"Enter"a basıp içeriğe geçin

35. Bölüm | Kılık Değiştirip Kitap Yazmak (Yeraltından Notlar)

35. Bölüm | Kılık Değiştirip Kitap Yazmak (Yeraltından Notlar)

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=26sTWK8dFGg.

Evet… Hepinize merhaba. Bu aralar burada Fethiye’de bir koyda kalıyorum. Şayet şu anda bu videoyu izliyorsanız, telefonla da olsa bölümü çekmeyi becerebilmişim demektir. Aferin bana. Ses kaydını da mikrofon gibi kullanacağım. Bu kendi dandik telefonumla alacağım. Umarım idare eder. Örkçılığın özellikle Amerika’da yeniden azladığı bugünlerde çok acayip bir kitap yazma seri önünden bahsedeceğim size. Alman bir gazeteci var. İsmi şayet doğru telaffuz ediyorsam Günter Waldraff. Bu adam 1983 yılında sıra dışı bir şey yapmaya karar veriyor. Önce kılık değiştirmek için siyah bir peruk ve lens takıyor. Sonra kendisini Türk bir babanın Yunanistan’da büyüyen oğlu olarak tanıtıyor ve Türkçesinin az olduğunu söyleyerek
Ali Levent Sinirli Oğlu takma adıyla gazeteye şöyle bir ilan veriyor. Türk işçi iş arıyor. Sağlam ve yapılıyım. Ağır ve pis işlerde çalışırım. Ücret önemli değil. Amacı ne peki bu adamın? Amacı Almanya’da yaşayan bir Türk işçi gibi çalışmak ve göçmen işçilerin çalışma şartlarını yakından deneyimlemek. Bu ilandan sonra bir inşaatta çalışmaya başlıyor ve o günlerle ilgili şöyle yazıyor. Ve inşaat firmasında işe başlıyorum. Bana buyrulan ilk iş, öteki işçilerden farkımı ortaya koyuyor. Öyle ya yerimin neresi olduğunu başımdan bilmeliyim. Toiletler temizlenecekmiş. Görevim en az bir haftadır tıkalı olan tuvaletleri temizlemek. Dizlerime kadar dışkının içine batıyorum. İşin sırf eziyet olsun diye verildiği belli. Elimde kova kürek tuvalet temizlerken girip çıkanlar oluyor. İki Alman laflıyor. Hep aynı.
Bizim bokumuzu size temizletiyorlar. Ardından yazar çiftliklerde, madenlerde ve fabrikalarda çalışmaya başlıyor. Hatta çok acayip, bir ara çalıştığı iş yerine ziyarete gelen Bavyar’a başbakanı Strauss’la bile tanışıp siyah Peru ve Lensi ile kendisini gene Ali Sinirli oğlu olarak tanıtıyor. Yani adam metod oyuncu gibi bir şey. Baya o kimliği yaşıyor.
Gene kitapta yazdıklarına bakacak olursak 1983’ün yazında Berlin’de oynanan Türkiye Almanya maçını izlemeye gidiyor ve orada ırkçılığa maruz kalıyor. Saçlarına sigara atılıyor ya da başından aşağıya bira boşaltılıyor. Ve ilk defa o zaman tribünde Neonezil’in yani ırkçıların arasında kalınca canını kurtarmak için Ali kimliğini reddetmek zorunda kalıyor. Derken adam Tysen diye bir fabrikada çalışmaya başlıyor. Ve orada hayatı boyunca taşıyacağı kronik bir hastalığa yakalanıyor. Bu kısımda da şöyle yazmış. Çalıştığım yerde biriken metal tozdan kimse görmeden bir avuç alıyor ve fark ediyorum ki bu toz bir taş kadar ağır. Bremen Üniversitesi’ne bağlı bir institüye göndererek analizini istiyorum. Bir süre sonra sonuçlar geliyor ve şok oluyorum. Raporda şimdiye kadar bu denli tehlikeli bir maddeyle karşılaşmadıklarını yazıyorlar. İçinde neler yok ki astat, barium, kurşun, krom, demir, cıva, kobalt, bakır, rodyum, çinko, krom, titan ve tam 25 zehirli madde. Çok uzatmayayım. Yazar tam 2 yıl boyunca bu tarz işlerde çalışmaya devam ediyor. Ve en sonunda en alttakiler isminde bir kitap yazıyor. Tabi büyük ses getiriyor kitap. Çıkar çıkmaz kısa bir süre içinde bir çok dile çevriliyor. Hatta içinde ismi geçen şirketler yazarı bir sürü dava açıyor. Bu işi neden yaptığını soranlara ise toplumun maskesini düşürmek için kılık değiştirmek zorundaydım. Yaşadıklarını ise son olarak şöyle özetliyor. Bir yabancının neler çektiğini ve insanları aşağılamanın nerelere kadar gittiğini öğrendim. Ancak hala göçmen bir işçinin bunlarla nasıl baş edebildiğini anlamış değilim. Bu da abinin bugünkü hali. Yani helal olsun dediğim. İbretlik bir hikaye gerçekten. Hele ki kitap yazabilmek için neleri göze aldığını düşününce takdir etmemek elde değil. Lakin kitabı bulamayabilirsiniz. Sanırım artık yeni baskıları yapılmıyor. Ben zar zor bir sahafta bulabilmiştim. Ancak gene de size de göz atmanızı öneririm. Ne yapayım artık basılmıyor diye anlatmasamaydım. Yayın evleri gitsin tılsımlı, fenomenli, aforizmalı, ponçik kapaklı, hatta bilmem ne kokulu kitaplar basın. Birkaç sene sonra kimse hatırlamayacak o kitapları. Bu kişisel gelişim zırvası da şeyle başlamak. Ferrarisini satan bilge kitabıyla. Bir kere niye satıyorsun birader? Kırıp parçalasana ya da ne bileyim bir yere falan bağışlasana niye satıyorsun? Doğaya karışıp meditasyon yapacak ama satıyor Ferrarisini.
Neden? Çünkü meditasyondan sıkılınca lamborgini alacak da ondan. Geçen hafta tam da babalar gününde Albert Camus’un kızı Catherine’in babası hakkında yazdığı kitaba denk geldi.
Ön sözünde şöyle söylemiş bu kitabı yıllar sonra onunla yeniden karşılaşmak için hazırladım. Ben ise en çok onun takıldığı bir detayı sevdim. Camus bir gün sahneye Picasso’nun bir oyununu koymuş. Kuyruğundan yakalanan Arzu. Tabi o gece Francis Sokcetes’i büyük bir parti vermiş. Şaraplar içilmiş, danslar edilmiş. Gecenin sonunda da şöyle toplu bir fotoğraf çekilmiş.
Bu karede kimler yok ki? Lacan, Picasso, Sartre, Beauvoir alayı burada. Peki Camus kime bakıyor? Köpeği. Adam köpeği ciddiye almış sadece ya da bilmiyorum bir tek onu sevmiş gibi işte. Sonra belki saçma gelecek ama Camus’u bir heykele benzettim. Yani Camus bir heykel olsaydı herhalde şu koca kafalı heykellerden biri olurdu. Thomas Leroy diye bir heykel tıraş var. Bu onun işi. Düşüncelerin ağırlığı ismi. Kafasını ve kafasının içindekileri artık taşıyamayan bir adam var burada. Bazen bana da olur böyle. Düşünmekten, sürekli düşünmekten kolumu bile kaldıracak halim kalmaz. Camus da hep böyle gelmiştir bana. Fotoğraflarından, videolarından ya da sözcüklerinden hissettiğim şey, düşüncelerinin ağırlığı altında ezilen ama gene de orada o enkazın altında kalmak isteyen biri gibi. Lakin Camus’un ya da sevdiğim diğer yazarların mutsuz olduklarını düşünmedim. Onları tek kelimeyle tanımlayacak olsam mutsuz değil çilekeş derdim. Aynı kitap yazabilmek için kılık değiştirip farklı işlerde çalışan şu Alman yazar gibi. Zaten bedel ödemeden gerçek bir başarı elde edemezsiniz bu dünyada. Gerçi başarıya da bedel ödetir bu coğrafya.
Unutmamak lazım, Sabahattin Ali’nin dövülerek öldürüldüğünü, Metin altın okumadımakta yakıldığını ya da Nazım Hikmet’in sürgün edildiğini. Camus’ya dönecek olursak, yoksul annesinin okuma yazması yoktu. Dolayısıyla oğlunun yazdığı kitapları hiçbir zaman okuyamadı ve Camus’un ölümünden birkaç ay sonra tam olarak kahrından öldü. Peki Camus neden ölmüştü? Trafik kazası yüzünden. Üstelik cebinden tren bileti çıkmıştı. Yani gideceği yere aslında trenle gidecekken son anda arabayla gitmeye karar vermiş ve o arabanın içinde ölmüştü. Tam da Camus’ya uygun, saçma ve absürt bir hikaye. Şimdi gelelim bölümün sesli kitap önerisini. Sabahattin Ali’den içimizdeki şeytan.
Rakamlara bakacak olursak yazarın en az satan kitabı. Hislerime bakacak olursak benim de en sevdiğim kitabı. İki insanın Ömer ve Macide’nin yürütemedikleri aşk hikayesi anlatılıyor bu kitapta. Ama sonuna geldiğinizde aşk dışında da birçok şeyi sorgularken buluyorsunuz kendinizi. Hayat beni sıkıyor dedim. Her şey beni sıkıyor.
Mettep, profesörler, dersler, arkadaşlar, hele kızlar. Hepsi beni sıkıyor. Hem de kusturacak kadar. Diğer kitap önerileri için bu defa Emrah Safa Gürkan hocamızın kütüphanesine dalacağız. Bakalım hangi başucu kitaplarından bahsetmiş bize. Son olarak beyin cimnastiği için bölümün sorusuna bakalım. Psikiyatr Irvin Yalomdan seçtim soruyu. Kendisi şu şekilde. Her insan kendisine diğer insanlardan daha çok sevdiği halde neden kendi fikirlerine diğer insanların fikirlerinden daha az önem verir?
Cevaplarınızı bekleyeceğim. Hadi eyvallah. Evet, size bugün üç tane kitap tavsiye edeceğim.
Bunlardan birincisi, Filip Mansel’in Konstantinopoul kitabı. Konstantinopoul City of the World’s Desire 1453-1454-1473-1424 arasında. İstanbul tam anlatmıyor aslında. İstanbul içerisinde Osmanlı kültürünü de anlatan bir kitap. Çok fazla görseli, istirahatler biraz zayıf artık bu dönem için. Siyah beyaz. Ama bende çok, Filip Mansel çok okunabilir kitaplar yazan biri. Bu yüzden ben çok önemli buluyorum Filip Mansel’in eserlerin özellikle tarihçi olmayanların okumasını. Ve işte şehirden, şehrin içindeki saraydan, bazı ne bileyim adetlerden. Ama aynı zamanda Osmanlı’nın başkenti olduğu için Osmanlı yönetimiyle ilgili detayların da verildiği ne bileyim. Mesela Vizierden drogamaz ya da yeniçeriler üzerine yazılmış şeyler var. Ya da Osmanlı’nın girdi siyasi ilişkileri falan da anlattığı yerler var.
Önemli olan bizim şimdiden ne anlattığından ziyade nasıl anlattı çok okunması kolay bir kitap. İkinci kitabımız Umberto Eco’nun Bodo Lino’su. Genelde Gülna’da Hilla Medelaroza ile bilinen bir kitaptır. Bonpiani, onun her zaman kitaplarını basamadığı. İtalyancası şu anda elinde. Ne yazık ki Türkçesi bende şu anda yok. Ama tabi Türkçesi harif kitabında Filip Mansel’in de o İngilizce isimini gösterdim. Bodo Lino çok enteresan bir hikaye. Absürt bir hikaye aslında. Bir hikaye anlatıcı, bir yalancı.
Orta çağda yaşayan bir yalancı ve dördüncü seferde sonuçlanabilecek bir hikayenin o 12. yüzyılın sonlarındaki orta çağla ilgili bütün yani yenecek yemekten ya da doğudaki kurulan büyük bir Hıristiyan krallığından bahseden bir kitap. O yüzden çok önemli referanslar var Orta Çağ Gülü’nden. Umberto Eco sadece bir tarihçi değil. Aslında tarihçiden çok daha büyük bir filozof değilim.
Ya da başka alanlarda da özellikle estetik üzerinden, sanatçılarının, semiyolojilerinden yazdıkları var. Ben o kadar şey değilim o yazdıklarıyla. Semiyolojilerine yazdıklarıyla falan. Çok aşırı neşur olan biri değilim ama hem Günün adı hem Foucault sarkacı ya da Prak mezarlığı kitaplarını özellikle tavsiye ederim. Umberto Eco’nun Bodo Lino’sunu size tavsiye ediyorum. Türkçe çevirisi de fena değil, güzel bir çeviriydi. Ben ilk Türkçe okudum, sonra da internette okudum.
Bu kitap da Fransa kitap Montaille Village Occitane. Emmanuelle Valadurri’nin, anal ekonunun üçüncü kuşağından biri. Orta Çağ köyünde, plenerlik Orta Çağ köyündeki algıyı, iştenebilim, hayata bakışı, buradaki sosyoekonomik düzeni falan anlatan bir şey. İngilizce çevirisini bulursanız, Türkçe var mı bilmiyorum ama İngilizce çevirisini okursamak istemeden, onda dipnotlar falan atılıp biraz sadeleştirmiş halde, o daha tarihçi olmayan okul için uygun olacaktır diye tavsiye ediyor. Bu şu yüzden önemli. 13. yüzyıla ilgili böyle şeyleri bulmak tesadüfü olabiliyor. Yani biz normal insanların nasıl yaşadığını, halkın nasıl yaşadığını 13. yüzyıda bilmiyoruz. Bu anlamda Montaille gibi kitapların çok büyük önemi var. Bunu Cizen de Wormsle, yani Peynir ve Kurtlar diye Carlo Gilgud’un kitabı var. Yani popüler insanlığı nasıl yaşandı, bu özellikle 60’lar da 60’lar da yükselen sol ile beraber, tarihi devletlerden, savaşlardan, yüksek diplomasından kurtulması aşamasında özellikle dikkat çeken bir akımdı bu. Bu akımın en güzel örneklerinden biri klasikleşmiş bir kitaptır. Montaille’yi de tavsiye ederim. Dediğim gibi İngilizce’si var, Türkçe’si de illa vardır ama bazen out of print maske dışında olabiliyor.
Üç kitap tanıttım çünkü ben de üç kitap tanıttım istendi. Biraz hızlı konuştum, 0.75 yaş almadan izlemeyin.
Hepinize teşekkür ediyorum. Görüşmek üzere.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir