"Enter"a basıp içeriğe geçin

Ahmet Hamdi Tanpınar – Böyle Buyurdu Kültür – Prof. Nevzat Kaya – B21

Ahmet Hamdi Tanpınar – Böyle Buyurdu Kültür – Prof. Nevzat Kaya – B21

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=9ys9NCpZl3w.

Hocam merhaba nasılsınız? Merhaba teşekkür ederim İlker Hocam iyiyim sizler nasılsınız? Bugünkü konumuz daha önce de duyurduğumuz gibi Ahmet Hamdi Tamkınar’ın hikayelerinden Abdullah Efendi’nin rüyaları. Evet Abdullah Efendi’nin rüyaları. Hocam hemen gireyim ben damardan bir dedikoduyla Gerardo Nerval’in Aurelia hikayesinden Arakmış doğru mu? Arak demek doğru değil bana göre Gerardo Nerval’in hikayesinden ziyade Gustave Flaubert’in Antonios ve şeytan adlı öyküsünden çok şeyler var. Dolu dolu metinler arası biçimde Fransız edebiyatından besleniyor. Bana göre Abdullah Efendi’nin rüyaları Ahmet Hamdi Tamkınar’ın kendisini sanatçı olarak nasıl gördüğüyle ilintili bir şey. Romanlarının, öykülerinin, şiirlerinin edebiyek kaynağını zikretmeye çalışıyor. Bu arada büyük bir Fransız hayranı kendisi. E tabi Ahmet Hamdi Tamkınar Frankofo Fransız edebiyatı diyor bu da çok doğal çünkü hakikaten klasik modernizm ve 19. yüzyıl edebiyatı, dünya edebiyatı katında Fransız edebiyatı temsil ediyor. Bizim okumuşların yabancı dili Fransızca yani göğe teşşirleri Fransızcadan okuyorlar. Bunu da tabi ki göz önünde bulundurmak lazım.
Şimdi hem sizin yabancı diliniz Fransızca ise ülke olarak Frankofonsanız devlet olarak yani birinci yabancı dil Fransızca hem de aynı zamanda bu yabancı dilin edebiyatı, dünya edebiyatına özellikle modernizm bağlamında ölçütler sağlıyorsa siz de o edebiyatı örnek alırsınız. Yani sırf Gerard de Nervole bırakın Podler de var, Flaubert de var çok ilginç bir şey uyguluyor Ahmet Hamdi Tamkınar bu öyküsünde. Freud’ü çok yoğun ve aleni birçimde kullanıyor.
Abdullah Efendi arkadaşlarıyla oturup eğlenirken içki içerken ilk sayfalarda şöyle bir şey geçiyor yani ev sahibi vardı üstünde hep denetliyordu gözlemliyordu Abdullah Efendi’nin neler yaptığını. Bu çok ilginç bir benzetme çünkü Zygmunt Freud aleni der kendi evinizde ev sahibi değilsiniz insanın psikonalitik durumunu tarif ederken. Tabi ki yukarıdaki ev sahibi süper ego’ya tekabül ediyor değil mi? Ama o evin bodrum katı da var orada ne var orada id var orada arkadaşlarıyla içerken Abdullah Efendi ilk defa hayatında süper egosu garip bir biçimde devre dışı kalıyor. Zaten o devre dışı kaldıktan sonra bütün Abdullah Efendi’nin rüyaları atızaatında kabusları başlıyor diyebiliriz. Peki neden önemli bu Türk edebiyat tarihinde ilk defa mı yapılmış bir şey? Ehrinak içinde yetkinlikle metinler arası kompozisyonla kesinlikle ilk defa çok Schopenhauer de var. Zaten çok ilginç bir biçimde bir Schopenhauer alımlamasıdır Abdullah Efendi’nin rüyaları. Aslında ne diyor biliyor musunuz Ahmet Hamdi Tampınak? Eğer Abdullah Efendi bir sanatçı olarak sanatla kendisini dizginleyecek kendisine başka anlamlar katacak unsurlarla uğraşmazsa Abdullah Efendi’nin yaratacakları sanrılar bundan öteye gidemez. Mesela huzur romanındaki mümtaz tamamıyla bir anti Abdullah. Neden anti Abdullah? Abdullah’ın yapmadıklarını Schopenhauer’e göre mümtaz huzurda yapıyor. Sürekli kendisini ev sahibi süper ego öldükten sonra kendisine anlam katacak, kendisini sükunete, Schopenhauer buna kontemplasyon der, düşünceye dalma, istence karşı çıkabilme gücünü katabilecek, daha doğrusu iddian kaynaklanan, istence uyutabilecek unsurlarla uğraşmak insanı, insan yapıyor Schopenhauer’a göre. Ne demek bu? Huzuru okuduğunuz zaman sürekli müzik, edebiyat, doğa, İstanbul ve Nurhan. Nurhan’la mümtaz arasında çok garip bir aseksüel bir ilişki var. Aseksüelitenin kaynağı ne? Mümtaz’ın kendisini Schopenhauer’e bir biçimde sanatla disipline etmesinden kaynaklanıyor. Ama cinsellikten ve iddian Schopenhauer’a göre istencin bütün beraberinde getirdiği Abdullah Efendi’nin kabuslarında gördüğümüz korkunçluklar ne oluyor? Mertaraf ediliyor. Sanat katında her gün yeniden sanatçı Ahmet Hamdi Tamponar alias Abdullah Efendi, burada biraz kafkayı da taklit ediyor. Yosef K Abdullah Efendi Abdullah kim? Allah’ın kulu. Herhangi birisi yani neredeyse Bertolt Braşt’in everybody’si ya da Odi Soys’un hiç kimsesi anlatabildim mi? Anlatıcı. Her gün nasıl ki insanlar akültüre olmuş bir biçimde kültüre uygun davranmak ne anlama geliyor? Kendi kendi disipline etme anlamına geliyor değil mi? Abdullah Efendi’nin rüyalarında sanatçının gerçek iç dünyası yansıtılıyor ve sanatçı bu iç dünyadaki malzemeyi nasıl süblime ediyor? Çok çok daha asil bir kata yükseltiğini gösteriyor aslında Ahmet Hamdi Tamponar’da. Neden bunu anlatıyor bize? Çünkü klasik modernizm artık sanat, iyiyi, kurallılığı, apolonikliği, aydınlanmacılığı 19. yüzyılda bütün bunlar bütün unsurlar soyunuyor ve neyi giyiyorlar? Romantizmi giyiyorlar değil mi? Romantizm de nedir? Bütün bu 2500 yıllık kültür tarihinin aslında reddidir. Romantizm ne yapıyor? Reddi miras yapıyor. Neden? Bu romantikler manyak mı? Hayır manyak değiller. Çünkü artık modernizmle birlikte, sanayileşmeyle birlikte, bunu yalın alpay çok güzel anlatır, boş zaman başlıyor. İlk önce burjuvazide başlıyor. Uzun uzun düşünme, mesela şalbollerde görüyoruz değil mi? Enü’yi, Orhan Pamuk’ta görüyoruz değil mi? Hüzün, saatlerce sokaklarda dolaşma. Bu ne anlama geliyor? Çok kötü niyetli söyleyeceğim şimdi. Boş gezenin boş kalfaları bunlar. Klasik çağlardaki gibi.
Ekmek aslanın ağzında değil artık. Bunlar zengin ve burjuva. Boş vakitten sanrılar git gide daha derine iniyor. Bohem kullanılıyor değil mi? Bunun için bohem kelimesi var. Bohem, flanörlük, dandizm, diletantizm, bütün bu unsurlar bir araya geliyor. Neden şimdi birden biri insanların boş vakti var, sırf boş vakit insanları bu hale getirmez değil mi? Hayır 19. yüzyılda çok korkunç bir yüzyıl. Deniliyor ki sadece evrenin merkezinde değilsiniz artık. Onu Copernic’le çentik attık. Darwin diyor ki bakteriden geliyorsunuz. Üçüncüsü, sonuna doğru Zygmunt Freud diyor ki kendi evinize bile ev sahibi değilsiniz siz. Nietzsche diyor ki Tanrı öldü. Ne oluyor biliyor musunuz? Kelemenin tam anlamıyla performatif bir biçimde. Nasıl Abdullah efendinin evindeki üst katta oturan ve sürekli onu gözetleyen ve düzgün davranması için onu göz hapsinde tutan, Pau’a Foucau’ya da bağlayabiliriz. İstersek böyle bir okuma da yapabiliriz. Nasıl sürekli gözetliyor?
Aynen Abdullah efendinin üst kat komşusu, süperegosu nasıl uykuya dalıyorsa kültür tarihsel olarak da romantizm bu anlama geliyor. Süperego ne oluyor? Tamamiyle devre dışı kalıyor değil mi? Bunların felsefi dışa vurumları neler? Gayet tabii ki işte dediğim gibi Schopenhauer, Nietzsche. Bu modernizmin en klasik dışa vurumu. Wien von der Siegler. Kurtarılamayan ben. Yekpare zihinde benlikler çoğalıyor pıtır pıtır.
Romantizm de 19. yüzyılın başında eş ben olan doppelganger demiştik. Geçen programlarımız da git gide çoğalıyor. Ve zihinsel patolojiler başlıyor. Edebiyat tarihinde bu kültür tarihsel değişim nasıl ifadesini buluyor? İngiliz edebiyatı da bu konuda avant gardtır. Mesela Robert Louis Stevenson’ın The Strange Case of Dr. Jackal’ın Müstahayet. Bu ilk parçalanmayı görüyoruz. Artık Dr. Jackal gündüzleri, tanrı misali insanları iyileştirirken,
geceleri Müstahayet olarak cinayetler işliyor değil mi? Korkunç, çirkin, grotesk, iğrenç ötesi, abyekt, 2500 sene boyunca bastırıla bastırıla, iyice canavarımsı bir hale gelen eş beni ortaya çıkıyor. Neden ortaya çıkıyor? Çünkü artık üst kattaki ev sahibi devri dışı. Ne demek bu kültürel olarak? Baba ölmüş, süper ego yok, tanrı ölmüş, 2500 sene, 4000 sene boyunca yazı tarihiyle bastırılan bütün unsurlar korkunç, regresif ve canavarımsı bir halde. Neden canavarımsı? Siz 4000 sene bastırırsanız, düdüklü tenceredeki baskı çok aşırı olur değil mi? Öyle karşımıza çıkıyor. Yine örnek vereceğim. Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi. Dorian Gray’in o yakışıklı, güzel, ebedi, gençliğe sahip hali neye tekabül ediyor? Son derece demode olmuş 3000 yıllık kültür tarihine. Hep en güzel, hep en aydınlık, hep en klasik. Ama Dorian Gray’in şimdi şimdi ortaya çıkıyor.
Korkunç bir sırrı var. Dorian Gray’in güzelliği neyden kaynaklanıyormuş? Sürekli bastırma, bedeni ve ruhu disipline etme sürecinden kaynaklanıyormuş. Asıl sureti nerede görüyoruz? Tabloda görüyoruz. Oscar Wilde orada kültürü mü eleştiriyor? Tabii ki kültürü eleştiriyor. Bunu istiyorsunuz diyor ama ödediğiniz bedel diyor bu. İnanılmaz akıllıca. Ve kendisi de büyük bir bedel ödüyor sonra tabii. Gayet tabii ki. Aslında uygulamalı bir biçimde o Victorian İngiltere’nin iki yüzlülüğünü çok güzel pornografik bir biçimde ortaya döküyor. Tam bu noktada şey soracağım. Ben tabii işin dedikodusunda da olduğum için Tampınar’ın hayatına da biraz baktım. Hiç evlenmemiş. Kadınlarla da sorun olduğu biliniyor. Yani yazılarından, mektuplarından sonradan ortaya çıkmış. Kadınlarla problem var. Kendisini mi anlatıyor aslında bir noktada? Abdullah Efendi’nin rüyalarının ben son derece biyografik olduğunu düşünüyorum. Şu anlamda biyografik. Bir sanatçı olarak Ahmet Hamdi Tampınar’ın içinde kaynayan kazan son derece samimi bir biçimde yansıttığını düşünüyorum. Çünkü bu kadar ustalıkla. Türkçesi çok iyi bu arada. İnanılmaz. Büyük bir kompozisyon Abdullah Efendi’nin rüyaları. Orada ilginç bir şey var. Cinsellikten korkuyor Ahmet Hamdi Tampınar. Daha doğrusu. İşte Ahmet Hamdi Tampınar, Abdullah Efendi’yi temsil ediyor. Öyle banal de bakmamak lazım. Ama orada ilginç bir şey var. Birinci eve gittiklerinde orada o yaşlı var tepeden. Tavandan konuşuyor. İkinci evde kadının göğsü düşüyor. O inanılmaz grotesk ve korkunç bir şey.
Çok ilginç resimdeki çift de dans etmeye başlıyor. En sonunda şöyle bir tehdit seziyor Abdullah Efendi. Efe, şişman kadının kocası, ona garip garip, çift anlamlı bir biçimde onun süzdüğünü görüyor. Ve bundan Abdullah Efendi korkunç derecede rahatsızlık duyup, orayı hemen terk ediyor değil mi? Orada bir eşcinsel saldırı var. Homofobik bir durum var aslında. Yani homofobik demeyelim. Ahmet Hamdi Tampınar bu yolu daha fazla izlemek istemiyor.
Çünkü kendisini nereye götürebileceğinden, çünkü korkunç bir biçimde bu Abdullah Efendi’nin rüyalarında, kendisine de aslında bana göre öyle bir seans uyguluyor. Kendisini hafifletiyor. Ben Abdullah Efendi’nin bu şizofrenisini aynısını huzurda görüyorum. Huzurda Abdullah Efendi bana göre mümtaz ve suat olarak ikiye ayrılıyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okudum ben. Orada bu dediğiniz yok belki ama onunla bir bağlantısı var mı sizce?
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki bütün grotesk unsurlar öbek öbek, bence Abdullah Efendi’nin rüyalarında var. Bu bir manifesto. Bakınız Gustav Flaubert’in, Antony’nin baştan çıkarılaşı biliyorsunuz. Gustav Flaubert bu romanı için, tırnak için, romanı için der ki, Türkçe çevirisi çok feci bu ara. Orijinalini oku ya da İngilizcesini oku hocam. Orada der ki benim en önemli romanım. Yani Madame Bovary’e yansımaları var ve hayatının projesi ve istediği gibi bir türlü olmuyor.
Ben Abdullah Efendi’nin rüyalarında böyle programatik bir şey görüyorum. Ne anlatılıyor orada? Modern çağdaki insanın, artık büyük şehir insanının, metropolde yaşayan insanın, hele hele Abdullah Efendi gibi sanatçılığa melliyse, bunu nereden biliyoruz Abdullah Efendi’nin sanatçılığa melliyini? Kendi cenazesinde bir konuşma yapıyor ya, tiyatro güldürürler yazdığını, önemsiz güldürürler yazıyor ancak kendisi
aynen Sophocles’in veya Shakespeare’in tarif ettiği hayatlardan farksız bir hayat yaşıyor. Bu edemiyat tarihi açısından o kadar önemli bir cümle ki, klasik çağlardaki tekilliğin, yekpareliğin, Sophocles, Kral, Öğüt, İppos, Shakespeare, Hamlet, modernizmde nasıl kitleselleştiğini görüyoruz. Bu inanılmaz önemli bir tespit. Bu bağlamda Abdullah Efendi’nin rüyaları aynı zamanda son derece kafka eskte. Neden kafka es? Çünkü hiçbir süperegonun ya da hiçbir nedenselliğin ortaya çıkaramayacağı bir sürealizm silsilesi var. En önemli unsur, Abdullah Efendi’nin rüyalarında, bu da son derece Fransız Hedefiyatı etkisi, sürealist bir biçimde kültürün doğaya dönüştüğünü görüyoruz. Bunu nerede görüyoruz özellikle? Öykünün sonunda evlerden bir tanesine gidiyor ya, hatta bir süraili çocuk görüyor orada. Ondan evvel eşyalar inanılmaz gayrimuntazam, bakınız gayrimuntazam bu bağlamda antiklasisis demek, hiçbir harmoni, hiçbir kompozisyon yok demek. Gayrimuntazam canlı şeylerle birleşiyor, bitkilerle birleşiyor, küçük bir kavanozun içinde horoz var mesela. İnanılmaz ne oluyor? Enaylıyışın. Aynen o! Oradaki şeylerin, DNA’ların süreal bir biçimde canlı cansız kültür doğanın birbirine geçmesi. Türk edebiyatından eşi benzeri olmayan bir dinamik, gerçekten dünya edebiyatı katında sorunu bizleştiriyor. İki tane uzun konuşma izledim bu videoya hazırlanırken. Tanpınar Manya’dan söz ediyor Hasan Bülent Kahraman. Tanpınar enstitüsü açılmış birkaç yıl önce. Orada Enis Baturlu ikisinin konuşmaları vardı yani ayrı ayrı. Bir Tanpınar Manya çıkmış akademide. Bu arada hayatı boyunca istediği üne kavuşamamış biri. Yani milletvekilliği yapıyor, biliniyor ama dönemdaşları tarafından hatta isim takılmış kendisine. Başarısız bulunuyor, ömrü hep parasızlıkla geçiyor. Hırsı da birisi, kadınlarla problem var falan. Yalnız Müzbim Beker olarak aslında görece erken bir yaşta da ölüyor. Neden Tanpınar sonradan böyle bir üne kavuştu? Ahmet Hamdi Tanpınar bana göre Türk edebiyatında Cem Soysun, Thomas Mann’ın, Marsal Prosu’nun yanına koyabileceğimiz yegane yazarlardan da ondan hatta belki tek yani Oğuz Atay’dan bile öte. Onların yanına koyabileceğimiz, onlarda tespit edebildiğimiz filologlar olarak unsurları
kolaylıkla ve dehşet bir yetkinlikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerini buluyoruz. Ahmet Hamdi Tanpınar inanılmaz bir autodidakt. İnanılmaz bilgili. Onun o 19. yüzyıl Türk edebiyatı tarihi. İnanılmaz bir kaynak. Türk edebiyatı tarihinden öte. Onun indeksine bakın, adamın batı edebiyatları bağlamında da değinmediği konular yok. Akademi geliştikçe Tanpınar manyası da dolayısıyla bana göre son derece doğal bir sonuç. Çalıştıkça bu konuları diyorsun ki aaa bunda var. Ve bunu korkunç bir yetkinlikle yapıyor. Tabii Kafka’ya da benziyor. Yani kader olarak Kafka’ya benziyor. Yaşadığı zaman boyunca hiç bilinmiyor. Ahmet Hamdi Tanpınar, Kafka’dan daha şanslı. İstanbul Üniversitesi Türkoloji Kürsüsü’nü bölüm başkalı. Anlatabildim mi? Hani Kafka onun yanında. Solda sıfır kalıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar bu öyküsünde diskur yıkımını, yani Türk edebiyatında bence inanılmaz, unik, bu modernizmle birlikte bütün o aydınlanmacı söylemler yıkılıyor ya,
meta öyküler yavaş yavaş çatırdamaya başlıyor ya, bunu Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendi’nin rüyalarında enfes bir biçimde dile getiriyor. Bakınız o kadar mükemmel bir kompozisyon ki, ilk sayfalarında diyor ki Abdullah Efendi, ah o üst katımdaki kişi beni gözetliyor, her şeyden pişmanlık duyuyorum, hayatımı yaşayamıyorum, sonuğu uykuya dalıyor. İlerlediğimizde neyi görüyoruz? Onun bir imajinatif sevgilisi var. Manyaklığa bakın. Bir nevi özel bir kültü var. Bir Meryem anası var.
Adeta. Çünkü öyle. Tensel bir şey değil bu. Evet, ona çok aşık. O onun bakın, Türk mantolu Madonna, o onun efendisi. Kıyametvari bir gürültüyle evin çatısı yıkılıyor. Bak, yukarı iki katta oturanın mekanı, sadece o içerken uykuya dalmıyor aslında, mekanı yok oluyor. Ev kesinlikle bireyi temsil ediyor. Zaten Freudiyen bir benzetme kullandığını söyledik. Oradan yıldızları bobobobobobobobo
yıldızları basamak olarak kullanıp onun yanına inen bir kadın var. Yıldızlardan gelen kadın var. Abdullah Efendinin yeni hayatı. Abdullah Efendi için hiçbir şey eskisi gibi olmuyor değil mi? Yani, hatta erkeğiz diskur. Baba, süperego ilk önce yok oluyor, içki içerken, dionizos gelirken, sonra bununla yetinmiyor kompozisyona bakın. Yine altını çiziyor. Bu sefer evin çatısı, süperegonun mekanı, çünkü normal katta biz ben oturuyor,
Bodrum katında da bütün gördüğümüz sonuna doğru parçalanmış unsurlar var. O bütün bir araya gelemeyen, disparat, disintegrated, absürt, süreal, hiçbir aralarında anlamlı bağı olmayan unsurlar bir yere geliyor. Onlar da Bodrum katında. Ahmet Hamdi Tampınar öyle vakıfkı söylemleri. Yıldızlardan gelen kadınla birlikte babayı mezara gönderiyor. Bu da bir baba katliamı. Bu da ödipal bir hikaye. Ödipal hikaye olduğunu biz nereden anlıyoruz? Roma’nın sonunda. Büyük balustuklu o küçük çocuk, küçük Abdullah. Küçük Abdullah nasıl bir şey? Sanatçı ruhlu bir şey. Suyu içmiyor. Büyük Abdullah susuzluktan ölüyor. O ona suyu vermek istemiyor. Tam tersi. Suyu son derece estet bir biçimde. Yine Fransız edebiyatı çok önemli burada. Joris Charles Huismans tersini Roman’ı, Ari Boer, İngilizcisi Against the Grain ya da Against Nature. Orada farklı yıldız taşlarından yıldızları basamak olarak kullanan anne aşağıya iniyor babanın mekanından. Onları doldurup doldurup ışıkların yansımasını seyrediyor. Küçük Abdullah’ın sanatçılığının kaynağı son derece ödipal. Tam bunalıkta da şey soracağım. Hasan Bülent Kahraman’ın konuşmasında bu geçiyordu. Moderndi ama modernist değildi diyor. Aslında gelenekçi biri. Tam Pınar. Yeni şiire çok sıcak bakmıyor. Yüksel Arslan’ın resmini hiç beğenmiyor. Balon olduğunu düşünüyor falan.
Ve bir yerde Hasan Bülent Kahraman şey diyor aslında kendi babasını da öldürememişti diyor. Bu konuda ne dersiniz? Yani böyle olması onun modernist olmadığı anlamına gelmez. Yani şimdi Thomas Mann modernist. Thomas Mann da dışa vırımcı tablolardan nefret ediyor. Diyor ki geri zekalı bu ne? Yani böyle bir şey yok arkadaşlar. Ben şimdi atıyorum James Joyce’u. James Joyce ve modernist olduğum için o tabloları beğenmek zorunda değilim. Zaten gerilim buradan kaynaklanıyor. Ahmet Hamdi Tam Pınar kendi neslinin son temsilcilerinden tabii ki babasını öldüremiyor. Babasını öldürse Abdullah Efendi bu kadar acı çekmez ki. Babasını öldürebilse Kafka manyak gibi babasına sürekli mektup yazmaz ki. Bunlar her şeyin farkındalar ama tablolar arıza yapamıyorlar işte. Tam fu hayatında. Şahsen Ahmet Hamdi Tam Pınar’ın eserleri mesela modern şiir başka bir şey. Modern roman başka bir şey. Şimdi siz eğer mümtaz gibi canavarlaşmamak için sürekli kendinizi bir münzevi gibi müziğe, kitaplara, ona buna adıyorsanız, o nuranla bir kere olsun doğru düzgün sevişemiyorsanız, alter ego’nu suat eşek gibi kendisini asıp intihar ediyorsa son derece moderndir. Ve modernistir. Meşrutiyet öncesi klasik İstanbul’dan nasıl modern tuzaklarla dolu bir metropole. İstanbul as Dr. Jackal and İstanbul as Mr. Hyde. Çünkü artık modernizm ilerledikçe saklanacak şeyler artıyor. Neden? Çünkü babalar ölüyor. Çünkü üst katın kellesi uçuyor. Kendimizi daha insan olarak nasıl muhafaza edebiliriz? Gayet tabii ki bunlardan kaynaklanan bir biçimde. Ahmet Hamdi Tam Pınar’a bir tutuculuk tabii ki içkini olacak. Sürekli konumuz oluyor bu sıralara ama Orhan Pamuk da kendisine edebibaba olarak Ahmet Hamdi Tam Pınar’ı seçmiş olmasına ne diyorsun? Orhan Pamuk bunu hangi bağlamda söylüyor? Onun nereden geldiği, çok önemli bunu söylerken. Ama bana göre şu açıdan doğru söylüyor. Orhan Pamuk bugün böyle yazabiliyorsa bir anlamda bütün kalıpları en azından ikiye bölen Ahmet Hamdi Tam Pınar’dır Türkiye Debiyatı’nda. Ben hep söylerim. Ben Orhan Pamuk’un Kara Kitabını çok severim. Çok eğlenceli bir kitap. Onun ikinci bölümünde boğazlarda sular çekiliyor. İnanılmaz kıyametvari bir şey. Orada Ahmet Hamdi Tam Pınar kelleye uçuruyor ya, süperego gidiyor ya, orada boğazların suları çekildikten sonra Bodrum katında ne olduğunu da Orhan Pamuk anlatıyor. O bütün OY 57 model şevroletler, bilmem neler. Eğer Ahmet Hamdi Tam Pınar klasik modernse, Orhan Pamuk da klasik anlamda tırnak içinde, postmodernse gayet tabii ki Orhan Pamuk diyecek. O benim atamdır, babamdır. Peki o zaman bomba soru geliyor hocam. Tam Pınar onu okusa ne derdi acaba? Şimdi asıl bombayı ben söyleyeyim. Ben Tam Pınar olsam, derdim ki Orhan, Cevdet Bey ve oğullarım vallahi iyi, sessizim gayet iyi, Beyaz Kale’ye de bayıldım. Ulen o yeni hayat ne? Kuruttun beni yani, kuruttun. Bir de derdim ki sen eydi pusu, lütfen gel benden öğren. Bunu derdim. Tabii ki şaka bu. Ama şahsen Ahmet Hamdi Tam Pınar yaşasa, Orhan Pamuk’un birçok romanını severdi. Ama bazı romanları da hiç sevmezdi. Onun da YouTube’da konuşması var. Tam Pınar enstitüsünün açılışında konuşmuş. Uzun bir konuşma. Onu da izleyebilir seyircilerimiz. Orhan Pamuk Thomas’ı da çok beğeniyor. Yani Cevdet Bey ve oğulları zaten bir, Almanya’daki tanıtım bülterlerinden söyleyeyim. Yani Boğaz’daki Bodenbrook ailesi. Ama edebiyat böyle bir şey arkadaşlar. Nasıl ki Ahmet Hamdi Tam Pınar, Flaubert, Nerval, Bodler, Çirkinin estetiği, bunları nasıl çarpıcı bir biçimde Türk edebiyatına sokuyor. Gelenek aynı metinler arasılıkla devam ediyor. Yani bu konuda Orhan Pamuk hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğim. Yani devamında şunu soracağım. Aslında kendi edebi hayatına baktığın zaman, özel yaşamına da baktığın zaman, Gülen Kahraman’ı açıklamaya çalışacağım ama bir olmamışlık var hayatında. Yani bugün Orhan Pamuk’un olduğu başarıyı görse belki de kıskanırdı. İyi anlamda yani. Kendisinin hep hayal ettiği bir şeyi başardı ya Orhan Pamuk. Aslında bu Doğu ile Batı arasında
kalma meselesi üzerinden okunur ya bu Tampınar. Tampınar da bu çok yersiz. Çünkü Tampınar, Türkiye edebiyatı da çok azdır. Ve mesela Orhan Pamuk hiç bunu Tampınar benim babam diyor. Ama yani bunu hiç kavrayamamış, özümseyememiş. Tampınar modernizm krizinden bahsediyor. Doğu-Batı’dan bahsetmiyor. Evet, saatleri ayarlama institüsü de var. Ama mesela huzurda, öykülerinde modernizm krizinden bahsediyor. Bu modernizm krizi sadece Doğu-Batı meselesi değil. Bu modernizm krizi’nin batı da yaşıyor. Bunu bir türlü biz ayırt edemiyoruz.
Türkiye için modernizm batıllaşma yok öyle bir şey arkadaşlar. Çok güzel. Şundan soruyorum. Türkiye edebiyatında, 1950’lerde modernizmi dert edilmiş bir adam olarak aslında başarıya ulaşamıyor ya, bunun kendisi de bir dualite, bir dilema. Dilema bak, modernizmin büyükleri yüzde 99’u böyle Ahmet Hamdi Tampınar gibi. Modernizm çünkü onlar bir nevi Delphoi tapınağındaki pityalar gibiler. Diyorlar ki biz böyle bir dünyaya doğru gidiyoruz. Klasik modernler,
postmodernizmi hazırlıyorlar edebiyatta da, parçalanmalarla. Birkaç tanesi, 5 parmağından sayabilirsin. James Joyce, Thomas Mann, Marcel Prost. Romancılardan bir tek bunlar şey. O kadar çok var ki, Virginia Woolf’lar filan falan. O kadar çok var ki, modern olmak bir nevi hiç kimsenin inanmadığı kâhin olmak. Truvalı, Kassandra olmak gibi bir şey. Ahmet Hamdi Tampınar, bu romanlarıyla Orhan Pamuk gibi bir başarıya ulaşırsaydı, Ahmet Hamdi Tampınar, Ahmet Hamdi Tampınar olamazdı.
Bu arada biraz Robert Mussil’in niteliksiz adamına da o listeye sokabilir miyiz? O da kavrulan giden modernistler. Şimdi şöyle, tabii ki son derece klasik modern romandır Robert Mussil’in. Fragmanı o bitmiş bir roman değil biliyorsunuz. Enfes paragrafları vardır. Mesela bir roman olarak okuduğunuzda, zaman zaman sizi bayabilir. Ama enfes teşhisler, enfes düşünceler saklıdır. Gayet tabii ki klasik modern ama mesela Robert Mussil’in niteliksiz adamı, Elias Canetti’nin körleşmesi,
bunlar klasik modern edebiyata bağlamında son derece periferde kalan romanlar. Ömrü süresince ünlü olmadı evet. Büyük modernler hep 19. yüzyıl mirasını getirip, o 19. yüzyılın 20. yüzyılda nasıl bir dengini bulamadığı hususunda, eserler sürekli bahseder. Bu şeyde de var işte, Ahmet Hamdi Tampınar’da da var. Tampınar, gecikmiş bir 100 yıl sonu yazarıdır hadd-ı zatında. Tampınar tipik bir konuları itibarı ile, sanat, edebiyat, hayat, sanat neye yarar,
sanat bizi nelerden korur, sanat bizi nelerden koruduğunu, özellikle sanatçıyı nelerden koruduğunu, Abdullah Efendi’nin rüyalarını da çok güzel anlatıyor. O parçalanmış yüzler, aslında Chopin Aver’in kör, hiçbir amaca hizmet etmeyen, hiçbir telosa doğru yola çıkmayan, istencinden başka hiçbir şey değil. Eğer sanatçı bunu süblüme edemezse, dediğim gibi, münzivileşmezse, aynen mümtaz gibi. Ve aynen Tampınar gibi. Aynen Tampınar gibi. Bak çok güzel söylüyor.
Tampınar mümtaz olmayı seçiyor. Ne yapıyor? Suat’ı intihar ettiriyor. Aslında Suat’ın intiharı ne biliyor musunuz? Hadi bunu da söyleyin. Suat’ın intiharı, aynen Thomas Mann’ın Venedik’te ölüm adlı novelindeki Gustav von Achenbach’ın Venedik’te ölmesi gibi bir şey. Gustav von Achenbach, 50. doğum gününden biri, Wilhelm Kaiser reisi Almanya’sını temsil ediyor. 12-13 yaşında bir delikanlıya aşık olmuş. Allah’ın belası. Bir Allah’ın cezası çıkıyor ya, Gustav von Achenbach. Thomas Mann ne yapıyor biliyor musun?
Onu sadece dünyaya yansıttığı bir tragedya. Son cümleyi hatırla. Ertsi gün saygıyla sarsılmış bir dünya. Ölümünden haberdar oldun. Ama iç dünyasını küçücük bir çocuğa aşık olduğunu Thomas Mann okuyucusuna yansıtıyor. Ne yapıyor Thomas Mann bundan? Arınıyor. O çünkü Gustav von Achenbach gibi olmak istemiyor. O Almanya’yı temsil etmek istiyor. Goethe’nin temsil ettiği gibi. Goethe’de klasizsiz mi ait? Ahmet Hamdi Tampınar ne yapıyor? Çok çarpıcı bir biçimde iki yol görüyor. Mümtaz’ın yolu ve Suat’ın yolu. Suat’ı öldürmekle Mümtaz’ı seçiyor. Hoş. Mümtaz da yarısı gitmiş oluyor. O da romanın sonunda hatırlarsan. Bir garipleşiyor. Bakınız aynı motif Abdullah Efendi’nin rüyalarında da var. Eski benliğini ne yapıyor? Restoranta, içki, rakı, içtikleri yerde unutuyor. Ve o yanıyor. Aynı Mümtaz Suat konstelasyonu. Şu ilginç diyeyim mi? Büyük bir Cumhuriyet Eleştirisi olarak okunmuştur Suatleri Ayarlama Enstitüsü. Bir yandan da tabi modernin eleştirisi. Ama bunu yazan adam CHP’den milletvekili. Bu nasıl açıklanır? İşte bak o ayrı. Bakınız o dönemin insanları ayrı. Ben Ahmet Hamdi Tampılar’ın hiç politik bir yazar olduğunu düşünmüyorum. Son derece estet bir yazar. Şimdi onun CHP’den milletvekili olması öyle aman aman büyük derinlikler aramamak lazım. O zamandaki görüşçü. Aydın birisi, okumuş birisi, yabancı dil var. Yani o dönem bir lise mezunu olmak bile büyük bir olay.
O da aslında CHP’den milletvekili olma özelliği de bu Ahmet Hamdi Tampılar’ın politik olmayan estetizmine son derece uygun düşüyor. Yani bugünkü CHP’ye bir yol vurmaydı bilmiyorum. Ama o zamanınki CHP’si bu anlama geliyor. Milletvekili. İstanbul Üniversitesinde ders veriyor. Türkolojide. Bir de İstanbul Üniversitesinde onun ders verdiği dönemler kimler kimler ders veriyor. Göz önünde bulundurursan hani böyle bir şey gibi onlar. Bir cemiyet gibi.
Yani Türkiye Cumhuriyeti’ni modernleştiren. Modernleşmek istemese bile tırnak içinde söylüyorum. Aşağı ve asla Ahmet Hamdi Tampılar’a böyle bir şey çıkmaz. Bulunduğu görevlileri itibariyle eşekler gibi de modernleştirmek zorunda. Taşımak zorunda. Ama eserlerinde de gösteriyor. Postmodernizm uyarısı var. Bakınız çok büyük bir adam. Abdullah Efendi’nin rüyalarında şöyle bir prognoz da var. Eğer evdeki canavarlara izin verirsek. Ne olur biliyor musunuz? Postmodernizmdeki durum olur. Anything goes.
Yüz kat ne demek? Bütün her şey sadece tek katta ibaret. Evler, bungalow ve büyük büyük bodrum katlarından ibaret. Nasıl Nietzsche 20. yüzyılın başındaki korkunçlukları zikrediyor bilgelik içerisinde. Modernizmin tuzaklarının da farkında Ahmet Hamdi Tampılar. Postmodernizme yönelik olarak söylüyorum bunu. En büyük yazarı böyle bir adam olan bir ülkede gerçi en büyük yazarı sakat bir ifade ama en büyük yazarı Ahmet Hamdi Tampılar sayılan bir ülke kendi paradokslarını çözebilir mi? Ya da çözebilmiş midir? Bence inanılmaz bir potansiyel var. Eğer en büyük yazarın eserlerini okursak inanılmaz bir potansiyel var. Çünkü dediğim gibi modernizmin sancıları modernleşmek bunu tekrarlamak gerekirse Doğu-Batıdan bağımsız olarak söylüyorum. Çünkü Avrupa ülkeleri de modernleşirken de sancılar yaşadılar. Onlar da oh yeah şimdi modern olduk yaşasın demediler. Orada da korkunç şeyler oldu. Psikaniliz de oldu. Olanakları gösteriyor. Yolları gösteriyor. Suat gibi olmayın diyor. Üntaz gibi olun diyor. O da diyor belki en iyisi değil ama Suat’tan daha iyidir diyor. En büyük romancısı olan Thomas Mann’ın ülkesi olan Almanya’da gördük modernizmi ne yaptı? Belki çok acılar çektiler ya yani 17 elini orada ödediler. Acılar çektiler de ne zaman acılar çektiler? Bu acıları 1618-1648 yıllar arasındaki acıları kast ediyor olsan sana hak vereceğim. Din savaşları 30 yıl savaşları İsveçliler geliyor. Fransızlar geliyor. Yok bunlar geliyor. Bu da Almanya’da buluşuyorlar. Almanya yerli bile oluyor.
Pardon 1933-45. Bu acıları kabul etmiyorum. Öyle mi? Tabii Thomas Mann da sürgündeydi Kaliforniya’da. Şunu demek zorunda kalıyordu. Ben neredeysem göğü terini Almanya’sa oradadır diyordu Kaliforniya’da. Ne büyük acı. Yani Ahmet Hamdi Tampınar bu ülkenin en büyük yazarı olarak Thomas Mann’ın duyduğu utancı duymadı bence. Dil devrimine karşı olduğu biliniyor. Yazısında da bunu anlamak mümkün. Eski kelimeleri seviyor falan. Buna ne diyorsunuz? Dil devrimini büyük bir ihanet olarak gördüğünü söylüyor bir yerde yanlış hatırlamıyorsak.
Çok doğal değil mi? Ahmet Hamdi Tampınar inanılmaz autodidakt bir insan. Yani o dil içinde yüzüyor. O dil onun içinde okyanus. O da bir balık. Tabii ki karşı çıkacak. Bunu çok huğulduluyor. Ses çıkarıyor. Yani böyle ee öyle oturan birisi değil. Bunu da yapmayın diyor. Ama yanılıyor tabii. Ya yanılıyor değil. Öyle kolay değil. Sadece dil devrimi değil. Yani Türkçe’ye geçmek değil. Şimdi Allah’ım çok tehlikeli sulara giriyoruz. Ama düşünün ki Latinca alfabeye geçiyorsunuz. Ve 10 sene evvelki o eğitim sistemiyle büyümüş çocuklar 15 sene evvelki şeyleri okuyamıyorlar.
Hiçbir ülke yoktur ki dünyada. Böyle kültürel bir sezur kesintiye uğramış olsun. Çünkü sadece yazıyı okuyamamak değil. Öyle bir hale geliyor ki o yazıyı gördüğün an son derece muzeyal bir şey yerine konuluyor. Evet ama bunu söylediğiniz anda bizi tabi İslamcı sularına girmiş oluyoruz. Saçma hemen İslamcı sularına girmiş olmuyoruz. Çok acı bir şey söyleyeceğim ben size. Ben Göten’in yazdığı orijinal metnini sular seller gibi anlıyorum. Onu bırak. Luther’ın Almanca’ya çevirdiği İncil’i sular seller gibi okuyorum. Arkadaşlar her şey birbiriyle ilintilidir. Eğer ben Luther’ın çevirdiği İncil’i sorunsuz bir biçimde okuyorsam orası düşünürlerin ve edebiyatçıların ülkesi Almanya olur. 50 sene evvelki Ahmet Hamdi Tampalar’ın yazdığı metnileri Osmanlıç’a Türkçe sözlüklerle okuyorum. Allah’tan internet var. Yoksa eskiden Türkiye’de aldığım ilk kitap 85 yılında Ferit De Veli oğlunun Osmanlıç’a Türkçe sözlüktü.
Doğru söylüyorsunuz ama bunu tersten okuyunca da o zaman bütün suç yine Cumhuriyete kalmış oluyor. Yine aynı yere geliyoruz. Cumhuriyete kalmış olmuyor. Ahmet Hamdi Tampalar reddediyor diye ve bu benim hoşuma gidiyorsa, Cumhuriyet haksızdır demiyorum ki. Cumhuriyet kendisi identity politics bağlamında. Bunları konuştuk ne mutlu Türk’üm diyeni, Türkçe alfabet, daha uygun güneş dil teorileri neler neler. Bir araya geliyor, yeni bir kimlik gömlek örüyor Cumhuriyet kendisine. Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ni. Bu Ahmet Hamdi Tampalar’ın hoşuna gitmeyebilir. Tampalar kendi çapında haklı derken, Cumhuriyet haksız demiyorum ki. Ama kültürel bağlamda tabii ki kesintiye uğratıyor. Bu tartışmayı da araç sallaştıran her iki tarafada, hiç onları kastetmiyorum diye söyleyin burada. Yani bu böyledir. Hayır bu çok önemli. Sorunsuz bir biçimde ben GÖYT’yi okuyabiliyorum. Luther’ın İncil çevresini okuyabiliyorum. Bu ne büyük bir tutarlılık, bu ne büyük bir gelenek, bir okyanus. Ve hepsini sahip olabiliyorsunuz. Ben Nezehe Muhiddin’in romanlarını okurken, yani yemin ediyorum Arap dili ve edebiyatı Osmanistlik okuyorum sandım ya. Nezehe Muhiddin, işte şurada 60 liraya evvel yazmış bir kadın. Allah’ım Thomas Mann’ın 1924 yılında yayınladığı büyülü da o kadar mükemmel bir Almanca ki, insanın ağzını suya akıyor. Bak işte bu bambaşka bir birikime sebebiyet veriyor. Sadece dil değil ki. Mesela Thomas Mann, atıyorum, Hermes mitini böyle kullanmış. Ondan evvel Büşner böyle kullanmış. Ondan evvel Götüç öyle kullanmış.
Çok romantikler böyle kullanmış. Edebiyat tarihi sadece dil değil ki. Motif geleneği, öbek geleneği, metafor geleneği, kim nasıl kullanmış? Klasikizm de bu motif nasıl kullanılıyor? Naturalizm de nasıl kullanılıyor? E bize hiç örnek yok ki. Kimleri okacaklar gelenek için? Yahya Kemal mesela daha duru bir dil kullanıyor ona göre. Aslında o da mümkün değil mi? Yani bir ara bulmak mümkün değil midir? Yahya Kemal’in dili daha arı değil mi? Yahya Kemal’in dili daha 19. yüzyıl bana göre.
Bana göre Yahya Kemal Türk edebiyatının en büyük dekadanlarından bunu son derece olumlu anlamda söylüyor. Mesela bu bağlamda Yahya Kemal’in bazı açılardan Orhan Pamuk’a daha çok benzetirim. Bu arada müthiş bir hikaye var hocam. Bunlar oturuyorlarmış Ahmet Amtampınar falan. Bilirsiniz onu. Bunlar şiir konuşuyormuş. Yahya Kemal şey demiş. Arkadaşlar şiir konuşmayın. Oho benimle bittiydi. Canım benim. Bak ne dedim? Bak bunu bilmiyordum. Orhan Pamuk daha çok benziyor dedim. Hell yeah! Ama bir yandan da doğru söylüyor çünkü Yahya Kemal’in şiiri hala devam ediyor.
Ahmet Amtampınar’ın şiiri diye bir şey yok ortada. Zaten Ahmet Amtampınar’ın gücün nesirde, mağhur beste tamamlanmamış. O çok önemli. Ve mesela beste, müzik, melodi, semfoni bu istence karşı çıkmak. Ahmet Amtampınar bana göre dünya edebiyat tarihi okyanusunda kesinlikle çok nezih bir gemide birinci sınıf yolcu diyebilirim. Modernizmi neleri götürdüğünü belki Yahya Kemal Bey adlının şiirlerinde olduğu gibi nostaljik değil.
Daha kıyametvari ama ondan dolayı daha samimiyetle dile getirdiğini düşünüyorum ben. Peki hocam, ağır entelektüel bir sohbet oldu ama beni ters yaptınız. Huzuru oku dememiştiniz. Huzuru okumamıştım. Huzuru mutlaka okumalısın ama hakikaten şöyle okumalısın. Yani böyle 3 hafta kapanacağım bir yere başka bir şey dağıtmayacak kafanı. Çok zor. Sırf Türkçesinden kaynaklanmıyor. Almancasını da okudum ben. O da öyle. Hani böyle okunması bu kadar zor. Kim bilir yazarken Allah’ım Allah’ım zor bir sanatçı içinde bir doğumdu. Kim bilir? Bu arada saatleri ayarlamaya süslü İngilizce falan çevrildi. Bilmiyorum nasıl karşılandı aslında bir Batılı bunu nasıl karşılamıştır. Ben de merak ediyorum. Onu ben Almanca çevresiyle ilgili şeyleri okudum. Güzel sanatımlar falan var ama çok eksotik tabii ki hala. Bu da neyler ilintili? Girdiğin zaman Almanya’da bir kitapçıya da Türk edebiyatı demeden diyorlar ki Orhan Pamuk! Bu sırf Almanya’da böyle değil, Türkiye’de de böyle. O kadar süper yazarlarımız var ki. Asıl bu bizim doğu toplumu oluşumuzu gösteriyor.
Biz böyle bir tanesini seçip onu tapınmayı, onu büyütmeyi, onu Osmanlı Sultanı yapmayı öyle seviyoruz ve güzel beceriyoruz ki diğerleri hepsi diğer şehzadeler misali kardeşleri tarafından öldürülüyor oluyor. Peki ama küçük eleştiri getireceğim yani. Ben Abdullah Efendi’nin rüyalarını okudum. Güzel ama hani dünya edebiyatında bugün için çok önemli mi bence değil. Siz ne diyorsunuz okunda? Bence çok önemli. Dünya için de tabii ki. Mesela Amerika için belki Türkiye’den daha önemli. Modernizmin öyle korkunç sinsiliklerinden bahsediyor ki.
Bu bağlamda Abdullah Efendi’nin rüyaları siyaset bilimik ürsülerinde okutulmalı. Hocam okuyacaksam Gerarda Nerval’in orijinalini okurum demez mi Batılı? Yani niye Tam Pınar’ı okusun? Yeni oluşumların alımlamaları ve aplikasyonları daha değerli. Bak çok ilginç. Ahmet Hamdi Tam Pınar, Abdullah Efendi’nin rüyalarını genç bir cumhuriyette yazıyor. Gerarda Nerval, soçoktan ölmeye yatmış bir dünyada yazıyor bunu. Yani o dünya ile vedalaşırken Ahmet Hamdi Tam Pınar, dikkat!
Bu dünya böyle bir yere evriliyor. Çok çok daha enerji. Yani Gerarda Nerval’de ahı gitmiş vahı kalmış hepsinin kadı emilmiş hatta kan akmıyor damarlarında zeytinyağı akıyor. Hepsi dekadan, hepsi soylarının son temsilcileri. Abdullah Efendi öyle birisi değil ki. Baksana, arkadaşlarıyla içiyor, sürekli kadınlara bakıyor, iki tane genel evi üst üste. Bir türlü olmuyor. O ne kadar oldurmak istese onun şahsına minasır gerçek o kadar korkunçlaşıyor.
Şöyle bir uyarı var, istekler ne kadar çok yerine getirilmeye müsait oluyorsa onların gerçekleşme ütopyasından o denli uzaklaşıyorsunuz. Çok güzel bir modernizm tanımı olabilir bu. Harika idi hocam her zamanki gibi. Abdullah Efendi ile kalın diyoruz o zaman. Evet Abdullah Efendi ile kalın ama dikkat edin evinizin çatısı uçmasın. Bu ikili atıp tutmaya daha doğrusu hocam atıp tutacak ben de ona yanında eşlik edeceğim. Aynen öyle. Haftaya ne okuyoruz hocam daha doğrusu bir dahaki programa? Masmana girelim mi hocam? Hangisini?
Venedik’te Ölüm diyelim. İyi hadi tamam. Hem filmi de var. Bir dahaki sefere Venedik’te Ölüm. Okuyun. Görüşmek üzere.
Görüşürüz.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir