"Enter"a basıp içeriğe geçin

Asyanın Kandilleri-Fuzuli

Asyanın Kandilleri-Fuzuli

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=MVtDDy7DQsk.

Aşkmış her ne var alemde, Elim bir kıyılükalmış ancak.
Leyla ve Mecnun.
İçinde yüzlerce şairin yüreğinin attığı çok eski bir aşk hikayesi, bir çöl efsanesi.
Zengi bir Arap emirinin yakarışları sonucu dünyaya gelen Kaysla, güzel Arap kızı Leyla’nın sonu ayrılıkla biten hikayesi. Bütün aşklar gibi benzersiz ve bütün büyük aşklar gibi ölümsüz.
Leyla ve Mecnun elbette ezeli ve ebedi olan aşkı anlatır. Hüzün ve gözyaşı dolu bir macerayı. İnsanın o mutlak yalnızlığını unutma çabasını. Bu efsaneyi Mesnevîsinin konusu yapan ilk şair, 13. yüzyılda yaşamış olan Genceli Nizami.
Daha sonra İranlı ve Türk birçok şair tarafından yeniden yazılır. Olaylar, temalar, hikayenin tertipleniş biçimi sürekli olarak değişir. Hikaye elden ele, çağdan çağa dolaşır. Her şairin ah! deyişinde bir başkalık vardır. Leyla’yı çağırışlarında bir farklı eda ve üzerlerinde zamanlarının mührünü vurduğu bir Mecnunluk hali. Hikayeyi anlatan değişir, dinleyenler değişir ama kahramanlar hep aynı kalırlar.
İçinde birbirlerine duydukları aşk. Yeniden ve yeniden yazılmak ve nihayet bir edebiyat anıtı olarak yükselmek üzere sahibini arar Leyla ve Mecnun. Ve 16. yüzyılda, nevai tarzına yakın gönül çelen bir tarzı ve insana hoş gelen tuhaf bir üslubu olan bir şairin gönül evinde tutuşarak sonsuzluğa karışırlar.
Onu yazılmış en güzel Leyla ve Mecnun mesnevisi yapacak Süleymanoğlu Mehmet ile hikayede aşk da tamamlanır.
Tıpkı eserleriyle olduğu gibi mahlasıyla da alemde tek olmak istedi. Bu yüzden kimsenin beğenip almayacağını düşündüğü Fuzuli mahlasını seçti. Onun Leyla ve Mecnun’u bir eski bahçeyi tazeleme arzusudur. İnsana ölümden başka bir şey vade etmeyen çölde ölümsüzlüğe giden bir yol açmak.
Ve Leyla öldüğünde şöyle haykırmak. Yârim var iken alem boştur. Madem artık yârim yok o hâlde var olan ne varsa yok olsun.
Fuzuli ilhamını kendi gönlünden alarak öyle bir yol açtı ki bu bitimsiz çölde bu yolun ne ondan önce gelenler bulabilmişti ne de ondan sonra gelecek olanlar bulabilecekti. Fuzuli dikbaşlı ve tez ayaklı kalemiyle dünyanın bütün gerçeklerini gösteren aşk aynasını sözcükleriyle cilalar.
Ve beşeri aşk tan ilahi aşka geçerek sonunda hayret makamına erer. Ne vuslat gerçekleşir bu aşk hikayesinde ne gökten elmalar düşer. Hikayenin sonunda bizi tepeden tırnağa ürperten şey hüzündür.
Belki de böyle olduğu için bu kadar büyük ve ilahidir. Bunun için dokunaklıdır.
Rüzgarın toz toprakla kederlendiği çölde bir çocuk doğuyor adı Kays. Eyle serbestem ki idrak etmezem dünya nedir? Men kimem sâki olan kimdir? Meyi sahbâ nedir?
Bu aşk vadisinde dağların ve çölün taşlarına rengini veren Mecnun’un kanlı gözyaşlarıdır. Güvercinlerin ayaklarını gül rengine boyayanda. Nerede bir ırmak akıyorsa Mecnun ağlıyordur. Nerede bir şimşek çakıyorsa Mecnun ah ediyordur.
Eserinin ön sözünde Tanrı’dan sözünü Leyla’nın ki gibi gönül aydınlatıcı, nazımını da Mecnun’un şiirleri gibi yürek yakıcı kılmasını dileyen Fuzuli. Mende Mecnun’dan füzûn âşıklık istidâdı var.
Âşık-ı sâdık Menem, Mecnun’un ancak adı var. Diyerek ilâne eder ki Mecnun benim. Bu büyük eserin yazılış öyküsü Kanuni Sultan Süleyman’ın Bağdatı Fethi ile başlar.
Kanuni’nin ordusu Bağdat’a konaklarken, Rum Diyarı Zariflerinin bulunduğu bir mecliste Leyla ve Mecnun’un hikayesinin Acemler’de çok olduğu Türkler arasında ise pek bulunmadığı konuşuluyor. Ve Fuzuli’den bu konuda bir eser yazması isteniyor. Bir yıl gibi kısa bir süre içinde eserini tamamlayan Fuzuli,
Leyla ve Mecnun mesnevisini Bağdat Valisi Üveis Bey’e sunuyor. Eğer alıcısı olsaydı, bunun gibi daha nice eserler yazacağını söyleyen Fuzuli bilmektedir ki,
Marifet, iltifata tâvidir. Müşterisiz meta zayidir.
Bugün Türk Edebiyatının en büyük şah eserlerinden biri olarak, dünyanın bütün kütüphanelerinde el yazmaları olan birçok dile çevrilen ve sürekli yeni baskıları yapılan Leyla ve Mecnun mesnevisi, ne yazık ki ona bir geçimlik sağlamadı. Eğitim var görmek, rahat yaşamak için İstanbul’a, Tebriz’e hatta Hindistan’a gitmeyi bile göze alan Fuzuli, uzun ömrü boyunca Irak’ı, Arap’tan başka yer bilmedi. Dünyanın en iyi hurmalarının yetiştiği Basra’da şimdi sadece hayali kalan Bağdat gibi benzersiz bir hikmet diyarında,
İslamiyet’in Irak’ta ilk kurduğu şehir olan Küfa’da, altın şerefeler ve kubbesiyle parlayan Hz. Ali Türbesi’nin bulunduğu Necef’te, Babil şehrinin harabelerinin üzerinde yükselen Hille’de ve İmam Hüseyin’in şehadetiyle bütün İslam alemince derin bir kederin ve yüzünün simgesi olan Kerbe La’da yaşadım. Benim şiirim altın değil, gümüş değil, inci değil, la değildir. Bu kulun şiiri bir topraktır fakat Kerbe La toprağıdır. İşte bu topraktan çıkan şiirler hem en insaniye duyguları anlatır hem de en ilahi olana yönelir.
Bir mutasavvuf şair değildir ama sevgiye ve aşk’a dair ne varsa söylediği tasavvufun mecazlarıyla yorulmuştur. Ailesi hakkında hiçbir bilgimiz olmadığı gibi, gözüm canım efendim, sevdugüm devletli sultanım, Mısra’nın tekrarlandığı meşhur murabba’yı, hocası Rahmetullah’ın kızına aşık olduğu için yazmış olduğu da ona yakıştırılan zarif bir söylenti. Doğum, yeri ve yılı konusunda rivayetler muhtelif.
Ama Akkoyun hükümdarı Elvent Bey’e sunduğu kasidenin tarihini dikkate alan birçok araştırmacı onun 1480 civarında doğduğu konusunda birleşirler. Türkçe divanının mukaddimesinde epey bir zaman akli ve nakli ilimleri elde etmek için çalıştığını, tefsir ve hadis ilmiyle meşgul olduğunu, ömrünü matematik ve felsefi bilgiler edinmeye harcadığını anlatır ve inanır ki, ilimsiz şiir esası yok divar olur ve esasız divar gayette bir itibar olur. Şiir ilahi bir lütuftur ve Allah bu şiir kabiliyetini çok az kuluna nasip etmiştir. Duyarlı bir içtenliğe ve dünyaya söyleyeceği sözü üç dilde ifade etmek kudretine sahiptir. Kasidelerinde hayli ağır olan dili gazellerinde, mesnevilerinde sadeleşir ve gerçek bir şiir estetiğine kavuşur. Şiirlerinin yüzyıllarca okunmasının sebebi, testide bıraktığı izdendir.
Onu samimi, derin ve içten bulmamızı sağlayan bir yaşanmışlığın izini süreriz eserlerinde. Aşkını da anlarız bu yüzden, o derin yalnızlığını da. Tampınar’ın deyişiyle kendine mahsus ferdi bir masalla geldiği için uzak ve az çok muhtar bir eyalete benzer. Bu eyalete şu üç taifeyi yaklaştırmamaya özen gösterdi. Kötü şiir okuyanlar, kendilerini şair sanıp şiir söylemeye kalkışanlar ve şiirlerini yanlış kopya eden cahil katipler. En güzel eserlerini ana dili olan Türkçe ile yazdı. Ey Araba, Türke ve Aceme feyz bağışlayan Tanrı diye başlar bir rubaisine. Araba dünya halkının en düzgün ve güzel konuşanı yaptın. İran fasihlerini sözlerini de İsa’nın nefesi gibi etkili, ruhu canlandırıcı ettin. Dili Türkçe olan ben Fuzuli’den de yardımını eksik eyleme.
Leyla ve Mecnun dışında Türkçe divanı onun en tanımış eseri. Şah İsmail’e ithaf ettiği Ben Gubade ile Hadis-i Erbay’ın Hadikatül Suada ve bize ulaşabilen beş mektubu da Türkçe yazdı Fuzuli.
Farsça eserleri ise başta divan olmak üzere Sakiname, Hüsnü Aşk, Enisül Kalp, Rin Ü Zahid ve Risale-i Muhamma.
Hz. Muhammed ve Hz. Ali’ye söylenmiş on bir kasideden meydana gelen divanını ve Tanrı’ya ulaşmanın yollarını gösterdiği measul eseri Matla-ül İtikat-i Mârifet-il Mebdevel-Meâde ise Arapça yazdı.
1534 yılında Kanuni Bağdat’a girdiği zaman ünlü Bağdat Kasidesi ile bu büyük hükümdarı ilk selamlayanlardan biri olmuştu.
Geldi Burcu Evliya’ya Padişah-ı Namdar diye başlayan ünlü kasidesi ile birlikte beş kaside takdim etti Kanuni’ye. Bu kasidelere bir karşılık olarak gönderilen daimi tahsisat beratı Fuzuli’nin hayatını kolaylaştırmaz ama bu sayede türünün bir şahisleri olan ve Osmanlı lehçesini kullandığı şikayetnamenin yazılmasına vesile olur.
Günde dokuz akçe gibi küçük bir meblağı almak için evkaf dairesinin kapısından girer. Selam verdim rüşvet değildir deyil almadılar, hüküm gösterdim faydasızdır deyil mültifit olmadılar.
Dedim bu ne fiili hatavi çin-i ebru’dur dediler muttasıl adetimiz budur diye olay hikayeden mektup şu cümlelerle biter. Gördüm ki sualime cevaplan gayrin esne vermezler ve bu berat ile hacı tüm reva görmezler. Naçar terki mücadele kıldım ve meyus-u mahrumun gülşey-i uzletime çekildim. Meşhur mektup nişancı Celalzade Mustafa Çelebi’ye gitmek üzere katlanmıştır ama denize atılan bir şişe gibi her sahile uğurmuştur onu selamı. Ve bu esenlik dileğini rüşvet değildir diye almayanlar her devirde olmuştur. İstanbul’un bütün divan şairleri ona nazireler yazdı.
Kervanlar onun eserlerine taşındı payitahta ama Fuzuli’yi İstanbul’a götürecek ne bir yol vardı ne bir kervan ne de bir hamil. Matbaanın geniş kitlelere okuma imkanı sağladığı dönemlere gelinceye deyin, doğuda da batıda da bilgin ve sanatkarlar ya bir hükümdarın ya da seçkin sınıfın desteğine muhtaçtı.
Bir eserin makbul ve muteber olması da alim ve sanatkarların geçimini sağlaması da her şeyden önce sultanın itifatına bağlıydı. Bu itifata ulaşmanın yolu hükümdara ya da devlet büyüğüne sanatlı ve övgü dolu kasideler yazmaktan geçer. Kaside sunan şairlere çoğu zaman gümüş akçe nadir olarak altın sikke şeklinde ödenen bir caize verilir.
İşte Fuzuli de uzun ömrünün her döneminde olduğu gibi Osmanlı döneminde de kasideler yazmıştır.
Başta Sultan Süleyman olmak üzere şehzade Bayezid’e, Osmanlı Ricali’ne ve Valilere.
Asıl şöhrete ölümünden sonra kavuştu.
Tıpkı sessiz sedasız uzletine çekildiği gibi divan şiirini zirveye ulaştıran bu büyük deha bir yankı uyandırmadan sessiz sedasız öldü. Kimi şair tezkirelerinde ölümüne tarih düşünmese, tıpkı kaç yılında doğduğu gibi ölümü de bir tahminden ibaret kalacaktı.
Hemşehirisi Ahdi Bağdadi’nin göçti Fuzuli Marazı Taun’dan sözü, onun 1556 yılında Bağdat’ı kasıp kavuran veba salgınından öldüğünü haber verir. Bahşik Çelebi ise şu satırları yazarken Fuzul’ün bu dünyadan göçüşünün üzerinden tam 13 yılı geçmiştir. Her sözü yanan parlak bir kandil, her noktası kıvılcım saçan bir ateş parçasıdır.
Fetih Peygamber için yazdığı kasidesi, edevi sanatlar ve hayal bakımda kusursuz, yüksek bir belagat örneğidir. Hâlâ yaşıyor mu yoksa öldü mü bilinmiyor. Divan şairlerinin hayatını ve şiirlerini değerlendiren şuarâ tezkirelerinde çeşitli Fuzuli portreleri çizilir. Latifi, onun kendine has ve kişiyi ruhundan yakalayan bir üslubu olduğunu söyler fakat kullandığı lehçe dolayısıyla acayip bulur. Kınalızade, onu şiir sanatında bir üstad ve ünlü bir şair olarak selamlar.
Ahd-i Bağdadiye göre kendine has bir tarza, tuhaf bir üsluba ve üç dilde şiir nazmına hâkim bir sahibi marifettir. Ömrünün en az 25 yılı Akkoyunlular, 26 yılı Safiviler ve 22 yılı da Osmanlılar devrinde geçer Fuzuli, onun çok sevdiği benzetmeyle söyleyecek olursak içinde incisini taşıyan bir sedeftir. Mecnun, Leyla’nın mezarının başında kederli yüzüyle şöyle sesleniyordu toprağa. Ey toprak, göklere karşı övün, çünkü o parlak inci senin bağrında gizleniyor. O dünyadan göçtüğünde ise Fuzuli’nin şiirleriyle harmanlanan toprak sessiz sedasız açıldı.
Benzersiz bir inci düştü Kerbelan’ın toprağına. Eğer bir mezar taşı olsaydı herhalde üzerine şu dizeler düşülürdü.
Aşk imiş her ne var alemde, ilim kıyb-i kâlimiş ancak.
Altyazı M.K.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir