verdi. Allah rızası oturduğu yeri, bütün beşeri hareketlerini bile ashâb-ı kirâm taklit etmeye çalıştı.
Velhâsıl ilk âyet, Muhammed, Allah’ın Rasûlü. Zaten bir âyettir o, uzun yarım sayfa. Muhammed, Allah’ın Rasûlü. Demek ki ashâb-ı kirâm nasıl tanırdı Allah Rasûlü’nü? Benim ümmetin başı da sonunda hayırdır. Başı, ümmet büyük bir sıkıletlere katlandı. Ölümü göze aldı, her şeyi göze aldı. Malın mülkün gitmesini göze aldı. Sonunda hayırdır?
İslâm’ın yapılan bu târuzlara karşı biz ne kadar bir müdafâ hâlindeyiz. Birinci, akâyit geliyor. Akâyitin güçlü olması lâzım. Hemen arkadan küffâra karşı şedettir buyuruyor. Evet, küffâın hukukuna da dikkat edecek ama bir dostluk, zihni beraberlik olmayacak. Bu kalbî beraberliği götürür ve mahveder.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, baktım diyor bir ahbap, ona diyor, dua ettim, ümmet ettim diyor, açılmadı kalbi diyor. Sonra diyor, anladım ki diyor, bu diyor, Budistlerin çalgıları vs. şu bu hoşuna giderdi, oralara giderdi. Hattâ cenâzılarıma kılayım mı kılmayayım mı diye içime şüphe geldi. Fakat kılayım dedim, çünkü evet bu ancak ateşle yanmakla temizlenir ama, sonunda müslümandır dedim.
İnşâallah Allah onu sonra câhennemden çıkartır dedim, cenâzımda kıldım. Buyuruyor. Yani onlara benzememek. Bu, îmânın şartı oluyor. Bugün baktığımız zaman vitrinlerde hep İngilizce yabancı kelimeler var. Yani onu, İslâmî kelimeler koysa bir aşağılık duygusu gelecek.
Onun için yabancı kelimelerle o dükkânı reklam etmeye çalışıyor. Çocukları giydiğiniz tişörtlere bakın, hepsi yabancı lisanda kelimeler var. Affedersiniz, çok pislik kelimeler de var. Zaten televizyon, internet vs. bir taraftan zehirliyor duyguları bazıları. Bir taraftan da maalesef o tarafa doğru, demektir, o taraftan da yabancı kelimeler var. İman, lâyıkına muhabbet, Allâh’a Celle Celâ, Rasûlullah’a sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’e, din kardeşliğine, kitaba muhabbet, bunun zıttını Ebu Lehîp ve onun emsallerine, Allah ve Rasûlü’nün düşmanı olanları nefret. Onun için hemen Cenâb-ı Hak, muhabbet, Allah’ın Rasûlü’dür, sallâllâhu aleyhi ve sellem. Hemen onların küffâra karşı did. Efendimiz, ibadetleri bile değiştiriyor.
On maalemde oruç tutuyor, bir güne ve bir gün sonra oturtuyor, Yahudiler tutuyor diyor. Yahudiler, sonra kalkma dediğin için size sonra kalkın bir bardak su için, hiç yoksa.” buyuruyor. Ezan da da Yahudilerin Hristiyanlar’ın âdeti gibi âdet edilmedi camiye davet için, beklendi. Ondan sonra zuhurat oldu. Allah’u Ekber, Allah’u Ekber Ezanı. O şekilde davet edildi. Daha evvel Kudüs’e dönülüyordu. Yahudiler seviniyordu.
Bak bizim mâbadime dönüyorlar diye. Sonra Birinci Medîne Devri’nin birinci senesinde Kâbe’ye dönülüyordu ama Efendimiz sevindi. Demek ki birinci kendimiz, evlâdımız, akrabamız ne kadar uzak ne kadar yakın ehl-i dalâlete. Her Fâtiha da da gayr-i mâdûb ve aleyhim ve raddâlin diye okuyoruz, dalâlettekiler.
Bunun için evlâdımıza ne gibi İslâmî bir şuur veriyoruz. Onun çocuk yaşında ne kadar Allah, Celle celâlü ve Rasûlâllah’ı sevindiriyoruz. Sonra işten geçmiş oluyor. Her şey bitmiş oluyor. Onlar gibi günü, onlar gibi günü, onlar gibi oluyor. Bu çok mühim. Ömer radıyallâhu anh, Dağıstan’a, Azerbaycan’a ordu gönderirken, bak dedi, onların giydikleri gibi giymeyecekler. Yani onların giydiklerini heves etmeyeceksiniz dedi. Onların pişirdiği yemeye itibar etmeyeceksiniz dedi. Yani en ufak bir alâkayı dahi men etti. Velhâsıl bugün ise, maalesef gülümüze baktığımız zaman, Alt Kavmi, Semud Kavmi, Feruhun Kavmi, Rut Kavmi, hepsi insanlık piyasasına geldi. Tam bir ifsat başladı.
Bu ifsattan çocuğumuzu, kendimizi ne kadar koruyabileceğiz? Dînî müessizlerini ne kadar rûhâniye yapabileceğiz? Ne kadar hizmet müessizlerini bir revaç verebileceğiz? Bu, îmânın şartı bugün. Farzâin hâline geldi. İkincisi âyette, hem oradan rûhâmâ geliyor, merhamet. Yani mü’min, mü’minin farz-ı vasf-ı vasfı,
merhamet olacak. Allah bana verdi, ona vermedi. Demek ki ben onun boşluğunu telâfî edeceğim. Altını, gümüşü biriktirip de Allah’ın emrinde infak etmeyenlere azâb ile müjdela âyeti indiği zaman, müfessirler diyorlar ki, bu âyet diyorlar zekât. Zekât ama eğer ihtiyat çoksa, zekâtın ötüsüne geçecek. Mü’minin mü’mine ihtiyacını görecek. Mü’min mü’minin mü’mine ihtiyacını görecek. Onun problemini çözecek. Bugün en mühim mü’minin mü’mine derdi, mü’min, Allah korusun, hidayet kaybediliyor. Câhiliye devri diyoruz. Câhiliye devri, Allah’tan uzak olan devrin adı câhiliye devridir. Ne vardı câhiliye devrinde? Büyük haber derler. Rasûlullah Efendimiz’in âhiret haberine.
Anne-Neyse’yi lazım dediler. Ya doğruysa ne yapacağız dediler. Elyazı’yı hünfî muhtelifon tahtışmaya başladılar. Efendimiz’i sen bunu kaldır dediler. Bu âhiret haberini kaldır dediler. Biz sana ittibâ edelim dediler. Para istersem para, reisliğin reislik, kadın isten kalın dediler. Efendimiz, bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz, ölüp giderim, yine senin bu teklifinizi reddederim dedi. Esâb-ı kirâm da aynı şekildeydi. O da her türlü alâi, cefâ vs. hepsi katlanıyordu, katlandılar. Bugün de baktığımız zaman aynı şey, âhiret unutulmak isteniyor. Onun için bugün işgaller oluyor, müslümanların memleketinde bilhassa diğer yerlerde de oluyor. Bir gasp oluyor, katillikler oluyor, vs. oluyor. O toprağı almak oluyor, o toprağın içindekilerini almak oluyor.
Bunun beteri mi beteri? En beteri, müslümanın duygularını çalıyorlar. Duygularını boşaltıyor, internet, televizyon vs. kendi o menfî duygularını enjekte ediyor. Onun için gayr-i mâdûb ve aleyhim ve raddâlim meydana geliyor. Bu, bugün için çok mühim. Sâdîde Efendimiz buyuruyor, bu fitten hadîs-i şerîfleri var, bu kıyamet hadîs-i şerîfleri. Bunları sayarken, Sâdî diyor, benim bir ümmetim diyor, benim diyor sünnet-i sevmeyi ittibâ hâlinde, takvâ hâlinde yaşayacak buyuruyor. Onlar bu müfsidlerin yaptığı mel’anetlerin tesirâtında kalmayacak buyuruyor. Tabi her gün gömülü beter şeklinde gidiyor. Onun için Cenâb-ı Hak hepimizin ihlâsını inşâallah arttırsın ve bir mukâmetimiz, hem kedimiz hem çocuklarımızı. Yani en büyük ayrılık kıyamette olacak. Bugün bilhassa Rasûlullah Efendimiz’in hayatını öğretmek, fakat kroncu olarak değil, onu sevdirmek, insanlığa doğru bir şekilde Efendimiz’i tanıtabilmek ve onun hâliyle hallenerek tebliğ edebilmek. Yani sözde laf da değil, fiilde, özde bu şekilde Rasûlullah Efendimiz’in hâline yaşayarak terkin etmek, bugün hepimizin farz ayın oldu.
Anneler, babalar, evlâtlarına, en başta kendilerine, mâlimler talebelerine, Mevlid-i Şerîf vesîlesiyle Peygamber Efendimiz’in muhabbetine aşılamalıdır. Mesela materialist, liberal dünya, Analar Günü diyor, Babalar Günü diyor, Sevgili Günü diyor, Bilmem Ne Günü diyor, satış yapacak vs. yapacak. Peki biz Mevlid kanlinde ne yapacağız o zaman? Demek ki evlâtlarımızın ne mutlu, biz de Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olduk. Onlara bir hediye alalım.
Onlara muhatap olalım. Onları ziyaretlere götürelim. Eyüp Sultan Hazretleri’ne, Azimâhım Hücdâ’ya, Yahya Efendi’ye veyahut da hangi şehirde, hangi büyük zâtlar varsa, onları ziyarete götürelim, onların hâlinden bastıralım. Yavrularımı hediye alalım ve Rasûlullah Efendimiz’i sevdirelim. Bak Allah severse diyelim, bu seneler sonra bu kadar ziyaretçis var. Allah sevdiğini sevdittiriyor. Velhâsıl ikinci rûh-i mâgî oluyor, bu merhamet.
Onun için en mühim bu zamanda merhamet, tasavvufunda en mühim hedefi, müsterşedi irşad. İrşad bekleyenleri irşad etme. İşte gönlüne bir dergâh hâline gelecek. Bu dergâhlar, gönüldeki dergâhlar bir rahabilite merkezi olacak. Tabi bu gönül merhametle yorulması neticesinde olur. Onun için bir mü’min, Efendimiz’in hâline hâline, zarîf insan olacak, ince rûhlu olacak, kaba, sert, haşin olmayacak.
Yani Ömer radıyallâhu anh, İslâm’dan evvel nasıldı? Herkes onun gönlü titriyordu, kaçıyordu. Sonra ne oldu? Bir koyun dedi, diğeri düşerse, Allah onu benden sorar dedi. Matemlerin civarında dolaşmaya başladı. Ben bu insandan mes’ûlüm demeye başladı. Gözü yaşlı bir insan hâline geldi. Diri diri kız çocuğunu gömen insan da aynı hâline geldi. Bunlar neyle oluyor?
Rasûlullah Efendimiz’in izini takip etmekle. Onun için bu rûha mağâ çok mühim. Yani bir mü’min merhametli oluyor. Kendisi için istediğini muhakkak kardeşi için isteyecek. Bilhassa ona hidâyete teşvik edecek, takvâya teşvik edecek. Tasavvuf budur zaten. Yani tasavvuf, kalpte bir muhabbet gelecek, Rasûlullah’a muhabbet artacak, muhabbetin bir âdâb meydana gelecek. Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllemeye başlayacak. Bu sevdeki en güzel tesir olacak o zaman. Evlûlullah’ın bütün şeyi bu.
Kitap okuyarak, tomar tomar kitap okursa, çanta çanta diploma taşısa, eğer Rasûlullah Efendimiz’e habersizse ne fayda? Maalesef bugün bir de bir ibtilâh. Üniversitede benim kariyer sahibi olmak için Rasûlullah Efendimiz’e bahsettiğinde, Hazret-i Kerîm’i seni koymayacak. Peygamberimiz demeyecek. Sokaktaki bir insanı şey yapacak gibi Muhammed diyecek. Böyle kariyer alacak. Benim peygamberim, onun mensubu olduğunu söylemem. Allah korusun, bir fâciha bunun gerisinden gitmek. Yani bir mü’min nasıl Muhammed deyip durabilir. Fakat bugün kariyer yapanlar da bu istenmiyor. Gökyabî öyle yapar da taraflı oluyor. Tabii mü’min taraflı olacak. Taraflı olmanın şartı. Yani devir ne devre geldi? Yani böyle bir devirdeyiz. Yani kaç türlü İslâm’a bir târuz var.
Öbürü geliyor, târisselcik diyor, bilmem ne diyor, o zamana ait diyor, vs. diyor. Bugün diyor, miras böyle olmadı diyor, o böyle olmadı diyor, tesettür böyle olmadı diyor. Velhâsıl türlü türlü ifsat hareketleri var. Bunun için îmânı zindeolar tutmaya mecburuz. Cenâb-ı Nebu yürüyor ki, kim Allâh’a yardım ederse, İslâm’ı yaşar ve İslâm’ı yaşatırsa, Allah da ona yardım eder, sonra ayaklarını kaydırmaz.
Demek ki ayakların daima kayacağı bir zemindeyiz. Bunu gençlerimiz de görüyoruz. Bir takım deizm gibi vs. aklı, fikri, izânı, idrâki vicdanını sığmayan bir takım akımlar başladı. Daima bir mü’min şunu düşünecek, Rasûlullah Efendimiz benim yüzüme kara çıkartmayın buyuruyor. Daima ben ne yapıyorum? Yarın Allah Rasûlü bana tebessüm eder mi, etmez mi kıyamette?
Tabi ben onu burada unutursam ve koruyamazsam, en basit bir misal daha vereyim, Uhud’da sağlıklı bir rebî vardı. Bu zâtı Efendimiz çok severdi. Bu çok cömert bir kişiydi, zengindi çok. Abdurrahman bin Avf geldi, o çok fakirdi o git-gel zaman. Gel dedi kardeşim dedi, Efendimiz kardeş dedi, işte dedi, hurma bahçem dedi, iste dedi, evim dedi, neyim vardı, gel ikiye bölerim dedi.
Abdurrahman bin Avf Hazretleri de müstâni davrandı. Hepsi senin olsun kardeşim dedi, sen bana çarşının yolunu göster dedi. Bu, Sa’d bin Rebî buydu. Efendimiz Uhud’da, Sa’d nerede dedi sordu. Birkaç saat bir seslendi, Sa’d, Sa’d neredesin diye hiçbir cevap gelmedi. Bir sıra bir Sa’d bin Rebî, seni Rasûlullah’a soruyor, neredesin deyince cılız bir ses geldi, buradayım diye. Râvî diyor, gittim diyor, baktım diyor, yüzü diyor, kalbura dönmüştü, kan remân içindeydi diyor. Dedim ki ona, seni Allah Rasûlü sordu. Cevâbî han bana dedi ki, eğer siz, kepliklerinizi kıpırdınca kadar gücünüz varsa, eğer Allah Rasûlü’nü müdafâ edemiyorsanız, bu nîmetin kadrini bilemiyorsanız, bunun hesabını verirsiniz dedi. Ve gözlerini kapadı ve son nefesini verdi. Bu Sa’d bin Rebî’nin bütün ümmete son bir tebliğiydi.
Velhâsıl demek ki mü’min, mü’mine merhamet dolayı, kendini düşünecek, en mühim imânını düşünecek. İmanların kaydıyla bir devirdeyiz. Ondan sonra gelen Rasûlullah’ın yanında bulunanlar, onu sen rükû ederken görüyorsun, buyuruyor. Demek ki bir mü’min rükûsunu, onu bir huşû hâli verecek. Secde ederken görürsün, buyuruyor. Cenâb-ı Hak secde et ve yaklaş, buyuruyor. Demek ki kat evlâruz, mü’minler felâh buldu, onlardaki huşû ile namaz kılarlar.
Demek ki namazın fıkhî tarafları beraber kalbî tarafımıza inkişâf ettirmek. Tabi bu çok zor bir iş. Hiç olmayacak şeyler namazda geliyor. Tabi bu gayrı Cenâb-ı Hak dua etmek, yâ Rabbi bize namazı sevdir. Demek ki bu ibadette, tabi bu namaz burada bildiriyor. Tabi bu oruç filân, diğer bütün ibadetler, fardalar, hepsinin câmiği bu. Ondan sonra Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’in yanında bulunanlar, gönül hâlini bildiriyor. Gönlü ne âlemde,
duygular ne âlemde, ne isterler Cenâb-ı Hak’tan? Fazîlet ve Allah rızâsını isterler. Mal, mülk vs. şu bu, gösteri, şomfor vs. değil. Esâb-ı kirâm baktığı zaman Kuzey Afrika fethedildi. Ganîm eder, akmaya başladı. Esâb-ı kirâmın evinin dekoru değişmedi. Kulû-i af, farzlarını infak eder durumda oldular daima. Ondan sonra duygular temizlenecek.
Duygular temizlenecek ki orada cemâlî sıfatlar o kalpte tecellî edecek. Kirli bir bardağınız bir zemzem konmaz. Öyle bir kalpte de Cenâb-ı Hakk’ın bastarı olamaz cemâlî sıfatları. Ondan sonra ne geliyor? Mîn-i eser’e sucud geliyor ve bir müslümanın sîreti, sûretini aksedecek. Bir huzur hâli verecek her girdi yerde. Nasıl bir buket çiçek getirirler ki bir huzur versin diye. Ve bir müslümanın sîretini aksedecek.
Bir mü’minin hâli, oturucu, davranış vs. huzur verecek. Tâif’te Efendimiz taşlandı. Kan revânisi kaldı. Bir bağız sahibi acıdı. Şu kişiye bir salkım, üzüm götürün dedi. Atlâ siminde bir kölesi bir salkım, üzüm getirdi. Köle, Efendimiz şöyle bir baktı, seyretti. Siz kimsiniz dedi. Siz bunun insanı benzemiyorsunuz dedi. Siz başkasınız dedi. Siz kimsiniz dedi. Sen neredesin dedi. Ben linom alayım dedi.
Hân dedi, Mâtta oğlu Yunus’un isen memleketi. Yice şaşırdı. Siz nereden tanıyorsunuz dedi. Biz iki kardeşiz dedi. O da peygamberdi, ben de peygamberim dedi. O kadar câhillerin, zâlimlerin için bir köle tanıdı, müslüman oldu. Efendimiz de sevindi. Bir kişi ateşten kurtuldu dedi. Akrabaları bile tavır aldı Tâif’te. Bak bir kölenin müslümanı, Efendimiz sevindirdi. Demek ki min eser-i sücûd, demek ki burada gönül âleminin dış âlemi aksetmesi. Abdullah bin Selâm vardı. Bu ham başıydı. Hicret dedi, bana gösterin dedi. O da öyle şeydi. Baktı, süzüldü vs. Bu insan yalan söylemez dedi. Velhâsıl bir mü’minin sîrete daima, sûrete aksedecek.
Hattâ o fukara tespitinde bile, esrâili vel mahrumda bile, mahrumları, sen onları sîmâlarından tanırsın, Cenâb-ı Hak buyuruyor. Yaşarsan yaşatırsın. Velhâsıl Tevrat’ta böyle diyor. Allah Rasûlü’nün yanında bulunanların Tevrat’ta. İncilde ise, orada da bir infak geliyor. Allah için gayretlik geliyor. Orada da Cenâb-ı Hak bir teşbih bildiriyor.
Bir tohum ekledirir, filiz çıkar, gövde olur. Bu küffâra öfkelendirir. İşte ashâb-ı kirâm, Efendimiz nasıl bir fidân dikti, nasıl kalınlaştı, bu ne yaptı? Küffâra öfkelendirdi. Her taraftan müşrikler, münafıklar, Efendimiz’e, müslümanlara hücumete başladı. Bugün de aynı. İslâm fobî diyor.
Kendilerinin yaptıkları o birinci dünya hâlinde, ikinci dünya hâlinde yüz milyon insan öldürürler, fobî denmiyor. İki şehir mahvoldu, kömür oldu, fobî denmiyor. Afrika’dan köleler, köle olarak aldılar, kürek mahkumuşlar, gık diyenler okyanuslar ortuna attılar, fobî denmiyor. Niye İslâm’a fobî deniyor? İslâm, onların hayatlarını anlatıyor. Onun için, o legevetini ne yapıyor? Dayatma var.
Kabul ettirilme isteniyor. Velhâsıl gelelim, bugün Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? Allah’a îmân ederler, amel-i sâlih işlerler, onlara büyük bir mükâfat vardır buyuruyor. Değil mi? Bu âyette, sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in yanında bulunanlar, isterse bunlar, iki bin sene sonra gelsin. Aynı bu Efendimiz’in, ben nefes-i râhmâniyi duyuyorum buyurduğu gibi. Yine Efendimiz buyuruyor, ben kabrimde bile güzel ameller gelir, ben sevinirim buyuruyor. Menfî ameller yetiştireyim, dua ederim buyuruyor. Bir annenin, babanın muhabbetinin daha fazla. Peki bizim muhabbetimiz ne kadar? Kıyamette nereye sığınacağız? يَكُولُ الْاِنْسَانِ يَوْمِنْذَا اَيْنَ الْمَفَرِ Nasıl bir zor yer, kaçacak yer var mıdır der insan. Kaçacak yer nerede var, dünyada var. فَفُرُّ رُيْءِ إِلَى اللّٰهِ Cenâb-ı Hak buyuruyor. Allah’a koşun buyuruyor.
Allah’a firân, Allah’a sığının buyuruyor. Ondan sonra okunan Hucurât Sûresi’ninki âyetler, dört âyet. Orada Cenâb-ı Hak, ey îmân edenler buyuruyor, müslümanlara hitâb ediyor. Allah buyuruyor, sonuna geçmeyin buyuruyor. Yani ne emrettiğiyse odur. Bir kişi kurbanı erken kesti, bayramdan evvel kesti, tekrar et dedi. Bir kısmı keraat vakitinde namaz kılıyordu. Öbür kardeşi de ki, ya niye keraat vakitinde kılıyorsun dedi. Yahu secde etmek suç mudur dedi. Suç değil ama Allah Rasûlü’nün emrini dinlememek suçtur dedi. Otuz üç, otuz üç, otuz üç buyruluyor namazdan sonra tespihat. Ben otuz üç, otuz üç, daha çok sevap kılacağım, kırk kırk kırk çekeyim. Olur mu? Olmaz. Demek ki her hâlimizi Allah Rasûlü’nün hâliyle mizan edebilmek. Orucu üç saat evvelden başlasak, üç dakika evvel iftihar etsek olur mu? Olmaz. Orucumuz bozulur.
Demek ki burada, aynen yani, gölgenin gövdeye sadâkati gibi Rasûlullah Efendimiz’in izinden gidebilmek. Onun için ey imân, Allah ve Rasûlünün önüne geçmeyi. Bu yüzden Allah’tan itikâd edip korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir buyruluyor. وَهُمَ اَيْنَ مَا كُلُونَهُمْ قَوْضِكَ يَعَوْرِونَ Nereye gitsen, Allah zamanından, mekândan münezzeh, Cenâb-ı Hak seninle beraber.
İnsan, sevdiği kişinin sevilmeni ister. En büyük insan bir hediye götürse, o hediyeyi takdim etmekten, onun güzelliği göstermekten sevinir hediye götüren. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın en büyük hediyesi, Rasûlullah Efendimiz’e ey imân ederek, sesinizi Peygamberin sesinin üzerine yükseltmeyin, buyuruyor. Bu sahâbeye indi. Bu sıradan insanları değil, avamdan insanları değil. Onlar kendi aralarında nasıl konuşuyorlar?
Kavga ederek konuşmuyorlardı onlarda. Normal konuşuyorlardı. Öyle bile konuşmayın, buyuruyor. Birbirinin seslendiğini gibi de seslenmeyin, buyuruyor. Aksi hâlde, ne oldu? Bütün amellerin, namaz, oruç vs. var var var var, hepsini ne olur, boşa çıkar, buyuruyordu. Demek ki Allah Rasûlü’nde olan bir saygısızlık, işte Mâlef’ten bahsedemeyen o şeyleri, kariyercilerin, yok böyle Hazret demeyeceksin, savlât koymayacaksın, Peygamberim demeyeceksin, Peygamber diyeceksin. Allah’ın hafızını affeyle. Nasıl imanlar gidiviriyor? Göya tahsil yapıyor. Ondan sonra gelen âyet, üçüncü âyet, Allah Rasûlü’nün huzûnuna seslerini kısanlar. Yani Allah Rasûlü’ne kadar edepli olanlar. Bu edepin en güzelini biz devrim Osmanlılarda görüyoruz. Bir edep ki, Medîne’de mektup geldiği zaman ayakta dinlemeyen hiçbir Osmanlı pâl-i şahı yoktu. Hatta Abdülaziz bile, hasta yatağında kaldırılan iki kişinin koluna girerek kaldırırlardı. Ayağa kaldırdı, ayakta dinlerdi. Bu dedi, Allah Rasûlü’nün komşularından geldiği mektupla derdi. Tren yolu yaptırdı Abdülaziz. Rasûlullah Efendimiz sefere gittiği zaman dinlendiği yerlere istasyon koydu.
Yine Medîne’yi münevverdi, bir zât vardı. İsm-i Hatıram’a gelmiyor. O zâtı gördük. Rahmeti pederimizin de ahbâbıydı. Osmanlı muhibbiydi. Câfer Fakih Efendi. O bir görgü şâhidi. Yüz küsur yaşında, vüfat ettiği zaman çok yaşlıydı. O dedi, surâ alaya gelir Medîne’ye. Medîne’ye girmezdi. Medîne’nin dışında konaklar, Selvâsı-şerîfe getirirler, uykuya dalarlar.
Rasûlullah Efendimiz’den davet geldiği zaman, Selvâsı-şerîfe getirerek Medîne’ye münevvere girerler, davet necdisinde. Ve bunun gibi sayılmayız. Meselâ 1. Ahmet Han, o zaman zeytinyağlı yanardı fitiller. Olmaz dedi. Herkes dedi, olduğu gibi olmaz dedi zeytinyağlı. Ben de gül yağ göndereceğim dedi. Gül yağlı dedi o dedi, şeyler yansın dedi, fitiller yansın dedi, ışık versin dedi.
Niye bu velâdet kandilinde? Orada gül suyu dağıtılır, hediyeler verilir, okullar tâtil olur. Herkes birbirine bayramı tebrik eder. Bu şekilde Rasûlullah Efendimiz’in bir sevgi tezâhürü bulunurdu gelen kayıtlarda. Velâsıl çok yani burada bahsedecek. Velâsıl Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’in sallâllâhu aleyhi ve sellem’in karşısında cümlemizin edepli olması, yavrularımızın o edep, talebelerimizin o edep içinde geçiştirmeyi Cenâb-ı Hak nasîb eylesin. Bu çok mühim. Onlar takvâ sahiplerdir buyuruyor Cenâb-ı Hak. O Efendimiz’e saygı gösterenler, sesini kısanlar, onlar takvâ sahiplerdir. Tersine bir kısım da bedevî geldi, orada bağlar, Muhammed çık dediler, gözceseline dediler.
Cenâb-ı Hak burada onları da, bunlar diyor, aklı ermeyenlerdir diyor. Çocuklar falan pırlantayı bir taş parça çekildiler, tanır. Bunlar, Cenâb-ı Hak buyuruyor, bunlar diyor, aklı ermeyenlerdir. İsterler, tomar tomar diploması olsun. Bu dünyaya gelir, bu dün Liyâruf’un Cenâb-ı Hak’ı kalpte tanıyabilmek. Allah cümlemizi inşâallah Rasûlullah Efendimiz’i kırıntı hâlinde, esrafta ve mukâhede kırıntı hâlinde tanınayanlardan eylesin.
Tabi bu tanımak, Efendimiz’in hâliyle hâllenmeye bağlı. Onun gibi her hâlimizi, namazımızı, muâmelimizi, beşerî münâzem, nezâket, zarâfet, incelik, her şeyimize, acaba Allah Rasûlü’ne benziyor mu? Yanında o da tebessüm eder miydi? Velhâsıl diğer taraftan o fitan hadislerinin sonunda Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz orada buyuruyor,
Bu ümmet, Allah’ın emri ve kazâsı zuhur edip, kaza kıyamet, kıyamet kopuncaya kadar emri ilâhîye tâbî olmasında hep sabit-i kadem olup duracak. Ve en tek kendilerine muhalifet edenler, o takvâ sahipleri zümreye zarar vermeyeceklerdir buyuruyor. Demek ki bu, ne kadar takvâ olursa, o kadar bir muhafaza altında olacağız.
Onun için bu yolumuz çok mühim. Cenâb-ı Hak seherleri ihya edenlerden eylesin inşâallah. Seherlere teşvîk edelim. Erken yatalım. Tabi televizyon görüyor, vesâili görüyor. Onlara bakıyor, geceyi mahvediyor. Bir Allah dostu ona söylüyor, sen diyor, gündüzleri diyor, isyan etme ki diyor, geceleri Cenâb-ı Hak senin huzurunda bulunursun diyor.
Diyor, eğer bir kalkamıyorsak, problem varsa gündüz hayatına dikkat etmemiz lâzım. Nasıl bu, bedelimizi hazırlıyoruz, sabah, öğle, akşam yiyoruz. Rûhumuzda hazırlamak lâzım. Rûhumuzda gündüzleri bir mukâhmet hâlinde olacak seyyîlere karşı.
Onun için seherler, günlül âlemizi gıdalandırma zamanı. O havanın loş karanlığında Cenâb-ı Hak’la beraber olmanın gayret içinde olabilmek. Hattâ bu, Efendimiz bir sefer dolaştı. Her evden Kur’ân-ı Kerîm’e virüs sesleri gelince, Efendimiz huzur buldu, evine döndü ve istirahat etti.
Ve Efendimiz bu hadîs-i şerîflerde bildirdiğine göre, bu zor seferlerde bile, bir tebûk seferi var, zor sefer. Bin kilometre gidecek, deve üstünde vs. gidecek. Bu zor seferlerde bile Efendimiz’in bu teheccüd namazını ihmal etti olmamıştır. Sadece nâdirel, nâdirel, Ayşe Vâlidemiz çok yorgun olup terk ettiği zaman, o zaman da gündüzlüğüne on-eşşekât namaz kılardı Rasûlullah buyuruyor.
Sohbetler mühim. Sohbetler, bir enerji alabilmek. Fakat ham bir kalple girilirse, ham şekilde dinlenirse, okuyan dinleyen ham olursa, dört duvar arasında beraberlik olur. Nasıl bir atom infilakti var, bir enerji veriyor. Onun kalplerinde enerjinin çıkması lazım enerji. Enerjiler çıkarsa, o sohbet, sohbet olur. Bir huşû hâline gelir sahâbî. İşte sahâbî, sohbet aynı kökten geliyor. Yani sahâbîyi sahâbî yapan o sohbettir.
O sohbetler çok mühim. Yani sohbete hazırlanmak. Nasıl alınacak? Kalben hazırlanmak. Bir ibadet vecdiyle girebilmek. Evde de kitabı okursun. Orada bu müşterek enerjiden istifade edebilmek. Diğer taraftan kazancıya çok dikkat etmek. Ben şurada çalışıyorum, ne yapayım? İş bulamıyorum, olmaz. Ben meyhânede çalışıyorum, iş bulamıyorum, olur mu? Yani haram yok mu, olmaz. Federrahmet, ilk defa bunu sorardı. Oğlum hangi işte çalışıyorsun derdi. Bu işi değiştirmen lazım derdi. İnsan hâli tüvlesi, iki hâli çok müessirdir. Birincisi, aldığı gıda. İkincisi de beraberinde bulduğu insan. Eğer beraberinde bulduğu insan, hayırlı insanlar onu hayırla götürür. Şerli insanı da şerre götürür. Bugün gençlerimizin en büyük problemi de bu. Diğer taraftan yavrularımız, onları bir Kur’ân-ı Kerîm kursunda götürür. İmam etrafı bunu veremiyor. Otuz, elli kişilik sınıfta bir fâtiha ile doğururuzca öğrenir, yahut da şey yapamıyor, öğrenemiyor. Kıyam farzdır. Kıyamsız bir namaz kılabilsin oturarak eğer müşküd durumda. Fakat kıraatsiz bir namaz kılamazsın. Harfler birbirine karışmayacak mânâ değişir. Velhâsıl evlâdını seven, Kur’ân-ı Kerîm’i seven, Allah’ı seven,
Rasûlullah Efendimiz’i seven, Rasûlullah Efendimiz’in izinde gitmek isteyen, Rasûlullah Efendimiz nasıl esâb-ı suffada, hattâ bir sahâbe baktı mı diyor, iki büklüm olmuş, taş bağlamıştı diyor, âyetleri terkîn ediyordu diyor. Efendimiz sekiz âyet inerdi, onu ezber etti, ondan sonra onun tatbîkatını yaptırırdı. O şekilde fazîletler rûhlara sindi. Tesettür mühim. Tesettür yavaş yavaş gidiyor, kayboluyor. Aman kızım okusun, kocasına eline muhtac olmasın.
Onu düşünüyor. Peki, kızım, eğer biz Allah yoluna gidersek, Allah bizi korur, biz Allah’a muhtacız. Bunu demiyor da, kocana muhtacılık olma diyor. Bakıyorum çok kimse yanlış yerlere gidiyor, bilhassa kız çocuklara. Onun için mesleğini seçtirmek lâzım. Vallahi çok zor durumdayız. Fakat çok da büyük mükâfatlar var.
Allah cümlemizin yardımcısı olsun. Lillâhi Teâle’l-Fâtiha.
İlk Yorumu Siz Yapın