Aynı Nehir Deme Herakleitos! – Olmaz Öyle Saçma Felsefe – Ömer Aygün – B09
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=-pfrbdsh6W0.
Hocam merhaba. Merhaba İlker. Sizden bir iyilik isteyecektim. You pay me no respect and now you come to me ask me to be your friend. And then they will fear you. Evet harika tam da zamanda çıktı bak. Evet yani terbiyele bir gidiğim. Bugünkü konumuz? Bugünkü konumuz değişim. Herakleitos’un her şey akar fikriyesi aslında. Hocam Herakleitos ne diyor?
Herakleitos bir ırmağa iki kere girilmez diyor. Ne demek bu? Bir ırmağa ikinci bir defa girdiğimizde o ırmağın aynı ırmak kalmayacağını anlatmaya çalışıyor. Ve bu tabi her şeyin bir metaforu diye yorumlanıyor. Bu malum değil mi zaten aslında? Tam tersine bence belli bir sabitlik içerisinde yaşadığımızı düşünmüyor muyuz? Dünyanın döndüğünü bilsek bile biz dünyayı hareket etmekte olan bir gezegen olarak deneyimlemiyoruz. Sabit bir şey olarak deneyimliyoruz. Yine Laf Gazali’ye geldi diyor ki bir duvarın gölgesine baktığımızda biz tabi ki sabit durduğunu düşünürüz. Ama biliyoruz ki güneş hareket ediyor ve duvarın gölgesi aslında çok yavaşta olsa hareket ediyor tabii ki gün boyunca. Bundan bir adım daha ileriye gidersek duvarın da hareket ettiğini söylememiz gerekecek aslında. Dolayısıyla Herakleitos’un söylediği başlangıç noktamız fabrika ayarlarımız sabitliğe endeksli. Oysa bu doğru bir endeksleme sistemi değil. Bunda ne kötülük var hocam? Dün sen benden borç almıştın. Şimdi ben geldim köprünün altından çok sılar aktı. Dün dündür bugün bugündür dedim. Bu arada sayın seyirciler ben herhangi bir şekilde kendisinden borç almadım. İşte yahancı! Kayıtlar elimizde. Biz biliyoruz ki kayıtları da manipüle edebiliyoruz. Bugün geldiğimiz nokta hele bunun ne gibi sakıncaları, ne gibi soru işaretleri getirebileceğinin çok açık bir göstergesi değil mi? Birincisi etik sakıncaları olabilir. Ontolojik olarak da zaten bu önermenin doğru olmadığını düşünmek için çok iyi sebepler var. Benim bir oğlum var evvel bir kedi aldım. Kedinin adı Marco. Oğlum bir yaşında Marco’ya ko diyor yalnızca. Marı da söylemek gerektiğini ayrıca bilmesi lazım. Bu bizi Laurel Yanni bölümüne esasında geri götürüyor. Duyduğumuz şeyleri nasıl filtreleyeceğimize ilişkin belli bir eğitim, belli bir koşullandırma içerisinde duyduklarımızı duyuyoruz. Başka bir değişle biz de pek çok şeyi duyup eliyoruz. Dolayısıyla oğlumun Marco’da Marı duymayıp yalnızca koyu söylemesi
hem biraz belki tembelliğinden kolaycılığından olabilir. Hem de Marı özellikle vurgulamak için bir sebep olduğunu ayrıca belki de öğretmemiz gerekecek. Herakleitos’un sıklıkla ifade ettiği bir fikir karşımıza çıkmıştı. Algıladığımız şeyleri herkes ayrı algılıyor ve biz de günden güne farklı algılıyoruz. Sophistlerin sevdiği bir örneği kullanacak olursak, sağlıklıyken içtiğim şarap bunun tadı güzel geliyor. Hastayken içtiğimde şarabın tadı acı geliyor.
Hatta Herakleitos’la bağlantılı olarak bir kişi daha varmış. Aynı ırmağa iki kere girilmez fikrini daha da ileriye götürerek şöyle demiş. Aynı ırmağa tek bir kere girilmez diye düşünerekten yalnızca parmağını sallıyormuş ve konuşmuyormuş. Bu kişinin adı Kratilos. Başka bir değişle her şeyin değiştiği hiçbir şeyin sabit kalmadığı, her şeyin göreli olduğu, birbirimiz arasında da göreli olduğu, kendi içimizde de göreli olduğu fikrine inananlar varsa ki aramızda bazılarımız buna inanıyorlar maalesef.
Hangi alçaklar onlar? Aramızdaki İrlandanlar. Bunu sonuna kadar götürmek lazım madem öyle. İki kere girilemeyeceğini düşünüyorsanız bir ırmağın bir kere girilemeyeceğini de bence düşünmeniz lazım. Ve tabii ki aynı ırmak mı nasıl yani hangi ırmak hangi damlaları tam olarak kastediyorsun? Deyip bunu sonuna kadar gitmek lazım. Sonuna kadar gidildiğinde de bu fikrin ne kadar güçsüz bir fikir olduğu ortaya çıkıyor. Bu bir tür skeptizim, bir tür kuşkuculuk. Eğer hayatımız böyle algılardan ibaret olsaydı Herakleitos’un dediği gibi olacaktı. Anlaşamıyor olacaktı. Herakleitos’a atfedilen düşünce her şeyin değiştiği hiçbir şeyin sabit kalmadığı fikridir. Bu fikri biz çok seviyoruz açıkçası. Sen neden sevmiyorsun? Ben burada iki yüzlük olduğunu düşünüyorum. Birincisi her şeyin değiştiği ve hiçbir şeyin sabit kalmadığı düşüncesinin kendisine zaten itirazlarım var. Bir de bunu düşünmenin getirdiği bazı psikolojik yanlılıklar var. Bence her şeyin değiştiği, herkesin farklı bir dünya yaşadığı, hayatın kelimelere sığmadığı, anlamlara sığmadığı, düşüncemize aklımıza sığmadığı, onu aştığı, mistisizmeye doğru da gidiyor. O mu seni rahatsız ediyor? Bu bakış açısı bizim hayat karşısındaki sorumluluğumuzu sıfıra indiriyor. O yüzden de bir sorumluluktan yorulduğumuz için böyle fikirlere itibar ediyoruz demeye çalışıyor. Ki okeydir. Gerçekten sorumluluk yorucu bir şey ve bunu anlayabiliyorum. Bu psikolojik yanlılığın görülmemesi bana biraz ters geliyor. Yani insanlar evet ya her şey akar. Biz birbirimizi anlayamayız değil mi İlkerciğim? Güzel de burada bir tür anlaşmamızın şart olduğunu gözden kaçıran bir bakış açısı bu. Oysa pek çok konuda sen bana bir haksızlık yaptığında, ben sana bir haksızlık yaptığımda bir şekilde ortak bir zemin üzerinde buluşmamız lazım ki adalete celle etsin. Başka bir yolu yok bunun. Ya da sen beni kandırdığında, sen laf değiştirebiliyorsan, ben sana söz vermemiştim diyebiliyorsan veya o zaman da güçlü güçsüzü eziyor esasında. Bu sizi çok etkiliyor hocam nedense. Bu konuya taktınız hocam. Ne gibi sonuçlara gebe oldu tam anlaşılmıyor bazı fikirlerinde onun için. Düşünce olarak daha da güçlü bir itirazım olduğunu düşünüyorum. Her şeyin değiştiği fikrinin kendisinin değişmemesi lazım o fikrinin içeriğinin doğru olması için. Hayata genel bir kural konamaz diyerek bir kural koymuş oluyoruz. Hayatın anlaşılamaması, kategorileri sığmamasını çok vurguladığımızda hayatı bence bir kategoriye sığdırmış oluyoruz. Bir kategori edilememek bile bir kategori. Dolayısıyla bu kendi ayağına sıkan söylemlerden birisi oluyor. Bu aslında baya posmodern bir şey. Onu söylemeye çalışıyorum yani aslında aramızda gizli posmodernler var sayın hiker dikkatli olun. Ama gerçek buyursa ne yapsın adamcağız? Susması lazım. İşte Kratilos’tan o yüzden söz ettim. Neden? Çünkü aynı ırmağa bir kez girilemez demek bile aslında kendi içinde tutarlı değil. Çünkü hangi ırmaktan söz ediyoruz? Demin akan mı şimdi akan mı?
Aynı ırmaya iki kez ben giremem. Ben aynı kalıyor muyum ki? Bundan söz ediyoruz. A kadar getirmek lazım. Sonuna kadar gidemiyorsanız skeptizmde bir yerde böyle keyfi bir şekilde frenleri çekip böyle manzaraya bakıyorsak bence daha iyisini yapabiliriz. Bunu yapmamamızın sebebi bence sorumluluktan kaçmak. Bence okey ama dinlenelim. Sonra da sorumluluğunu alalım. Yani söylediğimiz sözlerin, hayata anlamlandırma zorunluluğunun, bunun için kelimeleri kullanmamız gerektiğinin anlaşmak için de bu kelimeleri kullandığımızın ilk bir etapta anlaşamıyorsak.
Bir de bir noktada anlaşma zorunluluğunu gözden kaçırmayalım gibi bir şey demeye çalışıyorum. Herakleitusa atfedilen bu her şeyin değiştiği hiçbir şeyin sabit kalmadığı fikrine getirilen eleştiri eğer sabitlik olmasaydı bu akışı da anlayamazdık. Bunu Aristoteles biraz şöyle anlatıyor diyor ki kumda fareler yürüyemez mi? Unda fareler yürüyemez mi? Böyle bir cümlesi var. Yani şey demeye çalışıyor. Hareket etmek istiyorsanız sabit bir noktadan itibaren anacak. O hareketi gerçekleştirebilirsiniz. Ve eklemlerimizi bir kaldıraç olarak düşündüğümüzde sabit bir noktaya ihtiyacınız var. Ve Archimedes’in bana sabit bir noktayı verin, dünyayı yerinden değiştireyim sözünü biraz bunun ışığında anlamak lazım. O kadar abartılı bir cümle ki o. Çünkü dünya dediğimiz şey yer merkezli bir evrende düşünebilecek en sabit şey zaten. Yani ondan daha sabit bir şey bulup da yerinden oynatma fikri inanılmaz saçma bir fikir. Dolayısıyla ben bir tür sabitlik ideolojisi içerisinde yaşamış oldum. Bu argümanların sonucu olarak. Platon’da Aristoteles’de mükemmel bir resimden hareketle dünyayı hep anlamlandırırlar. Yani bu kediye bile baktığında biz buna bir kedi diyoruz, bir kedi cinsi atfediyoruz. Ve hasta olduğu zaman da o mükemmel resimden ayrılması bağlamında bunun hasta olduğunu anlıyoruz. Bir referans noktamız var. Hocam galiba şunu dediniz. Bu kedi midir? Hayır ya. Bu tabi ki kedidir. Ideya yaşam formu demek aslında. Kedi bağlamında. Kelebeği düşünün. Kelebek tırtılı birbirine benzemiyor ama aynı ideya, aynı yaşam formu. Bunu anlatmamın sebebi aslında bir tür sabitlik ideolojisi ve propagandası yapmak değil. Tam tersine başıma zor bir şey geldi ve benim buna tahammül etmem gerek. Sabit referans sayesinde anlayabildiğim düzenden çıkmak zorunda kaldım. Yani konfor alanından çıktım. Dünyanın düzeni değişti bir anda benim için. Tahammülsüz bir şekilde bu düzensiz, anormal durumun geçmesi için gerekli işleri tanımlayıp telaş içerisinde o işleri tamamlamaya çalıştım. Bunun sonucu şu oldu. Sabırsız davrandım. Hadi normale geri dönelim, düzenimize geri dönelim. Her şeyin sabit olduğu o anlamlı çocuksu dünyaya aslında geri dönelim diye bir umutla yaşadığım için, çünkü benim bütün referanslarım sabitlik referansıydı, kaotik olana iyi tahammül edemedim sonuç olarak. Kaosla aram gerçekten kötüymüş. Bir hastanede oluyor bunlar. Ve etrafıma bir baktım, hiç kimse benim gibi kendini oradan oraya telaş içerisinde atmıyordu. Kendini paralamıyordu. Anladım ki ben kendi kendime paralıyorum çünkü ben kaosa karşı tahammülümü getirmişim ve kaosun geçici bir şey olarak tanımlanmasının ötesinde tanımlanmaması gerektiğini düşünmüşüm. Yani bu kaos gerçekten bitecek, biz normal
düzenimize döneceğiz değil mi anne değil mi baba gibi çocuksu bir ruh hali bende yaratmış. Onun farkına vardım. Oysa kaos karşısında aslında yapılması gereken son şey bu. Bir filmde bu geçiyordu. Ben o filmi ilk izlediğimde anlamamıştım. Lars von Trier’ın Melancholyası. İlk yarısında ben bunalımlı mı şımarık mı olduğuna karar veremediğim bir kız görüyorum. Sonra dünyanın sonu geliyor. O bunalımlı melankolik diyelim kız. Dünyanın sonu geldiğinde yani kaos hüküm sürdüğünde
bunu en iyi gösterebilen kişi oluyor. Ben buna sinir olmuştum ilk izlediğimde ama sonra anladım ki bunda çok büyük bir gerçeklik payı var. Baştan itibaren kaos ve trajediye kabullenen kişi düzenle zaten alıp veremediği olan kişi kaosa çok daha tahammülü oluyor. Bütün yatırımını düzene yapmış bir kişi o düzen bozulduğunda altından halı çekilmiş gibi oluyor. Bu kadar basit aslında.
Bu bizi nereye götürüyor? Herakleitos’un söylediği bu değişim meselesinin bir gerçek payı var. Yani biz evet sabitliği, anlaşmayı, aklı talep etmekte bence haklıyız. Ancak hayatta hakikaten bazı durumlarda bunların dışına çıkanla karşılaşıyoruz. Ve bu yüzden buna hazırlıklı olabilmek için benim önerim şu aslında. Peki hocam ne yapalım diye eğer soracak olursan. Kendinin sınırlarını kabul eden bir akla ihtiyacımız var.
Yani bir akla ihtiyacımız var ama bu aklın kaotik olanı inkar etmeyen bir akıl olması lazım. İnsanın iki tane yetisi var akıl ve arzu. Bunu bir kere kabul etmek lazım. Ve arzu kaotik olan şey. Akıl dışı olan tarafları olan bir şey. Bunu da kabul etmek lazım. Akıl kendi kendine sınır çekebiliyor. Arzuya ancak dışarıdan bir sınır çekilebiliyor. Arzu kendinin o anlamda farkında değil ve o anlamda kendine sınır çekemiyor.
Akıl kendine sınır çektiğinde kendi dışındakini kabul edebiliyor ve ona eyvallah diyebiliyor aslında. Dolayısıyla aklın iki formu var. Bir tanesi küstah bir akıl formu. Benim dışımda hiçbir şey yoktur. Her şeyin nihayetinde sabit bir referanslar sistemine indirgenebilir diyen bir akıl türüdür. Bu biraz klasik rasyonalizmin aklı olsun diyelim. Bu küstah aklın dışında ben bir olgun akıl tarif edebileceğimizi düşünüyorum. Umudum en azından o. Hatta bundan başka çok da fazla çaremiz olmadığını düşünüyorum. Bir de Parmenides var. Parmenides de Heraklitos’la çağdaş gibi düşünülüyor ve karşı karşıya konuyor. Ben bu karşılığa tam olarak inanmıyorum ama evet Parmenides her şeyin bir olduğunu söyleyen, hareketin imkansız olduğunu söyleyen bizim ilk programımızdaki Zenon’un hocası. Zenon nasıl hareketin imkansız olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Parmenides her şeyin bir olduğunu söyleyen kişi. Muazzam bir ana fikir bulmuş ve o yediğimiz golü hala çıkaramıyoruz. Siz hocam Parmenidesçi misiniz? Heraklitoscu musunuz?
Ben Parmenidesciyim ama Heraklitos’dan öğrenmemiz gereken özellikle yaşamsal bir detay var. Kaos da yaşayamayız. Kaosu varsayarak da yaşayamayız. Kaosu varsayarak düşünemeyiz ve konuşamayız. Öyleyse zorlamayalım. Yapmamız gereken şey efendi bir şekilde onunla barışmaya. Bir nevi tevekkülden mi bahsediyorsunuz? Bir kabul edişten söz ediyoruz. Yani aklın kendi kendinin sınırının farkına varmasından söz ediyoruz. Bu kadercilik sayılmaz mı?
Kaderciliğin de bir kolaycılık olduğunu ancak bize akıl gösterebilir. O yüzden aklı hakikaten ihtiyacımız var. Yani eleştirel akıldan bence vazgeçilemez. Eleştirel, aklın güzel tarafı kendi sınırlarının olduğunu bize söyleyebilecek tek efendi yetimiz bu. Diğer bütün yetilerimiz azgın bu anlam. Heraklitos her şeyin geçici ve değişken olduğunu söyleyerek aslında aklı askıya mı alıyor? Tabii. Ama aslında çok akılcı bir şey de söylüyor bir yandan.
Böyle olduğunu söyleyerek bile sabit bir kural koymuş oluyorsunuz. Dolayısıyla kendisiyle çelişen bir şey söylemiş oluyorsunuz. Düşüncenin yasaları denen üç yasadan söz edilir. Birincisi özdeşlik ilkesidir. Bir şey kendisinin aynısıdır. Yani a eşittir a. İkincisi çelişmezlik ilkesi. Bir şey kendi tersiyle aynı anda aynı bakımdan bir arada bulunamaz. Birbirlerine dışlarla iki ayrı varlıktan söz ediyor olmamız lazım. Yani a eşit değildir non a diye düşünülebilir. Üçüncüsü üçüncü halin olanaksızlığı o da ya a ya eksi a.
Demek yani üçüncü bir ihtimal yoktur demek. Bu üç yasa, aman ha düşünürken dikkat edin bunlara uymazlık etmeyin demek anlamında kural değiller. Bunlar zaten itaat etmekte olduğunuz yasalar. İtaat etmek mecburiyetindesiniz. Zaten bunu yapıyorsunuz. Bunların dışında düşündüğünüzü iddia ediyorsanız yanılıyorsunuz. Herakleitos’un söylediği şey çok provokatif bir şey. Çok büyük bir skandal. A’nın eksi a’ya eşit olduğunu söylüyor. Böyle fragmanları da var. İnen yol ve çıkan yol birdir, gün gecedir. Parmignides’in söylediği çok kalite bir şey var. Çok seviyorum onu. Diyor ki sabahları güneş tam doğmadan önce son kalan yıldız ya da gök cismi ile akşamları ilk parlayan gök cismi biri doğuda öbürü batıda görünmesine rağmen bir ve tektir, aynıdır diyor. Her şey birdir. Karşıtlar da birdir demeye çalışıyor. Bu da garip bir düşünce değil mi aslında? Niye? Bence bu fikir doğrusu zaten. Parmignides zaten haklı bana kalırsa. Her şey bir bütünün parçasıdır mı demek istiyor. Evet. Bir aynılığa dayanmaksızın farktan söz etmeniz mümkün değil. Siz iki kedi arasındaki farkı kedi cinsi sayesinde farklılaştırabiliyorsunuz. Kedi ile köpek arasındaki farkı hayvan cinsi üzerinden, hayvan ile bitki arasındaki farkı böyle gide gide en sonunda bir varlığa gelmek durumundayız. Bu deriştirmaları yapabildiğimize göre bir ilk ana kategori olmalı. Bu da her şeyi kapsayan, kendi dışında bir şeyden söz etmenin anlamsızlaştığı bir tür varlığın birliği. Bu çok zen bir düşünce değil mi aslında? Bence de öyle. Zaten bizim ilk oturumda Zenon paradoksundan hareketle bir tür zen bir noktaya ulaştığımızı belki hatırlarsın. Yani hareket imkansızdır. Dolayısıyla Latincede nunx tantz diye bir sözcük var. Duran şimdiki zaman demek. Şimdiki zamanlara mı akmıyor? Biz her an erişim kurabiliyoruz bununla. Ne aracılığıyla? Akıl aracılığıyla diye düşünülüyor. Ve ben büyük ölçüde bunun doğru olduğunu ve bunun bazı etik politik sonuçlarla gebe olduğunu da düşünüyorum. Peki o zaman soru geliyor hocam. Eyvahlar olsun. Ne yapalım? Sabah kalktığımda ne yapmalıyım hocam? Bunu bana söyler misin? Her şey bir. Ben de bu görüşe çok yakınım. Yıllarca da bundan bahsettim aslında. Bir filmde de yani ayrılamaz. Rasyonel düşüncenin problemi bu. Klasifikasyon ve ayırma yani parçalayarak çözüme gitme. Yani bir filmin işte kamera kullanımı şudur da işte görüntüsü, ışığı, işte oyunculuk, dramatizasyon falan filan. Bütün bunları parçalara bölüp analiz ediyorsun. Ama sonuçta filmi kaçırıyorsun yani parçalara böldükçe yeni parçalar çıkmaya başlıyor gibi bir şey. Ama ne yapayım? Bununla barışabilmek için aklın dışında bir yolun yok. Elinde akıl dışında ne var? Çok kabaca söylüyorum. Duygular, arzu gibi akıl sınırı çekmedikçe kendi içinde sınırı olmayan şeyler bunlar. Korkuyu ele alalım. İyi ki ben biraz Covid’den korkuyorum. Ama bunlar da düşebilir aslında çünkü depremde yaşıyoruz. Yani görüyorsun korkuyu tık diye oynattım şimdi. Azıcık ileriye ittim. Korku kendi içinde durması gereken sınırı barındırmıyor. Korkuya soracak olsan olsun. Hangi oduna atarsan at. Doymayan bir ateş bu anlamda. Duygularımız temel olarak böyle. Bu şunu gösteriyor bize.
Akıl senin söylediğin ayrımları yapıyor. Doğru ama bunu fark eden özellikimiz de akıldan başkası değil. Bunu eleştiren, ayrımların yanlış keyfi olduğunu söyleyen, başka ayrımlar yapılması gerektiğini söyleyen ya da ayrımlar yapsak bile bütünlüğü algılamamızı sağlayan şey ne? Akıldan başka ne olabilir? Demek ki aklın iki farklı modundan söz ediyoruz. Bir tanesi diyelim ki kendi tanımlarına aşık olan bir türküsü daha akıl diye düşününebilir.
Diğeri de kendi tanımlarını da sorgulayabilen yani kendi üzerine dönebilen refleksif akıl, sorgulayıcı akıl. Bütün bilimler bazı aksiyonlardan yola çıkmak zorunda. O aksiyonların kendilerini sorgulamaya başladığında bizim alana geliyorlar. Fensefe’ye geliyorlar. Kimse kusura bakmasın ama zaman konusunda tartışmaya, hareket konusunda, enerji konusunda tartışmaya, eğitim konusunda tartışmaya ve biraz yokuş yukarı gitmeye başladığınızda peki bu neden, peki bu neden dediğinizde
fensefe’ye çıkıyor o yol. Bunun çok güzel bir amperik bir tür göstergesi var. Wikipedia’ya girdiğinizde, İngilizce Wikipedia için sanırım geçerli bu, bir Wikipedia maddesinin ilk cümlesindeki ilk link’e tıkladığınızda, bunu üç beş defa yaptığınızda yüzde doksan üstü bir oranda fensefe maddesini çıkartıyorsunuz. Yani bu ne demek? Hey Erkcan, hey Emral Kin, çok izleniyoruz demeyin. Fensefe vardır, fensefe.
Ama gerçekten ben de inanıyorum. Bence en değerli şey fensefe. Değerli olduğu anlamına gelmiyor mu? Bir olgu olarak söylüyorum ve o yüzden de iki tür akıl cinsi belki düşünülebilirim. Bir tanesini ben zekâya benzetiyorum aslında. Platon çok hoş bir şey söylüyor. Diyor ki, bilimler bazı ilkelerden başlamak durumundadırlar ve bu anlamda yokuş aşağı giderler. İnsan denen varlık nasılsa bu ilkelerden aşağı değil, bu ilkelerden yukarı da hareket edebiliyor. Bu ilkelerin kendisini de düşünebiliyor. Dolayısıyla bazı kurallardan hareketle, bazı tanımlardan hareketle düşünmenin dışında o kuralların kendilerini de sorgulama kapasitemiz var. Beğen ya da beğenme. Hayali isimli bir divan şairinin çok güzel bir beyti diyor ki, bu dünyayı süsleyen bu dünyanın içindedir. Onu aramayı bilmezler. Yani Tanrı dünyanın içindedir diyorsun. Siz aramasını bilmiyorsunuz, siz balıklar ki suyun içinde yüzüyorsunuz ama suyun ne olduğunu bilmiyorsunuz demeye getiriyorsunuz. Güzel aşağılamış hocam. Beğendim. Peki bir şey soracağım. Dediklerine yürekten katılıyorum ama felsefenin patladığı bir nokta var sanki. Sabah kalktığımda ben atıyorum ya Flü TV’ye geleceğim ya da diyelim ki DATC’ye gideceksem o kararı nasıl vereceğim? Felsefe ne işe yarar birazcık geliyor bu soru sonuç olarak ve bu soru gerçekten içimi sıkıyor. Bir sebebi, güzel bir cevabım yok. Daha da içimi sıkmasının sebebi bu sorudaki varsayımlar beni sıkıyor. Yani bir tür denetçi o da o da dolaşıyor ve bu ne işe yarıyor, o ne işe yarıyor. Hadi bakalım çıkartın şu anda arama var. Denmiş gibi hissediyoruz. Hocam beni yanlış anladın mısın? Ben o anlamda sormuyorum. Sabah kalkmak çok önemli bir travma. Kalkıyorsun ve devam etmek ve etmemek arasında her gün o kararı veriyorsun. Küçük bir şey söyleyeyim. Tam bir cevap değil her zaman olduğu gibi ama kızım uyandığında ne yapıyor biliyor musun? Ne yapıyor? Hiçbir şey. Biz ona diyoruz hadi hadi aç dedi. Karnın gurul gurul uyanmıyor. Çocuk uyanıyor ve dünyaya bakıyor. Şimdiden korkma olayı çocuklarda çok daha az var. Bizde şimdiden korkma var. Sabah kalkıyorum ve senin için korkunç olan şey şimdiyle karşılaşıyorsun. Bence şimdinin korkutuculuğunun sebebi biraz sorumluluk meselesi aslında. Tabii. Ve felsefinin bence yapabileceği şey sabah kalkınca bir antrenman yapın, egzersiz yapın gibi sahte içerikler sunmak yerine sizi bu şimdinin korkunçluğuyla karşı karşıya bırakması belki de çok daha hayırlı bir şey insanlık için. Başka bir deyiş de felsefenin belki de yapıcı olmaktan çok yıkıcı olmasına faydalar var. Bunu söylememin esasında sebebi insanların ve dünyanın potansiyeline benim acayip bir güvenim var. Ve felsefe de şunu söylemiş oluyor ben senin altındaki halıyı çekerim. Ben senin ana değerlerini sorgularım. Korkma. Güven. Hem kendine güven hem varlığa güven hem de dünyaya güven. Temel mesaj bence bu. Bizim sabah kalktığımızda o kaygıdan kaçmamızın altında yatan varsayım ben bunun altından kalkamayacağım. Korku hissettiğin için sen o kaçıştasın. Haydi gelin çok güzel anlattığı bir konu bu senin de anlattığın. Şunu söylüyorum. Biz hayata bilinçli birer birey olarak başlayıp da dalgınlıktan ötürü inkara düşmüyoruz. Biz kendimizi bulduğumuzda zaten inkar halindeyiz. Zaten sürü halinde yaşıyoruz. Biz birey olarak bir sürüye dahil olmuyoruz.
Biz herkes ummanın içerisinde diğerinden ayrıştırılamayan bir damla gibi yaşıyoruz. Aslında damla bile değiliz. Yani birey sürüünün içerisine adım atarak sürüyi oluşturmuyor. Önce sürü halinde varız. Birey sürüden sonra ortaya çıkıyor. Eğer birey sürüden ayrışma cesaretini bir şekilde gösterebilirse o zaman birey ortaya çıkıyor. Hocam sizle datçıya gitsek mi şimdi? Kediyi de alıyor muyuz?
Olalım. Görüşmek üzere.
İlk Yorumu Siz Yapın