"Enter"a basıp içeriğe geçin

19 Eylül 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş

19 Eylül 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=mKyCKmpcCB8.

Rasûlullah, sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk, rûhu, tayyibelerine, Ehl-i Beyt’in ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm azâtının,
şehidlerimizin cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, yaz duâsıyla bir Fâtiha şerîf, üç İhlâs’sı Allah’ımız’a selâm… Çok muhterem kardeşlerimiz! Cenâb-ı Hak iki tane bayram ihsân ediyor. Bu iki bayramda bir ayra ayra şehâdetnâmedir. Ramazan bayramı, takvânın bir şehâdetnâmesidir.
Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu, Kadir Gecesi’nde ihsân ediyor. Arkasından bir şehâdetnâme, Cenâb-ı Hak ihsân ediyor. Tabi o şehâdetnâmeden herkes, Ramazan’daki seviyesine göre şehâdetnâme kazanmış oluyor. Kurban bayramı ise, ismiyle Kurban, bir fedakârlık. İşte İbrahim –aleyhisselâm-‘ın canından, malından, evlâdından bir fedakârlığı. Hayat boyunca fedakârlığı, bir putperest kavimle mücadelesi. Hatta babasıyla mücadelesi. Velhâsıl büyük bir fedakârlık. Bu da bir fedakârlık bayramı olmuş oluyor. Bizlere Kurban da bunu hatırlatıyor. Demek ki ömrümüz Ramazan şehâdetnâmesinin getirdiği bir takvâ üzerine. Kurban bayramı ile bir fedakârlık, şahâdetnâmesinin istikâmeti üzerinde hayatımız devam edecek. Ondan sonra gerçek bayram gelecek. O bayram, bir sefer bayram. Yani yahut bir sefer son nefes, ondan sonra onun geri dünyaya da dönüşü yok. Ondan sonra ebedî bitmeyen, yövmül hulûd, bitmeyen bir gün başlayacak.
Kabirde ve âhirette kazanma, kaybetme yok. Bitmiş oluyor. Onun için yaşadığımız şu zaman, çok kıymetli bir zaman. Cenâb-ı Hak vel’assı buyuruyor, zamanı yemin olsun buyuruyor. Tabi bu son nefes bayramından sonra, müjdelinden çok daha bayramlar var. Başımızdan çok uzun hâdiseler geçecek. Kıyametin şiddeti var. O şiddette herkes derece derece, dünya durumuna göre o şiddeten bir nasibine alacak. Hatta peygamberler de dâhil. En son bir şefaat açılacak Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu olarak. Ona dâhil olanlar olacak, olmayanlar olacak.
Ikra-kitâbek, hesap pusularımız, ekranlar önümüze dökülecek. Orada kulaklarımız, gözlerimiz, derinlerimiz konuşacak. Mekânlar konuşacak. Kendimizin kendimiz şahidi olacak. Ondan sonra bir ısrat var. Oradan en heyecanlı geçiş var. Cehennemin üzerinden geçiş. Kimin kullarına çok hızlı girişecek.
Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla sâlih kullar. Yani sâlih kullar da geçecek orada. Kimi de ağır ağır, kimi de bir korku içinde geçecek. Cenâb-ı Hak mücrimleri oradan içeriye atarız buyuruyor. Cehennemin kapısı oluyor bir noktada. Allah korusun.
Velhâsıl, hülâsa olarak, Allah, inşâallah Ramazânımızı bütün hayatın her safhasına teşmil edebilmek, Kurban Bayramı’na o fedakârlık, ikdîmine ömür boyu gelebilmek, inşâallah. Cenâb-ı Hak, son nefesimizin en hayırlı bir sevinç günü olmasınca Rabbimiz nasîb eylesin. İnsan Sûresi’nden okundu. Birinci âyetten, onuncu âyette kadar okudu. Ondan sonra yirmi beşinci âyetten sonuna kadar okundu. Burada Cenâb-ı Hak insanın problemi, insan, insan nedir? Cenâb-ı Hak bu, cihânı hazırladı. Fakat ne kadar cihân var bilemiyoruz onu. On sekiz bin, üç yüz altmış bin vs. Şu dünya cihânı da semâsıyla beraber insan hazırlandı.
Ondan sonra Âdem aleyhisselâm’ın Havva vâdisi dünyaya indirildi. İşte insanın mâcerası son nefese kadar devam edecek. Bütün insanların, cinlerin de kıyamet kadar devam edecek. Kıyamette büyük bir infilak… Cenâb-ı Hak, Enbiyâ Sûresi’nde bir tomar kâğıdı büker gibi bütün semâvâtı dökeceğiz buyuruyor.
Eski hâline getirdiği de bu, vâattir buyuruyor. Yeni baştan bir âlem başlayacak. Cenâb-ı Hak okunan birinci âyette, insanın üzerinde henüz kendisine anlayan bir şey olmadığı, uzun bir süre geçmedi mi? Yani insan denilen bir şey yoktu, ismi de yoktu, cismi de yoktu. Fakat Cenâb-ı Hak hazırladı bu âlemi. Ondan sonra Cenâb-ı Hak insanı dünyaya indirdi.
Dünya arasında bir talebelik başlıyor, âhiret talebeliği. Ondan sonra Cenâb-ı Hak bazı tavsiyeler de bulunuyor. Âhiretten bazı sahneler bildiriyor. Onları sohbet edeceğine inşâallah bahsederiz. Demek ki daima diyor, hayat nedir? Yani kundak ile teneşer arasındaki bu dar koridor nedir? Gelen niye geliyor?
Kimin mülkünde yaşıyor? Kimin veyahut da rızıklarla merzuk durumda? Gidiş nereye? Bu akış nereye? İnsan bu, hayatın ne olduğunu idrâk edecek bir mü’min. Yine hayat, gönlündeki Allah muhabbetinin test edildiği bir imtihan manzumesi.
Dünya ilâhî bir dershane. İnsanın ihtiyaçlarına göre tanzim edildi. Yani insanın bir endam aynası. Bütün mahlûklar ilâhî bir düzen içinde yaratıldı ve bir düzen içinde geliyor dünyaya. Hepsi fasıl fasıl geliyor. Nebatat öyle, hayvanat öyle, insan öyle. Bütün insanlar bir anda gelmiyor. Bütün çınar ağaçları bir anda gelmiyor.
Gelse, bütün her tarafı çınar ağaçları kaplar, diğer ağaçlara şey kalmaz. Çiçekler mevsim mevsim geliyor. Cenâb-ı Hak insanlara buketler gönderiyor. Yine düşünsek, bütün mahlûkat bir anda gelseydi, bir cinsi bir anda gelseydi ne olurdu? Bir yağmur yağdığı zaman, bütün sol canlar bir anda gelseydi, basacak yer olmazdı. Diğer mahlûkat aynı şekilde öyle.
Cenâb-ı Hak hepsini insanın ihtiyacına göre fasıl fasıl gönderiyor ve insan ders alacak. Orada Cenâb-ı Hakk’ın el-Musâbir, el-Bâri sıfatına tefekkür edecek. Hiçbir şeyin benzeri yokken Cenâb-ı Hak nasıl halketti? Nasıl ona bir hayat tarzı verdi? Ve bunlar kevnî âyetler oluyor. Kur’ân-ı Kerîm kavlî âyetler, ilâhî mesajlar.
Kâinatta kalbi olanlar için kevnî âyetler, yaratılıştaki ilâhî azamet, ilâhî kudret akışları. Ondan kul ibret alacak, derinleşecek, «Aman yâ Rabbi!» diyecek, Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak hiçbir zaman. En nihayet Âdem ilâhî Havva Vâlidemiz yaptığı bir zelle sebebi, bir gerekçesi, bir esvâbı mûcibe olacak. O şekilde dünyaya gönderildi.
Dünyada gelecek neyse bir tövbe talîm edildi. Nasıl bir tövbe edecek? Kırk sene ikisi birbirinden ayrı, yani biri selâm dipti, biri ciddiydi. Kırk sene ayrı olarak devamlı bir tövbe ettiler, gözyaşı döktüler. Demek ki burada Cenâb-ı Hak bize nasıl dua edeceğiz? Nasıl Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edeceğiz? Dua nedir? Bunu bir idrâk edeceğiz. Âdem ilâhî Havva Vâlidemiz istiğfardan sonra Arafat’ta, ondan sonra bir insanın kıyamette devam edecek,
bir nesli dünyada devam edecek, imtihan edilecek. İşte Süleyman Çelebi, ne güzel Mevîd-i Şerîf’i de ifade eder. Hakt-ı Âlâ çün yaratı, âdemi kıldı, âdemle müzeyyen âlemi. Cenâb-ı Hak insanı yarattı fakat bu âlemi de insanla müzeyyen kıldı. Yani insanla Cenâb-ı Hak bu dünyayı, biz sâlihlere varis kıldık, buyuruyor.
Ve sâlihlerle bu dünya güzelleşecek. Her zaman Allâh’ı zikredecek, aman yâ Rabbi diyecek. İlk okunan âyet, insanın kendisine henüz Allah’ın bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Yani insan yoktu. Onun için Cenâb-ı Hak insanı halk etti, hişten halk etti. Malzemesi insanın malzemesi, hişti. Onun için daima hişliğini idrâk içinde olacak. Bu, şuurla yıkılacak.
Hiçbir zaman ben demeyecek, yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi diyecek. Muhaffakiyetleri kendilerine izâfe etmeyecek. Bedir harbi oldu. Müslümanlara Cenâb-ı Hak onların fedakârlığı neticesinde melekleri indirdi. Bin melek, üç bin melek, beş bin melek indi. Büyük bir galibiyet oldu. Birkaç sahâbî dedi ki, ben dedi şöyle galip geldim, böyle yaptım, böyle yendim dedi. Hemen âyet indi.
Ey Peygamber! Yani sen onlara söyle, sen öldürmedin, bizi öldürdün, seni atmadın, biz attık. Demek ki kul, hiçbir zaman hişliğini unutmayacak, daima Sen yâ Rabbi diyecek. Onun için tasavvufta ilk başlarına, merhâleye ilk basamak, enâneite bertâraf edebilmek, o da en zoru. Daima benlik ibadette çıkar, her şeyde çıkar. Şahı Nâşıben Hazretleri Hâcegândan,
yani ilim erbâbı, hoca efendilerden biriydi mazisi. Buna rağmen mânevî intisâbın ilk yıllarında insanların gelip geçtiği yolları temizledi. Ceraatte hayvanları tedavi etti, hasta insanları tedavi etti. Ve bu şekilde bir tevâzuyu öğrendi, tevâzunun dersini aldı. Ondan sonra dedi ki, âlem buğday, ben saman, âlem yahşî, ben yamay. Yani herkes iyi, kötü olan benim dedi. Niye kötü olan benim? Allah’ın bu kadar nîmetlerini idrâki içinde oldu. Allah’a kulluk yapamadığı için ben yaman dedi. Hâlde Bağdâdi Hazretleri, kendisi ilimde zirveydi, iştahat makamındaydı. Şems-i Şumus deniyor, yani güneşlerin güneşi deniyordu. Hindistan’ın Dehl-i Ebe’ye gideceği zaman, Hâlde Bağdâdi Hazretleri,
Hâlde Dehl-i Ebe’ye gideceği zaman Bağdâdi Hazretleri dedi ki, sen nereye gidiyorsun dedi. Senden daha yüksek bir âlim mi var şu dünyada dedi. Senden daha güçlü bir güneş mi var dedi. Abdülahdî Hâlde Hazretleri’nin huzûna gidince, Abdülahdî Hâlde Hazretleri gelenlere ikram etti. Hâlde Bağdâdi Hazretleri’nin oğlunu dedi, senin de vazifen burada dedi, şu helâları, şu tuvaletleri temizlemendir dedi. O ilmin zirvesinden bir hiçliğe büründü.
Altı ay sonra da Abdülahdî Hâlde Hazretleri geçirirken Bağdâdi Hâlde Hazretleri, Sen dedi, atını söndürsen, sen bineceksin dedi, ben senin atının arkasında yürüyeceğim dedi. Ne vardı, kalbimde alıp götürüyorsun dedi. Demek ki burada ne? Hep böyle hiçlik, kul hiçliğini unutmayacak, enâniyeti beni bertaraf edecek. Yani bir hiçliğin tahsiyeliği için ona da helâ temizliği verildi.
Üfdâde Hazretleri, Bursa Kadısı olan Kâdül Kuzât, en zirvesi olan Hüdâî Hazretleri, Sırmalık Haftanıyla ciğer sattırıldı ona. Enâniyeti bertaraf ettikten sonra, cihanı yön veren pâdişâlara istikâmet veren büyük bir müşrik kâmil oldu. Sekiz pâdişah zamanında hizmeti bulundu. İnsan, ilâhî ikramları hiçbir zaman unutmayacak, nîmetlerimi sayamazsın, buyuruyor. Cenâb-ı Hakk’ı kul olarak, kulluk imtihanın içinde olduğunu unutmayacak, hayatın her safhasında. Cenâb-ı Hak yine Câsiye Sûresi’nin 13. âyetinde, «…Biz göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, insanın emrine verdik, düşünen bir toplum için.» buyruluyor. Yani güneş âmâde, ay âmâde, atmosfer âmâde, topraklar âmâde, yaratılan hayvanların çoğu âmâde. Demek ki bu, insan daima kendinde bir şey yok. Güç-kuvvet de kendisinin değil. Hepsi Allah’ın. Demek ki göklerde, yerde ne varsa âmâde kıldık, düşünen bir toplum için. Demek ki Cenâb-ı Hak, kullarının şükrünü unutmayacak, hamd’ı unutmayacak. İlk, «el-hamdü lillâh, Rabb’il-âlemîn» diyoruz. Fakat bu imtihan dünyasında lûtfeden bu nîmetlerin hesabı sorulacak.
Durumuna göre, seviyesine göre. En alt kademelerin, en üst kademeye kadar. Hattâ Peygamberlere kadar hesap sorulacak. سُمَّ لِسُولُونَ يَوْمِذِينَ عَنِينَ رَيْمٍ Verdiğiniz nîmetlerine sorulacaksınız. Hattâ ravza yapılırken Efendimiz de taş taşıyordu. Fıkriş, «–Biz taşırız dedi. Bizim gücümüz yeterdi, yok dedi. Benim mes’ûliyetim sizlerden daha fazla, siz taşıyın.» dedi. Velhâsıl her mü’min, Allah’ın verdiği nîmetleri düşünecek.
Kendisine ne kadar nîmet verdi? Zor durumda kardeşlerinde düşünecek. Onlara düşünerek Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği nîmetleri düşünecek. Daha bir şükür hâlinde olacak. Nankör olmaktan çok korkacak. Cenâb-ı Hak, nihayet o gün, dünyada yaralandığınız nîmetlerden elbette soracaksınız, buyuruyor. Cenâb-ı Hak, peygamberlerine gördüğümüz toplumları da, gönderdiğimiz peygamberleri de hesaba çekeceğiz, buyuruyor. Peygamberler nereden hesaba gelecek? Onlar da ümmetlerinden hesaba gelecek. Ümmete tebliğ etme mes’ûliyetinden gelecek. İşte Vedâ-hudüsü’nü görüyoruz, Efendimiz’in üç sefer tebliğ etti mi, tebliğ etti mi, tebliğ etti mi diye. Evet yâ Rabbi, tebliğ ettin değil, elini kaldı, üç sefer yâ Rabbi, şahit ol.” diyor. Daima tefekkür edeceğiz. Rabbimiz kuluna akıl nîmeti veriyor. Hayvanlarda yok bu. Sonra insan düşünecek, bu akıl nîmetini ibret, tefekkür vâsıtası olarak mı kullanıyoruz? Bize bu akıl tefekkür ile derinleştiriyor mu? Yoksa sadece dünyevî menfaatler için mi bu aklımızı kullanıyoruz? Nefsânî menfaatleri bu aklımıza kurban mı ediyoruz? Cenâb-ı Hak insan arzu veriyor, iştiyak veriyor. Sonra da o arzu ve iştirakı Allah yolunda kullanan, Allah’a adayanlar için
Cenâb-ı Hak Cennet’i vâd ediyor. Süflî arzulara, bu arzu ve iştiraklarını meydanlardır. Allah korusun, Cehennem bildiriliyor. Cenâb-ı Hak kuluna gadap veriyor, heyecan veriyor. Sonra da bu gadap ve heyecanı Hak adına mı, adâlet nâmına mı, İslâm’ın izzet ve şerefinin muhafaza mı, din, vatan, millet, mazlumunun müdafâsında mı kullanıyor? Yoksa iç çekişmelerinin, boğuşmalarının, fitne kazanın, enâniyetlerin fitili olarak mı kullanıyor? Kul, bir muhâsebe hâlinde olacak daima. İnsanlara Cenâb-ı Hak enerji veriyor, güç-kuvvet veriyor. Gençlik veriyor, gençlik veriyor, zaman veriyor, imkân veriyor. Sonra bunu nereye veriyor, nasıl harcadığını insan hesabına verecek. Hesabı sorulacak. Mal, mülk, nîmetler veriyor, evlât vs. Malı ne yaptı, mülkü ne yaptı, evlâtları ne yaptı? Nasıl tasarruf ettiği kıyamet günü gösterecek? Allah’ın verdiği bu nîmetleri mü’min kardeşi paylaştı mı? Yoksa bu nefsini ne mi hasret etti? Cimri mi oldu? Gösteriş meraklısı mı oldu? İsraf budalası mı oldu? Kendisine gösterecek.
Yani bunları, Şerîf-i Şerîf Sünnet-i Sineye’ye göre mesârf etti. Yoksa saçıp savurup, Cenâb-ı Hak, israf eden şeytanların arkadaşlarına da buyuruyor. Muhtacı ihtiyaçları aradı mı, gördü mü? Onları kendisine zimmetle addetti mi? Yoksa isteyen, istemeyen, mahruma ve sahile umursamadı mı? Bütün nîmetleri şükür mü ettilerle körlendirilmiş mi etti? Hepsi de, şükür mü etti. Bütün nîmetleri şükür mü ettiyle körlendirilmiş mi etti? Hep bunların hesabı karşımıza çıkacak. Ümmetine son derece merhametli olan Rasûlullah Efendimiz, hem kendisi hem de ümmetinden güç getirmeyenler adına kurban keserdi. Tabi bugün Afrika’da kesilen kurbanlar da inşâallah, tabi bu imkânı olanlar için, imkânı olmayanlar için, duaları inşâallah.
İnsan kelimesi kelime olarak iki kökten geliyor. Birincisi, nisyandan, unutmamadan insanı unutan bir varlık. İnsan bu fânî cihanda dostluk imtihanında, dosyada Rabbini hiçbir zaman unutmayacak. Vazifesi de o, Rabbini unutmamak. Dostlu-i Rabb kulunun her zaman yanında. Muhâlefetün lûhü havâdîs, beşere verdiği sıfatlardan müstâni Cenâb-ı Hak.
Onun için Cenâb-ı Hakk’a da zaman ve mekân yok. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, وَهُوَ مَعَكُوبَ اِلَّمَا كُلْتُمْ Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir. Yani insan daima kameranın altında olduğunun idrâki içinde yaşayacak. Cenâb-ı Hak yine, kullarım, beni sana sorduğunda, Efendimiz’e buyuruyor Cenâb-ı Hak, ben kullarıma çok yakınım.
Bana dua ettikleri vakit, duaların diliyle karşılık vermenin o hâlde kullarım da benim davetime uysunlar. Yani şerâtin muhtavâsı içinde yaşasınlar. Bana inansınlar ki, doğru yolla sırahtı müstakîm bulalar. Gönüller, kalpler, Cenâb-ı Hak hattaradıkça, ilâhî azametle tefekkür ettikçe, saâdet ve huzur bulur. Cenâb-ı Hak ayrı bir lezzet verir kalplere. Bir de Cenâb-ı Hak, اَلَا بِذِكْ لَّا تَطْمِنُ الْقُلُوبُ
Bir de ise kalpler, ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” buyuruyor. En büyük huzur orada. Tabi o huzura erişenler onu biliyor. Dünya gözden düşüyor. Dünya nîmetleri, o ilâhî zevk, lezzet kadar bir çakıl taşına dönüyor. İbrahim Ethem Hazretleri, daha evvel maulûm sarıyı vardı, tahtı vardı, vesâire vardı, hepsini terk etti. Büyük bir vuslat iklimine girdi. Diyor ki, ilâhî vecd ve istiğrâkımız, yani ilâhî muhabbetteki olan merhaleler kat etmemiz, vuslatta Cenâb-ı Hak yaklaştığımızda tattığımız lezzet ve şefk, müşahhas elde tutan gülden bir şey olsaydı, krallar onu alabilmek için bütün hazirlerine ve krallıktan vazgeçerdi. Bunun en büyük lezzet, peygamberlerde. Rasûlullah Efendimiz, Cenâb-ı Hak, Miraç’ta soruyor, kulum diyor,
Sen’i neyle taltif edeyim diyor, Sen’i ne ikram edeyim diyor. Yani ömür boyu ta kıyamet, yaşamak mı, saraylar vs. hatırına ne gelirse. Sen’i neyle ikram edeyim? Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki, «–Yâ Rabbi diyor, beni Sana kul olmakla ikram et.» buyuruyor. Zaten şahidîde eşhedü en lâ ilâhe illâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhu. Baştan kulluk geliyor. Ve Rasûluhu, o da kulluk üzerinde bir merhal olmuş oluyor. Onun için kul, Allah’ı unutmayacak. Kul, Allah’ı unutmayacak. Allah unutulduğu zaman felâket başlıyor. Âhireti unutuyor. İçin dünya geldiğini unutuyor. Cehidin, cehâletin içinde kalıyor. Kendini kendine zâlim oluyor, âhiretini mahvediyor. Ve Cenâb-ı Hak, Haşr Sûresi 19. âyetinde, Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın onları kendine unuttuğu gibi olmuyor, onlara yoldan çıkan kimselerdir.
Demek ki kul, Allah’ı unuttuğu zaman, Allah da onları kendisine unutturuyor. Allah’ı unutuyor onlar. Serre serpe diğer mahlûkat gibi yaşıyor. Hatta bugün görüyoruz, daha beterini yaşıyor. Onun için kul daima hâf, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâzı gibi bir ürperte. Reca, Cenâb-ı Hakk’a sığınarak, barınak ve ümit hâlinde yaşayacak. Yani iki zıttı kendisine cem edecek. Hem muhabbet, hem korku. Yani Cenâb-ı Hak’tan hem korkacak.
Günah işlemekten, haramla düşmekten acıyacak. Meselâ Tâbî’nin, yani Rebîb-i Haysem vardı. O bir fırıncaya önden girdi, şöyle fırına bir baktı, ateş çayı çayı yanan, düştü bayılıverdi. Cehennem hatırına geldi. Cenâb-ı Hak hep dünyada O’nun zerre misallerini ihsan ediyor. Hem de kul, Rabbinden aslâ ümidini kesmeyecek.
İstikâmet de olacak. Kul, bir duâ’yı unutmayacak. Fakat duâ da bir sözde kalmayacak, fiilde olacak. Duâ nedir o zaman? Duâ, sonsuz kudret sahibi Cenâb-ı Hakk’a, acziyetimizi müdrik bir şekilde göndererek, O’nun huzurunda teslimiyet ve sürkülünize boyun eğmemizdir. Duâ da istenen nedir Cenâb-ı Hak’tan? İlâhî rahmet istenir ve merhamet istenir.
Bu hîdet, duâ da yüreklerden ilâhî dergâha yükselecek ilk ifade, kulumun ilk hâli, âsîlik, günahkârı, zayıf ve azziyetin itirafı olacak. Yine bu, ben olmayacak, kişici olacak. Orada kişiciğin bir itirafı olacak. Her nîmetin Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu ve o kulunu yerine getirenlerinin bir azziyeti içinde olduğumuzu, idrâki içinde olacak. İhlâs, samimiyet, gözyaşları yapılan duâlar, yahut bir hüzünle yapılan duâlar,
ilâhî rahmetin zuhuruna bir davettir. Mü’minin rûhunda Rabbinin duâ ile yakarış duygularının daimî hâline gelmesi, Allah ile kul arasında mânevî bağlantı tesis eder. Onun için sâlihler hep duâ hâlinde yaşarlar. Duâ tekrarlandıkça derûnî duuşlar olarak mü’minin rûhuna nakş olur. Şahsiyetin karşısında onun bir husûsîti hâline gelir. Bu sebeple ki yüksek rûhlar daimâ duâ hâlinde ve azziyetin idrâk içinde yaşarlar. Cenâb-ı Hak samimî duâları reddetmez. Bilhassa seherler çok mühim. Havanın o loj zamanında Cenâb-ı Hak’la yakınlaşmamızı, vel-mustâfirin’e bir eshar, seherlerde istiğfar etmemizi bizi arzu ediyor. Fakat bu duuşlar içinde, sırf lafızda değil, kalbimiz o duâlara esasında iştirak edecek. Tabi bunlar, peygamberlerin, yüksek ruhlarının duâları. Cenâb-ı Hak o duâlardan bize de ihsan eyler inşâallah.
Cenâb-ı Hak yine bize hep îkaz hâlinde. Yine Hacir Sûresi’nin 18. âyetinde, «Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, itekâ edin! Herkes yarına ne hazırladığına baksın!» Yani yarın nedir? Belki bir on bin senedir, kıyamet koparana kadar. O yarına o kadar kısa. Ondan sonra yövme-i hulûd bitmeyen bir gün başlayacak.
O zaman Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, yarına ne hazırladığına baksın. Yani o bitmeyen gününe ne hazırladığına baksın. Allah yaptıklarına haberdâdır. İki yol var, Cennet ve Cehennem. Dönüş yok. Cehennemde feryat edenler var. Diyecekler ki, Fâtır Sûresi’nin 37. âyetinde «Yâ Rabbi! Biz buradan çıkar!» diyecekler. Çıkar, «Biz çok pişman olduk. Vesâire şubu!»
Biz o kötü amellerimize iyiyet çevirelim. Cenâb-ı Hak iki şeyi soruyor. Biri, «Dünyada bir ömür verdik. Peygamberler geldi, vesâire geldi, işaretler geldi. Düşünecek bir zaman vermedik mi?» Evet yâ Rabbi, düşünecek kadar bir hayat da verdin. Peygamberler de geldi fakat biz gafilede daldık.» diyecekler. Cenâb-ı Hak o zaman «Siz azâbı tadın.» buyuracak. Yani geriye dönüş, kurtuluş bitmiş oluyor, yok.
Onun için ne kadar ömrümüz kaldı bilmiyoruz. Şu kalıbazı çeken en yakın kim ölecek, en son kim ölecek, hiçbirimiz bilmiyoruz. Yani bir meçhûllerin içindeyiz. Cenâb-ı Hak hazırlıklı olmamızı muhtelif hadislerde, âyetlerde, hep îkaz âyinde. Bu hâsibû, enfüsöküm, kabr-ı entûhâsibû. Hesâba çekilmeden kendinizi muhâsebe edin.
Nasıl hesâba çekileceğiz? Hesâba çekilmeden yapacağımız iş, eski yaptıklarımız, gıybetli, dedekoduydu vs. birçok nemîmiydi, söz taşımaydı vs. bunlara bir gönülden kalplen bir tevbe etmek, istiğfar etmek, helâlleşmek. Çünkü bunların hesâba çekilmeden bu yaptığınız hataları kapatmaya gayret etmek. Kul hakkı, hakkı, ibadat, o da kıyamete kalıyor. Onu da bertaraf etmeye çalışmak.
Yani daima düşünüyoruz, doğan her bir fecir vel fecri buyruluyor. Cenâb-ı Hak Hayat Deft’e beyaz bir sayfa açıyor. Sabahın kaktığımız zaman o bir fecirle, bugün ben bu sayfamı nasıl dolduracağım? Ne kadar Allah rızasında olacağım? Kendimin ve ümmet-i Muhammed’in ihtiyaçlarını, ben nasıl yardımcı olacağım? Ve bu idrak içinde olacak.
Bu defterin, bu sayfaların nasıl dolduğu, o mahşer şofanında belli olacak. Cenâb-ı Hak huzurunda satır satır o günlerini okuyacak kul. Dolayısıyla insan daima kendini muhasebe edecek. Cenâb-ı Hakk’ın arzuları bir kulluğu yaşayıp yaşamadığını muhasebe edecek. Ama ben şu kadarını yaptım da benim gibi kaç kişi yapabiliyor? O yok. Cenâb-ı Hak ashâb-ı kirâm-ı misal veriyor. O Mekkeli, o cefâ çeken, cefâkâr Mekkeli de Mekkeli Müslümanları bildiriyor. Cefâkâr Medînîleri bildiriyor. Cenâb-ı Hak onlar gibi olunması arzu ediyor. Onun için yegane örnek Rasûlullah Efendimiz’in Üsfiyâsı’na. Bir kul, nerelere dikkat edecek? Önce peygamber efendinin namazına bakacak. Zira Efendimiz buyuruyor, namazı benden gördüğün şekilde kılın. Sonra insan mü’min kıldığı namazı bir nizân edecek.
Namazımızda tâdili erken var mı? Kıraatimiz düzgün mü? En mühim kat-ef-i lâ mü’minîn, mü’minler felâh buldu, onlar namazı huşû ile kılarlar. Namazında bir huşû var mı? Bir derinlik var mı? Cenâb-ı Hak sejde et ve yaklaş buyuruyor. Yani acaba o namaz, fahşâdan, münkerden korur buyuruyor Cenâb-ı Hak. Gözümün, kulağımın, dilimin, kalbimin şerrinden…
Bilhassa bugün şeytânî vitrillerden, haramlardan, günahlardan koruyabiliyor mu? İnternetin, televizyonların menfî propagandalarından menfî, nefsânî cazibelerinden koruyabiliyor mu? Okulduğum namaz. Bunu tefekkür edecek. Ebû Dardâ anlatıyor, Rasûlullah Efendimiz’i beraber diktiyor. Gözünü semâya şöyle dikti. Sonra şu anlar, ilmin insanlardan alındığı zamanlar. Öyle insanlar, onların hiçbir şey ele geçirmeye kâdir olmasın.
Zeyd bin Lebîd el-Ensehâre araya geliyor. Yâ Rasûlullah! Bizler Kur’ân okuyup dururken, ilim bizden nasıl çekilir? Vallahi biz onu hem okuyacağız, hem hanımlarımızla, çocuklarımızla öğreteceğiz. Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki, «–Allah senin iyiliğini versin, ziyad dedi. Sen de Medîne’nin fakihlerinden biri ol, seni görürdüm dedi. Bak dedi, Tevrat’la İncil’de, Yahudilerin, Nasrânî’lerin elinde, onların Tevrat’ın İncil’i ne faydası var dedi. Onlar okuyorlar, ancak muktezâsıyla amel etmiyorlar.»» Demek ki biz Kur’ân’ın kelîmi, orada altı bin sürü âyet var, tebliğ âyeti. Binlerce hadîs-i şerîfler var. Bunlar hayatımızda ne kadar var, bizi ne kadar derileştiriyor. Yoksa okuyup bir kulağımıza ne güzel filân deyip, öbür kulağımızdan çıkıyor mu? Yine Efendimiz buyuruyor, tirmizîdi, «…İnsanları kaldıracak olan ilk ilim huşûdur.»»
Yani duyuş, tefekkür, derinleşme, «Aman yâ Rabbi!» diyebilme. İkincisi, birincisi ibadetlerim. Benim namazım nasıldı, orucum nasıldı, zekâtım, hayır-haselâtım nasıldı? İkincisi, Efendimiz’in malı nasıl kullandığını, infak-ın cemâette uzun uzun tefekkür edecek. Sonra kendisine kazandığı mal, nasıl harcadığını dikkat edecek. Acaba o para hayra mı gidiyor, şerre mi gidiyor, israfa mı gidiyor, cimriyle mi gidiyor? Demek ki şunu görecek, benim irâdem yok, paranın irâdesi var. Para kazanıldığı yere doğru akıyor. Bu şekilde kendisinin kazandığı parayı test etmiş olacak. Yine mü’min, Rasûlullah Efendimiz’in kulluk, ibadet, İslâm’a hizmet dolayı yeşil yeşil bütün ihtişamlarını idrâk edecek. Sonra kendi yaptığı ibadetleri, hizmetleri muhasebe edecek. Acaba hizmet yaparken gönlümüzde bir huzur hâli oluyor mu? Ta Sahâbî Çin’e gidiyor, Semerkant’a gidiyor, Dünya öbür tarafına gidiyor. Rasûlullah Efendimiz’in sînesini taşıyarak gidiyordu. Üşenmiyordu, yorgunluk gelmiyordu, âcizlik olmuyordu. Yani yorgunluk, bıkkınlık hissetmeden mâni bir heyecan, aç, vecdeyi ifade ediyor hizmetlerimize. Hiç Rasûlullah Efendimiz 63 yaşında vefat etti. Güneş takviyeyle 61 yaşında vefat etti. Efendimiz, 20. sene bir çırpınış hâlindeydi. Bir kişiyi hidâyete seviniyordu, bir kişi daha cehennemden kurtuldu diyordu. Huzur buluyordu, yorulmuyordu. Yahu benim bırakın da şu hurma ağacının altında iki saat yahut bir gün tatil yapayım demiyordu. Tatil nerede olacak? Büyük bir teneşirde başlayacak tatil. Daha kıyamete kadar tatil var. O da dünyada bir şey yapamayacak.
Ya Cennet bahçesinden bir bahçe, Allah korusun, uzak olsun yahut da cehennem, şükürlerden bir şükür. Biz yine bu kendimizi ashâb-ı kirâmla kıyas yapacağız. Onlar Efendimiz’e nasıl bir aşk ve bağlıkla râm oldular, nasıl bir muhasebe içinde, hangi endişeler yaşadılar, bunu mü’min tefekkür edecek. Kendimizi, Rasûlullah Efendimiz’e olan bağlığımızı hangi seviyede olduğunu, nasıl bir muhasebe içinde, hangi endişeler yaşadılar, bunu mü’min tefekkür edecek.
Ne kadar seviyede olduğunu düşüneceğiz. Tükenmekte olan hayat sermayesinde hangi endişelerin içinde bulunduğumuzu tefekkür edeceğiz. Efendimiz büyük bir muhabbet eserinin gayretinde… Çünkü o, râhu ve rahîm idi âyet-i kerîmede. Yani râhu ve rahîm esmâzından en yüksek derecede merhamet, şefkatten Rasûlullah Efendimiz hissaldı.
O bizden ne istiyor? Bu kadar nimetlerle perverde durumdayız. Bunun için nankör olmayacağız. Onlar ayaktayken, otururayken, yandıkları üzeri, yatarlarken her vakit Allah’ı zikrederler. Allah, Allah, Allah diyoruz. Bunun mânevî tarafı da göklerin ve yerin yanının derinden derine tefekkür ederler. Yâ Rabbi! Sen bu göklerin yeri, bu âlemi, bu kadar bilip bilmediğimiz âlemleri boş yere yaratmadın.
İnsan kelimesinin ikinci kökleri, birincisi nisyandan geliyor, unutmadan. O unutmayı kul bertaraf edecek, kulluk edecek. İkincisi, insan kelimesinin kök, ünsuiyettir. İnsan bulunduğu yere çarçabuk alışır, hülfet eder ve hâdîtâ o yerin rengini boyanır. Hattâ öyle der ki halk ağzında, camiyi komşu olarak al, sâlih kimseyi komşu olarak al der. Hattâ Efendimiz buyuruyor, bu o kadar öteki, vefat eden öllerinizi mümkün mertebe sâlihlerin ağzına gömün.
Yani bu komşuluk, kabirde de devam edecek. Demek ki bu ünsiyet, hülfet çok mühim. En büyük hülfet kime olacak? Mev’udû Rasûlâ Fakas etâllâh, Allah Rasûlü’ne hülfet olacak. Cenâb-ı Hak Kur’ân’ın sadık olun demiyor. Dikkat edin buraya. Sadıklar beraber olun diyor. Demek ki sadıklarla beraber olma, oradan bir inkâs gelecek. Zaten bir atom infilâk ettiği zaman oradan bir radyosyon geliyor, ışınlar geliyor.
Tabi baktığımız zaman fizikte okuduğumuz alfabet, gama, moradris, daha bilinmeyen bir sürü ışınlar… Fakat kalpten çıkan ışınlar bizim için çok mühim. Oncağız’ın kûnüme as-sâdıkı buyuruyor ki, o sâlihlerden çıkan enerjiden ininkâs alabilmek. Fâsıklarlıkta oturma Cenâb-ı Hak. Buyurun, onlar ne oluyor? Onlar da gaflet ininkâs edecek. Mevlânâ buyuruyor ki bak diyor, bir diyor, köpek diyor, Kur’ân-ı Kerîm’de ifade kazandı Keyhûsûresi’nde.
Nerede kazandı? Sâdıklarla beraber oldu. Cenâb-ı Hak böyle bir misal veriyor bize. Bu Tahrîm Sûresi’nde iki peygamber karısı, Nûn –aleyhisselâm-‘ın ikinci karısı, Lût –aleyhisselâm-‘ın karısı, onlar da cehennemlik oldular. Cenâb-ı Hak buyuruyor âyet-i kerîmede, Allah inkâr eden Nûh’un karısı ile Lût’un karısı ile misal verdi. Bu ikisi de kullarından iki sâlih, iki hadrâ altındayken onları hâyinlik ettiler. Onları bıraktılar, fâsıklarla beraber oldular.
Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şey onlardan savamadı. Onlara, haydi ateşe girenlerle beraber, siz de ateşe girin denilecek. Onun için kimlerle ürfet dediğimizde çok dikkat etmemiz lâzım. Ondan gelen ikinci âyette, Gerçek, çünkü biz insana katışık bir lûtfeden yarattık. Onu imtihan edip kendini işitir. Yani neyi işitir? Vahyi işitecek. Onu görür kıldık. Neyi görecek? İlâhî azametini işitir.
Neyi görecek? İlâhî azametini, ilâhî kudreti, akışını gördüğü her şeyde derinleşecek. Şu toprağa bakacak, derinleşecek. Bütün mahlûkâtanın sofraları kırılıyor. Onun için ilk âyet, اِقْرَبِ اسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ Yâ Rabbi’nin adıyla oku. Demek ki insan her gördüğü şey, Allâh’ın nîmetlerini düşünecek. Îmânının nîmetini düşünecek. Neyle değiştirebilirsin? Rasûlullah Efendimiz’in ona ümmet olanın nîmetini düşünecek. 124.000 küsur peygamberin en yücesi. Cenâb-ı Hak’ın meccânen bize ümmet kıldık. Fakat bunun da mukâbili var. Mukâbili nedir? Allah Rasûlü’nün itaat, Allâh’a itaattir. Onun için اِقْرَبِ اسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ Gören, duyan, hisseden kalpler, bu kâinatın ilâhî kudret, azamet tecellîlerine bas ki hiçbir şey olduğunu görmezler.
Yani güller, sümbüller, bülbüller konuşamayan, hadd-i sâlinlerden anlayamayan ne kadar yartık varsa hep Cenâb-ı Hak’ın el-bâri, el-musavvir, Cenâb-ı Hak’ın sonsuz yarı dıştaki hikmetleri, sırları her birbirinden ayrı. Fakat bize Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? Nihayet diyor, Fussilet Sûresi’nde, onlar diyor, ilâhî ekranın karşısına gelince,
ıkra kitap ekledi, bunu oku, kulakları, gözleri, derileri, işleri karşı ona aleyhine şahitlik edecek. İnsan kendini düşünecek. En basit bir misal, yaşadığı bir misal. İnsan toprak terkibinden çıkan özden yaratıldı. İnsan toprakla beslenir, yine topraktay olacak, toprak yine aslına dönecek.
Toprakta ne kadar element var, insanda ne kadar element var, aynı. Demek ki şu bastığımız toprakta bizden evvel gelmiş geçmiş ne kadar mahlûkâtın üzerinde dolaşıyoruz. Toprağa dönmüş. Yine istihbâde gelecek nesil de aynı bu topraktan gelecek yine. Hep tefekkür. Nihayet Cenâb-ı Hak yine üçüncü âyet dedi.
Çünkü biz ona doğru yola gösterdik. Yani insana, mü’mine, insana doğru yola gösterdik. Peygamberlerle gösteriyor. Kur’ân’la, suhuflarla gösteriyor. Şu kâinattaki ilâhî manzaralarla ilâhî azimeti gösteriyor. İster şükredici ol diyor, istersen nankör ol diyor Cenâb-ı Hak. Yani burada güç, ihtiyar seninle sana bırakıyor Cenâb-ı Hak. Niye Cenâb-ı Hak böyle insan görmez mi ki diyor, onu diyor, bir rütbeden yok kadar bir şeyden yarattık.
Bir de bakıyorsun, apacık düşman kesilmiş. Âhirette inkâr ediyor, Allâh’a inkâr ediyor. Yediklerinin içtiği kimden geldiğini inkâr ediyor. Bir cihâletin içinde, cehûlâ. Trillonlarda kitap okusun istersen. Kalp yok çünkü, kalp ölü. Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor, eğer şükrederseniz elbet size nîmetimi arttırır. Eğer nankör derse azalımız çok şiddettir. Demek ki şükrümüz azaldı ki bir virüs geldi, üç senedir dünyada dolaşıyor, yok kadar bir madde. Koca bir perilavanı yere seviyor atıyor. Yine bakıyorsun, bir yangınlar oluyor. Yine bakıyorsun, seller oluyor, kuraklıklar oluyor. Bakıyorsun, enflasyon oluyor. Yani niye bu hayat pâl, niye bu şey pâl? İşin zâhiri bu. Fakat bâtına baktığın zaman, demek ki burada eğer şükrederseniz elbet size nîmetimi arttıracaksın. Eğer nankörlük ederseniz hiç azalımız çok şiddettir. Hep bütün bir ibretle kalp gözü açılacak. Bu kâinat, ibretle Allâh’ın azamet-i irâzı seyredilecek. Zâhir ve bâtınıyla yaşanacak. Şükreden kul nasıl olacak? Şükreden kul, abd-i âciz olacak. Daima aman yâ Rabbi diyecek. Mütevâziye yaşayacak. Onun için Cenâb-ı Hak, ibad-ur-rahman, Allâh’ın rahmetini tecellî ettiği kullar, yerdedir mütevâziyeyi yaşarlar. Câhiller sataştığı zaman onlara selâmâ derler, geçerler. Ondan sonra geceleri sütçeden ve kıyâma, secde ve kıyam hâlinde olurlar. Yine öyle kimse olacak ki, Cenâb-ı Hak buyuruyor Hac Sûresi’nde, Allah’ı andığı zaman, becerikul-i kulîm kalpleri titrer. Cenâb-ı Hak ilâhî azametine kadar titreyen bir yürek istiyor. Başlarına gelenler sabrederler, namaz kılarlar, kendilerini rızık olarak vermiş şeylerden de Allah yolunda infak ederler, harcarlar. O ihlâsı, mütevâzı insanları müjdere buyuruyor Cenâb-ı Hak. Şükür nedir? Allah’ın nîmetlerini Cenâb-ı Hakk’ın arzu et, istikâmetle kullanabilmektir. Her rekatta, elhamdülillâh, Rabbi’l-Âlem’in diyoruz, hamd, övme, övüme âlem-i Rabbi olan Allah’a muhassustur. Hamd kelimesi, şükür de içine alır. Sonsuz nîmetler karşısında gafletten kendimizi muhafaza edeceğiz. Daima hamd ve şükür hâlini yaşayacağız. Dilimiz şükredecek, fiilen de şükür hâlinde bulunacağız. Dilimizde şu, yâ Rabbi şükür demesi kâfî değil, hâlimiz, fiilimiz de şükür hâlinde olacak. Gerçek şükür de bu. Şükür, ispat ister. Akıl, Allah’ın büyük bir lûtfu. Lâkin en köşkü bir bıçak gibi.
Ancak vahyin muhtevâsında kullanıldığı zaman akıl çok büyük bir lîmet. Yoksa akıl, hırsızda da var, eşkiyada da var, katilde de var akıl. Söküler, yani dünya birleşen akıl, bâtının sırrıya hakikatlere, kâinatın kudreti akışlarına hikmet tecellîlerine âmâ olur. Diğer mahlûnun seviyesine düşer. Kur’ân-ı Sünnet’e hem hâlâ kalp, bize mü’min ufkunda merhaleler kat eder. Velhâsıl şu kâinat, ilâhî bir şiir, ilâhî bir manzûme. Daima Cenâb-ı Hak, bunun bir tefekkür hâlinde olmamızı arzu ediyor. اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ buyruluyor. Tefekkür etmez misiniz, düşünmez misiniz, buyuruyor. En büyük şükür, Cenâb-ı Hakk’a olan şükürdür. Zira Cenâb-ı Hak bizi insan ve müslüman olarak halketti. Peygamberlerin en üstüne ümmet kıldı. Demek ki Rasûlullah’a kadar ümmet olunan şükrünü yaşayacağız.
وَمَا اَرْسَنْ لَاكِلَ رَحْمَةٍ لِلّٰهُ عَلَمٍّ Bir peygamber, muayen bir topluma göre Efendimiz’in âlemlere geliyor. Din kardeşlerinin şükrü var. Cenâb-ı Hak kardeş olma istiyor. Birbirini yıkayan el gibidir kardeşlik. Muhtaç olana daima bir ihtiyaç hâlinde, vazifemiz, onun ihtiyacını görebilmektir. Âhirette de onun duâsından istifade etmektir. Dünyada hasta, sağlama muhtaçtır.
Âhirette de sağlam hastanın duâsına muhtaçtır. Velhâsıl mü’minler birbirini yıkayan el gibidir. Cenâb-ı Hak, dünyanın mercus, üst üste konulan tuğlalar gibidir. Dilimizin şükrü olacak. Ya hayır, söyle diyor Rasûlullah, yahut da sus diyor. Aslâ aslâ aslâ gıybet olmayacak, dedikodu olmayacak. Ölü etiyle emek giyiren gelmez mi Cenâb-ı Hak? Gözümüzün şükrü olacak. Haramlardan, şeytânî vitrinlerden gözümüzü koruyacağız. Çünkü kalbi öyle ne yapar, bileke getirir. Gözlerimizin istikâmetini rûhânî vitrinlere çevireceğiz. Nazar edilen her şeyde ilâhî azametini tefekkür edeceğiz. Kulâmızın şükrü olacak. Dedikodu, gıybet, tecavüz, nemîme, söz taşıma, bunları aslâ dinlemiyor. Oradan hızla geçeceğiz. Kulâmızda Kur’ân-ı Kerîm, sohbetler, ezanlar, faydalar, tilâfetler, rûhânî sedâlar tefekkür edeceğiz. Abdâlhâd-dîn-i Teâlebî Hazretleri bir yerden geçiyor, orada gıybet, hızla geçti orada. Orucum bozuldu dedi talebesi. Üstad dedi, siz orada bulunmadınız, hızla geçtiniz dedi. İnnikâs oldu oradan dedi. O bile kalbe zarar veriyor. Hâlimize şükür edeceğiz. Ne büyük bir nîmetteyiz. Bedenimizin şükrü nasıl olacak? Verdiğimiz güç, kuvveti Allah yolunda sarf etme. Nefsimizin, benim Allah yolunda mı? Kalbimizin şükrü, verdiği nîmeti daimâ tefekkür edeceğiz. Sonra Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacağız. Yani her uzun ayrı ayrı bir şükrü var. Bişrafî Hazretleri, âzâlar içinde yandı. Deliyle şükür eden kimsenin şükrü az olur. Şükür, bir hayrı gördüğü zaman ondan hikmet devşirecek. Dolayısıyla tefekkürünün artmasıdır. Şer ki o zaman ondan da ateşten kaçar gibi kaçacak. Tabi burada şükrün muhtelif, evliyâullah’taki şeyleri var, tarifleri… Ondan sonra âyet, mücrimlerin durumuna getiriyor. Onlara bir azâbı bildiriyor, hatırlatıyor. Ondan sonra Cenâb-ı Hak, Ebrâr, bu Cennet’e nâil olanlara olan ikramı Cenâb-ı Hak bildiriyor. Ondan sonra mühim bir âyet-i kerîmede gelir. Hepsi birbirine mühim. Okullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdiği sözü yerine getirirler. Şiddeti her yere yayarlar. Yani öyle bir kıyamet, hiçbir şey o kıyametin şiddetinden geri kalmayacak. Her bütün kâinat, bütün semâ, o şiddetin içinde olacak kıyamet. Semâ’yı buyuruyor Cenâb-ı Hak, bir tomar kâğıdı büker gibi bükeceğiz, eskânenin kendisinde bu vâhattir buyuruyor. Cenâb-ı Hak işte okullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden koruyor, verdikleri sözü yerine getirirler, kıyametten korkarak. Hazret-i Ömer, radiyallâhu anh’a şu şey var tabi, izâhirine bakın, bâtını unutma. Bir kimsenin kıldığı namazı, tuttuğu oruca bakmayın, buyuruyor. Konuşturan doğru söylüyor mu, buyuruyor. Sadakat var mı o kimsede? Kendisi bir şey emânet ettiği zaman onlara riâd ediyor mu? En mühim emânet, Rasûlullah Efendimiz’in emâneti, kitap ve sünneti emânet olarak bıraktık buyuruyor.
Sünneti ve kitabı nasıl yaşıyoruz, evlâtlarımıza bunu nasıl yaşatıyoruz? Evlâtlarımıza dünya istikbâlî mi, âhiret istikbâlî mi? Esas olan, annelerin, sâlih annelerin, sâlih babaların vazifesi, bu dünya tâsisini, âhiret tâsisini içine alabilmek. Dünya tâsisini, âhiret tâsisini unutturmayacak. Ahiretten korkan, o şiddeten korkanların, Allah’tan korkanların, Allah’ın sevinirisinin durumunun âyet bildiriyor.
Onlar kendi canlarını çekmesine râmen, yemeği yoksulla yetime ve esire yedirirler. Bu âyet, Hazret-i Ali ve Fâtıma Vâlidemiz hakkından âzîl oldu. Hazret-i Ali bir gece bir miktar arpa karşılığında bir hurmalığı suladı. Sabah ucratı olan arpayı alınca eve geldi, üçte birini öğütüldü. Ondan hazire dedikleri gibi bir yemek yaptılar. Yemek pişince bir yoksul geldi. Ondan lillâh dedi, Allah için verin dedi. Onun tamamını verdiler.
Fâtıma Vâlidemiz yine öğüttü, yine ondan bir yemek yaptı. Bu sefer yetim geldi, yetime lillâh dedi, yetime verdiler. Hepsini verdi, lillâh diyor, Allah için diyor. Üçüncüde esir geldi, esirde tamamını verdiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzel oldu. Onlar dediler ki bu yetime, esire, biz dediler, sizi Allah için doyuruyoruz dediler. Allah için doyuyoruz dediler, Allah’tan doyuyoruz dediler. Sizden bir karşılık, bir teşekkür vs. beklemiyoruz dediler.
Biz vazifemizi yapıyorlar dediler. Biz kulluğumuzu icra ediyoruz dediler. Onun için siz rahat olun, bir minnet altında kalmayın dediler. Zira dediler, biz çetin ve belâlı bir günden, Abûs-sen-Kamperira, o sert ve belâlı günün azâbından korkarız dediler. Şimdi demek ki verirken nasıl vermek lâzım? Aradan ben çıkacak, lillâh, Allah rızâsı için olacak. Demek ki fedakârlık cennetleri kapımıza getirir. Cenâb-ı Hak buyuruyor, 11. ayet, bu yüzden Allah onların rûgünün fenâlılığından, o şiddetin fenâlılığından, Abûs-sen-Kamperira, o zor, belâlı günün şerrinden korurlar, yüzlerinin parlak gönüllüne sevinç verirler. Cenâb-ı Hak buyuruyor, لَنْ تَعَالَى بِالرَّحْتَةُ وَلِفُقُمْ مِمَا تُعَالَى تُعَالَى تُعَالَى Sevdiklerden vermedikçe Allâh’a yaklaşamazsınız. Canını seviyorsun, canını Allah yolunda kullanacaksın. Malını seviyorsan, malını Allah yolunda kullanacaksın.
Evlâdını seviyorsan, evlâdını Allah yolunda yetiştireceksin. Şu hadîs-i şerîf çok mühim. Müslüm rivâyet ediyor. Farre Efendimiz ümmetinin kendisine duyduğu derin aşkına işaretle buyuruyor ki, çok mühim bir hadîs-i şerîf, Ümmetim içinde beni en çok sevenlerden bir kısmı benden sonra gelecekler dünyaya. Benden sonra dünyaya gelecekler. Onlar beni görmek için kıyamette mallarını, ailelerini, canlarını, her şeyini fedâ edecekler.
Demek ki Rasûlullah Efendimiz’in o zor günde Cennet’te, yanında olabilmek için demek ki bu da, bu sağlığımızda fedakârlık istiyor Cenâb-ı Hak. Sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’e bildiriyor. O fedakârlığı bildiriyor. Velhâsıl burada ashâb-ı kirâmın infarkı, Maşâllâh! Anlatılmayacak kadar çok. Onun için daima vakıflar o zamandan başlıyor, geliyor zamanımıza kadar. Yani vakıf nedir? Galibe, yetime, acıdan sığmışacak bir kucak olacak. Yoklukta kıvrılan bir muhtel bir sığınak olacak. Soğukta titrenlerin içini ısıtan bir rahmet nefesi olacak. İlâh-ı huzur ile tersiz bir vicdan yüz akı ile varabilmek için bütün dünyanın gidişi andığında kendisini mes’ûl gören bir diyâr-ı gamlık müessesesinin bir ferdi olacak. Gözü yaşlı mâsumların, çaresi yaşlıların, belâlar altında inleyen, karın da kırıkların, vatanlarından tartışan mâzlumların, mülçecelerin,
yorgun gönüllerin âdeta bir baba ocağı olacak. İşte ecdâdımız, Osmanlılar öyle bir toplum kurdular ki, o toplumun bir sıfı da dilencisiz memleket oldu. Dünyadaki dilencisiz memleket adını alan Osmanlıdır. Neyle oldu? Bu vakıflarla, fedakârlıklarla oldu. Tabi burada hanımların da çok şeyi var. Meselâ orada baktığımız zaman büyük câmilerde,
hemen hemen ekseriyeti Pâdî-i Şah’ın ve Vâlid-i Sultanların vakıfıyesidir. Her biri o saltanat dünyasını bir tarafa itti. Câmiler, çeşmeler, mektebler, medreselere, aşağı yukarı, bin üç yüz küsur vakıf var hanımların kurduğu vakıflar. Hattâ bizim hâlâ Vâlid-i Sultan’ın Şam’da kurduğu, çok vakıfiyeti var. Şam’da kurulur vakıfiyeti. Kırk küsur yaşında vefat etti. Orada Şam’ın diyor, tatlı suyu diyor, Mekke medeniyeti taşınacak. Suzu olan haclara o tatlı su dağıtılacak.
İkincisi çok daha mühim. Çalışanların, müstahtemmelerinin kırdıkları eşyalar, yalnızca kırdıkları eşyalar, bunun karşısında krallar azarlanmayacak. Çünkü kalp nazargâhı ilâhîdir. Onlar ödenecek ki onlar azarlanmayacak. Nasıl bir hâlık-ı nazar’ın mahlûkaatı, bir bakış ufku… Tabi burada misaller çok. Ondan sonra Cenâb-ı Hak bu sabretmelere karşı cennetli bildiriyor. Orada ipeklerin rütbede bildiriyor.
Ondan sonra okunan âyetleri, kelîmede, yirmi beşinci âyet idi. Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere tebliğ, sabah akşam Rabbinin ismini yâdet. Biz çocukken bakardık hep Allah’ın ismiyle. Bir şey alacak. Esnaf derdi ki, siftah senden berk et Allah’tandır derdi. Evlenecek bir kızın oğlunuza, Allah bahtınıza açık eylesin derdi. Daimî bir dua olurdu.
Günümüz, Allah günümüzü hayır eylesin denirdi. Selâmın aleyküm denirdi, Allah’ın selâmı üzerine olsun kardeşim denirdi. O da ve aleyküm selâm senin üzerine, Allah’ın selâmı üzerine olsun. Hep böyle gün, daima Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayarak geçerdi. Velhâsıl sabah akşam Rabbinin ismini yâdet buyuruyor. Ondan sonra gecenin bir kısmında ona secde et, gecenin uzun bir bölümünde onu tespih et buyuruyor.
Velhâsıl geceler, gufrânâ, affa açılan bir kapı olmuş oluyor. Velhâsıl seherler. Yani sabah namazı girmeden evvelki vakitler olmuş oluyor. Velhâsıl bir istâbînî hâlde, geceler gündüz olmadan bana hiçbir şefhiyet olunmadı buyuruyor. Gece ibadete kalkmak, günahlar aldığında ezilen kişiye ağır gelir. Yani dedikodi ediyorsan, gözünün yanlış vitrinlere bakıyorsan,
yanlış internetlere, yanlış televizyon problemine bakıyorsan, tabi bu ne yapıyor? Bir gaflet veriyor, hantallık veriyor. Velhâsıl evliyâlların bu hususta birçok tebliğleri var. Yine ondan sonra gelen yirmi yedinci âyette şu insanlar, bir hayret yani, Cenâb-ı Hak bu kadar ilâhî azameti bildiriyor. Peygamberlerle irşâd ediyor, kâinatta irşâd ediyor, kitaplarla irşâd ediyor. Cenâb-ı Hak buyuruyor, şu insanlar çarçabuk geçen dünyayı seviyorlardı. Öndedeki çetin bir günü,
âhirete ihmal ediyorlar. Yirmi dokuzuncu âyette şu birisi gibi buranın bir öğüttür. Ancak dileyen Rabbine doğru bir yol tutar. Fakat bu, bütün hayatın muhtevâsında olacak. Ticarette unutmak yok. Evlât yetiştirmekte unutmak yok. Kazancımızda dikkat edeceğiz. Fâiz vs. şu bu, kabrin fâiz falan olmayacak. En son âyet, tabi atlayarak gidiyor. O, dilediğini rahmete dâhil eder. Zâlinlerin onları için elemledir.
Bir azap hazırlanmıştır. Hafızanallah!.. Anne-babanın vazifesi. En büyük nokta bugün, en zor iş de bu. Ana-baba evlâtları ilâhî bir emanet olarak görecek. Zeyd bin Esselam anlatıyor. Ey îman edenler! Kendinizi, çocuklarınızı yakıtın, insanın taşlarını, cehennemden açın. Koruyunuz! Âyet-i kerîmiz nâzil olduğu zaman ashâb-ı kirâm. Yâ Rasûlullah! Kendimizi koruyabiliriz de, ehlimizi, ailemizi, bu cehennemden nasıl koruyacağız diye sordular.
Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki onlara, Allâh’a kul olmayı. Niçin dünyaya geldik? Kim yarattı seni? Allâh’a kul olmayı. Ona tâat, ibadete emredeceksin, alıştıracaksın sevgili muhabbetli. İkincisi, Allâh’a isyan etmese, günah işlemekten de onları koruyacaksınız. İşte bu, onları korumak demektir cehennemde. Bütün muhtavası iki cümleyle ifade edilmiş oluyor. Yine bir misal, Ömer bin Abduzî’de diyorlar ki, dâve varlıklıydı. Vesâliyete güçlü, kuvvetliydi. Sen diyorlar, dağıtın, ettin, ne bıraktın evlâdını diyorlar. O da diyor ki, Arafz’ın 196. âyetini okuyor. Eğer evlâdın benim yolumdaysa diyor, Allah buyuruyor ki, Allah sâlih kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat devrûhde eder. Allah kefil oluyor. Yine, eğer benim yolumda değilse, yine Nisâ Sûresi’nin 5. âyetinde mân-ı sefîhleri vermeyin buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Günümüzde küresel güçler, dünyada bir câhiliye devrini yaşatıyor. Suriye, Yemen, Libya, Arakan, birçok beldeler, hatta bir çadır hapishanesinde. Bu yada sanki devâsat biraz sahra hastanesinde. Savaşta esir almak bugün bitti. Küresel güçler, dîni duygularına esir alıyor. Bir takım yayınlarla, internet vs. onlarla dîni duygularını zayıflatıyor. Onları esir alıyor. Kendileri öz vatanlarında esir ediyor. Böylece bir şey yapar.
Yavrumuzlar Kur’ân tarzı, İslam âlelerine kazandırmamız çok mühim, çok elzen birinci vazifemiz. Yani bir ekleyip toprağa bakmazsak, o tohumlar tarla farelerinin içinde ziyan olur gider. Efendimiz buyuruyor, sözlerine üç yüz yıldır Peygamber sevgisini bildirir. O Peygamber’in ahlâkına, ehl-i beyt sevgisini ve Kur’ân kıraati. Bu Kur’ân hafızları. Bilhassa bu evlâdın hafızları, anne-babı ne mutfak, o da kâfi değil.
Bu evlâtlar Kur’ân’la yaşayacak, Kur’ân’la tebliğ edecek. Kur’ân’ın temsilcisi olacaklar. Kur’ân eğitimi sonra değil, sonra yapar, sonra yapmıyor. Sonra namaz kılar, namaz kılmıyor. Sonra tesettüre dikkat eder, etmiyor sonra. Bir alışkan bir triyâkilik oluyor, gidiyor. ”Benim kalbim temiz.” diyor. Kendi kendine hüküm veriyor. Kur’ân’ın eğitimi küçük yaşlılarına itinâ ile yerine getirmesi icap eden bir vazife. Çocuğun kulakları Kur’ân sesine, kalbi kulaklığına,
ve Kur’ân dünyasına âşinâ olacak. Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki, kim Kur’ân’ı küçük yaşlarda öğretirse, küçük yaşta onu Kur’ân ile İslâm’a terbiye ederse, Kur’ân onun etini ve kanına işler. Yani Kur’ân’ın fezîliğiyle nurlanır, buyuruyor. Anne-babanın bilgisiyeti, ona helâl lokma yedirmek en mühimi. Helâl lokma kuldaki ilim, hikmet ve mârifeti besler. Gönlünü de Allah aşkıya sevgi ve şevkini artırır. Helâl olmayan, şüpheli şeyleri beslenen kişide ibadet, sevgi, kulluk açkı olmaz.
Onun hep şunu tavsiye edip dışarıdan mümkün mertebe, şunu diyor, dışarıda bunu pişiren Besmele’nin pişirdi, abdestlerin pişirdi. Hattâ büyük zâtlardan biri, Kızır, onu ziyâete geliyor o da, onu bir sofra kuruyor. Kızır şöyle bakıyor, sofraya yemiyor. O zât diyor ki, helâldir diyor, niye yemiyorsunuz diyor. Evet, helâlenmedi. Onu pişiren diyor, öfkeyle pişirmiş diyor. Pişiren onu gaflette pişirmiş diyor. Bu bile Nisrân-ı Rûh’una tesir ediyor. İkincisi, anne-baba sâlih, sâliha bir ebeveyn olarak onların güzel bir örnek sergileyecek. Çünkü bu evlâtlar anne-babaya bakar. Anne-babayı muhabbetlerine artıracak, anne-babayı örnek olarak alacaklar. Anne-babaların hâlini âdetle kopya ederler. Dilleri, söyledikleri telkinlere uymaktan sonra anne-babanın hâllerini yaşadıklarına örnek alırlar. Anne-baba eğer kavgalıysa o kadar hırçın olur.
Rabbimiz buyuruyor, ailenin namazını emret, kendine ona sabırla devam et. Yani anne-baba evin âkıbeti için şuurlu bir şekilde kulluğa sarılacak ve sardıracak. Yine Efendimiz buyuruyor, bugün boşanmalar arttı, aileler yıkılıyor ve çöküyor. Efendimiz, kadın, dört sebep için nikâhları malı, suyu, güzelliği ve dindarlığı. Siz diyor, diğerlerinden geçin, dindar olanı seç, aksi hâlde sıkıntıya düşersin. Dindarlığın olmasa, takvâsa sen sıkıntıya düşersin.
Bugün televizyonun nefsânesi tahrik eden menfû programda, internetin ahlâksızlık saçan yanlış adreslere, modallar ve reklamlara ihtiraslı kamçılayan kandırmacaları, insanın iç dünyasını allak bullak ettiğinden, memleketimizdeki bir kısım insanları mânevî mânâda âdettirâbî sahrâzlarınızı andırmakta. Yani mânevî olarak maddî depremlerin hasarı belli ölçüde telâfi edilebilir. Fakat ruhlarda yaşanan depremlere karşı, gerili tedbirler alınmazsa toplumlar mânen helâkî sürprizlenmekte. Onun için Kur’ân kursusları çok mühim. Muhakkak bir Kur’ân kuru hâsilden geçmeli. Kuru hâsilden bir namaz olmaz. Yani bu fânî cârıda huzûru arayan kalpler, ancak Kur’ân ve sünnet ölçülere yorulduğun takdirde huzura kavuşur. Kadın ve erkeğin vazifeleri çobansını buyuruyor. Erkek ailenin çobanına da süslüden mes’ûldür. Kadın, kocasının evinden çobandır, o da süresinden mes’ûldür. Anne bir ümmül maddelesi mektep olacak. Çocuk ilk ve en büyük terbiyesi annedir. Annenin ağzından çıkan her bir kelime, âdeta çocuğun şahsiyetini inşa ederek kullanan bir tuğla mesâbüsüdür. Onun için annenin müttakî olması zarûrî. Bunun için anne-babalar, bilhassa efendim buyruluğu kız evlâtlarında daha çok îtinâ idi. Yani toplumda yön veren görülmez kahramanlar, sâlâ anneleridir.
Evlâtların din, âdeta, vatan, bayrak, âdeta düğünü gönderir gibi askere yollayan, sînesi, îman dolu annelerdir. Yani o aslan yürekli, bakıyoruz Çanakkale’de, İstiklâl Harbi’nde, Vesâire’de, hatta 15 Temmuz’da hep bunlar annelerin getirdiği büyük berekettir. Velhâsıl Allah cümlemize inşâallah bu iki bayramın hakîkatiyle idrâk etmeyi,
bu iki bayramın hayatımızın yani takvâ ve fedakârlık hayatımızın bütün muhtevâsını yaygınlaştırmak. İnşâallah Cenâb-ı Hak son nefisimizin en hayırlı, en bereketli, en güzel bir günümüz olmasını, en neşevi bir günümüz olmasını Cenâb-ı Hak ihsân eylesin. Zira Cenâb-ı Hak, وَلَا تَبْ مُنْتُمْ لَا اِلَّا وَاَنْتُمْ يُنْزَلُونَ Ancak Müslüman ölün, sakın ha başka türlü ölmeyin, buyuruyor.
Allah hepimize elhamdülillah, îman selâmetiyle son nefesimizi verebilmeyi, bir takvâ hayatı ömrümüzü geçirebilmeyi nasîb eylesin.
Duâmızın kabûlü’nü yazdığı için Lillâhi Teâle’l-Fâtiha…

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir