14 Mayıs 2022 Sohbeti – Canlı – Osman Nuri Topbaş
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=vZJLV5A2y1w.
Rasûlullah, sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, mücellâ, musafâ, pâk rûh-u tayyibelerine, Ehl-i Beyt’in ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, şehidlerimizin, cümlemizin, geçmişlerinin rûh-u şerîflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine, okunan Tevbe Sûresi’nin 111-112. âyetlerini,
muhtabası içinde yaşamayı, bu müjdeye nâil olmayı Cenâb-ı Hak cümlemize nâil elimizin duâsıyla, bir Fâtiha şerîf, üç İhlâs.
Allahümme salli ve sellem…
Çok muhterem kardeşlerimiz, üç aylar Ramazân-ı Şerîf ve Kadir Gecesi’nin rûhâniyetini tarakke ettirmek için çok güzel bir mevsimdi. Yani Cenâb-ı Hak bir Kadir Gecesi’nin bir gecede, 80 küsur senenin, gece olarak da 30.000 gecenin ecrini bir gecede hâk ediyor.
Yani Cenâb-ı Hak ne kadar cömertliğinin bir sonsuzluğu, ümmet-i Muhammed’e olan bir ikramı… Velhâsıl inşâallah Cenâb-ı Hak bu Kadir Gecesi’ne, diğer günleri Ramazân günlerine, hayatımızın bütün muhtabasını yaşayabilmek ve son nefese ulaşabilmek, son nefese bir saadetle ulaşabilmek.
Zira Cenâb-ı Hak, وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَانْتُمْ مُسْلِمُونَ Ancak müslümanlar olarak can vermiyor, sakın ha başka kötü bir can vermiyor buyuruyor. Bu ne zamana kadar? Bir imtihan dünyası içindeyiz. Bu imtihanda son nefese kadar devam edecek. Cenâb-ı Hak yakın ölüm gelene kadar buyuruyor. Yani bu Ramazân-ı Şerîf mevsimini bütün aylara teşmil etmek zarûrî.
Çünkü müslümanlık, belli zamanlar has bir merasim değil, ömürlük bir takvâ hayatıdır. Rabbimiz kulunun Cennet’e girmesini arzu ediyor. Cennet’i mü’minler için, Cehennem’i için kâfirleri için yarattı. Fakat mü’minlerin Cehennem’e girmesini arzu etmiyor. İllâ ki gireceğim derse Cehennem’e, nefsânî hayatlarına esir olmalı, yapacak bir şey yok.
Cenâb-ı Hak, mü’minlerle bir imtihan dünyası içindeyiz. Bu cihan, bir mekteb olarak hazırlanan inse ve cinne, ta Âdem a.s.den beri geliyor. Cinlerin ne zamandır devam ettiğini bilmiyoruz. Fakat en sonunda bu dünya da infilâk edecek. Bu nizam bozulacak. Yeni baştan bir âlem başlayacak.
O âlemde kulluk yapma vs. yok. Yani hep bu dünyadaki olan hâlimizde, öbür tarafta devam edeceğiz. Bu gecelik gündüz bu dünya devam ediyor, bir ömürle devam ediyor. Fakat öbür tarafta, Cenâb-ı Hak bitmeyen bir gün başlayacak. Gömül hulut. Bitmeyen bir gün başlayacak. Sonuçta bir âlem başlayacak.
Cenâb-ı Hak yine ikramını bildiriyor kullarına. Câsiye üstünde, göklerde ve yerlerine varsa, âmâde kıldık buyuruyor. İnsanın emrine verdik diyor. Kaman, kimin için bunu düşünen bir toplum için, kalbi olan bir toplum için, takvâ sahibi bir toplum için… Demek ki kul daima, Allah’ın nîmetlerini tefekkür edecek. Zaten ilk âyet, ıkrabism-i rahmeti,
rabbi kerîf-i halak buyuruyor. Yani gördüğü her şeyde Rabbini hatırlayacak ve kalp bir zikir hâline geliyor. Aman yâ Rabbi! diyecek. Yani kulundan Cenâb-ı Hak, kat-eflâmen zekkâ, kat-eflâmen tezekkâ, teski olmuş, temizlenmiş bir yürek istiyor. Teskiye nedir? Yani temizlenmeyen bir yürek istiyor.
Tezkiye nedir? Yani temizlenme, nefsin temizlenmesi, kalbin berrak hâle gelmesi, alıcı hâle gelmesi, kalbi selîm hâline gelmesi. اِلَّا مَنْ اَطَى اللّٰهَ قَلْبٍ سَلِيمٍ Cenâb-ı Hak bir kalbi selîmle davet ediyor. Demek ki teskiye, nefsânî arzuları bertaraf etme. Cenâb-ı Hak ihsan etti. اِنَّفَحْتَ فِيهِ مِنْ رُوحِ buyuruyor.
Rûhânî istidâda inkişâf ettirme, kendisinin kulun bir ihsan, yani ilâhî kameranın altında olduğuna idrak hâlinde yaşaması, bu kalpte bir şuur hâline gelmesi, bu şekilde bir takvâ meydana gelmesi. 258 yeryedeki Kur’ân-ı Kerîm’de takvâ geçiyor. Cenâb-ı Hak kullarının müttakî ve müttakî olmasını arzu ediyor.
Kul, kalbi selîm sahibi olacak. Râfînî olmuş, tertemiz bir kalp, berrak bir kalp. Nasıl insan doğduğu zaman tertemiz olarak doğuyor, günahlardan âzâde. Son nefeste o şekilde olacak. İbadetler, tâhat, istiğfarlar, seherler, o şekilde kalp, tertemiz olarak da, اِلَّا مَنْ اَطَلَّٰهَ بِقَلْبٍ سَيْرٍ Kâlbi selîm, bile Rabbine gidecek.
Kalb-i minip buyuruyor, istikâmet, Kitâb ve Sünnet üzere olacak. Nefs-i mutmeyin ne boluyor, Allah ne verdiyse nimet olarak, iki uçlu piçak gibi bütün nimetler Allah yolunda seferber edilecek. Can, mal, evlât vs. Nefsânî arzuların desilsine düşmekten imtihan edilecek.
İnsanı felakete götüren nefsî arzular nelerdir? En başta gurur oluyor, kibir oluyor Allah korusun. Enâniyet oluyor. Bütün nimetleri veren Cenâb-ı Hak, O’nun karşısında Cenâb-ı Hak, abdi âciz olması lazım. Aman yâ Rabbi! demesi lazım. Riyâ, gösteriş, gıybet, haset. En mühim kendini vitrine etme sevdâ. Maalesef bu, kadın da erkekle kendini vitrine etme sevdâsı çoğaldı. Onun için şerîfî hükümler bir tarafta kalıyor. Bunlar hepsi kulluğu zedeleyen hususiyetler. Mü’min gönlünü rûhânî istihdatlarla müzeyyen hâle getirecek. Ne olacak? Merhamet. Nasıl merhamet? Efendimiz’in merhametine yaklaşacak. Şevk-i şerîfî hâle.
Nefs-i tezkiye, kalp tasvî ile takvâde, mesafe kat kat gayret edilecek. Merhaleler kat edilecek. Rasûlullah Efendimiz şöyle buyuruyor. Ümmetin bir yağmura benzer, önümüz sorumu hayırlatır bilinmez. Yani eserle, mü’minlerle, mü’minlerle, mü’minlerle, mü’minlerle, mü’minlerle, mü’minlerle, mü’minlerle, metinlerle,
Rasûlullah Efendimiz şöyle buyuruyor, ümmetin bir yağmura benzer, önümüz sorumu hayırlatır bilinmez. Yani ashâb-ı kirâm mı? Yalnız bu zor zamanlarda gelen ümmetin mi hayırlı bilinmez, buyuruyor. Muaz bin Cebel anlatıyor, Rasûlullah beni Yemen’e vâli olarak gönderirken uğurlamak için Medîne’nin dışına kadar Rasûlullah teşrif etti, buyuruyor. Ve ben binek üzerindeydim. O işe maşendir, yürüyerek geliyordu. Bana tavsiyelerde bulundu. Dedi ki tavsiyelerden sonra, bak dedi Muaz dedi, belki bu seneden sonra beni bir daha göremeyeceksin dedi. İhtimal ki şu mescidime ve kabrimime geldim ha ziyaret edersin dedi.
Muaz Efendimiz’in bu sözünü duyunca çok mütesir oldu, ağlamaya başladı. Efendimiz’e ağlamayayım Muaz dedi. Sonra yüzünü Efendimiz Medîne’ye doğru çevirdi ve şöyle buyurdu, İnsanlardan beni, bana en yakın olanlar, kim, nerede, hangi zamanda, hangi menganda olursa olsun, Allah’a karşı takvâ sahip olan müttakîlerdir.
Demek ki bu hepimizin muhtevâsı için alıyor. Yani bugün de, dün de, yarın da müttakîler kimler? Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenirler. Hayatın bütün muhtevâsında Rasûlullah Efendimiz’e benzemeye çalışanlar. Bir gölgenin bir gövdeye sadâkati gibi olabilmek. Bir gölgenin bir gövdeye sadâkati gibi olabilmek.
Rabbimiz, Însân-ı Kerâm’ı yarattı. Kulundan dostluğu talep ediyor ve dostluklar, Dâruf-i Selâm’a, Cennet’e davet ediyor. İstidâtlar ihsân etti. Cemâli sıfatlar kalpte tecellî edecek, kul Cenâb-ı Hak’la dost olacak. Fakat nefsânî arzular bertaraf edilecek. Yani kirli bir bardakla ona su kolmak ve su koymak,
kirli bir bardakla ona su kolmak ve o su içilmez. Hatta kirli bardağın zemzem bile kurulmaz. Çünkü zemzem bünyesini de kırar. Demek ki kalpte öyle. Bu bütün celâli sıfatları bertaraf edecek, cemâli sıfatları mazhar hâle gelecek. Bu dostluk nasıl olacak? Cenâb-ı Hak’la Lâ Hâfûn, Aleyhüm ve Lâ Hüm Yaşînûn buyuruyor. Onlar korkmayacaklar, üzülmeyecekler. Peki bu dostluk nasıl olacak?
Cenâb-ı Hak ile Peygamber Efendimiz’in dostluğu gibi. Mü’min bu ulvi dostluktan hisse alacak. O şekilde Cenâb-ı Hak’la dost olacak. Lâ Hâfûn, Aleyhüm ve Lâ Hüm Yaşînûn. Korkmayacak, üzülmeyecek. Başka nasıl misal? Rasûlullah Efendimiz, Ebu Bekir radıyallâhu anh’la misâli gibi, dostluk misâli gibi. Efendimiz, Ebu Bekir radıyallâhu anh’a dost oldu. Habeşli Vahşî de dost oldu seneler sonra.
Bu dostluklar arasında muazzam farklar var. Burada ne ölçü var? Kalbî yakınlık ölçüsü var. Muhabbet, iki kalp arasında bir nevi ceylan hattıdır. Bu hatt ne kadar güçlü olursa, her hâl ve şahsiyet transfer olur, inkâs eder, insibâ eder. O nispetle artış gösterir, merhaleler gösterir. Malzeme demek ki, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmış,
muhabbettir, Rasûlullah’a yaklaşmış muhabbettir. Ne içinse âdaptır. Allah Rasûlü’nün edebiyle, hâliyle, ahlâkıyla, davranışıyla, nezâketiyle, zerafetiyle hallenebilmektir. Dostluğu güçlendiren ne için? Fedakârlıktır. Hep es-Sâbih-i Kerîm’de baktığımızda fedakârlık hâlinde.
Ama ben şu kadar yaptım, artık gidip oturum yok. Aman benim kalbimde, Allah Rasûlü’nün kalbinde benim bir hissem var mı? Yani Allah bize ne imkânları verecekse, akıl, zekâ, mal, can, evlât, hepsini Allah Rasûlü’nün, Allah Rasûlü’nün ve Allah Rasûlü’nün istikâmetine seferber edebilmek. Mal nedir bir defa? Mal kime aittir? Mal kime aittir? Hayvanlarda mal var mı? Bir mal endişesi var mı hayvanlarda? Benim niye malım yok diye hayvanlarda, niye kulübem yok diye endişe var mı? Demek ki insana bir nefis imtihanı olarak veriliyor mal. Hayvanlarda insan için yaratıldı. Onların zaten öbür taraf diye bir şey yok.
İnsanı bir lûtuf olarak yaratılacak, insan o hayvanlara, iqra bismi Rabb’i kellez’e okuyacak, ders alacak. Her hayvan ayrı bir mektep, ayrı bir dershâne. Yaşayışı, yaratılışı, rızkı vs. Her nebâtat da öyle. Hepsi insan için yaratıldı.
Yani mal bizim için bir imtihan meselesi, mal kullanmayı bilene, bir mal kullanmayı bilene bir cennet malzemesi. Ama Allah korusun, nefsânî arzuları istikâmetinde kullanılsa, kişi cehennem yolcusu ediyor mal. Rabbimiz diğer mahlûkâta bir mal vermiyor. Demek ki onlarda mal ihtirası yok. Sadece insanda bu mal ihtirası var.
Malın ahreter sermayesi yapacak yerde, onun da arz-ı endam tâlih sergilerine, yani gösteriş, sükses, konfor vs. Yani eşyâ ile ayrılık, eşyâ ile aşağılık duygusunun bastırma hareketi. Böylece kibre düşüyor ve mal ile aşağılık duygusunu bastırmaya çalışıyor. Şatıfatlı düğünler, şatıfatlı maytaplar, şatıfatlı bilmem neler… Baksana benim saltanatıma diyor. Allah’ın saltanatından haberi yok. Bedenimiz, gücümüz varsa, o gücü Allah için kullanabiliyor muyuz? Bedenimize gücü veren kim? Bir hastalık göre bir anda güç biçiyor. Süleyman-ı Enz-i Cenâb-ı Hakk’a çok büyük güç verdi. Bir anda o gücü aldı. Onun tahtında bir ölü gibi ceset gibi bıraktık, buyuruyor. Demek ki kul daima Cenâb-ı Hakk’a iltiçe hâlinde olacak. Hiçbir kul, kıyamet günü şu beş şeyden hesaba çekilmeden bir adım daha atamaz Efendimiz buyuruyor. Birincisi, ömrünü nerede tüketti? Allah sana bir adım atmaz. Birincisi, ömrünü nerede tüketti? Allah sana bir şey verdi, ömür verdi. Cenâb-ı Hak Fâtır Sûresi’nde bir misal veriyor. Bu misalde cehennemdekiler diyorlar ki, “-Yâ Rabbi, bizi çıkar, ne olursun, biz bu menfî hâlemizi müsvete çevirelim.” Cenâb-ı Hak diyor, buyuruyor ki onlara, iki şeyi bahsediyor.
İlk önce, diyor, sev diyor, düşünecek kadar bir ömür vermedik mi? İşte burada Rasûlullah Efendimiz, ömrünü nerede tüketti? Düşünecek kadar bir ömür vermedi. Sana ömür veren kim? Kimin mülkünde yaşıyorsun? Gelişin niye, gidişin niye, bu akış nereye? Düşünecek kadar bir ömür vermedik mi? İlmi nerede kullandı, ona ne amel işleyenler? İlim nedir? Allah’ın verdiği ilim.
En büyük ilim Rasûlullah Efendimiz’e aitti. Nasıl o Rasûlullah Efendimiz, o ilimle, o câhiliye yarı vahşi insanı terbiye etti, faziletler medeniyeti inşa etti. Bugün de o ilme muhtacısı. Rasûlullah Efendimiz, Cenâb-ı Hak en büyük muallim olarak gönderdi. Öbür dünyevî ilimler, hayatın ufak bir parçası o kadar. Fakat Rasûlullah Efendimiz’in terk ettiği ilim, Allah’ın Rasûlü’nün terk ettiği ilim, dünyada da saâdet, âhirette de saâdet. İki dünyada da âbâd olma. Yine Cenâb-ı Hak malın nerede kazandığını soruyor. İçinde fâiz var mı? Kul hakkı var mı, hakkı ibadet var mı? Birtakım yanlışlar var mı? Ve nerede sarf ettin?
Bunu da görmek, öğrenmek istiyorsan, malın nerede sarf ettiğine bak. Helâl mi, haram mı? Bulanık mı? Ne kadar menfilâ karışmış, ne kadar karışmamış. İnsanda irâde yoktur. Malın kazancında irâde vardır. Nereden kazanırsan, oraya doğru akar gider mal. Dördüncü, beşinci, vücudunun gençliğini nerede yıprattın?
Allah sana bir ilkbahar gibi bir gençlik verdi. Nasıl ilkbaharda coşuyor bütün tabiat? Sen ne yaptın gençliğinde? Allah’ın verdiği bu güç istîdatlarla. Bunların hesabı sorulmadan bir adım dahi atamaz, buyuruyor Rasûlullah Efendimiz. Yine Cenâb-ı Hak Enfâl Sûresinde, evlâdımız var mı? Onu hak yolunda adadık mı?
Biliniz ki, malınız ve evlâtlarınız birer imtihan meselesidir. Cenâb-ı Hak malı ve bir imtihan meselesi, evlâtla imtihan mesâlesidir. Evlâdsana emanet. Dünyâvî için ne kadar onu istikâm ettin, âhiret için ne kadar istikâmet ettin? Daha canım, bu küçüktür, mücüktür vs. zamanın zevkinâsı bir daha yapmaz diye o çocuğu zehirledin mi? Yoksa ona bir saadet yolunu gösterdin mi? Ufak yöntem Allah’a kul olmayı telkin ettin mi?
Onun için Cenâb-ı Hak biliniz ki, malını ve evlâtlarını birer imtihan konusudur. Fitnedir. Büyük mükâfatete, âhirette Allah nezdindedir. Nasıl o yavru, sen onu Allah yolunda yetiştirirsen, o sana bir sadıkayı câri olacak. Veyahut da onu gelişik güzel sokaklarının insafına, kaldırımlarının insafına bırakmışsan, o da sana seyyî câri olacak o zaman. Yaptığı bütün günahlardan mesûl olacaksın.
Bilhassa bugün evlâtlarımız, şu hakikati hiçbir zaman, evlâtlarımız şu hakikati hiçbir zaman unutmayacağız. Cennet de bu dünyada pazarlanıyor. Pazarlık da fedakârlık olacak. اَسْصَابِ الْقِرْقِرْمُ فَدَٓاءِ جَانْ اُذْرَىْ يَشَدَى Dünyanın alâ işinden uzak kaldı. Nefsin tuzağı olan her türlü dünya nimetinden ferâgat ettiler. Yaşadıkları îman heyecânı onların hayatlarında hiçbir zaman
etry bir tefek tanitesini smoother gibi kullanmaktan,Sudâs’ı çok fiancществ ile배leper solidetine hâkim duran bir günlik옷ralak surgmaktan, video
Bilhassa bugün evlâtlarımız, şu hakikati hiçbir zaman, evlâtlarımız şu hakikati hiçbir zaman unutmayacağız. Cennet de bu dünyada pazarlanıyor. Pazarlık da fedakârlık olacak. Asrâb-ı kirgân, fedâyı can üzere yaşadı. Dünyanın alâ işinden uzak kaldı. Nefsin tuzağı olan her türlü dünya nimetinden ferâgat ettiler. Yaşadıkları îman heyecânı, onların hayatlarında hiçbir zaman yoruldum, üşendim, bıktım ifadelerle olmadı.
Kullukta terakket ettikçe haz arttı. Onlar, Allâh’ın dostluğunu hiçbir şeyle değiştirmediler. Hiçbir dünya fânî bir emtâda değiştirmediler. Allâh’ın dostluklarına büyük haz ve lezzet hâlinde yaşadılar. İnsan olan her yere seferber ettiler onları hidâyete kavuşturmak için.
Biz bu hayata dünyaya kul olmak için, biz bu dünyada dünyaya kul olmak için gelmedik. Allâh’a kul olmak için geldik. Eşyaya kul olmak için, eşyanın kutperest olmak için gelmedik. Allâh’a, nefsimizi Allâh’a adamak için geldik, kul olabilmek için geldik. Cenâb-ı Hak bizden amelen sâlâ istiyor. Îmânı kâmil istiyor.
İşte Cenâb-ı Hak dost olabilmek için, canı ve malı Allâh’a adamakla gerçekleştiğini bildiriyor. Demek ki can kimin? Kendi kendine mi can senin oldu? Canını sen kendine mi yarattın? Can da Allâh’a ait. Mal kimin malda? Malla mı dünyaya geldin? Malla mı gidiyorsun? Demek ki mal da bir emanet, canın da bir emanet.
İki büyük emanet, gerçi her şey emanette, esr-i oğlanın bu iki büyük emaneti, Cenâb-ı Hak okunan âyet-i kerîmede, Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını kendilerine verecek cennet karşılığında satın almıştır. Demek ki dünyada bir pazar var. Nasıl bir dünya pazarları var? En mühim pazarın ise âhiret pazarı var. Bu âhiret pazarında, Cenâb-ı Hak mallarını ve canlarını kendilerine verecek cennet karşılığında satın almıştır.
Cenâb-ı Hak mallarını ve canlarını kendilerine verecek cennet karşılığında satın alabilmek. Yani cenneti satın alabilmek. Allah korunur, cehenneme satın almak, Allah korunur, o çok nefse uygun. Fakat cenneti satın almak, fedakârlık istiyor. اِنَّمَا الْاُسْرُ يُسْرَى بَعُوِلُونَ Her zorluktan sonra Cenâb-ı Hak saâdet veriyor, huzur hâli veriyor, kolaylık veriyor. فَاِذَا فِرَحْوَتَ فَاِنْ صَبْبِهِ لَا رَبِّكَ فَرْقَبْ Nefeslerini ziyan etmeyeceksin. Ömrünü ziyan etmeyeceksin. Bir hayra koşacaksın, o bitti, Allah yönet, diğer bir hayra koşacaksın. Nefesler çok mühim. Bu nefesleri nerede harcadık? Cenâb-ı Hak وَالْاَصْرِ بُعِلْا زَمَانَا يَمِينَ عُلْسُونَ بَعْلَى İnsan en çok o zamanı nasıl geçirir, onun pişmanlığı içinde olacak. Çare ne? Zikir, Allâh’ın kalpleri beraber olması. Kalbin, Cenâb-ı Hak’la beraber olması.
Onlar, mü’minler, malların canlarını kendilerine ve cennet gayrı satın almıştır. Çünkü onlar Allah’ın önünde savaşırlar. Yani cihâd ederler. İnsanları işaret etmeye uğraşırlar, gayret ederler. Tabi bu, insanları işaret etmeye çalışırken de tabi, zâlimler tarafından ölürler, öldürürler. Bir takım meşakkıya da katlanırlar. Bu Tevrat’ta, İncî’de, Kur’ân’ın üzerinde Cenâb-ı Hak bir haktır buyuruyor. Cenâb-ı Hak burada bir hak veriyor o şeye, cenneti vâdediyor. Allah’tan daha çok sözlülüğünü yerine getiren kim vardır buyuruyor. O hâlde Allah’la yapmış olduğunuzu alışveren sevinin buyuruyor. Demek ki Cenâb-ı Hak dünyada her ker-mü’min Allah’ın celâli alışverişleri bulunuyor.
Malıyla, canıyla, evlâtlıyla ve emsalleriyle. İşte bu gerçeleden büyük kazançtır Cenâb-ı Hak buyuruyor. Nübüvvet’in, yani Mekke’nin devrin 13. senesinde ikinci akıb-ı biyâtı oldu. Medîne halkından 70 küsur kişi geldi. Mekke’de Rasûlullah Efendimiz’e biyât ettiler. Aflâb bin Ravâha sordu, «–Yâ Rasûlâllah! Allah’a biyât ediyoruz, sana biyât ediyoruz. Bunun karşısında ne var?» dedi.
Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki, «–Cennet var.» buyurdu. Aflâb bin Ravâha dedi ki, «–Yâ Rasûlâllah! Seninle ne güzel bir alışveriş yaptık. Biz asla vazgeçmeyiz.» dedi. Canımızı, malımızı, seni yolunu fedâ edeceğiz. Allah’ın yolunu fedâ edeceğiz.» dediler. Hakkıyeten ondan sonra bir imtihan var, bir mute seferi vardı. Mute seferinde bir Yahudi dedi ki, «–Eğer dedi, bu Allah’ın peygamberi üçün de bir şey yapar,
o zaman o hafta bir ava şehid olmanın içinden bir kumandan seçeceklerdi. Üçün de şehid olmayı idrâki içinde gider ve tebessümle gittiler. Belki bir teşekkürle gittiler. Çünkü cennette satın alma heyecanı içindelerdi. Çünkü cennette satın alma heyecanı içindelerdi. Çünkü cennette satın alma heyecanı içindelerdi. Çünkü cennette satın alma heyecanı içindelerdi.
Çünkü cennette satın alma heyecanı içindelerdi. Bugün de Efendimiz’e, O’na tâbî olmayı, O’nu ahlâkı ve sünnesini korumak, hayatımızın muhtevâsı içinde olacak.
Eğer gönlümüzde, Sallâllâhu aleyhi ve sellem, varsa, O’nun muhabbeti ve ittibâ olursa, iki cihanda ilâhî azaptan bizniyeti âlâ muhafaza etmiş oluruz. Yine Cenâb-ı Hak enfâl suresi 30. âyetinde, harbisen onların içine, yani peygamberler falan onların içindeyken onları azap edecek değildir. O Mekke Devri’nde yapılmayacak zulümler yapıldı. Hatıra gelmeyen zulümler yapıldı. Bir ayak bir deveye bağlanıp, bir ayak bir deveye ters gönderildi. Korlar üzerine yatırıldı. Efendimiz’e işkembe atıldı. Namaz, secde ediyordukça, devî işkembe satıldı. Fakat bir azap inmedi. Cenâb-ı Hak, O’nun içindeyken Allah onları azap edecek değildir. Ve onları mağfiret dilerken de onları azap edecek değildir. İki hususiyet var burada. Yani birincisi, Rasûlullah’ın yaşadığı müddetçe, onun içinde toplum, azap inmeyeceği müjdelenmiştir. Demek ki mü’mine yakışan da Rasûlullah Efendimiz’in içinde ne kadar değeri var? Bu değeri gösteren de Rasûlullah Efendimiz’in o nübüvvet, o peygamberlik hayatında yaşadığı hayatta, O’nun bağlıktan ne kadar bir gücümüz var? Yani demin bana, bir gölgenin, bir vücuda sadâkati gibi. Es-Sâbîkirâm buyuruyor, bu şekilde. Bir gölgenin vücuda sadâkati, emret yâ Rasûlâllah diyordu. Ya sen’in sineninde bir yerin olsun, balım, canım, âlem, her şeyin fedâ olsun senin için diyordu. Cenâb-ı Hakk’a azap etmeyecektir buyuruyor. İkincisi tabi, seherlerde istiğfar edenler için.
İkincisi tabi, seherlerde istiğfar edenler için. Mü’mine yakışan, bir gün mutlaka bırakıp gideceği fânî dünya nimetlerini, Allah’la istikâmlı kullanarak hakîkî ve kalıcı saâdete sermaye edilecek. Zira mü’minin esas serveti, hayır hasenatta.
Hayır hasenatta bulunmak sözüyle ebedî hayat için biriktirmekte ve ebedî hayata sermaye hazırlamakta. Efendimiz buyuruyor, sadaka vermekle acı edin. Çünkü bela, sadakanın önüne geçemez.” buyuruyor. Hattâ Mesnevî’de bir hikâye var. Bu, Medîne’de bir yangın oluyor.
Mesnevî’nin Mevlânî ifadesiyle, attılan su bile alev hâlinde geliyor. Lâ hâlife diyorlar, yangını söndüremeyecek, su, su, su yangını söndüremeyecek diyor. Ne yapalım diyorlar? Ömer Radıyâna, fakir fukarayla gidin, onun gönlünü alın diyor. Kırık kalplerin yanında olun buyuruyor. Belâsıl, Efendimiz sadaka vermekle acı edin. Çünkü bela, sadakanın önüne geçemez.” buyuruyor. Yine Ahmed-i Muhammed Hazretleri de, değerli gördüğünüz hayırları araya engel vermeden yapın buyuruyor. Yine Hasan Basrî Hazretleri’nden bir misal var. Hasan Basrî Hazretleri’nden bir kişi geliyor, ben açım diyor mescitte. İyi diyor, oturduyor, göndeririz diyor. Evine gidiyor, unutuyor. Sabahleyin geliyor, o kişi orada vefat etmiş.
Eyvah vah vah diyor. Lâ yenfâ, fayda yok. Kefenliyonu vs. bütün o ihtimâm gösteriyor. Ertuğrul, yakaza hâlinde, evet diyor, senin yaptığın o işler bir fayda vermedi diyor. Çünkü zamanında yapmadın diyor. Dünya bir zaman, âhiretlerinizde yapabilme imkânı bitti. Bugün hakîkaten ne kadar bir mesele var?
Ne kadar bir ızdıra varsa, bir dramı varsa, onu hemhâle olmak, kavlen meşûrâ, onların dertleri de onları bir teselli edebilmek. Bu infaklar da çok mühim. Mallarıyla, canlıca, sata, alana… Yani infakta bulunurken dikkatli bazı edep kaideleri vardır. İhlâsa dikkatli, hâsıta dikkatli, hâsıta dikkatli.
İhlâsa dikkat etmeli. Gösterişe kaçarak, dünya memvâat ve veklentili infakta bulunmamalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, ya sadakat, sadakalı ben alırım buyuruyor. Yani sadakayı o gölge verdiğin kimse. Esas sadakayı Cenâb-ı Hak ben alırım diyor.
Şeyde de İmam Gazâzî de bir hadîs rivâyet ediyor. Baştan verdiğiniz satır, mecazen Allah’ın eline geçer, Allah’ın elinden okulun eline geçer buyuruyor. Onun için çok bir ihtinâla verebilmek, severek verebilmek, sevinerek verebilmek, iyisinden verebilmek.
Yani içinde nasıl necâsat bulunan bir membâ suyu, bir nezâat damlarsa, bütün sahipiyetlere giderse, dünyevî niyetlerle bulanık olarak îfâ eden ibadetlerle, iddia edilen hasenat makbuyatını makbuya kaybeder. Yine diğer bir husus, örnek olmak, başkanı hayra teşvik etmek için durumlar dışında. Orada, yani ben riyâ yapmayacağım diye cemaate gitmek olmaz. Fakat bunun ölçüsünü iyi kullanmak lâzım. Yine bir zaruret varsa açık da vermek lâzım. Fakat mühim olan, arşının altında kalacak kişilerin birinde, sağ elini verdiğinde, sol elini duymayacaklar diye gizlilikle riayet etmek. Allah da seninle aranda kalmaz.
Bu şekilde infak edenler, günahları affedilen, kıyafetin dehşet gününde, arşın gözyaşının altında himayede edecek olan bahtiyar kimselerdir. Üçüncüsü, Allah korusun, başa kalkmak, incitmek sûretiyle sadakalarını boşa çıkartmayın buyuruyor. Allah koru. Hadi sen her zaman gözünü her zaman verdim. Tamam artık git.
Allah korusun bu, sadakayı Allah’a vermekten kaldırı men ediyor. Rahmetli, Peder zamanında bir gün dükkâna geldi. Orada birisi var ya, yarım mezup devamlı gelir de.
Diyor ki tezgâhlarla beraber, yahu her zaman olur mu dedi. Dün verdik ya sana dedi. Her zaman istenmez dedi. Peder çağırdı o tezgâhları. On vakit bir de sabah yiyoruz dedi, Allah’ı istiyoruz, öğle istiyoruz, akşam istiyoruz. Bu senden geldi, az bir şey istiyor dedi. Neye çeviriyorsun dedi. Allah bize veriyor, dedi.
Allah bize veriyor, devamlı veriyor. O senden de günde bir sefer istedi. Ver, az bir şey ver. Eğer durumuna göre, eğer içine yatmıyorsa az bir şey ver. Çünkü sana derken Allah rızâsını için ver diyor. Kelime, ona Allah rızâsını kullanıyor. Bu çok büyük bir hassâsiyet vermekte. Onun için başa kalkmak âyette incitmek sûretiyle sadakalarını boşa çıkartmayın buyuruyor.
Demek ki rahmetli Peder de onu söylerdi. Zenginliğin saltanatını derdi, vermenin saltanatını, sevinçle vereceksin derdi. Verdiğinden bir haz duyuyorsan derdi, o yerine geçmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak ona bereket verecek. Yine dördüncü söz, infakta. Kişi kendini verince gönül huzûlüyle alamayacağı kalitesi, baya şeyleri fakirlere infak etmeyecek.
Sevdiğinden vereceksin. لَنْ تَوَبُ الْرَّحْدِ اَتْنِ الْحُقُمُ مِمَ عَتْنِ الْبُّنَةِ Sevdiklerinden vermeyecek, Rabb’e yaklaşamazsın, Cenâb-ı Hak buyuruyor. Beşincisi, veren alana teşekkür hissiyatı içinde olmalı. Çünkü onu mesuliyetten kurtarıp, eclenâ ile ediyor. Olmazsa kime verecek?
Ömer bin Abdülaziz zamanında bir yarış başladı, infak yarışı. Öyle bir hâl oldu ki infak verecek kimse bulamadılar. Valiler, Ömer bin Abdülaziz’e mektup yazdılar, ne yapalım dediler, birikti infaklar, verecek kimse bulamıyor mu, bilmiyorum. Herkes müstâhineye almıyor, tamam var benim diyor. O zaman dedi Ömer bin Abdülaziz’e, köleleri azâ dediler, bu dedi toplananlarla dedi.
Yani mü’min tâ imân kendisine yer arayacak. Ben nasıl Allah rızâsını kılacağım? Yine bu, insan sûresinde var, bu veren kimseler, Hazret-i Halî ve Âdî Fatıma’dan, Radıyallâhu anh’ından, fakir geliyor, veriyorlar, kendi yiyeceklerini veriyorlar. O gün belki de oruçlar. Yetim diyor, yetime veriyorlar. Fatıma Vâlidem’in tekrar yemek yapıyor, üçüncüsünde esire veriyorlar. Bu çok mühim âyette. Verirken de, sakın minnet altında kalmayın diyorlar. Bir teşekkür, bizim diyor, teşekkür’e ihtiyacımız yok diyorlar. Bizim, o diyorlar, sert ve belâlı gün gelecek önümüze diyorlar. Bu sert ve belâlı günden korkarız diyorlar. Onun için biz bunu, Allah rızâsı, ivâsız, garetsiz, hasbeten Lillâh’a Allah rızâsı için veriyoruz diyorlar. اَوُّسَنْ كَمْتَرِيرَاَ Sert ve belâlı gün, mukassî gün, zor gün. Allah da onların gününe sevinç verir, onları o günün şerrinden, kıyam-ı şerrinden korur buyruluyor.
Allah da onların gününe sevinç verir, onları o günün şerrinden, kıyam-ı şerrinden korur buyruluyor. En mühendim, yine ben oraya geleceğim, evlât yetiştirme. Vefâsını göreceğimiz evlât, Allah yolunda yetiştirilmiş, ardından bize sadaka-i câhili olan evlâtlardır. Esas onların tahsiline dikkat etmek lâzım. O tahsil, ufak yaşta başlar. O tahsil, o yavruya Kur’ân-ı Kerîm öğretmek. Allah sevip Rasûlullah’a sevip vermek mi başlar? O yavruyu ikaz etmek de başlar. Bak yavrum, bunu böyle yaparsan Allah sevmez. Böyle yaparsan Rasûlullah seni çok sever. Kıyamete onun yanında olacağız. Yani Efendimiz enesini nasıl yetiştirdi? Nasıl bir muhabbetle yetiştirdi? Analar, babalar öyle yetiştirecek evlâtlarını.
Yine, vefâsını göreceğimiz dost, Allah için sevip zor zamanla kardeş olduğumuz dostlardır. Bu, arşın altında yedi kişiden biri, zor zamanların dostu. Ümmü birbirinin dostu olacak, birbirine iki el gibi olacak. İşte bu, zor zamanların dostu. Vefâsını göreceğimiz dünyamız da şimdiden infak ederek âhirette gönderdiğimizdir.
Daha önce Müslümanın servet ile bir imtihanı vardır. Hazret-i Osman Radıyası buyuruyor, dünya düşüncesi, yani dünya ihtirası, mal ihtirası, kalpte karanlıktır. Âhiretin tefekkürü ise kalpte nurdur. Üç şey, saâdetin sırrıdır buyuruyor. Saâdetin sırrı üç şeydedir. Birinci, tevâzu. İbad-ur-Rahman yanında tevâzu ile dolayı.
Bir Müslüman kişilik içinde olacak. Enâniyet içinde olmayacak. İkincisi, kanaat ile zenginleşmek. Gerçek zenginlik, kanaatin getirdiği zenginliktir. Müstâni olma getirdiği zenginliktir. Üçüncüsü, ölümü sık sık tefekkür etmek. Onun için ne olacak? Sık sık tefekkür etmekle insan her hâline, her yarın vericiye zerrelerin hesabını düşünebilmek. Efendimiz buyuruyor ki, selâmü aleyhi ve sellem Efendimiz, ihtirâsıyla bir felâket olduğunu bildiriyor. “-Allah’a yemin ederim ki diyor Rasûlullah Efendimiz, sizler için, sizin için fakirlik olmadan korkmuyorum diyor ümmeti için. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi, dünyanın da sizin önünüze serilmesinden, yani onun yani gafillerin dünya için yarıştıkları gibi sizinle yarışa girmeyenler için,
dünyanın onları helâk ettiği gibi sizinle helâk etmesinden korkuyorum.” buyuruyor. Ebu Hazretleri de, onun biraz sert ifadesi var. “-Allah’a yaklaştırmayın. Her türlü imkân, mal, mühakam, mevki, ancak için başa belâ olan musibetlerdendir.”
Yine bu zor zamanlar için, bu da çok bir fedakî, Hz. Adil Aleyhisselâm buyuruyor, “-Yoksullarştığınız zaman sadaka verin.” buyuruyor. Zenginken vermek kolay da, yoksullaştığınız zaman sadaka verin. Allah’la kendisine ticaret yapmış olursunuz. Size bol rızık verir olasınız.
Yine Hz. Adil Aleyhisselâm buyuruyor, dört şey devam ettiğim gibi din ve dünya huzur ve selâmetle devam eder. Dört şey devam eder. Bir, zenginler kendilerine verilen mal ile cimrik etmedikçe, yani cömertlik ve fedakârlıkla bulundukça, iki, âlimler öne öne, öne öne, öne öne, öne öne, öne öne öne, öne öne öne, öne öne öne öne öne,
ve fedakârlıkla bulundukça, iki, âlimler öğrendiklerine, bildikleri şeyleri amel ettikçe, yani emr-i bi’r-mâ’ruf-i nehyâ-li-münker yaşadıkça ve yaşatmanın gayesinde oldukça, üçüncü, câhiller bilmediği şeye kibirlenmemekte, yani ben biliyorum edâsı içinde olmamak,
fakirler dünyaları için âhiretlerini satmadıkça müddetçe, demek ki din ve dünyada huzur devam eder.” buyruluyor.
Ejdadımız, Osmanlı, Osmanlı, infak ve cömertliğin tecellîsü metni şekil olan vakıflarla, toplumun âdâ bir ağ gibi şefkat ve merhametle ördüler. Hem vakıf kuranlar, Allâh’a da nâil olan ümidini mânevî hazı ile huzur buldu.
Hem de o vakıflarla istifade eden fakir fukarâ da, garip burabâ da, dullar, yetimler, mağdur muzaripler de, hatta hayvanat, nebâdat bile huzura kavuştu. Yani imkânlar vermek suretiyle huzura kavuştu. Çünkü bu, Allah için verdiler, âhirete havâl ettiler. Alanlar da dünya için huzur buldu, ibadetlerinin, tâatlerinin vs. Allah’ın kulluğunu artırdılar.
Rahmetliliğine, İslâm’ın gönüllülere bahşettiği merhamet ufku sayesinde,
hem ferdin, hem tohum, hem de hayvanat, nebâtatın bütün bir trabiyatın huzur ve sükûnü temin edildi.
Bu, Sâvmî Efendi Hazretlerinden birkaç sohbette duyduğum bir hâdise vardı. Fakat menşeğini bilemiyorum nereden aldı, acaba Rûh-ül Beyan’dan mı aldı, durumunu bilemiyorum. Onu da ben nakledeyim, o da sadakanın ehemmiyetini gösteriyor. Bir gün fakir zavallı bir adam, Rasûlullah Efendimiz’e geldi.
Mürâceat etti, hayatta tek arzunun evlenmek olduğunu bildirdi. Efendimiz de o kişinin Lefî Mahfuz’da, ertesi gün öleceğini biliyordu. Buna rağmen hayır demeye alışkan olmayan yüce Peygamber Efendimiz, pek bir hâlde ölmüştü.
Etrafa bir kişiyi küfür bir kadın bulması, onu denk bir kadın bulması için bir haber gönderdi. Nihayet ona münâsir bir eş bulundu. Nikâhları kırıldıktan sonra akşam oldu. Akşam olunca bir de yarın, yedi gün sonra, bir de yedi gün sonra, Münâsir bir eş bulundu. Nikâhları kırıldıktan sonra akşam oldu. Akşam olunca bir de, yâ Rasûlâllah dedi, ben hiç helvâ yiyemedim dedi. Helvâ çok hasretim dedi. Bir dedi, bak bize bu gece bir helvâ gönderilse, ailemle beraber o helvâ yesem dedi. Ve ona bir helvâ yapıldı, helvâ gönderildi.
Ertesi sabah Efendimiz, o lehvi mağfuzda gördüğünde o karı kocanın vefat edeceği durum vardı. Hattâ onun cenâzesini bekliyordu. Fakat beklenen cenâze gelmedi. Sonra teklifleştirecek anlaşıldı ki o gece yeni evler hâniyesinde bir fakir gelmiş. Lillâf demiş. Allah için bir satak… Onda verecek hiçbir şey yok o helveden başka.
O helvayı veriyorlar. Tekneci helvanın hepsini gönül rızâsı verebilmelerin, ona büyük fedakârlık, tabi ona büyük bir felaketten kurtuluyor. Eğer o ağzı açık tabakıda buna o helvanın hepsini vermiş olsalardı, bir yılan gelip zehirini o helvanın üzerine akıtacaktı. Yeni evliyan karı koca ikisi birden öleceklerdi. Ve cenâze namazına kılınacaktı. O sadakî Allah rızâsını vermeni diyeceklerdi. Cenâb-ı Hak iznini ömürleri uzattı. Bunu Efendi-Babadan birkaç sefer dinlemiştim ben şahsen. Herhâlde Rûh-i’l-Beyan’dan tahmin ediyorum. Yani şimdi demek ki sadakayı fedakârlıkça vermek lâzım. Çünkü yine sadakayı sadaka Cenâb-ı Hakk’a veriyorsun.
Daima şunu düşüncen, gülbüzde Rasûlullah Efendimiz ne kadar var? Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede bize Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîme aynen, tövbe olsun 100. âyete, İslâm’a ilk önce giren muhaccirler, yani bunlar mekkililer. Onlar, onlardır bütün fedakârlar katlandı. Malları gitti, canları eziyette oldu, onları yasaklardı, onları yasaklardı, onları yasaklardı, onları yasaklardı. Mekkililer, onlar onlardır bütün fedakârlar katlandı. Malları gitti, canları eziyette oldu. Her türlü ne kadar bir cefâ varsa, her türlü cefâ, onların yağmur gibi yağdı üzerlerine. Fakat onlar dirâyet göğsünden, îmânlarından en ufak bir fedakârlık göstermediler. Cenâb-ı Hak onları methediyor. İkinci olarak, Ensâr buyuruyor Cenâb-ı Hak. Onlar da Medîneliler. Onlar da mallarını, canlarını, Allah’ın cömertçe bezlettiği sevinerek. Gerçekten Allah’ın gönlünde bir yerimiz olsun dediler.
Cenâb-ı Hak, onlardan Allah râzı oldu bu âyette. Onlar da Allah’tan râzı oldular. Allah onun içinden kalacakları ebedî zemi ırmaklarına kadar Cennet Hazretleri’ne inşa edip, bu büyük bir kutluuştur. Ejdadımızın gayetinde sahâbiyye benzemekte. Bu yüzden daima ünfak hâlinde yaşadılar. Onların İslâm için, Allah için fedakârlıklar bulundular ecdad. Demek ki bizim de vazifemiz o olmalı. Nasıl bize, nasıl eserler kaldı onlardan sayısız? En başta Ayasofya kaldı. Mîmâ-i Sinân’ı yeniden yaptı. Çöküyordu Ayasofya, bitiyordu. Nasıl onu Fâtiha, Allah rahmet eylesin, Mîmâ-i Sinân’a şey, arkadan gelenler onu Mîmâ-i Sinân’a şey yaptılar, Kavr-ı Sultân-ı Süleyman zamanında. Velhâsıl binlerce eser, vakıf eserleri, câmiler, mektebler eserler. Hep buna fedakârlık neticesi. Ve verdikçe sevinebilmek. Câfer Sâdık Hazretleri, ey Âdem ol diyor, canının kıdretini bil diyor. Canının kadrini bil diyor.
Allah Teâlâ sana canının kadriyeti öğretti. Nasıl öğretti? Allah’ın fedakârlık göstermekte. O senin canın karşısında cennetten başka bir bedel râzı olmadı. Sanacak cenneti verecek bunu. Yine Mesnevî Hazretleri, şey İmâm-ı Mevlânâ Hazretleri, Mesnevî’nde şöyle buyuruyor,
Zavallı insan diyor. Zavallı insan diyor. Kendisini gereği gibi bilemedi. Kendisini tanıyamadı. Yani Allâh’ın kendisine verdiği nîmetlerin farkında olmadı. Tanıyamadı. Çünkü o ötelerden, yani ezel âleminden, yücelerden, ezel âleminden geldi, rûhu.
Bu noksanlar âlemine, bu kirli, nefsâni dünyaya düştü. İnsan kendisini nefsânî hayatı, nefsânî hayatı zebun olma, kendini ucuza sattı. O çok değerli bir atlas, bir kumaş gibiydi. Tuttu, kendisini yamadı, kirli bir hırkaya yamadı. Nefsânî arzuların zebunu oldu.
En büyük lütuf, Rabbimiz var, elhamdülillâh. Büyük bir ihsân-ı ilâhî. Bizi yoktan vâr eden Cenâb-ı Hak. Onun verdesi, O’nun mülkünde yaşıyoruz. O’nun verdiği nîmetlerle perverde durumdayız. Sayısı gelmez, sayısı hesâbı var.
Nîmetler ihsân etti Cenâb-ı Hak. Lûtf-ı Kerîm ile îfâ ettiğiniz bütün hayırları bize yapmaya güç ve kudretine veren yine Cenâb-ı Hak. Bütün eksik noksan ve kusurlarımız, kusurlarımız yüzünden o ibadet ve hayırları kabul buyuruyor. Yine Cenâb-ı Hak bize maldan ve candan bunu fedakâr etmiştir.
Cennete girebilmeniz için iki şartı var burada. Tabi bu beşer hassâsiyeyi anlatıyor. Ben diyor, Rasûlullah diyor, beyat etmek için yanına geldim diyor. Bir bâdiyye bir çöl insanı. Bana Allah’tan başka ilâh olmadığını, Muhammed’in salâlarına salâ, onun kul ve resûlü olduğuna şehâdet etmemi,
namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm-ı Müzehâccı etmemi, Ramazan ucu tutmamı, Allâh’ın cihat etmemi şart koştu. Ben de mukâbil dedim ki, ey Allâh’ın Rasûlü! Vallahi bunlardan ikisiyle gücüm yetmez. Bunların bir cihattır. Yani canından fedakârlık.
İkincisi, sadakadır, maldan fedakârlık. Ben bu iki şeyden, ben bunu iki bu seferde yapamam dedim. İnsanlar, cihattan kaçan kimseye Allâh’ın gazap ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihat meydana gelince nefsimi ölüm korkusunu kaplayıp kaçmaktan endişeyim. Tabi orada İslâm-ı Müdahvâsı için mukâhamet, harp falan.
Bugün de en mühim cihat, müsterşidi irşad, irşad bekleyenleri irşad etme. Sadakaya gelince de benim küçük bir koyunum var, küçük bir koyun sürüsü var. On deve var. Onlarda ehliyem-i maşrı kaynağı ve binek hayvanlarım. Ben dedi, bundan. Onun için bana dedi, cihattan ve şeyden, sadakadan beni mahfuz tut. Müslümanlar, cihattan kaçan kimseye, mahfuz tut, müsaade et dedi. Efendim şöyle tuttu. Diyor ki, Ebu Beşir bin Hassâsi, beni öyle bir salladı ki diyor Rasûlullah Efendimiz diyor, Bana dedik, sen dedi, Allah’ın cihat etmeyeceksin. Yani İslâm’ın dininin yayılmasını fedakârlık göstermeyeceksin. Sadaka da vermeyeceksin. Nasıl o zaman cennete geleceğini söyle bakayım bana dedi. Ben de öyle bir ürperdim, evet yâ Rasûlullah, sadaka da vereceğim, cihatta da bulunacağım, Allah rızâsı’nı dedim. O zaman elimi bırak dedi. Velhâsıl tabi o bizim içinde, yani cihâdın yok, sadakanın yok. Peki o hâlde sen nasıl cennete gireceksin? Yani bu nedir? Hakkın müdafâsı yok. Hakkın karşısında dilsiz şeytan gibi oluyorsun. Gayretin yok. Peki o zaman cennete nasıl gireceksin?
Velhâsıl sâlih bir mü’min olabilmek, sâlih bir mü’min olabilmek. Sâlih, sâlih bir mü’min olabilmek için, dünyanın gelgeç arzularını, nefsânî ihtiraslarına, şahsi hayatını bir kenara bırakmak. Yani dünyanın gelgeç arzularını, nefsânî ihtiraslarına, şahsi hayatını bir kenara bırakmak, onlar karşısında.
İnsanların maddî mânî huzur ve sâdî gayreti demek en büyük nîmettir, bunu bilebilmek. Yani cihâd, insanların selâmeti için. Bugün bir, dünyaya göre küresel güçler, dünyayı bir zulüm mekânı hâline getirdi. Ne istiyorsun o zavallı insanlardan? Hem onları kovuyorsun, hem öldürüyorsun, hem de toprağına sahip çıkıyorsun.
On binlerce kilometre ötede. Ne istiyorsun onlardan? Nasıl dünya tekrar bir câhiliye devrine döndü? Yine kâmili bir mü’min nasıl olacak? Başkanın ızdırabıyla, muzdari falan, onların huzurla huzur bulan bir mü’min olacak. Kendi kurtuluşunun, başkanının kurtuluşuna hizmet etmelerine geçtiğini bilen bir mü’min olacak.
Muhtaç sevindirmek niyeseyle yaşayan, merhametli, müşrik, fedakâr, yargâm, cömert bir insan olacak. Gönül huzura ancak Allah’ın muzdari kullarını sevindirmekle hâlde edilir. Ârifler birilerken, insanın bedenini yemekle doyar, rûhu ise yedirmekle doyar.
Velhâsıl mü’min, yaşama zevkine, nefsânâ alana bir tarafı bırakacak, yaşatma aşkına gönül verecek. Muhterem kardeşlerimiz, tabi ki bu, biz, Allah’a mü’min olup yaratılır,
Muhterem kardeşlerimiz, tabi bir saat oldu sohbet edildi. Bunu kimler, canlı ile mallı ile cihâd edenler, canlı ile mallı ile cenzatını anladılar? Bunlar çok kısasa, اَتْطَعِبٌ buyruluyor. Bunlar, tövbe edenler. Hep peygamberlere tövbe görüyoruz. زَنَمْتُ buyruluyor. Nefsime zulmettin buyuruyor peygamber. Beni affet buyuruyor. En ufak bir zehleden dolayı. Demek ki mü’min daima istiğfar içinde olacak. Bilhassa istiğfârın en şey zamanı seherler oluyor. Âyet-i kerîmede, ey insanlar! Rabbimize karşı gelmekle sakının! Ne babanın evlâdı, ne de evlâdının baba namazı bir şeye ödemeyecek günden çekilin.
Bilin ki Allah’ın verdiği sözü gerçektir. Sakın dünya hayatını aldatmasın. Şeytan, Allah’ın affını güvendirerek sizi kandırmasın. Evet Allah Erham’ın Rahîmidir ama sen de O’nun istikâmet yolunda bulunacaksın. Bu, Rûh-i Beyan’da yine buyruluyor. Tövbe’nin kabul edildiği dört alâmet vardır. Tövbe’nin kabul edildiği dört alâmet vardır.
Birinci, tövbe eden kişinin fâsıklarla olan münazılatı tamamen kesmeli. Sâlih zâtlarla, sâlihâ zâtlarla hanımıza beraber olması, nerede olursa olsunlar, onların sâlihlerine, ya hanımlar, sâlihâla meclise devam etmesi. Fâsıklarla tamamen irtibatı kesmesi.
İki, ibadetin, ibadette rûhâniyet kazanması. Çünkü insan gerçekten kalbiyle dönüş yaptığı zaman bütün uzuvlara yarıdakilerine boyun eğdiği müşahede edilir. Bir ağacın kökü iyi olduğu zaman meyvesi de iyi olur. Kökün de eğer şey varsa, bozuk varsa meyvesi de eğir, bir yamuk yumuk olur. Üçüncüsü,
Dünyada nefsânî arzuların ömrün tükenmesi o kimseler. Yani Allâh’ın haram ettiği kimselerden şeyden, bir ateşten kaçar gibi kaçması. Çünkü Allâh’a yönelen kimse, O’nun dışındaki bir şeyle sevinmez. Huzur bulamaz. Dediğim, Peygamber sürekli hüzün ve tefekkür hâlindeydi. Ümmetin derdindeydi.
Dördünü tövbe eden kimsenin gönlünü, Allah kendisi için kefil olduğu rızık konusunda değil, Allah’a tabi emrettiği şeyler meşhur. Ben çok zengin olayım, çok bilmem ne olayım. Allah senden onu istemiyor. Allah sana verir, takdir ettiği kadar sen mü’min olacaksın, infak edeceksin, helâlden kazanacaksın. Tövbenin şartları vazgeçme olmamış.
Efendim bana dua edin. Sen duânın icabını yapıyor musun? Tövbe eden nasuhâda bulunabiliyor musun? Vazgeçmeliyiz. Pişmanlık lazım. Amel-i sâlihlerle tövbeni teyit etmen lazım. Önce el-âbidûn. İbadetler, ruh ve beden âhenki içinde olacak. El-hamdudûn, hamd edenlerden.
Bak ilk âyet, «el-hamdü l-arabil âlemin» diyoruz. Cenâb-ı Hakk’ı her zaman bir senâ hâlinde kuluyacak. «Aman yâ Rabbi!» «El-hamdü Lillâhi» diyecek. Verdiği nimetleri tefekkür edecek. Cenâb-ı Hak, hamd, hamd, enfâl birinci âyet, hamd, gökleri ve yeri yaratan karanlıkları ve aydınlığı var edilen Allah’a maassudur.
Yine Efendimiz buyuruyor, «Allah’a hamd ederek, elhamd ile başlamayan her mü’min, her mü’minin her işi, berekeçsiz olur.»
«el-sâihûn» diyor, «oruç tutanlar» diyor. Demek ki oruç tutmak da kolay değil. İşte Ramazân-ı Serbî’de «göze oruç, kulak-ı fâla» diyor. «Elhamdü lillâhi şerîfîn» diyor, «oruç tutanlar» diyor. «Elhamdü lillâhi şerîfîn» diyor. «oruç tutanlar» diyor. «Elhamdü lillâhi şerîfîn» diyor. «oruç tutanlar» diyor.
Oruç tutanlar buyuruyor. Demek ki oruç tutmak da kolay değil. İşte Ramazân-ı Sezâf’e göre, göze oruç, kulağa oruç, kalbe oruç… Fedakârlık, Allâh’ın nîmetlerinin kadrini bilebilmek. Cenâb-ı Hak teşekkür edâsında olabilmek, infakîn artırabilmek. Yine bu, sâihûn. Bu da ilim, cihat, ibret ve tefekkür için seyahat etmek. Tatil, tatil yok. Tatil, teneşirde başlayacak. Ta kıyamete kadar tatil var. Onun için esas tâhir, sâihûn. İlim, cihat, ibret ve tefekkür için seyahat etmek. Dîni yaşayabilmek için hicret edebilmek, bu mânâlara gelir. İn-elrâhiyûhûn es-sâcüdûn, rükû edenler, secde edenler. Namaz çok zor bir iş. Namaz, Cenâb-ı Hak’ta beraber olabilmek. Rükû hâlinde ve rükûsü ve secdesi feyz ve bir rûhâniyet içinde olacak.
Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor, ey Âdemoğulları! Her mes’î gidişinizde veya her Allâh’a secde edin, güzel ibliseler giyin. Cenâb-ı Hak huzurunda olduğunuz farkında olacak. Pasaklı şekilde çıkmayacaksın. Kul namaz kılıyor Efendimiz, şukurat şukurat şukurat gider, onda biri kalır buyuruyor. Zor zamanlarında ne oldu? Namazda yine Cenâb-ı Hak iltihade edeceksin. Namaz çok mühim. En başta namazda kıraat var, istiğfar var, vs. var. Namazda bütün yaşamanın hususiyetleri namazda var. Ondan sonra emr-i bil-mâruf, mağruf-ı emr-i kötürklenme, kötülüklenme, kötülüklenme.
Velhâsıl bu da Cenâb-ı Hakk’a siz, hayra çağıran iyiliği, emri, kötülüğü, menemli topluk bulursunuz. İşte ona Kurtoş Erenler’dir. Yine siz, insanların hayrı için ortalara çıkarıldığı en hayır ümmetleri, iyiliği, emriyle kötülüklenmen edersiniz.
Allah’a inanırsınız. Demek ki Allah’a inanan bir insan, iyiliği emredecek, kötülüklenmen edecek. Vazifelerimiz ne o zaman? Vazifelerimiz, Allah Rasûlü’yle insanları nasıl sevdi, nasıl onları yetiştirdi, nasıl terbiye etti, nasıl o bir vahşi bir kavimden bir medeniyet, bir fazlaleden inşa etti. Demek ki Allah Rasûlü’nün hâlini dikkat etmemiz lâzım. En başta evlâtlarımız nasıl yetiştirdi? Enes, Enes’i on yaşında geldi, Enes’i nasıl yetiştirdi Efendimiz? Nasıl o muhabbet yetiştirdi? Yani Allah Rasûlü’nü seven, ben onu seviyorum diyen, onun gibi insan yetiştirmeye gayret edecek. Cahiden yarı vahşi insanlarla nasıl bir eğitime, tatlıyı tuttu ki, onlar göklerde yıldızlara dönüştü. Esâbım göklerde yıldızlar gibidir, derice derice. Bunlar hangi tahsildeydi? Kimin tahsildeydi? Bir köle üç ekmeğini bir köpekle paylaşıyordu. Bugün o hayvan aç diyordu. Allah bana gönderdi, ben de onu, ben ikram edeceğim diyordu.
Bu köle nerede mastırının doktorasını yaptı? Efendimiz’in esâb-ı sufa yaptığı eğitim, bizim için en güzel örneklerdi. Yaşayarak Efendimiz, en iyisi yaşıyordu, yaşatarak öğretiyordu. Efendimiz muhakkı severdi, en sağda severdi. En çok meşhûl olduğu Kur’ân talebeleriydi.
Kur’ân’a ne kadar biz ravaç veriyoruz? Ebu Tâhle diyor, baktım diyor, girdim diyor esâb-ı sufaya, Rasûlullah iki büküm olmuştu, Kur’ân’ı talim ediyordu diyor. Abdullah bin Mes’ûd, yediklerimizin öyle bir hâli geldi, öyle mânevî hâle, öyle bir seviye bizde meydana geldi, rûhî seviye. Yediğimiz lokmanlarının zikrinini duyar hâle geldik, buyuruyor. Hâlid bin Velîd, kendisi ölüm ânında bir muhâsebe hâlindeydi. Rasûlullah Efendimiz’in terizinde yaptığı kulluğu az görüyordu. Ben niye yatakta, ben niye yatakta can veriyorum? diyordu. Bir cengâberin kılıç şakırdalarında, at kişnemeleri arasında geçen bir ömründe, bir yatakta ölmesin, ne kadar ona kadar bir cezâdır diyordu. Acaba ben ne hatâ işleyemeyim ki Allah bana bu cezayı veriyor? diyordu.
Yanındaki arkada dedi, niye hüzünleniyorsun dedi. Allah sana Seyfullah sıfatını, Allah’ın kılıç sıfatını vermedi mi? diyordu. Yermuk’ta diyordu, sen az bir güçte, büyük bir güçü bertaraf edin, onayla, kan gölüne çeviren sen değil miydin? diyor. Evet ama diyor, niye yatakta ben ölüyorum, can veriyorum? diyordu.
Kaldığın ayağı diyor, bâri son nefesini ayakta vereyim, bir kılıcım var, bir de atım var, dünyada iki tane sermayem var, bunda gözünü budaktan esirgeye gören cengâberi miras bırakıyorum, diyordu. Tabi bu nedir? Bir mü’minin, bir îman heyecanıydı.
Velhâsıl ondan sonra Allah’ın hududunu koruyanlar, Allah’ın hududunu koruyanlar, yani Allah Rasûlü’nün önüne geçmeyin buyuruyor. Her hâlimize Allah Rasûlü’nün hâliyle bir mîzân etme durumundayız. Onun için Efendimiz’in telkini, varlıkta ve yoklukta, varlıkta şımarmamak, yoklukta bir yanlış bir fikre sapkı var.
Yani yanlış bir fikre saplanmamak, lâ âişe illâ âişe… Allah’ım lâ âişe illâ âişe-il âhire, esas hayat âhiret hayatıdır. Demek ki bir mü’min de varlıkta, varlıkta şımarmayacak. Daima düşecek, esas hayat âhiret hayatıdır. Allah bunu niye verdi, ben ne yapıyorum?
Yoklukta, Eybâ –aleyhisselâm- Efendimiz bazı hâllerini düşünecek, yine şımarmayacak, lâ âişe illâ âişe-il âhire diyecek. Velhâsıl mü’min olmanın mes’ûliyeti. Her medeniyet kendi insan tipini yetiştirir. Bizim medeniyetimiz, asr-ı saâdet medeniyeti. Kur’ân ve Sünnet medeniyetidir. Fânî lezzetleri bir tarafa bırakarak, fazilete erme ve fazilete erdirme medeniyetidir. Ham insandan, kesiyorum sohbetimi, uzun sürdü. Bizim medenimiz ham insandan kâmil insan şahsiyeti meydana getirebilme medeniyetidir.
İrfan sahibi olmak için de bilginin kalbi hayata inki sâzı zoruruydu. وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَعَ كُنتُمْ Derece kadreye bir mü’min kendisine, bu şekilde mîzân edecek, nereye gitseniz Allah seninle beraberdir. Demek ki bir mü’min her zaman, ben ilâhî kameranın altında olduğum farkında mıyım? Kendi kendine onun bir muhâsebesi altında olacak.
وَنَحْنُ اَقْرَبُ مِنْ حَبْلِ الْوِلِّيتْ شَحْتَ مِنْ عَنْدَا دَعْيَقَرَمْ İşimdeki olan duygularımı Cenâb-ı Hakk’ın bildiğinin farkında mıyım? Ona gerek yok değil mi? Onun için daima dua edeceğiz. Yâ Rabbi! Niyetlerimi, niyetlerimi rızâ-i ilâhine tehlif eyleme diye dua edeceğiz. İslâm’ın umdelerini, prensiplerini bazı yerde unutup kalmayacağız.
Âle-i hayâ, ticâle-i hayâ, tahsil, ibadet, muâmelât, hak-hukuk ve ahlâki meziyetlerimize dikkat edeceğiz. Evlâtlarımız gerçekten bizim evlâdımız mı, gerçekten evlâtlarımızı olarak mı yetiştiriyoruz? Onun şahsiyeti ve karakterini hangi çevreler şekillendiriyor? Onun gönlünde, ideallerinde, hedeflerinde hangi modeller, hangi şahsiyetler var? Çocuklarımıza televizyon, internet, bilgisayar, cep telefonları kullanıyor. Yoksa bu cihâzlarımızı, bu cihâzlarımızı evlâtlarımıza da mı kumanda ediyor? Bu cihâzlar evlâtlarımızı da mı yetiştiriyor? Onların irâdelerini mi evlâtlarımız alıyor kendi irâdesine? Maalesef pek çok yârimiz bu cihâzların çıkmazsa o kadar da kaybolup gidiyor.
Ticârî hayatımız öyle, diğer şeyler öyle. Allah, Cenâb-ı Hak cümlemizi inşâallah, İhtirâsıra’tan müzrahtan müstakîm üzerine eylesin. Zira, اِقْرَ كِتَابَكَ Yarın kıyametin kitabını oku. كَفَٓا بِي نَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًا Kitabını oku, bugün hesap sorucu olan, nefsin kâfî edecek, gözler konuşacak, kulaklar konuşacak, vs. konuşacak.
Yabancı bir şâhide ihtiyac yok, mekânlar konuşacak. Allah cümlemizin yardımcısı olsun. Sırahtı müstakîm üzerine bir hayat nasîb eylesin. Ramazân-ı Şerîf’imize bütün ömür boyunca yaşamayı, yaşatmayı, son nefesine bir bayram sabahı olmasını, Cenâb-ı Hak ihsânıyla, ikramıyla, affıyla cümlemize nasîb eylesin.
Ümmet-i Muhammed’in elinden, dilinden, müstebihîde olduğu kullarından eylesin. Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..
İlk Yorumu Siz Yapın