"Enter"a basıp içeriğe geçin

30. Bölüm | Atakan, Kafka ve Corona (Yeraltından Notlar)

30. Bölüm | Atakan, Kafka ve Corona (Yeraltından Notlar)

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=KMGteJkPKBE.

Bu tuhaf programın ilk bölümü tam iki sene önce yayınlanmış. Biraz eski videolara göz attım da resmen yaşlanmışım karşınızda. Arkadaşlarım ölmüş, şiirler okunmuş, onlarca yazardan, yüzlerce kitaptan bahsedilmiş. Hep aynı şeyleri giymişim. Bazen gülmüşüz, bazen dertleşmişiz ve hayret bir şekilde toplamda 5 milyon izlenmişiz. Atakan’ı görmüşsünüzdür hepiniz. Geçen hafta herkes ondan bahsediyordu ve bir sürü mesaj aldım. Abi lütfen Atakan’ı konuk eder misin diye. Başta olabilir diye düşünüp ulaştım ailesine. Telefonda konuştuk. Çok da iyi insanlar. Ama Atakan o birkaç gün içinde o kadar fazla televizyon programına çıktı ki gerilmeye başladım. Çünkü onu rating için suistimal etmeye kalkanlar oldu. Hatta onu Alena Tilki’yle laf dalışına sokup magazin malzemesi olarak kullanmaya çalışanları bile gördük. Bu yüzden Atakan’ı konuk edeceğime onu kitaplarıyla baş başa bırakmak istedim.
Hepimizin yıllar sonra ondan öğreneceği çok şey olacak. Ama artık onu rahat bırakmalıyız. Çünkü her ne kadar zeki ve kültürlü olsa da o bir çocuk. Bu arada seçil daha iyi. Tedavisi devam ediyor ve hepinize selamlı var. Greg Orsam’sa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında kendini dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Edebiyat tarihinin en iyi girişlerinden biri bu. Peki neden? Kafka dönüşümü neden yazdı? Kafka 6 çocuktan ilkiydi.
2 kardeşini bebek yan kaybetti. Diğer 3 kardeşi ise naziler tarafından öldürüldü. Yani Kafka tüm kardeşlerini gömdü ve yapayalnız kaldı. Babası ise kaba ve cahil bir adamdı. Kafka’yı yeterince erkek olmamakla ve pasiflikle suçluyordu. Doğru. Kafka düşünceli ve soğuk bir çocuktu ve hayatı boyunca kendisini babasına sevdirmeye, kabul ettirmeye çalıştı. Ama başarısız oldu. Bir konuşmaya bile çekindiği için yıllar sonra uzun bir mektup yazdı babasına. Ama o mektubu göndermeye hiçbir zaman cesaret edemedi. Herhalde bir çocuk için en boktan şey olsa gerek. Kendi ailesinden bile kabul görmemek. Kafka üniversitede hukuk okudu. Ama yıllar boyunca boktan bir sigorta şirketinde basit bir evrak memuru olarak çalıştı. Ardından verem oldu ve işten çıkmak zorunda kaldı. Hayatının son 7 yılını farklı hastanelerde yatarak geçirdi.
Ve klişe ama tek başına ve beş parasız öldü. Çünkü dava ve şato gibi meşhur romanları o öldükten sonra yayınlandı. Ki kitaplarının yakılmasını istemişti aslında. Çünkü kimse anlamamıştı onu yaşamında. Bu Kafka’nın gerçek yaşam ölküsüydü. Şimdi bir de dönüşümde yarattığı karaktere Gregor Samsa’ya bir göz atalım. Bir sabah uyanıyorsun abi. Sırt üstü yatarken arkanda kocaman bir kabuk hissediyorsun.
