Anadolu Arkeolojisi | Adada Antik Kenti | 10. Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=w54tCF6_4io.
waćhacag failin
Kovadagölü’nün güneybatısında Batı Toros dağlarının 1200 metre yüksekliğindeki Adada Antik kenti, sağlam yapılarıyla ziyaretçisini hayran bırakan Pisidia kentlerinden bir diğeridir. Kent merkezinde Hellenistlik ve erken Roma dönemlerinde ticari, idari ve dini merkez olarak işlev kazanmış Agora,
yaklaşık 1500 metre karelik bir alanı kaplar. Bu geniş alanın kuzeyinde çok katlı, güneyinde ise tek katlı ticari ve idari amaçlı kullanılmış galeriler yer alır. Merhaba, Anadolu Arköy’e izin de yine bir ıssız antik kentteyiz.
Isparta’nın Sütçüler ilçesinin Sağrak köyünün karabavullu mevkiinde bulunan Adada Antik kentindeyiz. Pisidyalılar Anadolu’nun Lüvi kökenli halklarından,
Anadolu’da yaşayan bu insanlar, Sunt çağının yani M.Ö. 2. bin yılın sonunda Anadolu’nun büyük bir istilaya uğraması, iç karışıklıklar ve iç savaşlar nedeniyle dağlarda göçebe hayatlar sürdükten sonra gelip bu dağ başlarında kendilerini savunmak üzere kentler kurdular. İşte Adada da bu kentlerden bir tanesi. Mevcut kalıntılara bakarak Adada’nın M.Ö. 5. yüzyıldan itibaren buradaki varlığını söyleyebiliriz.
Ama tarih sahnetine çıkışı ancak M.Ö. 2. yüzyılda oluyor. Daha önceki bölümlerimizde gördüğümüz, Termesos Antik kentiyle yapılan bir anlaşma sırasında Adada Antik kentinin adı geçiyor. Mevcut kalıntılar Adada’nın diğer birçok kent gibi Anadolu’daki, M.Ö. 2. yüzyıldaki Roma İmparatorluk çağında en gelişmiş dönemini yaşadığını bize gösteriyor. Bugün gerçekten de şehirde bu çağdan kalma tiyatro, tapınaklar, caddeler, agora gibi sayısız yapılar var. Hristiyanlık döneminde ise Adada bir yardımcı psikopostluk merkezi olarak varlığını sürdürmüş. Aşağı yukarı 7. 8. yüzyıldan itibaren ise yavaş yavaş terk edilerek önce bir köy hüviyetine daha sonra da bugün gördüğümüz terk edilmiş bir kent olarak tarihte yerini almış.
Adada Antik kentinin agorasındayız. Hemen arkamda gördüğünüz muhteşem yapı, heyenistik dönemden yani milattan önce 4. yüzyıl sonlarından bir kule.
Yine, Sidya’da genel olarak gördüğümüz gibi, ana kaya üzerine taşlar ana kaya şeklinde oyularak oturtulmuş yani en sağlam temel ve yaklaşık 2400 yıldır da ayakta duruyor. Adada agorası oldukça sağlam kalmış. Taş zemini hala çok sağlam duruyor.
Yine, Sidya kentlerinde geleneksel olarak gördüğümüz tiyatro formundan yani yarım daire formundan ziyade düz şekilli oturma sıraları var ki kentin bu meclisi olarak işlev görmüş olmalı. Adada agorası iki yanında binalarıyla depolarıyla bize bugün bir agora formunu tam olarak yansıtıyor.
Agora neydi daha önceki bölümleri izlememiş olan izleyicilerimiz için hatırlatalım. Şehrin merkezi, idari ve ticari merkezi yani bugünkü karşılığıyla çarşısı kentin en önemli yeri. Niçin bu kadar önemli? Çünkü antik çağda düşünün ki elektrik yok, gazete yok, televizyon yok. Bütün kente gelen yabancılar ve kentte yaşayanlar agora da yani çarşıda toplanarak günlük havadisler alırlar, dedikodularını yaparlar, siyaset konuşurlar, ticaretlerini yaparlar. Yani kentin aslında tüm gün yaşayan en canlı bölgesi.
Zemin döşemesinin oldukça sağlam korunduğu agora da kentin simgelerinden biri olarak, sikkeler üzerinde de karşılaşılan üçlü koşan bacak sembolü Triskeles’in kabartımı olarak işlendiği iri bir blok ve çeşitli yazıtlara rastlanır. Agora etrafında bir sürü süslü taş vardır. Tabii en yoğun olarak halkın ve misafirlerin gezdiği yer. Ama ada da da enteresan bir figür var. Ortada bir evrenim merkezi ve burada sonsuz şekilde koşan üç tane bacak görüyoruz.
Bunun antik dünyadaki adı Triskeles. Aslında Gamal-ı Hac dediğimiz Svastika da bununla aynı şekildedir. Bunlar evrenin merkezinin ve sonsuz devinimi simgelerler. Yani insanlar her zaman evren, uzay, yıldızlar gibi, güneş gibi kendileri için hayati önem taşıyan sorunlarla ilgilenmiş ve onlarla ilgili birtakım semboller ortaya koymuşlardır.
Antik dönemde ise evrenin sonsuz bir devinim içinde olduğunu idrak etmiş olmaları oldukça ilgi çekici.
Milattan sonra 6. yüzyılda yaşamış Bizanslı coğrafyacı Hioroples’in de sözünü ettiği adada,
milattan sonra 4. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık etkilerine maruz kalmış ve Psikoposluk merkezi haline gelmiştir.
Agora’nın güneyinde 3 nefli 16 metreye 11 metre boyutlarında birinci ve ikinci kat pencereleri korunmuş, bazilikal planlı kilise Hıristiyanlık dönem mimarisinin kentteki en önemli örneğidir.
Batı yönde giriş işlevli Nartex ile avlu işlevli Atrium’un ortasındaki sarnıç rahatça seçilebilmektedir. Adada antik kentinde bu sefer daha geç döneme ait bir yapıdayız kilisedeyiz. Daha önce bahsetmiştim adada milattan sonra 5. 6. yüzyıllarda bir yardımcı Psikoposluk merkezi, yani Hıristiyanlığın yoğun olarak yaşandığı bir bölge. O dönemden tipik bir kilise inşası hemen arkamda tek görünmüyor ama yarım daire şeklindeki absisi,
çok klasik şekilde 3 nefli yani 3 koridorlu bir kilise yapısı oldukça büyük. Bunun üstünde bir beşik tonos hayal etmeniz lazım. Hemen arkasında cemaatin toplanacağı bir alan ve oturma sıraları hangi kilisinden çok daha eski bir döneme ait gibi. Belki de kentin ilk tiyatrosu buradaydı.
Daha sonra kilise yapılınca o tiyatronun oturma sıralarını cemaatin toplanma yeri olarak kullanmış olabilirdi.
Evet burası cemaatin toplanma alanı. Burada da yine psidiye özgü düz oturma sıraları var. Yarım daire tiyatro şeklinde yapılmamış. Burada avlunun hemen ortasında bir sarnıç var.
Aynı zamanda burada su toplanmış cemaatin ihtiyaçları için. Kilisenin yan duvarlarında gördüğümüz dikdörtgen şeklindeki yuvalar,
buraya ahşap kirişlerin oturduğunu ve kilisenin ikinci katını taşıdığını gösteriyor.
Yani aslında iki katlı ve oldukça büyük bir kilise ile karşı karşıyayız.
Roma İmparatorluk döneminde önemini korumuş olan adada antik kenti, özellikle çok iyi korunmuş tapınak mimarisiyle dikkat çeker. Bu tapınakların bir kısmı doğrudan tüm imparatorlarla Afrodit, Zeus, Serapis gibi tanrılara adanmışken, örneğin bir tanesi de doğrudan bölgeyi ziyaret etmiş olduğu bilinen Roma İmparatoru Trajan adına inşa edilmiştir. Genellikle milattan sonra II. ve III. yüzyıllara tarihlendirilmiş yazıtlardan, bu tapınakların hangi tanrılara hangi aileler tarafından yaptırıldığı öğrenilmektedir. Örneğin tapınakların birinin cephesinde bulunan Arşitravbiloğ üzerinde özet olarak, bu tapınağın ve heykellerinin çevresindeki stoğalar, atolyeler ve bütün süslemeleriyle beraber,
tanrı imparatorlara, Zeus ve Serapis’e, kentin oğlu Antiochos’la aynı zamanda baş rahibi olan karısı, Anna ve oğullarının bir adağı olduğu yazılıdır. Antik Tapınağı Evet, burada tapınağın şimdi içindeyiz. Çok sağlam kalmış bir yapı olduğu için bir antik tapınağın birçok özelliğini görebiliyoruz.
Hemen kapının arkasındaki bölüm, Kronaos denilen bölüm, yani Naos’un önündeki alan, içinde bulunduğumuz bölümde Naos. Bunların çok Türkçesi yok, Sella ya da Hücre ya da Naos denir. Şu demek, tanrının bu tapınağın durumunda imparator heykellerinin ve kültünün ve şehir tanrısı Ksanao’nun heykellerinin bulunduğu bölüm Naos. Yani en kutsal alan. İşte bu alana normal insanlar giremezler. İnsanlar antik dünyada tapınakta ibadetlerini yaparken tapınağın önüne gelirler, orada sunakta işte kurbanlarını keserler. Sonra bu Kronaos dediğimiz bölüme kadar gelebilirler. Buradan raipler tarafından kapı bir miktar açılır. Çatıda bulunan camlar vasısıyla güneşin tam böyle heykelin üstüne yansıdığı zamanda o kapılar açılır.
İnsanlar orada karanlık bir oda da güneş yüzmesi vurmuş bir tanrı heykeli görürler ve bu çok etkileyici bir görünümdür. Biz bunu nereden biliyoruz? Antik dünya yazarların anlatımlarından biliyoruz.
Şimdi bu duvarlara bakınca ya bu kadar muhteşem bir tapınağa ne biçim duvarları var diye düşünür bir insan. Ama buradaki bu delikler bize bunun orjinal halinin böyle olmadığını gösteriyor. Bu delikler buraya kaplanan mermi, bu tapınağı ve bu tapınağı tam olarak arasındaki bu bir şey. Bu delikler bize bunun orjinal halinin böyle olmadığını gösteriyor. Bu delikler buraya kaplanan mermer plakaların tutturulması için bölümler. Yani siz aslında burayı tamamen mermer kaplığı ve hatta boyalı mermerden ya da işte renkli damarları olan mermerlerle kaplı bir duvar olarak düşünmeniz lazım.
Sonraki dönemde bu tapınak artık kullanılmadığı zaman o mermerler sökülüp kireç ocaklarını da eritip yani tekrar kullanılmak üzere kireç haline getirmiş.
O yüzden sadece bugün bu delikler kalmış.
Bu tapınağın kapısı sapasağlam ayakta duruyor. Dikkatli baktığımızda burada bir takım delikler görüyoruz. Bunlar birbirine kavuşuyor olsaydı diyecektik ki hani sonradan açmışlar hayvan bağlamak için ki bunu çok görürüz aslında. Fakat bunlar birbirine kavuşmuyor ve böyle her iki tarafta simetrik olarak devam ediyor.
Bu bize şunu gösteriyor ki burası kıymetli bir metal ile kaplanmış onun tutturma yuvaları büyük bir ihtimalle gümüş veya altın kapının her iki tarafı bu şekilde süslenmiş.
Sapa sağlam olduğu zaman oldukça fiyakalı bir yapıymış.
Burada aynı tapınağın arka duvarını görüyoruz. Çatısına kadar sağlam kalmış. Biz bu üst yapı elemanlarını yani bu kirişlerin olduğu bu kiriz ve alınlık gibi elemanları daha çok yerlerde hep görmeye alışkınız. Burada orijinal yerlerinde görüyoruz. Bir de bize hep sorulan bir şey var bu antik duvarlardaki ya da bu taşın üzerindeki beyaz nekeler nedir boya mı diye.
Bunlar boya değil aslında bir taş hastalığı mantar hastalığı küf gibi böylelikle taşın üzerinde oluşuyorlar.
Adada’daki diğer bir tapınak arkamda gördüğünüz tapınak bu da son derece sağlam kalmış yapılardan bir tanesi.
Şimdi gidelim bu tapınağı da yakından bir inceleyip kime ait olduğunu ne olduğunu görelim.
Bu tapınakta yine İmparator Roma İmparatorları kültü ve üzerinde yazıttan anladığımız kadarıyla Zeus Megistus Serapis yani Tanrı yönetici Serapis için yapılmış. Serapis aslında bir Mısır tanrısı ama belki tarihten hatırladığınız kadarıyla işte Kleopatra ile olan ilişkilerden sonra Mısır Roma İmparatorluğu için önemli bir yer olduğu için. Serapis adına da birçok yerde Roma eyaletlerinde tapınaklar yapıldığını biliyoruz. Belki dikkatini çekmiştir Torosların bu dağın başındaki adada antik kentinde iki tapınak birden Roma İmparatorlarına adanmış. Bu bizim Anadolu’da sürekli karşılaştığımız bir durum Roma İmparatorlarına ya da güçlü imparatorlarla iyi geçinme çabası. Çünkü Anadolu gerçekten de geçiş noktası ve sürekli istilalara uğrayan bir nokta. Anadolu ilk uygarlığın olduğu Göbekli Tepe’den yani MÖ 12.000’den sonra sürekli olarak istila edilmiş. Kendi halinde çiftçiyle, hayvanıyla, ticaretiyle uğraşan insanlar sürekli istilalara karşı kendini savunmak zorunda kaldıklarından böyle istilacılarla iyi ilişkiler sürme gibi bir refleks geliştirmişler. Biz bunu sürekli görüyoruz. Mesela MÖ 6. yüzyılda Persler buraya işgal ettiğinde Anadolu insanları çocuklarına Pers isimlerini veriyorlar. Büyük İskender geldiğinde hemen Makedon isimleri, İskender ve onun generalinin isimleri veriliyor. Roma İmparatorluk çağında görüyoruz ki bütün imparator sülalelerinin isimleri çocuklara veriliyor.
Aslında pek çoğumuz bunun farkında değiliz ama Anadolu’daki uygarlık Göbekli Tepe’den bu yana yani MÖ 12.000 yılından bu yana neredeyse 11.000 yıldır sürekli bu istilalarla, sürekli bu savaşlarla geçmiş.
Adada Tiyatrosu
Adada Tiyatrosu kentin kuzeybatısında tiyatro inşasına uygun bir tepenin yamacında konumlanır. 2004 yılına kadar oturma sıralarının yalnızca uç kısmı görünen tiyatro temizlik ve kazı çalışmaları ile açığa çıkarılmıştır. Yaklaşık 500 kişi kapasiteli olduğu anlaşılan yapının hiçbir zaman bitirilememiş olduğu anlaşılmıştır.
Adada Antik Kentinin Tiyatrosu çok küçük bir tiyatro. Tipik olarak hedenistik dönem planlı yani bir sahne binası yok. Oturma sıraları ve bir orkestrası var.
Isparta Valiliği tarafından bu tiyatro tamamen temizlendi. Burada birtakım toplantılar, festivaller yapılmak üzere ama bir kere yapıldı, ondan sonra yapılmadı. Ancak bu son zamanlarda çok sık karşılaştığımız bir durum. Belediyeler işte böyle birtakım festivaller olsun burası tanınsın diye böyle tiyatroları hemen açıp kazıp göstermek istiyorlar. Şimdi tiyatroyu toprak korurken açıldığı zaman doğanın tahribatına maruz kalıyor. Nitekim oradaki sıralardan bir tanesi devrilmiş bile. Yani düzenli bir konservasyon koruma bütçeniz planınız olmadan, sırf hani festival yapalım diye tiyatroları, antik tiyatro açtığınız zaman, onları aslında 2000 sene sonra tekrar doğanın tahribatına da açmış oluyorsunuz.
Bu biraz korumacılık anlamında sakıncalı bir durum.
Bu videoda tüm videolarımız için teşekkürler. Yorumlarınızı bekliyorum.
İzlediğiniz için teşekkürler.
Adada’ya güneyden ulaşımı sağlayan yaklaşık 2-3 metre genişlikteki antik yol, kentin güneyindeki vadi içinde 600 ila 700 metre boyunca sağlam olarak izlenebilmektedir. Aziz Paulus’un Perge’den Yalvaç Antiyokaya’sına giderken kullandığı kabul edilen bu yolun,
genistlik dönemden itibaren kullanımda olduğu düşünülmektedir.
Adada’yı Perge’ye, Panfilia’ya yani bugünkü Antalya’ya bağlayan ana yol üzerindeyiz.
Bu yolun, ki bu yol bu adadan devam ediyor, eski Pissidion Antiyok ya da bugünkü Yalvaç’a kadar ve yaklaşık 150 kilometrelik bir parkuru kapsıyor. Bu yolun hemen hemen en sağlam kalmış bölümü hemen Adada’dan Sağra’ya inen kısımda. Antik dünyadaki yollar aslında burada gördüğünüz gibi o kadar basit ve ilkel değildi. Oldukça geniş yapılmış ve düzgün muntazam yollardı ki 2000 yıldır bu yol hala sağlam bir şekilde burada kalabilmiş. Bugün yürüyüşçüler bu yola geliyor. St. Paul yolu olarak adlandırılmış bir rota çıkarıldı. Adına keşke St. Paul yolu denmeseydi çünkü St. Paul zaten bu rotaların çoğunda yürümedi. Ancak yürüyüş amacıyla buraya gelen birçok yabancı turiste yerli halk St. Paul yolu olduğu için hacı gözüyle bakıyor. Hacılar geldi, hacılar gitti diyor.
Halbuki bu insanlar haç amacıyla değil sadece yürüyüş amacıyla aynılık yolu gibi buraya geliyorlar. 1989 yılında Tabiat Parkı olarak tescil edilen yazılı kanyon Aziz Paulus’un Perge’den Yalvaç’a yürüdüğü yol güzergahındadır.
Kanyonun yan duvarlarında Roma ve Bizans dönemine ait yapı kalıntıları, sunaklar ve yazıtlar yer alır. Adada antik kentinden, antik yol izlendiği zaman yazılı kanyon üzerinden Perge’ye, Panfile’ye ulaşır.
Perge bugün hemen Antalya’nın yakınındaki bir antik kent. Bu yolun en tehlikeli bölümü bu yazılı kanyon dediğimiz Çandır’dan Adada’ya geçen bölüm. Burada yol tam kanyona girerken insanlar herhalde bu kanyon geçiş sırasında oldukça zor anlar yaşadılar. Hem coğrafyadan hem su taşkınlarından ki bugün bile geçmedi çok zor.
Buraya bir niş yapmışlar. Niş bir çatı içinde, ki buna aydekula deniyor. Bu nişin anlamı bunun içine bir Tanrı ya da Tanrıça heykeli konarak burada ibadet ediliyor, dualar ediliyor. İşte ben bu kanyona gideceğim, başıma kötü bir şey gelmeden bu kanyondan geçeyim rahatça. Veya kanyondan sağ salim çıktı, padaklarını aladı, duasını etti bir sonraki yolculuk için. Burada hatta sunu çukurları var. Demek ki burada bir kurban da kesiliyormuş. Hemen yanımda bir yazıt var. Diğer yanımda bir yazıt daha var. Bir tanesi bunun bölgeye ait bir Apollon kültünden bahsediyor ki. Bizde diye özgü bir Apollon kültü var.
Öbür tarafta da İsa’dan sonra 50 yılında yaşamış Pamukkale yani Hierapolis’ti Epiktetos’un Hür İnsan üzerine şiiri yer alıyor.
Çandır yazılı kanyonla bu bölümümüzün sonuna geldik. Hoşça kalın.
Altyazı M.K.
İlk Yorumu Siz Yapın