17 Ocak 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=NG_f_pUXi8k.
Rasûlullah, Sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, mücellem, saffâ, pâk, rûh-i tayyibelerine, Ehl-i Beyt’in ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i zâminin sâdât-ı kirâm hazarâtına, şehidlerimizin, cümlemizin, geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine,
dinimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, şerîflerinin şerlerinden muhafızsına.
Bu niyaz, bu duâ ile bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs Allah’ın mes’âliyeti.
Muhterem kardeşlerimiz! Enfâl Sûresi’ne başlarında dört âyet mânâsı üzerine duracağız. Vakit kalırsa yine enfâl Sûresi’ndeki diğer ikkâz edici âyetler. Nefsânî arzular bertaraf edilecek. Kul, Cenâb-ı Hak ile dost olacak. Cenâb-ı Hak kulunu mükerrem yarattı, mü’minini mükerrem yarattı, mükerrem olmasını istiyor. Mükerrem olacak kul, muhteşem olan cennete girmeye lâyık hâle gelecek. Bu vâsılıyla Cenâb-ı Hak’la da dost olacak. Cenâb-ı Hak bu dostluğun mukabilinde kuluna, hayatın her safhasında, bilhassa kabirde, âhirette Cenâb-ı Hak büyük bir lûtuflarda bulunacak. O günün, o zor günlerin şerrinden muhafaza buyuracak.
Kur’ân ile gönül ufkumuz açılacak. Gönül ufkumuz derinleşecek. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’in yakınlığımızla, sâlih bir kul olmanın gayreti içinde olacağız. Cenâb-ı Hak buyuruyor, Rasûlüm söyle, de ki, eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana tâbî olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Demek ki istikbâlimiz, Rasûlullah Efendimiz’e olan tâbîliğimiz mukabilinde olmuş olacak. Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor, kim Allah Rasûlü’ne tâbî olursa, Allâh’a tâbî olmuş olur. Cenâb-ı Hak bize en büyük bir serveti ihsân etti. Bütün ümmetler arasında ümmet-i Muhammed olmaya nasîb eyledi. Sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor, Davud aleyhisselâm şöyle dua ederdi, «–Allâh’ım, senden seni sevmeyi, seni seven kişiyi sevmeyi, senin sevgini ulaştıran ameli isterim.» Yani amelen sâlâ. Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanmak için de muhabbet zarûrî. Muhabbet, iki gönül arasında bir cehren hattıdır. Efendimiz’in rûhânî dokuzundan hisse alabilmek, Efendimiz’in takvâsından bir nasip alabilmek. Efendimiz buyuruyor, «–Kişi sevdiğiyle beraberdir.» Sahâbî Rasûlullah Efendimiz’i gördü. İslâm gelmeden evvel de gördü. Zaten «el-emîn, el-sâdık» dediler. Bazen ismini söylemezler de «el-emîn geldi» dediler. «El-sâdık, en doğru insan geldi» derlerdi. Tabi bu «el-emîn, el-sâdık»… Ondan sonra da aynı şekilde, daha ihtişamlı şekilde devam etti. Sahâbî hayran oldu. Öyle bir Rasûlullah Efendimiz’e muhabbet arttı ki, «–Yâ Rasûlâllah! Canım, malım fedâ olsun sana! Yeter ki seninle beraber olayım. Bu dünyada beraberlikten tatlım, lezzet, sevgilim, sevgilim, sevgilim…»
«–Tattım, lezzet» gibi âhirette de beraber olayım.» Esâb-ı Kerâm bunun endişesinde düştü. Onun için Efendimiz’in her hâlini, âdâb, muâşerret vs. hepsini taklit etmeye gayret etti ki, âhirette beraber olalım. Hayatımızın her sıra Allah Rasûlü ile benzeyecek bu zarûrî. Hâlimizi mîzan etmek zarûretindeyiz.
Evvela güçlü bir akayde, îman sarsılınca çok güçlü bir îman olacak. Bir İslâm şahsiyeti, İslâm karakteri tevziye edilecek. Hiçbir hususta gayr-i müslümlere benzemeyecek. İslâm karakteri bir zâfı uğramayacak. Onun için Esâb-ı Kerâm, Mekke’de 13 sene güçlü bir akayit tahsil etti.
Bu sebeple, ibadetlerimiz kalp ve beden âhinkî ile îfâ edilecek. İbadetler, rûhumuza gıda olacak. Namaz ayrı bir gıda, fâşâdan, münkerden koruyacak. Oruç ayrı bir gıda, Allah’ın nîmetlerinin tefekkürü artacak, merhametimiz artacak. Oruç ayrı, mülkiyet Allâh’a ait, hac ayrı, ilâhî bir kongre, bir kardeşlik yaşanacak.
Velhâsıl bunun neticesinde kalp, fazîletlerle müzeyyen hâle gelecek. Ahlâkî hayatımız, fazîlette zirveleşecek. Cenâb-ı Hak buyuruyor, Allah Rasûlü’nün yanında olan o mü’minler, Cenâb-ı Hak’tan rızâ ve fazîlet dilerler. Yani daima bir âhiret endişesi içinde olurlar. Dünya endişesi bitmiştir. Diğer bu hukuklar, insanların hak ve hukuka ihtinâ gösterecek. Kul hakkı kıyamete kalıyor.
Kul hakkı kıyamete kalıyor. Ona mukâbil, hayvan hakkı da kıyamete kalıyor. Tarlasını yakan bir insan ona hesabını verecek. Hayvanı bir kamçı fazla bunay hesabını verecek. Cenâb-ı Hak bir nîmet olarak ihsan etti. Güneş, ay, atmosfer, topraktan çıkanlar, Cenâb-ı Hak’ın lûtfettiği hayvanlar vs. hepsi Allah’ın birer emaneti, birer bir lûtfu. Âmâde kıldık buyuruyor, düşüren bir toplum için. Âile hayatımız, peygamberlerin âile hayatına benzeyecek. Üsve-i hasene olacak. Evlâtlarımız, arkamızdan hayrül hâlef olacak. Onlar da İslâm’ı yaşayacaklar, İslâm’ı tebliğ edecekler. Ticaret hayatımız, Kitap ve Sünnet muhtevâsında olacak. Fakat en mühim, ticareten lent-ebur, bir âhiret ticaret hâlinde olacak.
Eshabın ticareti, işte âhiret ticareti. Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak? Üç vasfı. Kur’ân’ı tilâvet edenler, yaşarlar, yaşatırlar. Namazlarını ikâme ederler. Allah’ın verdiği nîmetlerle mülk Allah’a ait infak ederler. Gizli, zaruret varsa açık olarak infak ederler. Bunlar ticareten lent-ebur. Umulur ki bunlar kurtuluştadır. Beşerik münâsebetlerimiz, muâşeretimiz en güzel olacak, daima düşünecek. Salâllâhu aleyhi ve sellem, bu durumda olsaydı nasıl hareket ederdi? Haramlardan kaçma, helâlleri itinâ hüzûsunda riyâzat hâlinde bir hayat yaşanacak. İcâbında herhangi bir şüphe karşısında meşrû olanlardan bile riyâzat hâlinde yaşanacak. Bu keyfiyeti hazmetmiş insanlığı için mü’mine ikinci merhaleyse, bu da mârifetullah’tan bir nasîb alabilmek. Yani kalbi, hayatı inkişâf ettirmek. Kalbin her an Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmesi. Tasavvuf, yani nedir tasavvuf? Yahut züh diyelim, takvâ diyelim. Kitap ve Sünnet’in kalbini derinlikler hissedip vecid içinde yaşanması. Yani Kur’ân-ı Kerîm’de derinleşmek, Sünnettir’in derinleşmek, İslâm’ın yaşanması üç husûsiyeti var. Biri ilim. İlim nedir? İlim, kendini bilmektir. Yani bu dershanenin, bu cihan dershanesinde öğreneceğimiz, tatbik edeceğimiz, yaşayacağımız ilim, kendimizi bilmek. Kundaktan teneşire bu akış nereye? Nereden geldik, nereye doğru gidiyoruz? Cenâb-ı Hak, Yaratan Rabbinin adıyla oku buyruluyor.
Cenâb-ı Hak, Yaratan Rabbinin adıyla oku buyruluyor. Geleşini oku, şu hayatı oku, kim ihsân etti? Bu kadar ikram niye? Niye peygamberler geldi? Niye kitap geldi? Niye kevinî âyetler? Demek ki kul bunun idrâki içinde olacak. İlim bu. Diğer ilimler, dünyanın az bir ilim verdik buyruluyor Cenâb-ı Hak. Bunlardan da gaye nedir? Bunlarla Allah’ın azametini ilerleyerek tefekkür edeceksin. Aman yâ Rabbi diyeceksin.
Duygularını artacak. Cenâb-ı Hak ne yapar? Onlar ayaktayken otururken yanlar üzerinden zikrederler. Her gördüğü şeyde Allah’ı hatırlarlar. Allah’ın nîmetlerini hatırlarlar. Göklerin, yerin, derin, derinden derine tefekkür ederler. Güneşe bakar tefekkür eder, aya bakar tefekkür eder, atmosfere bakar tefekkür eder, yaratılanlara bakar tefekkür eder, Allah’ın verdiği nîmetlere bakar tefekkür eder. Esas ilim bu. Her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî adıyla tefekkür eder. Aman yâ Rabbi diyeceksin.
Sen supansın diyeceksin. Sonsuz bir güç sahibisin. Uçu bucağı yok, sonu yok. Yâ Rabbi! Biz cehennem azabından koru!” derler. Yani kul olabilmeyi nasîb eylemesin. Ve cehâletten kurtulma. Cenâb-ı Hak Cehûlâ diyor. İnsanın sıfatı cahillik. Cahilliği nerede? Dünyabî arzulara kapılıyor. Nefsânî arzuların peşinden gidiyor. Rabbini unutuyor. Rabb’in nîmetlerini unutuyor. Kendini unutuyor. Nereden geldi ve nasıl geldi? Ve de ظlümen en büyük zâlim insan kendi kendine. Cenâb-ı Hak bu kadar nîmetler, bu kadar îkaz-ı ilâhî ihsân etmişken, kendisini cehennem bir hâline getiriyor. Allah korusun! Burada Cenâb-ı Hak, beni İslâhî’yle âlimlerin durumunu bildiriyor. Onlar kitap, yüklü merkepler gibidir. Yani kalbî hayatları yoktur. Söylerler, konuşurlar, Tevrat’tan misallerlerle ve fakat kendilerinin tatbikatı yoktur. Yani kalp hayatları yoktur.
Hatta Buhârî hâdisinde. Onlar Kur’ân’ı okurlar. Bugün de aynı. Okudukları, boğazlarından aşağıya inmez. Yani bir tatbikat yoktur, bir kalpler yoktur. Menfaat vardır. Semelân-ı kalîlâ. Allah’ın âyetleri menfaatine yamulturlar. Onlar okun, yâyadan çıktığı gibi dinden çıkarlar. İlâhî biikâz. Demek birincisi ilîm. İkincisi amel. Amellerin sâlih olması öncelik riyâdan uzak olacak. O şart.
Aldığımız bu lokmalar helâl olacak. Amellerimiz, اَحْسَنُ عَمَلَاءَ. Yani en güzel olacak. Kur’ân-ı Kerîm’in ekşörü amelâ buyurmuyor. Yani amellerin çok olması değil, amellerin bir huşû ile îfâ edebilmek. Ondan sonra üçüncü, ihlâs. Yani Cenâb-ı Hakk’la karşı samimî olmak. Bu da ancak takvâ ile mümkün. Takvân edilir, nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme,
kul daima ilâhî kameranın altında olduğunu, kalpte şuur ve bir idrak hâline gelebilmez. Yani ibadette, muâmelâta, ahlâktır, Allah Rasûlü’ne benzeyebilmek. Cenâb-ı Hak, Fussî’yle Sûresi’nde kâmil bir mü’min basını bildiriyor. İnsanları Kur’ân ile Allâh’a çağıran, yani Kur’ân ile yaşayacak, Sünnet ile yaşayacak, kendi çoluk çocuğundan başlayarak akrabasından bulunduğu zamanın şartlarına göre,
kulları Cenâb-ı Hakk’a davet edecek. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini Rasûlullah Efendimiz’in Sünnetine davet edecek. Hayatı amel-i sâlih işlemekle olacak. Ben müslümanlardanım diyenden kimin sözü daha güzeldir? Yani ben müslümanlardım, âdâbıyla, edebî ile, Allâh’ın yeryüzünde şahidi olacak, dini temsil edecek. Esâb-ı kirâm o şekildeydi. Dünyanın dört tarafına gitti, binlerce kilometreye ilgileniyor, orada Allâh’ın dinini temsil ettiler. İnsanlar bunlar ne güzel insan dediler, senin dinin nedir dediler. Tasavvuf da işte budur. Yani Allah Rasûlü’nün kalbi dokusundan nasîb almak, rûhânetî ile derinleşebilmek, sahâbinin yaşadığı iklime girebilmek. Yani bir dalgıç misâli, dalgıç, gücü kadar indiği yerlerden manzaralar seyreder. Kalp de aynı. Yani Cenâb-ı Hakk’a yakınlık, vuslatı nisbetinde kalp dünyada ne ahvalde olursa olsun, esâb-ı kirâmda olduğu gibi, evliyatta olduğu gibi bir huzur hâlinde yaşar.
Mevlânâ diyor ki, insanın ruhu berrak bir su gibidir. Fakat kötü işler, günahlar bulununca hiçbir işi görmez. Suyun sattığını görür, aşağısını görmez. Derinlik kaybolur. Meselâ flu bir camdan net bir görüm seyredilme mümkün değil. Kalp de aynı öyle. Tefekkür-u dumvara uğrar. Yani bu durumda mâneviyat incilerinin hakîkat nurlarını görebilmek için o suyuna durulması lâzımdır. Dolayısıyla tasavvufun gâyesi, bencil ve nefsânî duyguları terbiye edip,
fertleri ve netice toplumları sur, sükûn ve huzura kavuşturabilmektir. Yani yaşamaktan ziyade yaşatmayı hedef alması lâzım. İrşâdı hedef alması lâzım. İrşad bekleyenleri irşad etmenin gayretinde olması lâzım. Tabi bu da insan kendisine ihya ettikten sonra mümkün. Ümmet-i Muhammed dâdiyle dertlenmek, onu huzura kavuşturmakla huzur bulabilmek. Onun için tâzim ile emrilâh, yani Allâh’ın emirlerine ihtiram ile yerine getirmek.
Şefkat, alâ halkıllâh. Yani yaratandan ötürü yaratılan şefkat ve merhamet göstermek. Fudal bin İyaz vardı. Onu ağlarken gördüler. “-Nedir derdin?” dediler. “-Nişine ağlıyorsun?” dediler. O da dedi ki, “-Bana zulmeden bir zavallı, müslüman üzüldüğüm için ağlıyorum. Bütün kedirim, onun kıyamette rezil olmasıdır.” Kendinden ziyade onu düşünüyor. Aynı Yusuf aleyhisselâmın kardeşlerinin düşündüğü gibi, Efendimiz’in ümmetini düşündüğü gibi. Yusuf aleyhisselâmda da Cenâb-ı Hak diyor, güzel misal bir şey diyor. Kardeşleri kıskanıyorlar, haset, dehşetlik bir haset. Birbiri aranıp konuşuyorlar. Yusuf’u öldürün veya onu uzak bir yere atın ki, babamızın teveccühü bize gelsin. Ondan sonra da onu yok ettikten sonra, tövbe edip sâlihlerden oluruz. Birçok câhiliyin de şey bu. Efendimiz Ramazan göre, ben tövbe ederim, kendimi kurtarırım. Ya ben tövbe ederim, Allah erhamın râhimindir. Muhakkak. Fakat Cenâb-ı Hak, îmân ettiklerimi kurtulacaktığımı zannediyor.
Ameller ameli sâlih olacak. Tövbelerde pişmanlık olacak. Diğer bir misal mesele… Nasıl bir hassâsiyet istiyor tasavvuf? İbrahim-i Ethem Hazretleri, bir sarhoş görür. Çok kötü bir hâldedir. Sarhoşların pis kokuluğu ağzını yıkar. Bunu niçin yaptığını sorarlar.
Eğer Yüce Allah’ın adını zikretmek için yaratılmış dil ve ağzı bulaşık olarak bırakırsam, hürmetsizlik olur.” diyor. Adam bir müddet sonra sarhoş kendine geliyor. Ona diyorlar ki, «–Horasan zahidi İbrahim’e ten senin kusmuklu ağzını yıkadı. Sarhoş, burumdan çok mahçup oluyor. Gönlü uyanıyor ve öyleyse ben de ayrık tövbe ediyorum diyor. Ağzımı kirletmeyeceğim diyor. Hazret-i İbrahim-i Ethem Hazretleri’nin rüyası hakkı adında şöyle kendisine diyor, «–Sen bizim için, Allah için onun ağzını yıkadın. Biz de senin kalbini yıkıyoruz.» Velhâsıl, ibadullâhın müşkül durumda bir ibadullâha, Allah’ın kullarına Allah için yardım edebilmek. Yine Abdullah Dehlîbî Hazretleri, gıybet eden bir mekândan uzaklaşıyor.
Talebesi Efendimiz diyor ki «–Siz gıybet etmediniz, hemen geçtiniz. Fakat diyor, orucum bozuldu diyorsunuz diyor. Fakat oradan diyor, o diyor, gaflet inikâs etti.» buyuruyor. Yine, Hâlik’in nazırıyla mahlûkâta bakış tarzı. Bu da çok mühim. Hak dostlarının hâli. Esâb-ı kirâmdan Ebû Derdâ Hazretleri, Şam’da kadılık yapıyordu. Bir gün halkın bir günahkâra soyup saydıklarını işitti. Onlara döndü, «–Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz ne yaparsınız?» diye sordu. Oradaki ve ip sarkılıp çıkarmaya çalıştınız.» dediler. Ebû Derdâ Hazretleri bu defa, «–Öyleyse ona ağır sözler söylemeyin. Size âfiyet veren Allâh’a hamd edin. Günah kuyuya düşmüş olan bu kardeşini kurtarmaya çalışın.» Şaşırdılar. «–Sen de bu günahkâra düşmanlık duymaz mısın?» dediler. Rasûlullah Efendimiz’in terbiyesinde yetişmiş olan Ebû Derdâ Hazretleri şu hikmetli cevabı verdi. «–Ben onun kendisine ve şahsiyetine değil, günahına düşmanım. O günahı terk ettiği zaman, o yine benim kardeşimdir.»
Demek ki günahı olan düşmanlığı, günahkâra aksettirmemek, günahkârın derdiyle dertlenmek, onu o dertten halâs edebilmek. Yani bir günahkârı, hepimizin vazifesi, yaralı bir kuş gibi telâkkî edip, fakat sen günahında devam et değil, onu tatlı lisanla, Rasûlullah Efendimiz’in metoduyla, evliyâullah’ın metoduyla, onu irşâd edebilmek.
Yani Allah rızâsının tasarruf, Allah rızâsının aranmasıdır. Bu sarhoşu görse ne yapardı? Şu günah göre görse ne yapardı? Şu namaz kılmayanı görse ne yapardı? Hep kendimizi Rasûlullah Efendimiz’in hâliyle mîzân etmen durumundayız. İşte tasarrufda en mühim netice, bu kalbe, hayatın inkişâfıyla…
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ Cenâb-ı Hak, şah davrından daha yakın. Düşünce bir kendimiz biliyoruz, bir de Cenâb-ı Hak biliyor. Herkesden gizleriz, Cenâb-ı Hak’tan gizleyemeyiz. Daima bu kıvam üzerinde olabilmek. اَكِنْجَسِ وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَعَكُنْتُمْ Cenâb-ı Hak zamandan mekândan müneseb. Zaman-mekân bizlere ait, insana ait, diğer mahlûkâta ait.
O için her an Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî murâkabesinde, ilâhî kameranın altında olduğumuzu, kul daima bir idrak hâlinde yaşayacak. Dünyâvî hayatta bile, deseler seni arkanda sabahtan akşam akarında bir kamera dolaştıracağız deseler, ne kadar kendimize îtinâ görürse en lâyet, onu da bizim gibi insan seyredecek. Demek ki kul, Allah ile beraber olmak.
Allah Rasûlü ile beraber olabilmek. Üsve-i Hâsene örnek şahitleri, örnek karakter. Yani ona yakın Cennet’te beraber olmak isteyen, hâliyle, kâliyle, her şeyle dünyada ona beraber olmak gayreti içinde olacak. Abdullah bin Ömer anlatıyor. Bir diyor, Tenezzü’ye gittik diyor, sahâbenin bir kısmıyla beraber diyor. Orada bir çoban gördük diyor.
Çobanın koyunlar vardı. Çoban dedik, buradan bize bir koyun verir misin dedik. Çoban dedi ki, bu koyunlar benim değil dedi, sahibi var dedi. Menfaat karşısında çoban dönecek mi? Çoban dedi, bunun parasını veririz, sen de sahibi. Dersin, kayboldu, gitti dersin diyor. Çobanın diyor, bir damar çıktı diyor anından diyor.
Semâya baktı diyor. O zaman diyor, Allah görmüyor mu dedi. Dâimâ tasavvuf bu, Allah görmüyor mu? Tabi burada sütçü kadın vardı. Hazret-i Ömer Radıyallâhu anh geceye çıkar dolaşırdı. Bir dertli var mı? Bir muzdarip var mı? Matemlerin civarında dolaşırdı.
Orada bir kadın, bir duvarın yanından geçerken, kızım diyor, süt’e su koysana diyor. Anne diyor, sen bilmiyor musun diyor, halife ne söyledi diyor. Yahu dedi, kızım bu gecenin yarısında halife nereden görecek? Sen şu süt’e su koy da iş bitsin. Kız, anne dedi, peki halife görmüyor mu, Allah görmüyor mu?
Hazret-i Ömer bunu duyunca kıza hemen talip çıkıyor. O kızdan da Ömer bin Abdülaziz geliyor soyundan. Yani velhâsıl tasavvuf bu. Yani daima ilâhî kameranın altında olduğumuzun idrâki içinde yaşamak. Bu da zihnin inkişâfıyla olmuyor, kalbin inkişâfıyla oluyor.
Allâh’a yaklaştıkça bu, duyarlık meydana geliyor. Her Fâtiha’da okuyoruz, her namazda. اِهْتَنَا صِرَاطَ الْمُسْتَقِيمُ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْ عَمْتَ عَلَيْهِمْ Nîmet verdikleri. Kimler bunlar? Âyet-i Kerîm’e Nisâ, 69. ayetinde kim Allah ve Rasûlullah’a itaat ederse, İşte onlar, Allâh’ın kendilerinin lûtufla bulunduğu, ilâhî kameranın altında olduğumuzun idrâki içinde yaşamak.
İşte onlar, Allâh’ın kendilerinin lûtufla bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler, sâlihlerle beraberler, onlar ne güzel arkadaşlar Cenâb-ı Hakk’a. Bunu her Fâtiha’da okuyoruz bunu. اِيَّا كَنَ عَبْدِ diyoruz. وَاِيَّا كَنَ صِرَاطَ الْمُسْتَقِيمُ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْ عَمْتَ عَلَيْهِمْ Nîmet verdikleri.
Ondan gayr-i mâdûbi aleyhim ve lât-ta’lîn, dalâlettekilerden de uzak olma. Oradan bir inikâs, bir leke almama kalbe. Yani her rekatta bunun duâsı hâlindeyiz. Tabi bu duâ ile beraber, gayretle zarûrî. Üçüncüsü, bir mü’min din kardeşiyle beraber olacak. Kıyamet günü arşın gölgesinde bulunan yedik işlenen biri de Allah için kardeş olanlar. Bu çay, kahve kardeşliği değil.
Kardeşin derdiyle dertlenecek. Diyeceksin ki bu kardeşim dertli. Cenâb-ı Hak bana emanet bu kardeşimi verdi. Beni de bu kardeşimin zorluklarıyla ben ne kadar yardım edeceğim, ben bir imtihan hâlindeyim. Onun için bir mü’min, kendisinden zayıf bir mü’min derdiyle dertlenecek. Mü’min kardeşliği budur.
Mü’min kardeşliği budur. Tabi bu kardeşliği yaşayan da yedi kişiden o kıyamet, o zor günde arşın gölgesi altında olacak. Hep dünyevî mesâhîler, âhirete intikâl edecek. Demek ki bir mü’min, bir din kardeşini maddî ve mânevî ihtiyacını görecek. Bu kardeşliğin en mü’min tecellîgâhı vicdandır. Bir mü’min vicdan sahibi olacak.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor Fetih Sûresi’nde? Muhammed, Allâh’ın elçisidir. Muhammed, salâlarına yanında bulunanlar ise, küffâra karşı şedîd. Onu hiçbir zaman taklit etmezler. İsrâm-ı Şerîfe kalplerini muhafaza ederler. Yine kendi aralarında merhamettedir. O için nesle çok îtirâ göstermek lâzım.
Binlerce şehidler bize şu vatanı bir miras olarak bıraktı. Bizi eğer insanımızı yetiştirebilirsek, yine bizden sonra gelen nesle, bu güzel vatanımızı miras olarak bırakabiliriz. Aksi hâlde bunun vebâliyle gideriz öbür tarafa. Zenginlik, fakirlik mi? Kimin zenginlikten kazanılırsa? Tabii bu zor bir iş, zenginlikten kazanmak. Çünkü riyâzat hâli istiyor, bir de çok mesâhî istiyor.
Fakirlikten kazanmak çok daha kolay. Çünkü hakkına râzı olacaksın. Yâ Rabbi diyeceksin, sana teslimim diyeceksin. En çok da fakirlerin cennet’e girdiğini görüyorum buyuruyor. Çünkü onların verecek hesapları fazla yok. Onlar ibadet, tâhât, muâmelât vs. Öbününde çok mesâhî var. Sâmi Efendi Hazretleri bu sohbetini de çok anlatır da,
herhâlde Rûh-i’l-Beyan’dan tahmin ediyorum, zamanın peygamberine bir vahiy oluyor. Git diyor, şu aileye sonra baştan zenginlik mi isterler, fakirlik mi isterler? Adam diyor ki hanımına, baştan fakirlik, sonra zenginlik olsun, ben isterim diyor. Çünkü diyor artık diyor, ihtiyarlıkta diyor, tâhât biter diyor. Fakirliği yaşamak daha zordur diyor. Hanımın yok yok diyor, sakın diyor. Biz diyor, baştan zengin isteyeceğiz, sonra fakirlik diyor.
Karısı adama diyor ki, bak, Efendi diyor, biz bir elbise giydik, garibe de aynı elbiseden vereceğiz. Biz ne yiyoruz? Yediğimizden de vereceğiz aynı şekilde. Bir fakirin yaşadığı gibi yaşayacağız. En nihayet seneler geçiyor, ihtiyarlı oluyor, fakir bir türlü fakirlik gelmiyor. O devrin peygamberine devrini veriyorlar ki, o daima şükretti. Şâkerinden oldu onlar, şükreden kullardan oldu.
Demek ki şükretmenin çeşidi çok. En mühim kendimiz için istediğimizi, diğer kardeşimizi isteyerek ve onu da yerine getirebilmek, îfâ edebilmek. Tabi bu diğer mahlûkat, hayvanat da öyle. Yani hayvanat da insan için yaratıldı. Yukarıda, semâdaki, galaksilerde at vs. büyük başlar yok, av, hayvanları yok. Hepsini Cenâb-ı Hak insan için yarattı. İnsan da onları hem tefekkür edecek, hem gıdalanacak, hem de bir şükran hissediyor. Cenâb-ı Hak göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, düşüren bir toplum için buyuruyor. Yani kul nâdan olmayacak, ebleh olmayacak. Diğer bakımdan kendisi ikmân edip, ikmân edip bir mü’min devrin akışından da kendisini mesûl görecek. Bütün insanları kendisi zimmetli olarak kabul edecek. Okuduğum birinci âyette, ganimet âyetidir. Daha belki peygamberlerde düşmanlığa alınan ganimet yasaklanırdı. Hikmeti ayrı ayrı, belki şuydu hikmeti, dünya muhabbeti artmasın, Allah için yapsın, onu kendi menfaat için yapmasın. O zaman kadar, tâ Bedre kadar ganimet âyeti yoktu. Hattâ birkaç tane ufak tefekselîgeler oldu. Orada Rasûlullah Efendimiz oradan aldığı malları kenara koydu, paylaştırmadı. Fakat bu şeyde, Bedir Harbi’nde büyük bir zafer. Cenâb-ı Hak bin melek, üç bin melek, beş bin melek gönderdi. Bazı sahâbîler canhra şekilde bir savaşa girdi. Bir kısmı da, aman dedi, ben bu savaşa girmek ne dedi, öldürmeyeyim dedi, onu dedi, esir olarak alayım.
Ya onu satarım yahut da kullanırım dedi. Bir rivâyet bu. Bir rivâyette iki sahâbî, kılıç gördüler, benim benim diye, ihtilâf ettiler. Bunun üzerine Ubâde bin Sâbit radiyân diyor ki, bu inen âyet, bize Bedir ashâbı ganimet konusunda ihtilâf ettiği zaman indi, bu konudaki ihtilâfımız pek kötü oldu. Allah da bunu
Legislatönü, Diyâoda, Darkcios Şehâyüratamedniz Resource Center, Bölüm Dportak secure Mutta alirement, Her gün ve her nano r mili net fiyatını korumak.
Bir sefer bir esâbı ganimet konusunda ihtilâf ettiği zaman indi. Bu konudaki ihtilâfımız pek kötü oldu. Allah da bu sebeple ganimeti elimizden alıp Rasûlullah’a tahsis etti. Rasûlullah da onu müslümanlarla da eşit olarak paylaştırdı. Bu inen âyette, bunun beşte biri, Rasûlullah Efendimiz’e âit. Diğeri de, müsavî şekilde esâbı dağıtılacaktı. Fakat bu, Rasûlullah Efendimiz’e verilen beşte bir âyetin içinde, Rasûlullah Efendimiz’in şahsı vardı.
Ehl-i Beyt vardı, yetimler vardı, fakirler vardı, yolcular vardı. Yani Enfâsü’nün 41. âyetinde, ganimetler, bunları tevhîsi edildiği bildirildi. Bu şekilde bir ganimetin de, nasıl bundan tahsin edildiği, hükmü inmiş oldu. Yani burada insan zâfına göre büyük bir zafer, büyük bir zaferden sonra bir kılıç parçası yüzünden, benimdir, senindir diye bir ihtilâf oluyor. Bu da insanın zâfı.
İnsan bazen çok gayret eder vs. olur. Ufak bir zâfından dolayı, bu da Cenâb-ı Hak affediyor. Affetmeyi de bilirdi. Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor, اَلْمَا لُوَ الْبَنُونَنُونَ Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Ölümsü olan hayırlı işler de, Rabbinin necdesinde hem sevapçıya dağ hâyırlıdır, hem de ümit bağlamaya dağ lâyıktır.
Demek ki aldanmamak. Yani servete aldanmamak, oğullarında aldanmamak, onları da Allah yolunda yetiştirmek. Cenâb-ı Hak, فَتَّقُ اللّٰهُ buyuruyor. Yani Allâh’a karşı gelmekten sakının buyuruyor. Gazamın sebebi bulacak hâllerden de çok korkmamız gerekiyor. Meselâ depremlerden ne kadar korkuyoruz? Bir fırtınadan ne kadar korkuyoruz? Bir virüsten ne kadar korkuyoruz?
Yok kadar bir mahlûk, Allah’tan ne kadar korkuyoruz? Kıyamette vereceğimiz hesaptan ne kadar korkuyoruz? Aranızı düzeltin buyuruyor. Galimet Allâh’a aittir, Allah ve Sûresi’ne aittir. Aranızı düzeltin buyuruyor. Yani burada nedir tebliğ? O haklıydı, ben haksızdım vs. Ben haklıyım, o haksızdın, yok. Haklısın, haksızdın, Allah rızâsını affedeceksin. Bu, en mühim, Ebû Bekir Efendimiz’in başından geçti. Bu, çok sadaka verdiği bir kişi, Âişe Vâlidemiz’e iftira atanların içinden çıktı. Ebû Bekir Efendimiz, bundan sonra buna vermeyeceğim dedi. Yapılan cürüm, çok büyük bir cürüm. Yani Âişe Vâlidemiz, Âdem aleyhisselâm’dan bereken en iffetli bir aile. İffetiyle mâruf. Hattâ Efendimiz’e Hümeyrâ ismini veriyor. Yani konuşurken yüzü edepten kılıyor, büyük takvâ sahibi. Ebû Bekir Efendimiz, bundan sonra buna sadaka vermeyeceğim dedi.
Âyet-i Nûr Sûresi’ne, Cenâb-ı Hak, Allah’ın sizi affetmesini istemez misiniz? Demek ki bir mü’min, diğer mü’minle arasındaki olan burûdiyeti kaldıracak. Kaldıracak ki yarın Allah’ın affına nâil olabilsin. Âyet çok ibretli. Yani demek ki kardeşlik yaşanacak. Kardeşlikten mesûlüz.
Efendim buyuruyor, mü’min mü’mine karşı her parçası diğer parçası sımsık kenetleyip tutan binalar gibidir. Âyette de, bünyanın mersus buyuruyor. Üst üste konulan kelp işler gibidir. Mü’min, diğer mü’min durumundur. Yine Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimiz’e, Buhârî hadîs-i ve Müslümanî seyf, mü’minler birbirini sevmekte, birbirini acımakte, birbirini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir hasta olduğu zaman diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzda ve ateşte hafif bir uyanı yapar.
Vücudada ve ateşte hastada düçâr olurlar. Mü’min, başkaları ülfet eder, hoş geçinir ve kendisi ülfet edilir. Kimseyle ülfet etmeyen ve kendisi ülfet edilmeyen kişide de hayır yoktur.” buyuruyor. İbâd-ı râhman, câhiller, selâmâ derler, geçerler, bir tebbes öndür, geçerler buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Ne olursa olsun, haklı haksız demeden mü’min kardeşimizle aramızı düzelteceğiz. Böyle bir fitne, fesat ortadan kalkmış olacak. Mü’min, dâimâ fitneleri, fesatları oradan kaldırmakla mükellef. Yine âyette buyruluyor, Bakara’da, fitne, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır buyuruyor. Demek ki mü’min fitneyi kapatacak. Ben Ebû Zer’i diyor, Mâruh bin Sûrîd, üzerine değerli bir diyor, elbiseli gördüm diyor. Aynı elbisten baktım da köresinin üzerindeydi diyor. Bunun sevgisini sordum. Ebû Zer’deki, Allah Rasûlü’nün zamanında bir kişiyi hakaret etti ve ona, kara kadının çocuğu dedim. Yani annesinden dolayı onu ben ayıpladım. Bu üzerine Nebî şöyle buyurdu, İbâdü’llâh’a istekâr, en büyük günahlardandır. Sen kendisinde câhiliye huyu bulunanlardan biri misin dedi, Ebû Zer dedi. Sen de hâlâ bu câhiliye âdeti mi var dedi. Demek ki en büyük suç, İbâdü’llâh’a istekâr. Onları alay etmek vs. yapmak, zayıfsa onu küçük görmek,
Cenâb-ı Hak, وَيْلُ الْكُلْهُمْ وَزَتِلْلُ مَزَدْةِ Hepsine yazıklar olsun diyor ona. Kaç göz işaret yapar, küçültür vs. İslâm ahlâktır. Müflis kimdir diyor, Efendimiz soruyor. Biliyor musunuz diyor. Sahâbî, işini kaybedendir diyor. Yooo o değil diyor, o hafif müflis diyor. Esas müflis diyor. Gıybet eder, dedikodu eder, iftira eder vs. zarar verir.
Kıyamette o zarar verdiği kişinin günahları ona verilir. Günahları alır. Onun için muhakkak Rasûlullah’ın helâlleşim buyuruyor. Efendimiz dediği bir hâdise oldu yine. Âişe Radıyallâh’ın, tabi o genç, güzel bir hanımdı, her bakımından mâdi-i mânevî. Tabi burada ufak tefek şeyde olabilir mümkün. Sâfiye Validemiz’de muhterem bir hanımdı.
Efendimiz’e bir iştirdi ama Rasûlullah Efendimiz ona tabi bir iltifat ve menfaatle şey yapmasından demek ki Âişe Validemiz biraz alındı, şöyle yaptı. Yani boyu küçük dedi. Evet, sen onu bekledin ama boyu küçük dedi. Yahut ifade etti onu. Efendimiz dedi, yâ Âişe dedi, öyle bir söz söyledin ki, o söz denize kalışsaydı, denizin suyunu bozardı.
Onun için ağzımızdan çıkan her kelimeye çok dikkat etmemiz lâzım. Yine bir gün Rasûlullah Efendimiz devesinin üzerinde, arkadaşları, onun da etrafında yürüyorlardı. Muaz bin Cebel, «–Ey Allâh’ın Rasûlü dedi, sizi rahatsız etmezsem, yanınıza yaklaşabilir miyim?» dedi. Tabi nezâket, incelik, zerafet. Peygamberim, «–Yaklaş Muaz!» dedi.
Muaz yaklaştı, yan yana ilerlemeye başladılar. Hazret-i Muaz, «–Canım sana fedâ olsun yâ Rasûlallah!» dedi. Cenâb-ı Hak’tan niyazım, bizim emânetimizi, yani son nefesimizi, senden önce almasıdır. Allah göstermiş, eğer sen bizden önce vefat edersen, senden sonra hangi ameli, hangi ibadette daha çok îtinâ gösterelim. Rasûlullah Efendimiz bu soruya cevap vermedi. Sustu. Muaz devam etti. «–Allah yolunda cihat mı edelim yâ Rasûlallah?» dedi. Efendimiz de «–Allah’ın cihat çok güzel şeyidir, çok mühimdir dedi. Ama insanın bundan daha hayırlısı vardır dedi cihattan.» dedi. Yine Muaz, «–Yâ Rasûlallah!» dedi.
«–Evet dedi, oruç tutmak, zekât vermek farzdır, çok güzeldir, îtinâ edilmelidir. Fakat bundan daha iyisi var.» dedi. Muaz, bu minval üzerine insanların yaptığı bütün iyilekleri, sevapları döktü.
Rasûlullah Efendimiz yine dedi ki Muaz dedi, «–İnsanın için bundan daha hayırlısı var.» dedi. Muaz’ın da dehşet artıyor ve sahabilinin dehşeti artıyor. Muaz ondan sonra, «–Anam, babam, sana kurban olsun yâ Rasûlallah!» dedi. «–Bunlarla daha hayırlı ne olabilir?» dedi. Sizin bütün emirlerinizi ben saydım.» dedi. Efendimiz ağzını gösterdi. «–Hayır, konuşmayacaksan susmak.» dedi. Yani boş laflar. Yani Rasûlullah Efendimiz bırak gıybeti, boş lafları bile istemiyor. Yine Muaz dedi ki, «–Konuştuklarımızdan dolayı hesabı mı çekiyordunuz yâ Rasûlallah?» dedi. Bunun Rasûlullah Efendimiz Muaz’a dizine şöyle bir vurdu, iyi düşündüğü, şunları söyledi.
Allah hayrını versin Muaz. İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen dillerinden söyledikten başka nedir ki? Kim Allah ve âhiret gününe inanıyorsa, ya faydalı söz söylesin veya sussun. Zararlı söz söylemekten kendisini korusun. Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız. Zararlı söz söylemeyerek de rahat ve huzura kavuşun.» Demek ki en mühim bir hayatına dikkat edeceğimiz şeylerin biri de dilimiz.
Belki kıyamette o lâl olan bir kimse, konuşamayan bir kimse, Cenâb-ı Hakk’a şükredecek, «–İyi ki ya Rabbi ben konuşamadım, bir lâl oldum, birçok günahlardan kurtuldum.» diyecek. Ondan sonra gelen âyet, mü’minler ancak Allâh’ı zikredildiğinde kalpleri titreyen birinci şart. Burada sâlih bir mü’min, Allâh’a yakın bir mü’min hâli. Birincisi, Allâh’ı zikredildiğinde kalpleri titreyen.
Yani her gördüğünde kul, Allâh’a atılacak. Suyu içerken Allâh’a atılacak. Evlâdına bakıyor atılacak. Allâh’ın verdiği nîmetleri düşünecek, tefekkür edecek. وَجَدْ قُلُوبُهُمْ قَلْبَرِ تِتْرَيَرُهُمْ Amin yâ Rabbi! diyecek. Allâh’ın verdiği nîmetler, Amin yâ Rabbi! diyecek. Bir acziyet içine kalacak. İkincisi, kendilerine âyetlerini okunduğunda îmanları artıran, daima dünyada huzur, âhirette huzur,
âyetleri var, diğer taraftan tersine var. Dünyada huzûzluk, dünyada en huzûz kimlerdir, muhtelislerdir. Demek ki Cenâb-ı Hak anıldığı zaman, bir mü’minin kalbi titriyecek. Rasûlullah Efendimiz buyurdu, Allâh’ın buyurdu,
Fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalpten, vicd-i kulub’yum tersine ürpermeyen kalpten, hissiz, donuk, nâdan, doymayan nefisten, obur, ihtirasta, obur. Üçüncüsü, icâbet edilmeyen doğardan, yâ Rabbi! Sana sınırım.” buyuruyor. Cenâb-ı Hak cümlemize bu dört, âfetten muhafaza buyursun. Peygamberler, devamlı bir teyakkuz hâlindeydi. Hep ilâhî hesap vermeyince, hesap vermeyinin endişesi için, çünkü peygamberleri de hesap soracağız buyuruyor. Âdem aleyhisselâm, رَبَّنَا ظَلَمْنَا اَنْفُسَنَا diyor. Ey Rabbimiz! Biz kendimizi zulmettik diyor, o yasak meyveye yaklaşma. Eğer bizi bağışlamazsan ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden uğruyordur buyuruyor. Yusuf aleyhisselâm, تَوَفَرِينَ مُسْلِمَا يَلْفِنَا بِالصَّالِحِينَ diyor. Ya Rabbi diyor, beni diyor, müslüman olarak canımı al ve beni sâlihlilere ilkâ eyle.
Onun arasına kat buyuruyor. Yunus aleyhisselâm bir üç gün vazifeden ayrılmak, o da bir teessürle. O da diyor, لَا اِلٰهِ اِلَّا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنَّا كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ Senden başka hiçbir Allah, îlâh yoktur. Seni tenzih ederim, gerçekten ben zâlimlerden oldum diyor. İbrahim aleyhisselâm, malıyla dost oluyor. Canıyla dost oluyor. Evlâdıyla dost oluyor.
Öyle oldu da Allah’ın bu nim, tabi derece artıyor, ufuklar açılıyor. Öyle bir hâle geliyor ki,
Velâ tûhsîni yöv mühûb olsun. Yâ Rabbi! İnsanları yarattığın gün beni mahşub etme! buyuruyor. Yani ben kulluğu yapamadım diyor. Ki Cenâb-ı Hak dostluğu olduğu hâlde. Demek ki ikinci fasıl, Allah’ın âyetini okunduğu zaman imânın artmasın.
Kur’ân-ı Kerîm’i kaç sefer hadîm ettiniz de, parmaklar kalkardı. Yok, oğlum, onu değil derdi. Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirini kaç sefer okudunuz derdi. Bir âhiret haritası, bir yol haritası Kur’ân-ı Kerîm. Allah’ın âyetini okunduğu zaman, îmanları artar buyuruyor. Demek ki sahâbinin birinci ilgi alanı Kur’ân’da. Nâzıd-ı Allah’ın her âyet, sanki gökten inen bir sofra gibiydi. Bütün gayretleri, âyetleri telâkkî etmek, yaşamak, tebliğ etmek ve yaşatmaktı.
Hanımları da öyleydi. Beylerin sorardı, bugün hangi âyet indir derlerdi. Allah Rasûlü’nün feyme-i hûsîn, mübârek âyetlerden ne gibi hadîs-i şerîflerçesinden onlara söyle buyurulardı. Velhâsıl insan, Kur’ân vasıtasıyla saâdet bulur. Yine diğer bir âyet, Furkan Sûresi’nin, kendilerine Rabbilerinin âyetleri hatırladığında ise, ona kadar sağır ve kör davranmazlar. Aman Allah’ın murâdı nedir bu âyeti? Sahâb-ı Kerâm hep bu şekildeydi.
Yine buyruluyor, Zümersûn, Andos’un, biz Ü’üd âsılından diye bu Kur’ân’da insanlara her türlü misali verdik, buyuruyor. Ne misali istiyorsunuz? Aynısı var Kur’ân-ı Kerîm’de. Benzeri var veyahut da. Yine Peygamber, kıyamet günü der ki, ey Rabbim, karmîum, bu Kur’ân’ı büsbüsbücük terk ettiler. Ne kendileri okuyorlar, ne çocuklarını öğretiyorlar, ne şey, büsbücük terk ediyorlar. Onun için kardeşler, en mühim evlâtlarının bir Kur’ân kursundan geçirmemi zarûrî.
Yine Muhammed Sûresi’nin Kur’ân’ı incedin diye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde bir kilit mi var, buyuruyor Cenâb-ı Hak? Velhâsıl aklı vahyin içinden kullanmak zarûrî. Aklı vahyin için kullanmazsak, insan o zaman cerbezeye doğru döner. Akıllı onu cerbezeye götürür.
O bütün feylesofların vs.lerinizin hepsinin vahyin dışında birtakım fikirler yürüten kimselerin durumu gibi. Kur’ân-ı Kerîm, düşünmeyi kolaylaştırır. Rehberlik ediyor ve insanı düşünmeyi sevdiriyor. Yine buyruluyor, bilhassa Kur’ân-ı Kerîm okunurken konuşmamak, Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin, susun ve size rahmet eylesin, buyuruyor.
Yine buyruluyor, yanında iki kişiye gıpte edilir. Biri, Allâh’ın kendisine Kur’ân verdiği kişidir. O, Kur’ân ile gece günde meşgul olup, ona hem okur, hem okutur, hem de ona Kur’ân-ı Kerîm müessesesine gayret eder. Diğer tarafın, ikincisi de Allâh’ın kendisine verdiği mal ile, o gece gündüz bu malı infark eder. İbrahim Dostuzîdî Hazretleri de, Kur’ân okumak isteyen kimse evvelâ dilini kötü ve çirkin sözlerden korusun, buyuruyor.
Aynı o serpuncunun ağzı temizlendiği gibi Kur’ân-ı Kerîm ağızdan çıkacak. Onun üzerine Kur’ân okumak isteyen kimse evvelâ dilini kötü ve çirkin sözlerden temizlemelidir. Bu çok büyük. Kur’ân okumak isteyen kimse evvelâ dilini kötü ve çirkin sözlerden temizlemelidir. İkincisi, hayatta israfa kaçmamalı. Haram ve şüphelere karşı teyakkuz hâlinde olmalı. Haram bellidir, helâl bellidir. Aradığınız şüphellerden kaçınacak.
Şayet bunlara dikkat etmezse, Kur’ân’ın karşı edepsizlik etmiş olur, buyuruyor. Üçüncü madde, sadece Rabbimize tebekkül etme. Teslîmiyet, râdıyye. Râdiyete merdiyye. Diyeşen şartlar altında Rabbimize tebekkül ve teslîme olmak. Muhakkabı benim için bir imtihandır yahut da hayırdır. Ondan sonra gelen namaz geliyor.
Gelecek namazlarını ikâme ederler. Namaz çok mühim. Başta kalbi namaza hazırlamak. Ondan sonra namaz geliyor. Namaz, secde et ve yaklaş. Buyuruyor, namaz da çok mühim. Rasûlullah Efendimiz’in namazsız müslümanlık olmaz, buyuruyor. Ondan sonra gelen âyet dedi, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmetleri Allah’ın önünde infak ederler, buyuruyor. Allah bana bu nîmeti niye verdi? Ben bunu nerede kullanacağım? Ziyâ bunu hesabını vereceğim. Kul bunun idrâki içinde olacak. Velhâsıl ondan sonra gelen dördüncü hâl, işte onlar gerçek mü’minlerdir. Yani bu beş vasfa yaşayan, daha evvel bir mü’min kardeşleri arasında bir burûdeti kaldıran, onlar, işte gerçek mü’minlerdir. Âyet-i kerîme. Onlar için Rabbin’in katında nice dereceler, bağışlanma, tükenme bir rızık vardır.
Cenâb-ı Hak sohbetin muhtevâsından hisseler nasîb eylesin. Cenâb-ı Hak elimizden, dilimizden, yüreğimizden, ümmet-i mânevbeden, müstefî, doğru kullarından eylesin. En güzel ânımız inşâallah Rabbin’in lûtfuyla son nefes ânımız olur. Cenâb-ı Hak çünkü, وَلَا تَمُوتُونَ إِلَّا مَعَنَتِونَ مُسْلِمَنَةً Aynı müslümanlar olarak can verin, sakın abartma, başka türlü can vermeyin, buyuruyor. Bütün hayat, bu son nefese bir hazırlık hâlinde.
Allah cümlemizin yardımcısı olsun. İllâhî Teâle’l-Fâtiha!.. Allah’ımız’a emanet olun.
İlk Yorumu Siz Yapın