Sağa sola dönmeye çalışıyorsun olmuyor. Çünkü bayağı haman böceğine dönüşmüşsün. Ama o halde bile ilk olarak ulan işe nasıl gideceğim şimdi diye düşünüyorsun. Patrona ne diyeceğim? Çünkü ne halde olduğunun bir önemi yok. Sistem senden ne pahasına olursa olsun işe gitmeni bekliyor. Ve sen her zaman kendinden çok o işi düşünüyorsun. Aynı o sigorta şirketinde çalışmak zorunda olan Kafka gibi. Şimdi buradaki bir diğer metafor da bireyin kendine yabancılaşması tabi.
Yaşamın tüm o koşuşturması için de kendinden o kadar uzaklaşıyorsun ki bir sabah böcek olarak uyandığında bile ben neden bu haldeyim diye sormuyorsun. Bacaklarıma nasıl hareket ettireceğim diye soruyorsun. Aynı bugünkü yaşamlarımızda hayatın anlamı ne diye sormak yerine ulan acaba bugün ne kadar para kazandım diye sormamız gibi. Yani hiçbirimizin böcekten bir farkı yok aslında. Kitaptaki bir diğer üzücü detay da o evde insan olmayı hak eden bir tek Gregordur aslında.
Çünkü iyi bir adamdır o. Ev halkı ise kaba ve cahil insanlarla doludur. Babası onu sopayla kovalar mesela ya da kız kardeşi Gregor’u görünce korkudan bayılır. Ama Gregor her şeye rağmen kendini onlara kabul ettirmeye, sevdirmeye çalışır. Aynı Kafka’nın babasına yapmaya çalıştığı gibi. Ama elbette onu kabullenemezler ve kitabın sonunda Gregor’u süpürüp çöpe atarlar. Çünkü nankördür insanlar ve artık işlerine yaramayan bir şeyi ortadan kaldırıp yok etmekten çekilmezler. Sonuç olarak zayıf soluğu burun deliklerinden son kez çıkan Gregor kırgın bir şekilde gider bu dünyada. Gene aynı Kafka gibi. Dolayısıyla şahsen okuduğun bir kitabı yazarından bağımsız düşünmüyorum. Ve bu arada beyler bayanlar evde gördüğünüz hamam böceklerini falan öldürmeyin. Ne olur ne olmaz. Belki Gregor Samsa’dır. Bir parantez daha açacağım. Dönüşümü sesli olarak dinlemek isterseniz, storitelde var. Bir diğer hoşuma giden detay da kitabı Cem Mumcu’nun seslendirmiş olması. Gövdesinin çapıyla karşılaştırıldığında acınası incilikteki çok sayıda bacak gözlerinin önünde çaresizlik içerisinde parıltılar saçarak sallanıp durmaktaydı. Ne olmuş bana böyle diye düşündü. Şimdi başka bir kitaba geçireyim. Bir önceki yüzyılda dünya savaşlarından bile daha ölümcül olan bir tehlike vardı. Bu 1918 yılında ortaya çıkan İspanyol gribiydi. Ve bu salgın salt 18 ay içinde 100 milyona yakın insanı öldürdü. Ki bu rakam o zamanki insan nüfusunun yüzde 5’ine tekabül ediyordu. Birkaç sene sonra 1922 yılında Portekiz’de Saramago diye bir yazar doldu.
Ve yıllar sonra yazdığı körlük romanının ardından Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Peki o kitapta ne anlatılıyordu? Her şeyin başladığı gün herhangi bir gün gibi başlar. Arabasının direksiyonunda trafik lambasının kırmızıdan yeşile dönmesini bekleyen bir adam aniden kör olur. Ardından doktora gider ve ona da bulaştırır. Böylece körlük salgını bütün ülkeye yayılmaya başlar. Yaşam durur kaos başlar. Karantina bölgelerinden dışarı çıkmaya teşebbüs edenler vurulur. Hatta ölenlerin bedenleri bile dışarı çıkamaz. Gene de alınan önlemler salgının yayılmasını durduramaz. Çünkü bütün o gök telenleri ya da piramitleri diken biz olsak da doğa karşısında çaresiziz. Körlük bir ülkeden bütün bir dünyaya yayılmaya başlar. Artık herkesin tek amacı hayatta kalabilmektir. Bunun için yakıp yıkmaktan, yağmalamaktan ya da öldürmekten geri kalmazlar.
Güçsüz olanlar yemeksiz ve yataksız kalır. Ahlak, erdem, saygı gibi tüm kavramlar anlamını yitirir. Zaten romanın anlatmak istediği de budur. Beklenmedik bir felaketi yaşayan toplumun nasıl çöktüğünü, nasıl bencilleştiğini ve nasıl bir anda bütün değer yargılarını yitirdiğini gösterir. Bence tam da bu noktada ahlaki bir soru giriyor devreye. Ölmemek için öldürür müsün?
Yani kitabı okurken güçlülerin güçsüzleri ezmesine kızıyoruz tabii ki ama kimse sınanmadığı bir günahın masumlu değildir sonuçta. Hakan Günday’ın mülteciler hakkında yazdığı son derece gerçekçi bir romanı var. İsmi Daha.
Bu konuyla ilgili şöyle yazmıştı orada.
Bugünkü rakamlara bakacak olursak,
korona virüsü dünya üstünde 100.000’den fazla insana bulaştı. Elbette bu 100 yılda İspanyol gribinde olduğu gibi milyonlarca insan ölmeyecek. Yani en azından bilim adamları öyle söylüyor. Ama hepimiz görüyoruz. Çin’den Avrupa’dan gelen korkunç videoları. Demem o ki 2020 yılı baya felaket gibi başladı. Avustralya’daki yangınlar, El-Hazı’daki deprem, korona virüsü, uçak kazaları ya da verdiğimiz şehitler hepimizi kahretti.
Bu yüzden normalde daha melankolik ve pesimist biri olsam da bu bölümü güzel bitirmek istiyorum. Senden hayata dair sevdiğin bir detayı yazmanı istiyorum. Ne olduğunu çok da önemli yok. Yeter ki biraz da güzelliklerden, sevdiğimiz şeylerden bahsedelim. Artık eskilerde kalan örnek bir videoyu bölümün sonuna koyacağım. Ama öncesinde bir konu olacağım. Peki şimdi bir kitap var ortada ama insanlar seni Youtuber olarak tanıyor. Evet.
Diyecekler ki ulan Youtuber gene kitap çıkar ama bu gezdim gördüm kitabı da değil. Kesinlikle değil. Daha çok gittiğim yerlerde insan hikayeleri, gördüğüm kültürlerle birlikte aslında kendi varoluşumu tamamlamam gibi bir hikaye. Çünkü bu yola çıkarken ilk başta hayatta ne istiyorumı bulmaya çalıştım. Ve bütün sorularımı hayatta seyahatle buldum. Ve 25 yaşında böyle yola çıkarak yeniden hayat temellerimi oluşturdum. Ve bir varoluş hikayesi gibi bir şey diyebiliriz buna. Benim çok işimi öğrenmedi. Ben de saymadım ama 25-30 civarı ülkeye gidip gelmişliğim var. Gittiğin yere kendini de götürmüyor musun? Yani bir ülke görüp hayatını değişiyor mu hakikaten? Benim değişmedi. Değiştiysen hem mutlusan da yani. Ya da bu işin alt metri, felsefesinde yatan şey ne? Sürekli seyahat etmek aslında belki bir kaçış mıdır, bir arayış mıdır? Kendini buldun mu? Nasıl oluyor? Birisi bana öyle demişti.
Seyahat etmek istediğim zaman ve evimi kapatıp gitmek istediğim zaman burada kaçtığın bir şeyler mi var demişti. Aslında ben kaçmak için değil de biraz kaçırmamak için gitmek istedim. Çünkü tatile gitmiyorum kesinlikle. Yani orada yani seyahatte kendimi bulmaya gidiyorum. Ve bence bu mantıkla bakınca da buluyorsun. Ben kendimi daha iyi tanıdığımı düşünüyorum. Daha iyi bulduğumu düşünüyorum. Yüzde yüz kesinlikle olacağını düşünmüyorum hiçbir zaman. Ama kendime yaklaştığımı hissediyorum seyahat ederken. Tabii diyorum yani kendimi yüzde yüz tanıyorum ve buldum bildim diyen bir insan bilgeliği salaktır zaten de güzel. Dedin ki kendimden ya da bir şeyden kaçmak için değil kaçırmamak için. Dünyada neler oluyor, hayatta neler oluyor, başka insanlar ne konuşuyor. Kulağım şimdi çok melankolik ve klişe gelecek ama ben aslında gittiğim her yerin yabancısı gibi hissederim kendimi. Ben de yalnız kalmak için çok sık seyahat ediyorum ama sen gittiğin yeri sanki daha kendine ait gibi hissedebiliyorsun. Ya da orayla bütünleşebilirsin. Bu da aslında ikimizi baya zıt insanlar yapıyor ya da zıt gezginler yapıyor her neyse. Aslında benim amacım da oranın yerlisi olmak. Yani gittiğim yerlerde yerel uygulamalar kullanmanın en büyük nedeni bu. Orada aslında yalnız seyahat ediyorum ama oralı gibi hissetmek beni daha güvenli hissettiriyor ve içine daha çok karışabiliyorum. O yüzden yalnız ve yerli gibi seyahat ediyor olmak bence çok güzel bir şey.
Peki dedik yani 40-50 tane ülke yazıldı artık kitap yazıldı vs. bu yol bitti mi? Bitiyor mu? Bitmedi aslında her zaman devam ediyor çünkü benim yolda olmamın amacı bir yere gidip bir yere varmak da değil. Şu anda yoldayım aslında sadece o benim bir uyanışım oldu yani ben o tutkumuz seyahatle buldum ve benim için bir uyanıştı ve şu anda aslında hala yoldayım. Yani o felsefe hiç bir zaman bitmeyecek bence. Güzel olan yolun kendisidir. Kesinlikle. Peki bir şey diyeceğim hep bu kadar naif kibar tatlı bir insan mısın? Hiç böyle bağırıp çarp küfür etmez misin? Çok ediyorum yoldayken. Yoldayken. İngilizce hiç anlaşılmıyor falan böyle. Ediyorum evet sinirlenince yoldayken. Tamam senin de böyle özelliklerin var yani. Vay vay evet. Evet yeraltından notların 30. bölümü de bitti. Kendinize iyi bakın. Hadi eyvallah. Ağaç yapraklarından kitap ayrıcı yapan insanları seviyorum. Sokak kedilerine selam veren insanları seviyorum.
Hayvanları satın almak yerine sahiplenen insanları seviyorum. Günaydın derken gülen insanları seviyorum. Kullandığı plastik su şişesini, gire dönüşüm çöpünü atan insanları seviyorum. Yere çok atınca beni uyaran insanları çok seviyorum. Sevdiği insanların ve istikalık fotoğraflarını cüzdanında taşıyan insanları seviyorum. Sadece arkadaşlarını değil her şeyi beğenen insanları çok seviyorum. Televizyon izlemek yerine kitap okumayı tercih eden insanları seviyorum.
Kendi kendine yalnız kalmaktan çekinmeyen insanları seviyorum. Dahi anlamına gelen D ve Dağları ayıran insanları seviyorum. Ayırmasa da hatasını bilen insanları seviyorum. Hatasını… Yolculuklarda cam kenarını tercih eden insanları seviyorum.
Aradığımda sana çok yazmasın sen kapat ben ararım diyen o yüce gönüllü insanları da çok seviyorum.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir