"Enter"a basıp içeriğe geçin

Venedik’te Ölüm – Böyle Buyurdu Kültür – Prof. Nevzat Kaya – B22

Venedik’te Ölüm – Böyle Buyurdu Kültür – Prof. Nevzat Kaya – B22

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=MK2toHCgChU.

Hocam merhaba. Nasılsınız hocam? Bomba gibiyim her zamanki gibi sizi sormalı. İkinci Dünya Savaşı’ndan kalan, patlamamış, yeraltında bulunan bomba gibiyim. Bir türlü patlayamamış. Hocam sayenizde okur yazar oldum. Sizin gibi söyleyemiyorum ama Thomas Mann. Thomas Mann. Raftanın konusu daha önce de duyurmuştuk zaten. Thomas Mann, Venedik’te ölüm. Venedik’te ölüm büyük bir geleneği sonlandırıyor. Alman edebiyatı içerisinde Goethe İtalyan seyahatiyle Alman klasisizmini başladı. Alman klasisizmi Goethe’yi şişe ile Batı edebiyat tarihinin son klasisizmidir. Ondan sonra artık romantizm başlar, modernizm başlar. Goethe’nin antik Yunana ve Romaya geri dönüşünü, inanılmaz humanist insan tasarımıından sonra Venedik’te ölüm bu geleneği son derece romantize ve modernize ederek sonlandırıyor. Ne demek? Venedik’te ölümde bir neoklasizm söz konusu ancak limon çiçeklerinin büyüdüğü ülkeye bir metiye değil. Tam tersi ölüm, hastalık, gizli arzular ve felaketi sürükleyen kirli sırlar söz konusu oluyor. Yani klasizmin hayat dolu apolonik unsuru gizli kalmış, kirli, saklanılması gereken arzulara mahal bırakıyor değil mi? Venedik Batı edebiyatı ve kültüründe böyle bir hüviyete sahip. Çünkü Venedik çok gözler önünde Avrupa tarihi içerisinde ilk Avrupa resmi devletlerinden birisidir Venedik. Hatta yanılmıyorsam ilkidir Lasera Nesima. Nasıl böyle yükselip yükselip nasıl bir türlü can veremeyerek yüz yıllar boyunca o climaxten sonra sürüm sürüm süründüğünü ve çürümeye başlayan devasa bir bedene dönüştüğünün şeysi Venedik.
Yani göğü teklisi sizimle başlıyorsa Antikite’nin çok güzel bir örnek teşkil edeceğini savunuyorsa Venedik’te Venedik’i yazan yazarlar özellikle 18. 19. yüzyılda artık Akdeniz kültürünün bu şaşalı geçmişiyle bir işe yaramayacağını, bir çözüm öneremeyeceğini bize çok çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Venedik artık neyin başkenti? Krizin başkenti.
Yani şunun kartı hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Unutun artık tarihi kendinize göre şekillendirme hüviyetinden, tarihi teleolojik bir biçimde ele almaktan bu mevhumlardan artık vazgeçin. Çünkü Venedik yükselişin başkenti değil o bütün klasikizmlerdeki Antik Yunanistan ütopyası ya da Roma ütopyası gibi. Hayır, Venedik dekadansın başkenti. Çöküşün. Çöküşün başkenti.
Bin yıllarca boyunca bir türlü can veremeyen imparatorluk olan Bizans imparatorluğunun kaderiyle de son derece paralellikler gösterir Venedik. Venedik Avrupa’nın son derece aydınlanmacı ve teleolojik bedeninde oriental bir tümördür adeta. Şöyle ki Doğu’ya açılır Avrupa, Osmanlı’ya açılır, Baharat’lara açılır, değerli kumaşlara açılır, Hindistan yoluna açılır. Venedik’te hep bir bin bir gece masalının Avrupa’daki kapısıdır adeta. Venedik Avrupa’nın kendisi tarafından böyle orientalist diyeyim ben tırnak içinde ele alanır. Bir de Venedik tabii ki şöyle bir kültürel paradigma kırılmasıdır. Avrupa’da ilk şehir devletidir. Şeydir Venedik, yolları yoktur. Kara ile deniz birbirine geçmiştir. Dolayısıyla Venedik aydınlanmanın hep salık verdiği gibi. Katı değildir, şekli şemali belli değildir.
Hayır sıvıdır, amorftur. Avrupa kültüründeki beden topografisine bakıldığında Venedik kerilliği temsil etmiyor. Son derece garip bir biçimde Doğu’ya açılan, ötekileşen, eksosfer dediğimiz Doğu’ya açılan, dişil bir mekandır, romantik bir mekandır. Yani eşiğin tam kendisidir. Liminal deriz biz. Yani hiçbir surette Avrupa’dadır ama Avrupa’nın klasikizmini temsil etmez. O kadar ilginç ki. Venedik aynı zamanda neyin başkentidir biliyor musun? İntiharın başkentidir. Venedik’e hakikaten 2002 yılında Spiegel dergisinde bir yazı vardır. Onu Ege Üniversitesinde, Alman Filolojisinde iken yani derste Venedik’i işlerken hep götürürdüm öğrencimi. Çok ilginç bulurlardı. Özellikle erkek Avrupalılar, İskandinav ülkelerinden, Almanya’dan bakın çok ilginç İngiltere’den intihar etmek için Venedik’e giderler. Rialto Köprüsü’nden atlarlar. 2002 yılında yazılmış bu yazı.
Venedik’in nasıl bir steryotip olduğunu, masal kenti, Avrupa’daki öteki, doğuya açılma, akın kara karanın ak olduğu bir mekan ve bir nevi Avrupa çok sever ya kapalı sınırları. Sadece Avrupa Birliği olarak Suriye Savaşı’ndan kaçanları değil, hayır manevi olarak da çok kapalı kalın duvarları vardır ama Venedik’te bu duvarlar ozmotikleşiyor. Zaten Venedik’e girdiğiniz zaman vapur yoluyla neyi görüyorsunuz?
Bir şark şehrinin kubbelerini andıran kubbeler görüyorsunuz, rengarenk evler görüyorsunuz ve tüy dikiliyor Venedik’in bu dekadans tarihine. Richard Wagner Venedik’te ölüyor ve Palazzo Vendramin’de onun naşı alınıp gondollarla mezarlığa nakledilmek üzere inanılmaz büyük bir tören yapılıyor.
Bu da 19. yüzyıl Venedik imgesini aşırı bir biçimde romantikleştiren ölümün başkenti yapan, çürümenin başkenti yapan sırf dışsal olarak değil, içsel olarak da çok önemli bir olaydı.
Venedik Karnavalı da bu bağlamda çok önemli çünkü bütün Avrupa oraya gidiyor Rio Karnavalı’ndan farklı olarak hiçbir surette Avrupalı disiplinden vazgeçmek sizin o Venedik masklarıyla bambaşka Avrupa’da yapamayacağınız şeyleri, tırnak içinde şeyleri aklıma nedense yeni Michel Foucault geldi. Mesela onun da Venedik’i, Tunus olabilir mesela anlatabildim mi? O maskların altında istediğini yapabiliyorsunuz. Bu bağlamda Eyes Wide Shut filmindeki o garip tören’deki Venedik maskları da yine dolaylı olarak Venedik’in bu yönünü zikretmiş oluyor.
Deka dansın her türü yani. Venedik’e gittim siz de gitmişsinizdir. Hayatımda gördüğüm en ilginç ve eşi benzeri olmayan, başka hiçbir şeye benzemiyor hakikaten. İstanbul’da çok özeldir ama Venedik hakikaten garip bir yer. Kasvetli de bir yer. Mimarisi garip, yapısı garip çok psikopat bir yer. Bilmeyenler için Aşnbach diye mi okunuyor bu? Evet Aşnbach.
Aşnbach diye meşhur bir yazar. 60’ını geçmiş durumda galiba. Tatil yapmaya gidiyor ama yaratıcılık sorunları da yaşıyor. Venedik’e gelmeden önce başka bir yere gidiyor sonra Venedik’e geliyor. Ve Lido adası meşhur orada. Çok da spesifik bir otel.
Otel de ben diye banyo oteli gibi bir şey aslında. Otele yerleşiyor ve o otelde sanırım 12-13 yaşlarında ya da 14 yaşında bir çocuk var. Tadzio diye yazılıyor ama Tadju aslında. Tadju. Bu arada bir de çok meşhur filmi var. Lucchino Visconti’nin çektiği filmiyle daha çok biliniyor tabi edebiyat eserinden çok ama aslında bir novella bu fakat garip bir şey oluyor yani şaşırtıcı bir şey oluyor. Adam aslında Tadju’ya aşık oluyor. Şunu soracağım bugün yazılabilir miydi bu novella?
Farklı yazılırdı tabi ki. Şöyle yazılırdı. Bugün giderdi Aşnbah’ın rolündeki birisi Venedik’e öylesine laf olsun diye. Ay Venedik kültür başkenti değil diye. Sex dating’te tanışırdı Tadju olan. Tabi ki böyle aman aman platonik ahlar vahlar olmazdı. Gayet tabi ki iş sex’e gelirdi. Bugünkü posmodern şeyde anything goes ya. Yani hiçbir şey havada asılı kalmasın ya kendimizi gerçekleştiriyoruz ya.
Ama bir yandan da hocam bugünkü politik korrekt atmosferde öyle bir çocuğa olan aşkını anlatması da enteresan geldi bana. O tepki almıştır herhalde o zamanda. Hayır almadı. O kadar ilginçtir ki edebiyat tarihinin bu açıdan ilginç bir noktasıdır Thomasman’ın Venedik’te ölümü.
Bu arada şunu da ekleyebilir miyim. Bu Thomasman’ın başından geçmiş bir olaymış aslında. Kendi gerçekten otelde bende kalmış ve orada bir çocuk görmüş tabi. Aralarında bir şey olmuş anlamına gelmiyor ama. Yani dolayısıyla otobiyografik çağrışımları olduğu söyleniyor. Thomasman’ın büyük eserleri otobiyografiktir. Büyülü dağda da mesela sanatorium hikayesinde gerçekten oraya eşi Kat Yaman’ı götürüyor tedavi için. Ondan sonra bakıyor bu sanatorium ne değişik bir yer diye büyülü dağ romanı çıkıyor. Bu tarihi açısından özellikle Germanistik açısından Alman filolojisi açısından Venedik’te ölüm çok semptomatik bir eserdir. Şöyle ki biz şimdi bu konuşmayı hakikaten 1963 yılında yapsaydık hiçbir surette bu konu dillenmezdi. Bizim için Venedik’te ölüm hiçbir surette koca adam 14 yaşındaki oğlana olan aşkından bahsediyor. Pedofil hiçbir surette şey yapamaz çünkü biz bu aynen böyle yaşandı.
Mesela eşi Kat Yaman taçıyoyu biliyor. Reportajlarda diyor yani ay bir tane çocuk vardı Thomas onu nasıl severdi böyle şeyler var ama 1975’e kadar biz hiçbir şey bilmiyorduk. Venedik’te ölüm böyle bir eserdi. Platonik ideallerin kurbanı olmak, güzellik yani yorumlarda cinsellik inanılmaz. Platonik ve psikanalitik ögeler aydınlanmacı bir biçimde kapı dışarı ediliyordu. Neyler? Platonik güzellik idealleri. Zaten Gustav Aschenbach bir sanatçı. Onun zoruna giden aslında ne? O sanatçı olarak güzelliği keşfetmeye çalışıyor ama neyi görüyor? Denizden doğa en mükemmel halini kendince yapmış bile öyle sıkıntılara giriyor.
Biz sanatçılar ne işe yarıyoruz diye gibi okumalar var. 1975’te Thomas Mann’ın günceleri kamuoyuna açıklanıyor. Neden 1975’te? Çünkü 1955’te ölen Thomas Mann şöyle vasiyeti var. Bütün güncelerin ölümünden 20 sene sonra kamuya araştırmacıların hizmetine verilir.
Bu ara Thomas Mann çok ilginç bir yazar. Mesela kendisi hakkında yazılmış doktora tezlerini merakla okuyor, takip ediyor, mektuplaşıyor çalışanlarla. Onları diyor ki çok ilginç buldum bunu ama şunu da göz önde bulundururum. Hiçbir zaman şöyle bir şeyse yok. Bunu da nereden uydurdun? İnanılmaz derecede ilgiyle takip ediyor.
1975’te yayınlanıyor bu günceler. Aman Allah’ım aman Allah’ım. O günceler bir yayınlanıyor. Thomas Mann karşımıza ne olarak çıkıyor biliyor musun? Hayatı boyunca aşktan kavrulmuş insan olarak çıkıyor ve hiçbir zaman aşklarına kavuşamamış. Anlatabildim mi?
1975 yaşındayken Thomas Mann Baviera’da bir otele gidiyor. Orada komik bir çocuk var. Allah’ım nasıl yani genç kız gibi, göğtenin marine baht’taki 15 yaşındaki kıza düzdüğü metiyeleri gibi kendince güncelerine düzüyor. Ona nasıl böyle şeyler veriyor? Bol bol bahşişler veriyor. Nasılsın, ne ediyorsun falan sorular soruyor. 1975’te bu günceler tutucu Almanya’daki Alman filolojisi piyasasına güüm diye düşüyor.
Millet diyor ki aman Allah’ım yani biz şimdiye kadar işte Ayy Venedik’te ölüm, psatonik idealler, Taço ve Şürekâsı Thomas Mann’ın eserlerinde hep Taço gibi aşırı olmasa da hep böyle genç, yakışıklı delikanlılar vardır. Büyük bir şok. Yani Germanistlik 4-5 sene kendisine gelemiyor. Mann da kendi eşcinselliğiyle aynı şekilde yüzleşmiş değil bildiğim kadarı değil mi? Yani ben eşcinselim demiyor.
Hiçbir surette adam evli, Alman burcu basısını temsil ediyor. Hitler döneminden sonra benim olduğum yerdedir Almanya, Goethe’nin olduğu yer benim olduğum yerim diye bir humanist Almanya’yı savunuyor. Tabii ki bunu kendi eşcinsel Alman dili ve edebiyatı homoseksüel demez hala hala ne der biliyor musun? Homoerotik der. Hala içlerine bir derttir.
Bunlarla hiçbir surette yüzleşmiyor ama günceleriyle inanılmaz pedant bir biçimde bunları not etmiş. Tabii ki bambaşka bir şeye bürünüyor. Lukinovitz-Contin’in filmi demek şeyin açılmasından önce. Tabii ki açılmasından önce. O yüzden mesela filmdeki Gustav von Achenbach’ı çok dahiyani bir biçimde canlandırıyor. Ama mesela 75’ten sonra balesi var, başka türlü tiyatro oyunları yapılmış. Bu cinsellikle ilgili çok çok daha bariz ve başak bir biçimde ortaya çıkıyor.
O yüzden 1975 çünkü Thomas Mann şöyle bir hesap yapıyor. Benim ölümümden 20 sene sonra karım Kat Yamanda ölmüş olur. O muhatap olmaz bu işlerle ama karısı 1981’de ölüyor. Aslında bir nevi içten içe utanıyor demek ki. Tabii ki utanıyor. Thomas Mann hem velediye giden ve o oğlana baka kalan bir sanatçı hem de inanılmaz tutucu bir burcu var. O kadar feci bir bölünmüşlük.
Ama mesela karısı hiç şaşırmıyor. Karısı diyordu ki ey Thomas zaten çok ilginçti. Sadece hastalandığı zaman yanıma gelirdi. Evet evet ifadeleri var. Şimdi arkadaşlar bize bunlar komik geliyor. Biz diyoruz ki ne oluyor ya. Şimdi bu 19. yüzyıl sonunda doğmuş insanlar 20. yüzyılın başında evlenmiş bu çift onlar için böyle değil bu.
Bu da garip geldiği gibi şey değil. Hem kadınlarda erkektir istediğini yapabilir şeysi var. Tipik Victoriyen 200’lü diyelim. Aslında 200’lük de değil. Tasarım bu. 75’den sonra bu. Ne oluyor? Bu da çok posmoden bir şey. Thomas Mann zaten Almanya’da kimler okuyor? Burcuva sınıfı okuyor. 1975’te artık ne oluyor Thomas Mann? Çoktan olmuş 60’lardan yani ikinci dünya savaşından sonra kitlesel bir yazar olmuş. Yani Almanca kitaplarında nasıl mesela Türkiye’de Türk Dili ve Edebiyatı konuştuk. Ahmet Hamdi Tam Pınar diyoruz. Alman Dili ve Edebiyatı için de Alman Edebiyatı için işte orta öğrenimde üniversitelerde Germanistikte Thomas Mann’ı bilmeden mezun olamazsınız. Thomas Mann kitleselleştikçe bütün bu meseleler bu yeni posmoden kuramlar ışığında neye evriliyor biliyor musunuz?
Şimdi Thomas Mann’ın filolojiye en büyük katkısı nedir? Bir sanatçı yasak olan unsurları pornografik bir biçimde göstermesine rağmen nasıl saklayabilir söylemi? Disko rock mü? Thomas Mann göstererek saklama uzmanı oluyor. Buradan neler ortaya çıkıyor biliyor musunuz filolojik araştırmalarda? Klasik modernizmde 20. yüzyılın başında hele hele Alman kültüründe Hitler dönemi tecrübesi var.
Sanatçılar nasıl stratejiler uyguluyorlar ki kendilerini ifşa ediyorlar, ifşa ederken kendilerini nasıl saklayabiliyorlar? Mesela bunu sadece eşcinselliğe applike etmeyebilirsiniz. Mesela birisi Nazi Almanyasında nasıl oluyor da inanılmaz eleştiren şeyler yazıyor. Ama aynı zamanda da son derece azgın ve asidik olan Nazilerin sansür makamlarını kurullarına bu çakılmıyor.
Aleni söyleyerek gizleme stratejisi Thomas Mann’ın bütün eserlerinde vardır. Büyülüdağ da vardır, Dr. Falsus da vardır, Brunbrook ailesinde vardır. Thomas Mann için dolayısıyla homoerotik konselasyon, fantezilerimi bari sanatçı olarak yaşayayım şeysi değil, eşcinsellik Thomas Mann’ın tüm övresinde neye dönüşüyor biliyor musunuz? Burjuva karşıtı sanatçılık göstergeliğine bürünüyor. Doğanın istencine son derece Chopin’e ayrı çirkin burada. Doğa bizi neye zorluyor? Evlenin, çocuk yapın, çiftleşin. Ondan sonra bunlar ne kadar sanat ve kültüre dair şeyler diye kendi kendinize yalan söyleyin diyor. Hayır sanatçılar özellikle von der Sijakl sanatçıları Thomas Mann da bunlardan bir tanesidir. Doğaya köle olmamayı, sıradan olmamayı böyle ifade ediyorlar eserlerinde. Sanatçı nedir? Hayata küskündür. Sanatçı nedir? Kısırdır. Sanatçı ne değildir? Çocuk sahibi olamaz. Sanatçı ne olamaz? Normal bir biçimde aşık olamaz. Bunlar hep banallerin ve banal oldukları için mutluların işi. Thomas Mann onları mavi gözlü ve sarışın der. Onlar tipik almandır Thomas Mann’ın ama annesi Brezilyalı’dır.
Zeytin gözlüdür Thomas Mann, siyah saçlıdır, esmerdir, buğday tanedir Thomas Mann’ın babası, sarışın saçlı mavi gözlü Lübeck Hanza şehrinde tipik Alman bir burjuvadır. Thomas Mann kendisini annesine benzetir. Bu damarlarında akan ateşlilik sanat, sanatçı mevumu annesinden gelir. Annesi Brezilyalı’dır. Brezilya’da balta girmemiş orman vardır. Balta girmemiş orman neyi temsil eder?
Doğayı temsil eder. Doğa neyi temsil eder? Dionizos’u temsil eder. Orman neyi temsil eder? Mustafa Aschenbach Münich’te mezarlığa girdiğinde orada o sırt çantalı, şapkalı, garip görünümlü bir Hermes figürasyonudur o. Onu gördüğünde balta girmemiş orman fantazisi vardır. Tropikal böyle kuş sesleri falan. Orada ama neyi görür? Karanlıkta iki tane kıpkırmızı kendisine bakan kaplan gözünü görür.
Dionizyak arzu hazır ve nazır bekliyor ne yapmaya. O ormanda kaybolana atlamaya bekliyor değil mi? Münich’te çok sıkıntılı bir gün. Sanatçımız hiçbir şey verimli değil. Hiçbir şey yapamıyor. Yazamıyor. Writers blog yaşıyor herhalde. 1900 nokta nokta yılında kıtamıza çirkin suretini gösteren 1900 nokta nokta. Demek ki birinci dünya savaşı öncesi, bak 1911 de yazıyor nasıl profesi full of profesi. Sıkışmayı hissetmiş. Avrupa hiç iyi değil. Son demlerini yaşıyor aslında Avrupa. Çıkıyor Afakanlar basmış zaten Gustafur Aschenbach neyi temsil ediyor? Devleti temsil ediyor. Hangi devleti temsil ediyor?
İkinci Wilhelm Kaiser Reich’ını yani Wilhelm Almanyası’nı Hitler ve Weimar Cumhuriyeti öncesi kolonialist İngiltere ve Fransa’lan ve Rusya’yla sürekli sürtüşen Almanya’yı temsil ediyor. O kadar büyük bir devlet sanatçısı ki 50. doğum gününden bu yana kendisine Fon asilzadelik ünvanı veriyor. Buradan biz şunu anlıyoruz yani devlet sanatçısı klasist birisi. Niye? Çünkü devletin borusunu öttürüyor. Saraya metiyeler düzüyor. Yandaş sanat.
Yani bunun böyle söyleneceğini. Ay Gustafur Aschenbach baş çomarı ya. Ama pedofil aynı zamanda. Ama onlarda da var Badeleme. Hep bir ilginçlik var değil mi? Buna bu asilzadelik ünvanı veriyor. Birinci bölüm işte geziniyor. Bizans mezarı Bizans haçları var. Bizans haçları böyle böyle değildir. Dikeye’dir ve iki tane yatay şey vardır. Bizans haçları zaten bir prefigurasyon.
Aynen biraz evvel zikrettiğim gibi Venedik daha Munich’te zikretmeye başlıyor. Çünkü Venedik aynı zamanda doğuya değil Bizans gibi geçmiş imparatorluklara Osmanlı imparatorluğuna İstanbul’a açılıyor. Hatta Venedik bağlamında çok önemli. Ayasofya’nın quadrigaları atları Marcus katedraline getiriliyor haçlı seferlerde. Yani düşünün Venedik öyle bir şirkef ki öyle büyük bir devlet ki İstanbul’u ne yapıyor?
Konstantinopolis’i ne yapıyor? Yağmalıyor. Dolayısıyla böyle bir İstanbul-Venedik bağlantısı var. Bunu Türkiye’de bir yatında da görüyoruz. Nedim Gürsel’in resimli dünya romanı. Biraz zaten bu ilişkiyi çok hoş bir biçimde zikrediyor. Mesarlık, seyahaten gelmiş gibi duran bir adam. Eğer o Hermes ise. Hermes sadece haberci değil. Aynı zamanda ölülerin ruhunu da psihopompos şekliyle öteki dünyaya götüren birisi.
Yani Birger Manistan’ı okuduğu zaman tırnak için dediğim kabak gibi der. Thomas Mann kazların önüne doğrarcasına bütün motifleri yüklemiş. Mesarlık öte dünya temsilcisi Tanrı zaten kuru kafa gibi yüzü öyle ince dudaklıydı ki diş etleri görünüyordu. Yani bir kuru kafa sureti o Hermes. Aynı zamanda balta girmemiş orman. Yani hoş geldiniz. Kaosa Apokalipsinao. Bu ilk önce İstria’ya geliyor. Yani Dalmatya’ya Hırvatistan’a. Ama orada sıkılıyor çünkü Thomas Mann tarafından yaratılan bir sanatçı gayet tabii ki Thomas Mann Wagner yendir. İnanılmaz severdi Richard Wagner’ı. Nereye gönderir sanatçısını? Onu gebertmek için Venedik’e gönderir. Venedik novelladır. Bu konuşmayı yapmak zorundayım. Çünkü Türkiye’de hala uzunlukla ölçülüyor bu novella ve roman meselesi. Ben hep diyorum işlevine bakacaksın. Yani işe yarıyor mu? Uzun uzun, kısa kısa bunlar önemli değil. Çünkü novella hiç duyulmamış ilginç bir olayı dile getirir. Yani yekpare ve tek bir konuya bağlıdır novella. Sen bu içeriye göre atıyorum 500 sayfalık novellada yazarsın. Ama 70 sayfalık roman da yazarsın. Roman ise tek bir olaya konsantre değil. Hayır. Bir mekanda, bir evrende, bir topografyada belli başlı bir zaman dilimini,
totelinde yansıtır. Herhangi bir olaya konsantre olmaz. Ama bir romanda bir novella vari, apayrı bir anlatı öbeği bulunabilir. Bakınız romanın adı ne? Budnbrook ailesi. Dört nesil boyunca Budnbrook ailesini anlatıyor. Bu işte romandı. Novellanın adı ne? Detort in Venedik. Venedik’te ölüm. Yani bunun için ne gerekiyor? Birisi gidecek Venedik’e, mekan belli. Orada gebercek. Refigurasyon. Yani anlıyoruz yani daha başlığından anlıyoruz.
Bu adam orada ölecek. Bu ölümün etrafında şekillenen olaylar, spesifik bu olaya yönelik anlatılıyor. Açtığın zaman Gustav von Aschenbach daha ilk sayfalarda, bakın ne ilginçtir, prefiguratif bir biçimde mezarlıklar dikkatini çekiyor. Hemen anlıyoruz okuyucu olarak. Aaaa! Demek bu Gustav von Aschenbach Venedik’te ölecek. Anladık mı novellanın roman farkını? Sevgili bilmeden eleştirenler. Ve novella o kadar kompaktır ki aslında aynen tragediyayı andırır. Prolog var, Gustav von Aschenbach sıkılıyor. Sonra Venedik’e gitmesi var. Orada Tacchio’lan tanışıyor. Kolay yükseliyor. Sonra diyor bu böyle olamaz. Ne oluyor? Dönmeye çalışıyor değil mi? Tam dönmeye çalışırken bavulları unutulduğu için, eşyaları unutulduğu için hayır ben şimdi geri dönüyorum diyor. Yan cebime koyuyor. Ne oluyor? Bir düşüş oluyor yine. En sonunda da katastrof oluyor.
Tipik bir tragedya şeması. Bir roman tragedya şemasında olamaz. Ama novella bu bağlamda çok dramatik bir yapıya sahiptir. Yekpari bir olayı anlattığı için aynen bir tragedyadır. Gustav von Aschenbach’ın tragedyası. Yaşar Kemalink’i de novellaydı o zaman. Tabii ki yılanı öldürseler de bir novella. Roman değil. Ama mesela Türkiye’de ne diyoruz biz? Roman diyoruz. Ya da uzun öykü en korkuncu da bu. Peki ben şeyde hala ikna olamadım. Yani ikna olamadım derken nasıl tepki almıyor ya? Bugün hakikaten politik korrek nasıl acayip bir cancel kalçır falan var ya. Thomas Mann’a nasıl bulaşmamış bu? Bulaşmıyor çünkü o zaman öyle cancel kalça yok. Bir de şöyle bir şey var. Şimdi nasıl bulaşmıyor? Yani yeni okumaları var mı? Var mı yeni gelişmeler bu konuyla ilgili? Var. Şöyle şeyler. Thomas Mann’ın genç oğlanları, oğlancı Thomas Mann. Bu tarz şeyler gayet tabii ki var. Ama Thomas Mann 20. yüzyılın büyük klasiklerinden olduğu için… Dokunamıyorlar galiba.
Dokunamıyorlar değil. Adamın hakikaten eli erkek eline değmemiş. Onu zaten güncelerinden de görüyoruz. Tam tersi de şöyle bir saygı duyulması da var. Yani bir insan bu kadar disiplinli olabilir mi? Aynı zamanda bugünün perspektifinden bakış. Çünkü bugün birisinin canının pizza istemesiyle çabucak bir grup orcisine katılma arasında böyle aman aman bir fark olmadığı için… Thomas Mann’ın bu disiplinli oluşu zaten Gustafur Aschenbach’a da yansıyor farkındaysan. Hiç istifini bozmuyor. Sırf içinde yaşıyor. Venedik’te ölüm tam tersine klasik Avrupa kültürüne, bir klasik Avrupa’nın modernleşme öncesine büyük bir vedaadır. Çünkü Venedik’te ölümde plaça gittiğiniz zaman neyi görüyorsunuz? Thomas Mann da çok yaygın bir motiftir. Aynısını. Büyülü dağda da göreceğiz. Küçücük bir alanda bütün dünya toplanmıştır. İngiliz’i vardır, Rus’u vardır, Lehi vardır, Fransız’ı vardır. Bütün dünya oradadır.
Dolayısıyla novella olmasına rağmen nasıl bir hüviyete bürünüyor bir mesel de oluyor aynı zamanda değil mi? Bütün dünya ölen Venedik’in plajında. Ve bir tek İngilizler çok ilginç bir biçimde birbirlerine uyarıyorlar ve diyorlar ki Sakın o çilekleri yemeyin. Hastalık bulaşır bunlardan. Thomas Mann da gayet tabiki stereotipleri var. Her boku bilen kimler? İngilizler.
Onlar giderler, en büyük sefayı sürerler ama tek tek tek veredikteki İngiliz turistleri gibi ben sakın o çilekleri yemeyin. Ölürsünüz derler. Tabi ki Alman İngilizce anlamadığı için filmden bahsediyor. Löpür löpür o choleralı. Bakınız neyi yer orada biliyor musunuz? Gustav von Aschenbach. Sondurucu disiplinli bir Alman olarak. Yasak meyveleri yer işte. Sadece Tachyo’ya bakmak değildir bu. İngilizlerle Almanlar arasındaki fark.
Tasarımcı pratik zekalı çıkartıcı İngilizlerle biz hurraa ölüme gideriz gibi duran o korkunç Almanlık. Hepsini ne yapıyor Thomas Mann? Venedik’te ölümde sadece Gustav von Aschenbach’ı öldürmüyor. Bütün bu bel epoch denilen 19. yüzyıl sonu Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemini tarihin orkusuna gönderiyor değil mi? Thomas Mann’da çok önemli bir özellik daha var. Thomas Mann yazarak arınıyor. Ne demek bu?
Son cümlesi çok önemlidir Venedik’te ölümün. Ne diyor? Ertesi gün saygıyla titreyen bir dünya ölümünden haberdar olmuştu. Thomas Mann için bu çift optik yani dünya saygıyla titrerken kendisi okuyucuya potansiyel kendisi. Eğer Gustav von Aschenbach gibi olsa hakkında ne düşüneceğimizi zaten yazıyor. Ve Gustav von Aschenbach’ı Venedik’te öldürerek kendisi yaşamaya devam ediyor. O yüzden bütün eserleri Thomas Mann’ın otobiyografiktir. Thomas Mann benim edebiyat tarihinde tanıdığım kendi protagonistlerine karşı en en en acımasız neredeyse sadistik biçimde davranan sanatçıların başında geliyor diyebilirim. Ama bu aslında sadizm değil. Bu ne? Mazoşizm. Çünkü acıyı çekenler, başlarına o büyük tragedya gelen sanatçılar, o değişik insanlar, sarışın olmayıp mavi gözlü olmayıp esmer olanlar kendisi gibi
hiçbir zaman Lübeck de kendisini evinde hissetmiyor. Münih’i seviyor. Münih’i de niye seviyor? Çünkü İtalya’dan evvel bir adım olduğu için. Monaco di Bavaria anlatabildim mi? Kendisi de hep böyle İtalya’ya bir zaafı var. Aynen öteki bağlamda, aynen Nietzsche’nin de olduğu gibi. İtalya’ya niye hastalar? Bunlar gidiyorlar İtalya’ya. Mesela Brugge ailesini, Palestrina da yazıyor, İtalya da yazıyor. Bambaşka bir şey var. Plajlarda çıplak çıplak erkekler, Nietzsche’nin çok dikkatini çeker.
Böyle bir zerdüştvari elejilere başlar Nietzsche. Kendi ülkelerine Almanya’ya gittiklerinde korkunç protestantvari, kısır, gri, soğuk, duygusuz, disiplinli, yani M.H.E.’nin beyaz kuşak filmindeki düzenle karşı karşıya kalırlar. İtalya hayat dolu, bu taraf korkunç canlı cenaze. Ama aynı zamanda neler saklı orada? Fridznić için de deniliyor. Acaba Franky’den mi öldü? Neler saklı İtalya’da? O İtalya’nın güneşliliğinde.
Kadans ve morbid İtalya’da ne saklı? Yasak meyveler saklı. Çünkü o Alpler öyle büyük bir manevi Kuzey-Güney sınırı ki, güneydekiler günlük yaşarlarken, kuzeydekiler hep büyük tasarımlar, projeler, geleceğe dönük yaşıyorlar. Hep disiplinliler o yüzden. Aslında ne farkı var burada biliyor musunuz? Aşağısı güneyi katolik, pagan, Akdenizli, yukarısı son derece protestant, kitabî ve sıkı tutun kapitalist. Zaten kapitalizmin temeli protestantlık.
Allah çünkü çalışanı sever, gününü güne deni sevmez. Venedik’te ölüm aslında neyin modelidir? Hazır mısınız Türkiye? Sıkı tutuluyor musunuz? Venedik’te ölüm Orypides’in bakalarının bir uyarlamasıdır. Nasıl bakalarda? Dionizos prologunda diyor ki, ben Arabistan çöllerini gördüm, hepsi mükemmeldi, çok güzeldi. Karışık kuruşuk, hibrid insanlar, neredeyse poskolonyal diyeceğim. Unsurlar vardı ve Pentheus nasıl dalga geçiyor, sen diyor kız gibisin.
Aynen Venedik’te ölümdeki Pentheus Gustaf von Aschenbach bir türlü sevgisine sahip çıkmadığı için tırnak içinde. Dionizos da kim? Hastalık değil mi? Taçö tarafından temsil edilen hastalık, kolera. Neden taçö tarafından temsil ediliyor? Bu kadar cinsel anlamda. Inverziyonlar söz konusu ki. İlk taçö’yü gördüğünde resmen Thomas Mann taçö’yü nasıl tarif ediyor biliyor musunuz? Hesiod’un denizden çıkan Afrodit’i nasıl tarif ediyorsa öyle tarif ediyor.
Bu bir inversiyondur. Aslı Tanrıça çıkıyor, kopyasında bütün arzuların hedefi olan Dionizyak sonsuzluğa, Dionizyak kaosa bizi götürecek olan Hermes motifinden payını almış olan taçö’dür. Filmi seyrettiysen filmin sonunda ölen Gustaf von Aschenbach’a taçö denizin ufuğunu gösterir. O işte nedir? Das Fahesungsvollungäheure. Çok büyük vaatlerle gelen sonsuzluk, kaos ve Dionizyak olan ufuktadır.
Thomas Mann için deniz, aynen bu Dionizyak kaosu temsil eder ve dağlardaki kar, büyülü dağda olduğu gibi. Yönünü bulamadığın zaman, her yer aynı göründüğü zaman sen de Dionizyak saldırılara maruz kalıyorsun. Şimdi bu İngiliz’den bahsettim ya, sonra bir seyahat agendasına gidiyor Novella’da. Orada Cholera’nın nasıl Venedik’e geldiğini anlatıyor. O Cholera, Venedik’e geliş rotası aynen Dionizos’un bakalarda tarif ettiği kendi yolunun tıp atıp aynısı. Demek ki, Venedik’te ölümdeki Venedik’ine Yunan tragediyasının başkenti olan Tebae’yi oluyor. Dionizos geliyor, orada her şeyi tuz buz ediyor. Ama Thomas Mann öyle büyük bir yazar ki, ne dedim on dakikaya ben, bütün Avrupa bir mikrokosmos da buluşmuş orada. 1900’lü nokta nokta yılında çok korkunç suretini gösteriyor ya Avrupa’ya bu dönem. Ne yapıyor Dionizos? Birinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da durumların hiç iyi olmadığını, Avrupa’da çok büyük bir miyazma biriktiğini, bir manevi kirlenme söz konusu olduğunu. Bunun da tabii ki ilk ve en asil kurbanının bir Alman olarak Gustav von Aschenbach şeklinde karşımıza çıkıyor değil mi? Herkes her yeri terk ederken Gustav von Aschenbach son derece sadık bir biçimde sonuna kadar Venedik’te kalıyor değil mi?
O kadar kültürel açıdan dolu ki Venedik’te ölüm, öyle sıkış tepiş ki, öyle motiflerle zenginleştirilmiş ki. Platonun Fajdaros’undan alıntılar var. Güneş doğuyor diye diyemiyor adam. Adam diyor ki, Güneş Tanrısı at arabalarıyla yoluna başladığında, Bütün bu süsten, bu barok neoklasik doldurulmadan asıl mevzuyu ilk başta bahsettiğimiz o hamı erotik unsurla onların çakmıyoruz.
Zaten çakamayız çünkü Thomas Mann kim? Thomas Mann, Budenbrock ailesinin yazarı. Budenbrock ailesi de Grimm kardeşlerle birlikte ve İncil ile birlikte her Burcuva Almanı’nın evinde bulunan kitaplardan bir tanesi. Dolayısıyla bütün bu cinsel unsurlar Thomas Mann’da, 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar, hatta ölümüne kadar, 1955’e kadar bu büyük kültürel zikretme maskeler altında saklanıyor. Tabii ki bu yeni okumalarla ve güncelerinin yayınlanmasından sonra her şey meydana çıkıyor. Ama yine de şunu biliyoruz Thomas Mann’ın hiçbir surette tırnak içinde, Michel Fouca hakkında söylenen disiplinsizlikler Thomas Mann için söylenemez. Thomas Mann 6 çocuk babası. Kat Yaman onu da diyor. Ne zaman yanıma gelse bir çocuk çocuğumuz oluyordu diyor Kat Yaman. Böyle saf saf, iyi niyetli, hiçbir şey saklamaksız. Mesela kadın kocasını saklamıyor. O kadar iyi arkadaşlar ki. Zaten çok ilginç Thomas Mann yaşlılığında dişileşiyor. Kat Yaman çok garip bir biçimde son dönemlerini görsen şaşırırsın. Erkekleşiyor, erilleşiyor. Yani öyle bir geçiş oluyor yani. Thomas Mann bugün yaşasa daha mutlu bir adam olmaz mıydı? Yani bugün aslında biz hani siz Fendo, Syak ile 100 yıl sonunu çok meraklısınız anladım kaderle. Benim doktora da kites konumdur.
Tabii orada bir sıkışmadan bahsediliyor yani yeni 100 yıl endüstri devrimi, dünyada her şeyin değişmesi, iki dünya savaşının hemen öncesinde olan bu bunalım. Ve tamam şeyi anlıyorum hani Thomas Mann aslında orada otobiyografik bir hikaye anlatıyor ama aslında bir yandan da Avrupa’daki sıkışmışlığı da anlatıyor. Ama bugün daha mutlu bir adam olmaz mıydı? Aslında ilerlemedik mi yani? Olurdu, ilerledik. Tersimde bunu hep söylerim yani bu konuya gelirim Thomas Mann.
1875 değil de benden 7 yaş küçük 1975 romlu olsaydı. Thomas Mann tabii ki en geç 1990’lı yıllarda internetten bir sevgili yapardı. Onunla Danimarka’da evlenebilirdi ya da Kaliforniya’da evlenebilirdi ve çok affedersin bu romanları yazardı. Thomas Mann bugün daha mutlu olurdu ama bu da aynı zamanda ne? Büyük sanatın sonu kardeş.
Ondan sonra Marcel Proust’ları, James Joyce’ları, Thomas Mann’ları, beklersiniz yani bırakın sanatçıları. Siz Albert Einstein gibi insanları beklersiniz. Ziegmund Freud gibi adamları beklersiniz. Çünkü acıktığın zaman hemen şehire gidiyorsun ısmarlıyorsun ya, tatmin oluyorsun ya anında tatmin olmaya öyle alışılmış ki. Buna oturup birisi 7 seri sanatoriumdaki bin sayfalık roman yazacak disiplini göstermez. İlginç olabilmek için pop partileri kutlanır artık o romanda. En kaliteli bile çak polani. Büyük sanat yok artık. Sanat aslında bir tür sıkışmayı gerektirir diyorsun canım. Herhalde. Ama bugün de. Bugün hayır, bugün her şeye izin var. Bana hiç Martavalı okuma Hilker Hoca. Buradaki Z kuşağı çok mutsuz şu anda mesela bakıyorum.
İçerisinde niye mutsuz düşünün. Bu yüzden mutsuz. Eğer her şeye potansiyel olarak izin varsa, pardon ya sizi ne heyecanlandırsın. Ya biz 3. sınıftaydık gidiyorduk Müjdar’ın filmlerine, Asılacak Kadına çıktıktan sonra iki gün yüzümüze bakamıyorduk. Ve hala bizim için çok önemli, çok ilginç bir şeydi. O bir sahne var. Benim için bir arketiptir. Müjdar oğlanın şurasını öpüyor Rüjlan. Sonra oruç çizgisi aşağı doğru kayıyor. Allah’ım böyle oluyorduk.
İki gün dilimiz tutuluyordu. Şimdikiler diyor ki aaa felatiyo yapıyor. Anlatabildim mi? Türkiye yine de mesela eşcinsellik açısından bir sürü problem olan bir yer ya. Hayır bak şimdi o başka bu başka. Rusya’da da problem var. Hatta Suudi Arabistan’da problem var. Ama bir araya gelindiği zaman anlatabildim mi? Problem yok. Yani toplumsal baskı var ama. Toplumsal baskı var ama. Kişisel düzeyde yok. Repertuvar’a girmiş durumda. Bakın bu çok önemli bir fark.
Şimdi mesela atıyorum. Birisi şimdi sokakta gitse dese ki seni çok beğendim öpüşebilir miyiz? Onu dövmeye kalkınca şöyle bir şey olur. Vay sokakta adama sarkıntılık yaptı diyenler olduğu kadar. Ne var bu insan hakkı? LGBT filan. Bunlar söylenebilir. Ama bunu mesela atıyorum. Kustafon Aschenbach’ın gezdiği Münikte yap. Hapsaneye girersin işkence görürsün. 1970’li yıllara kadar Almanya’da bir yasaktı.
Böyle bir düşünce var ki bizim ülkemizde özellikle. Sanki şarboldlerin Paris’inde de her şey izin vardı. Aman Allah’ım onlar daha da iki yüzlüydü. Her şeyi gizli gizli yapıp dışarıda aman Allah’ım şarboldler zaten buna eleştiriyor. Niye büyük sanat olmaz? Çünkü büyük özlem, büyük arzu olmaz. Niye olmaz? Gençler emin kusura bakmasınlar. Gençler öyle arsız ki şu açıdan. Yarın bir gün küçücük bir USB stickine sıkıştırıldıklarında sonsuzluğa kadar evrende dolaşabileceklerini düşünüyorlar. Böyle bir telosa olan salaktan büyük sanat çıkabilir mi ya? Çıkabilir mi? Ne konuşuyorsunuz? Büyük arz! Benim büyük arz! Unutun. Sinemada da unutun. Edebiyatta da unutun. Kusura bakmayın yani o ışıklar yanıyor. Ne büyük sanat, elektronik. O benim gözümde sanat değil yani. Benim için sanat, büyük böyle son derece sıkıcı bir olayı bin sayfa boyunca anlatıp anlatabilme ve daha da önemlisi onu okutabilme. Budur, budur marifeti olan. Orada dünyada görülmemiş renkler kompozisyonu son derece araçsal. Senin bütün duyularına istismar ediyor. Senin duyularına porno seyrettiriyor. Aslında sensasyonel, sentimental ayrımı vardır Fransızca da yani.
Ha ha işte. Sentimental çok önemli bu bağlamda. O sentimental zurnunun zırt ettiği yer. Büyük sanatta genelde onun arkasında saklı oluyor. Yani ben mazoşist miyim? Ben kendimi işkence yapmak için gidip kendimi kırbaçlayabilirim de. Ama ben Thomas Mann’ı en sevdiğim yazar. En sevdiğim yazar Thomas Mann ama dünyada en sevdiğim roman Usta ile Margarita. Allah aşkına ya. Çıksın birisi Usta ile Margarita’yı yazsın ya. Yazmaya çalışsın ya. Dolayısıyla korkunç bir şey söyleyeceğim. Büyük sanat için bir de ne gerekiyor biliyor musun? Sopa. Ha ha ha ha. Tabii. Tabii biz insanlar böyleyiz. Her şeye izin olduğunda al sana süblimasyon. Çok özür dilerim. Burnunu bile değil başka bir vücut açığının şeyi karışlarsın. Batı edebiyatı tarihi bunu öğretti. Bunu öğretti. Bu soya deniz çok hoşuma gitti. Sopa meselesi benim çok hoşuma gider. Arkadaşlar bu neye benziyor biliyor musunuz? Neden bu felsefe hep Avrupa’dan çıktı? Kant.
Neden Somali’den çıkmadı? Çünkü hem çok Toktular aynı zamanda öyle kristallize olmuştu ki dünyaları bir şeyleri süblime etmek zorunda kaldılar. Şöyle bir yanlış algı var Türkiye’de. Ayy Platonlar Kantlar Hegeller ne kadar süper. Çocuklar bunlar aynı zamanda da büyük acıların dışavuru mu? Somali’deki ya da Papua Yenigine’deki Gulu Gulu kabilesinden adam tükürmüş senin felsefene.
Sen git felsefe yapış. Sen gidersin ancak Venedik titrekçiliğine söylüyorum. Ölürsün. Harika bir sohbetti. Bu arada bir tane de belgesel var filmle ilgili. Sizle konuştuk onu. Lucchino Visconti 70’lerde bu filmi çekeceği zaman çocuk arıyor bir tane. Lucchino Visconti de açıkça gay zaten biliniyor bu. Ve film ekibinde de herkesin gay olması şartını koşmuş. Bunu bilmiyordum. Ayy hepsi de bir gay. The most beautiful boy in the world diye bir belgesel var. Zor biraz bulması ama tavsiye ederim. Çok iyi bir belgesel değil ama bir çocuk buluyor İsveç’te. Tam anlatılmıyor ama çocuğu biraz orada sanki kullanmışlar gibi görünüyor. Sonra çocuk derin depresyonlara düşüyor falan. Onun hikayesi o da izlenebilir. Lucchino Visconti de enteresan. Gerçekten asil bu. Kont babası. Uşakları var falan. Ama komünist işte bir yandan böyle açıkça gay. Ekibin mutlaka gay olmasını istiyor falan. Enteresan karakterler yani hakikaten. O dönem ilginç. Pazolini, Boof, Ari Aster, Midsommar da aynı çocuğu oynatıyor. Paço’yu canlandıran adamı Ates Tupac’ın töreninde oradan atlattırıyor. Evet belgesel de oda var. Doğrudan Venedik’te Ölüme şöyle bir zikrediş. Ari Aster açısından. Taç Yo’yu direk bağlıyor. Ne demek istiyor biliyor musun? Eğer Midsommar’ı seyredersen orada çok böyle şu sahneler var. Gençler çimenlerde oturuyor. Böyle çocuklar o beyaz kıyafetleriyle koşturuyorlar çimenlerden. Aynen Venedik’te Ölüm filmindeki klaş sahneleri gibi. Eğer Taç Yo’yu oradan attırıyorsa ve Horga’da Midsommar’da o Amerikalılar ölüyorsa Amerikalılar Gustav von Achenbach’ın yerine geçiyor. Ve onlar orada hepsi tırnak içinde ölüyorlar. Horga’da Ölüme dönüşüyor. Dolayısıyla Ari Aster ve Venedik’te Ölüm’ün izinde Aynen Thomas Mann nasıl Birinci Dünya Savaşı öncesi kültürün durumunu, siyasetin durumunu çizmeye çalışıyorsa Ari Aster’ın Midsommar filmi de postmodern izafilik durumuna Midsommar filmiyle aynı şekilde eleştirdiğinin dışavurumu dolayısıyla. Peki son bir şey soracağım. Büyük sanat çıkmaz diyorsunuz ama mesela Ari Aster’i büyük sanatçı olarak gördüğünüzü biliyorum. Demek ki çıkıyor mu? Öyle benim gözümde ama tabii ki nasıl hiçbir surette atıyorum Thomas Mann gibi yoktan var edemiyor. Postmodern. Hep referans evet. Yine söyleyeceğim yine linç edeceğim.
Orhan Pamuk da öyle. Boğazın suları çekildiği zaman orada kalan şeyler hem Ari Aster’in hem Orhan Pamuk’un hem Chuck Polanyi’in buldukları Ay ben bunu roman da kullanacağım o da ben bunu kullanacağım filmimde diyor. Dönemlerinin gereği tabi bu. Gayet tabi ki dönemlerinin gereği. O yüzden hiç kimse kendisine Ahmet Hamdi Tampınar ile mukayese etmez. Dönemlerinin gereği. Belgeselde beni çok şaşırtan bir şey. Bu çocuk Japonya’da çok ünlü olmuş ve bu Japon animelerinde bir oğlan tipi vardır böyle uzun saçlı.
Bu meğer oymuş. Evet popüler kültür. Buradan var ya kaç tane tez çıkart. Neden Japonya’da bu çocuk bu bağlamda böyle alımlanıyor. O kadar ilginç ki. Şey diyorlar nasıl bir insan bu kadar güzel olabilir anlayamıyorduk falan. Evet. Ya çocuk çok güzel hakikaten de. Çocuk trakçü ne söylüyor. Evlet bir İsveçli. Çiğ çiğ sarışın yani. Nasıl mesela bize siyahi dansçılar süper geliyor. Dans ettikleri zaman hiç kimse bunlar gibi dans edemiyor diyoruz. Onlara da bu ilginç geliyor tabi. Evet harika bir sohbetti. Thomasman’a teşekkür ediyoruz. Thomasman yaşasaydı daha mutlu olurdu diyoruz. İyi ki daha mutlu olmamış bu mutsuzluğuna biz ölümlüler 13 bin sayfa Almanca’da yazılmış en güzel cümleleri borçluyuz. Ve bu disiplinine ve bu kadar kendisini tutmasına inanılmaz minnettar. Hepsi bize enfes yazılar olarak geri döndü. Teşekkür ediyoruz hocam. Bir sonra yine atı tutmaya devam edeceğiz. Kendinize iyi bakın.
Aynen öyle.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir