"Enter"a basıp içeriğe geçin

Bilene, Görene, Köre Ne! – Serdar Tuncer

Bilene, Görene, Köre Ne! – Serdar Tuncer

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=bUM9UOXd9NQ.

Selamun aleyküm Erenler ve dahi Erenlere gönül verenler, hatta ve hatta Erenlere gönül verenleri sevenler ve hatta onlara laf ettirmeyenler. Nice’siniz afiyetli olmanızı Cenab-ı Mevla’dan niyaz ederim. Gönlünüzde Allah’tan gayrısının kalmamasını Allah’tan niyaz ederim. Dememiş mi? Sür çıkar ayar dilden ta tecelli edehak, padişah konmaz saraya hane mamur olmadan.
Şem-i Sivasî Hazretleri. Aha neler neler. Ama işte o aradan çıkartmak o öyle pek kolay bir şey değil zannediyorum. Dün akşam oturdum Şah-ı Nakşibend Efendimiz’in hayatından birkaç bölüm okudum. 15-20 sayfa kadar çok değil ama okurken nasıl biliyor musunuz? Hani anlatılan da öyle aman aman meseleler değil. Şah-ı Nakşibend Efendimiz’in hakkında bir başkasının yazdığı hayatından bir takım anekdotlar, zarif hatıralar, bazı sohbetler okudum. Kalbim böyle bir ne bileyim bir halavet, böyle bir muhabbet. Okudukça okuyasım geldi. Yahu sanki bir müddet sonra 3 sayfa 5 sayfa bitti. Sanki Kabe’yi tavaf ediyorum falan. Böyle kuşlar gibi. Biraz sonra Arafat’a çıktık falan. Az sonra kurban kestik. Allah Allah başımızı secdeye gömdük. Kitabı kapattım. Uyumaya çıktım. Ayaklarım sanki yere değmiyordu. Böyle yaparak kendime dair bir şey anlatmıyorum aslında. Onu anlatmaya çalışıyorum. Başımı yastığa koydum, düşündüm. Dedim ki Ya Rabbi, bir zat yaşamış. Almış başını buradan ötelere göçmüş. Onun hayatından birisi bize bir şeyler anlatmış ve ben onu okurken hadisenin dibine oturmadım. Kutlu nazarları yüzüme değmedi. Bir iki çift sohbetine mülaki olmak nasip olmadı. Bununla şereflenmedim. Hayatına dair bir şeyler okuyorum fakat kalbimi fark ediyorum okurken. Fakat böyle nazenin bir hale geliyorum. Ayaklarım yere değmiyor okurken. Bu zatlara sen ne kattın Ya Rabbi diye gönlümden geçti. Onlar her biri baş tacı, her biri bir başka güzel. Her biri Mevla ahirette onları bize yoldaş eylesin. Şefaatlerinden mahrum etmesin. Ama ortak vasıfları öyle zannediyorum ki kendilerini aradan kaldırmış olmaları. Çok güzel levhalar var. Hiç yazıyor. Hiç. Levha güzel. Levhayı duvara asmak güzel. Hele de böyle bir müzehid güzel onun tesibini yapmışsa, ziynetlendirmiş ol. Bambaşka güzel filan da hiç olmak o başka bir şey. Ben olmayacak işin içinde.
Hazreti Pirefendimiz Mesnevi Şerif’te anlatır. Bir gün bir aslan, bir kurt, bir de tilki beraberce ava çıkmışlar. Beraberce ava nasıl çıkarlar? Kurt da tilki muhtemelen aslanın yancısı konumunda. Aslan mevzuyu çözecek de zaten bize ne kalır? Akşama kadar avlanmışlar. Bir yaban öküzü avlamışlar ve kocaman. Bir geyik avlamışlar. Bir de tavşan. Tabii o acıkmışlar akşama kadar.
Koşturmacadan da yorulmuşlar. Akşam olup av işi bitince ormanlar kralı aslan dönmüş. Kurt da demiş ki acıktık. Acıktık efendim demiş. Hadi bakayım bir taksim et şu avladığımız hayvanları da yemeğe başlayalım. Bir taksim yap bakalım. Kurt dönmüş aslana efendim demiş. Siz bizim kralımızsınız. Ormanların kralısınız. Elbette ki yaban öküzü sizin şanınıza layıktır. Siz onu afiyetle yiyiniz. Ben deniz geyikle iktifa ederim. Geyiği de ben yerim. Aslan böyle dikkat ediniyor. Tilki kardeş de malum cüsse olarak da küçüktür bizden. O da tavşanla iktifa etsin. Aslan bakmış böyle öyle mi demiş? Böyle efendim deyince aslan pençeyi kaldırdığı gibi kurduğu yere sermiş. Yerde bir yaban öküzü, bir geyik, bir tavşan bir de kurt yatıyor. Dönmüş bu defa ormanlar kralı aslan tilkiye.
Bir taksim yap bakayım demiş. Tilki böyle kekeleyerek efendim demiş. Akşam vakit geç oldu. Şimdi demiş geyikle yemeğinizi yeseniz iyidir. Sonra istirahat edersiniz. Sabah kalkınca da yaban öküzü pek güzel olur. Hani bir uyuyup kalkarsanız ondan sonra da tavşanla uyanınca öleden sonra karnınızı doyursunuz.
Aslan öyle gülmüş. Taksim hoşuna gitmiş aslanın. Aferin lan demiş. Sen böyle taksim yapmayı nereden öğrendin bakayım? Tilki böyle kekeleyerek yerde yatan kurttan öğrendim demiş. Yerde yatan kurttan öğrendim. Bazen bazılarının yanlışları da insana doğruyu öğretir. O zatlar Şahı Nakşibend Efendimiz Kudüs’e Sırruh,
Abdülkadir Geylani Hazretleri, Ahmet Er Rufay Hazretleri, Hz. Mevlana’lar. Bak onlar kendilerini yere sermişler ve o yere serdikleri kendilerinden bir şey öğrenmişler. Demişler ki la fa’ile illallah. Demişler ki la mevcude illallah. İşleri Allah’tan başka yapan yoktur. Allah’tan başka bir şey yoktur. Bir mecliste sohbet ediliyormuş da böyle. Birisi demiş ki Efendimiz Hazretleri bir ayette yalnızca Allah’ın zatı vardı. Allah vardı.
Yani hiçbir şey yoktu. Kainat yoktu, yer yoktu, gök yoktu, o yoktu, bu yoktu, saman yolu yoktu, galaksi yoktu, insan yoktu, böcük yoktu. Hiçbir şey yoktu. Yalnızca Allah vardı. Bir ayette yalnızca Allah vardı. Deyince Hz. Tebessüm etmiş. El-An öyledir efendim demiş. El-An öyledir. El-An şimdi halen öyledir diyor. Halen bir ayette Allah vardı değil. Hala sadece Allah var. Başkası yok.
Kime? Bilene görene. Körene. Bilene görene. Başı yokluk olan, sonu yokluk olacağın şeyi şu anda var gibi yapsa da hakikatte yoktur. Bir tek o var. İşte o var şuuruna bu zatlar, demin ismini saydığım zatlar öyle bir ermişler ki o varın içerisinde kendilerini yok etmişler, hiç etmişler. Abdurrahim Reyhan Efendi Hazretleri rahmet olsun. Kudüs-i Sırrı buyurulmuş ki vavı gitti, evhadin kaldı ehad. Varlık vavı. O vav giderse ortada o kalır. Sen aradan çıkarsa o. Böyle olunca da Serdar’ın biri oturur, gecenin bir yarısı senin hayatın hakkında yazılan birkaç bir şeyi okur da kalbini fark eder. Kalbinin sahibini fark eder. Derd eder. Sonra döner biri bir günün bu hususu mevzu yapar. Fakat o var ya o öyle kolayla ele geçecek bir şey değil. Ahmet Erdufay Hazretleri rivayet o ki bir gün talebeleriyle otururken dönüp demiş ki evlatcım, evlatlarım bende bir ayıp, bir kusur göreniniz var mı? Varsa söyleyin ki ben onu düzeltmeye gayret edeyim. Talebeler mahcubiyetle boyunlarını bükmüşler. Estağfurullah efendim demişler. Niye boyun büküyorlar? Çünkü ayıp, kusur yapanın değildir. Görenindir. Hatta kusur görenindir. Yapandan çok gören kişiye aittir. Bir insanda bir şeyi, bir yanlışı yapabilecek bir kabiliyet olmasa, bir ona meyallik olmasa, ona dair içinde bir gündem olmasa, başkasında da o eksiği, kusuru, kabahati, hatayı, günahı göremez. Hala görüyorsa kendisinde onu yapabilme ihtimal mevcut olduğu içindir. Hazret soruyor diyor gördünüz mü? Hepsi mahcubiyette boynunu bükmüş. Talebenin biri demiş ki efendim ben bir ayıbınızı görüyorum.
Hazret şaşırmamış. Samimi soruyor çünkü tevazudan değil. Hani bazen olur böyle laf olsun diye. Tevazu yaparsınız ki sonra menkıbeniz anlatsın. Haşa onlar öyle zatlar değil. Samimi soruyor. Gören var mı hata kusur? O da var deyince o böyle bir dikkat kesilmiş. Söyleyin bakalım hatamı. Diğer talebeler tabi biraz kaşlarını çatmışlar. Hocamızın nasıl hatasının kusurunu görüyoruz? Sen kimsin? Bir anda gibi talebe zeki talebe. Demiş ki efendim bizim gibileri talebeliğe kabul ediyorsunuz ya sizin en büyük ayıbınız budur demiş.
Bizim gibi talebelerinizin olması sizin ayıbınızdır. Hazret estağfurullah demiş. Ben hepinizin ednasıyım. Ben hepinizin hizmetçisi. Ben aşağıdayım diyeni yüceltirler. Bir kavmin efendisi o kavme hizmet edendir. Hadis-i şerifine bir de buradan bakmak lazım. Ya da hayrun nas men yen fe un nas. İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır hadis-i şerifini. Bir de buradan duymak ve tartmak lazım. Bu zatların her biri öyle.
Şimdi Sami Efendi Hazretleri Allah rahmet etsin, derecatını âli etsin, ahirette bizi kendisine komşu etsin, şefaatlerinden mahrum etmesin çok güzel bir zat-ı şerif. Her şeye ne kadar dikkat ediyorlar da bu işler böyle oluyor ya bir misal olsun. Kişi hiç olunca mevzular onun gözünde ne hale geliyor ya bir misal olsun. Ve niçin hiç olamadığımızı anlamaya da bir ayna olsun diye şunu anlatayım. Sami Efendi Hazretleri vapura biner karşıya geçerlermiş. Tabii o zamanlar şimdiki gibi değil. İstanbul kart falan böyle şeyler yok. Ne yapıyorsunuz? Küçük jetonlar vardı. O jetonlardan alıyorsunuz görevlisinden, turnikelere geliyorsunuz jetona atıyorsunuz. Turnike açılıyor geçip iskeleye varıyorsun vapura biniyorsun. Böyle bir zaman. Sami Efendi Hazretleri her sabah aynı saatte gelirmiş. Mesela saat 07’de orada olacak ya. 7’yi bir gece değil, 7’ye bir kala değil. 7’de hep orada.
O kadar ki orada bulunan kişilerle daha sonra konuştukları vakit şöyle söylüyorlar. Biz neredeyse saatimizi Hazretin gelişine göre ayarlayabileceğimizi düşünürdük. O kadar dikkat sahibiydi. Gelirmiş sıra var tabii. Sıraya geçer bekler. Sıranın kendisine gelmesine. Tam jetonu alacağı görevliye yaklaşınca cebinden parasını çıkartır, verir, jetonunu alır geçer. Fakat görevli bir gün merak etmiş.
Diyor ki, ”Beybaba bir şey soracağım bağışlarsanız. Buyurun evlatcığım. Siz hep tam para veriyorsunuz bana. Hani jeton 1 liraysa bana 1 lira veriyorsunuz. 1 lira 25 kuruşsa 1 lira 25 kuruş veriyorsunuz. 1 lira 50 kuruş oluyor zam geliyor. 1 lira 50 kuruş veriyorsunuz. Ben de yanımdaki arkadaşımla konuşuyorum. Diyorum ki herhalde bu beybaba böyle bozuk para alınan, verilen falan bir işle uğraşıyor. Onun için sürekli tam para veriyor bize. Para üstünü beklemiyor.
Ne işle işlik hale ediyorsunuz efendim? Deyince, Hz. biraz da böyle sanki bir sırrı aşikar olmuş gibi mahcup bir Eda ile demiş ki, yok yok evladım öyle değil. Bendeniz demiş hani şu sırada insanlar var ya benim arkamda. Size bir bütün para verecek olsam, siz de o para üstünü vermek için beni biraz fazla bekletseniz bu sırada. Arkamdakilerin hakkına gireceğim diye endişe ediyorum. Onun için paramı tetarik edip geliyorum.
Baa! Gönül bu işte. Hiç olanın gönlü bu. Kul hakkı dediğiniz vakit, hadisenin incele incele varacağı nokta işte burası. Şimdi buradan nereye bir misal çıkar? Trafikte gidiyorsun. Emniyet şeridinden kaptırdın. Girer mi kul hakkına? Girer. Filan dairede işin var. Tanıdığa alo dedin. 5 kişinin önüne girer.
Kulluk hayata dair bir şey. Din ve hayat değil. Din neyse hayat odur. Hayat neyse din odur. Hayatımızın her anına tahalluk eder. Öyle bir hiç olmak, öyle bir Sami Efendi Hazretleri Kudüs’e sürü gönlüne sahip olmak lazım ki yarın Mevla’nın huzuruna çıkan da kişi rahat edebile. Öbür türlüsü zor. Ve bu incele iş sadece bu mesele değil. Bütün meselelerde, bütün mahlukata karşı, cansız varlıklara karşı bile. Ne demek istiyorum?
Yine Sami Efendi Hazretleri Kudüs’e sürü. Manav’dan tomates alıyor. Yanında da galiba aile ifradından genç bir zat akrabada. Tomatesi almak için uzanıyormuş. Bir tane alıyor. Kese kağıdına koyuyor. Tutuyor. Kese kağıdına koyuyor. O genç de böyle dikkatle bakıyor. Hani normalde bir bakarsınız. Beğenmez bırakırsınız. Tutarsınız, bırakırsınız filan böyle. Ama o öyle yapmıyor. Al, tuttuğunu alıyor.
Hafif ezik de olsa alıyor. Biraz çürük gibi de olsa tutuyor ve alıyor. O gencin dikkatini çekmiş. Soracak. Diyecek ki efendim niçin böyle yapıyorsunuz? Edebinden soramıyor da. Büyüklerin yanında birazcık bu hususlara riayet etmek lazım. Bekle. Vakti geldiğinde o sana o anlayamadığın, müşkülün cevabını verir zaten. Ama sen sorarsan o asıl alman gereken cevaptan mahrum olursun. Belki sonrasında göreceğim bir başka bir şey vardır da.
Ondan da mahrum kalırsın. Onun için beklemek. En güzel. Sükut. Dilde susacak, gönülde susacak. Becerebiliyor musun? Zor. Bizim işimiz değil. Onu becerenler beceriyor. Susmuş o delikanlı. Bekliyor ve hazret dönmüş ona demiş ki. Domatesler var ya demiş aldığımı, tuttuğumu. Tekrar geri bırakacak olsam kasaya.
Sanki oradaki arkadaşlarına mahcup olacak gibi geliyor. Sanki arkadaşları seni beğenmediler falan diyecek de o onlara mahcup olacak gibi. Ondan demiş endişe ediyorum da onun için aldığımı geri bırakamıyorum. Bu nasıl bir gönüldür ya Rabbi? Manav’da kasadan aldığın domates incinecek endişesi içerisinde biri. Domates incinir mi? İncinmez. Ama domatesin bile incinebileceği endişesiyle kalbi bir kuş gibi ürkek kimse zaten başka bir şeyi incitemez. İstese de incitemez. Necip Fazıl Kısa Kürek diyordu ki masallardaki nalinlerine çıngırak takıp gezen adam misali karıncalar ezilmesin diye masallarda öyle anlatırlar. Bazı kişiler geçen Nilo’ya da yaptı onu ya gördüm çok güzel olmuş.
Nalinlerine pabuçlarına çıngırak takarlarmış yürürken böyle çın çın çın çın çın çın çın. Ses çıkartacak ki karıncalar böcekler falan sesi duyup kaçacak yanlışlıkla onları ezemeyecek. Üstad öyle diyor masallardaki nalinlerine çıngırak takıp gezen adam misali arzın yüzeyindeki ince manaları ezmemek için toprak üstünde basacak yer bulamayacak rikat sahibi bir gönül. Anlatabiliyor mu?
İşte bu gönül o gönül. Gönül böyle olursa insan hiç oluyor demek ki. İnsan öyle hiç olursa gönül böyle oluyor demek ki. İnsan hiç olur gönül böyle olursa vefatından sonra bile asırlar geçse dahi hayatı hakkındaki bir dedikodu kıl kal mesabesindeki meseleyi okurken bile insanın birisi insanlığını fark ediyor. Kalbinin sahibine iltica ediyor.
Dönüp oraya sığınıyor. Ah benim cancağız. Varken hizmet ettiler. Varlıklarıyla hizmet ettiler. Sohbetleriyle, nazarlarıyla, ilimleriyle hizmet ettiler. Şimdi yoklar. Zahiren yoklar. Ama o nasıl bir tasarruftur ya Rabbi ki? El an devam etmekte. El an hizmetleri yürümekte.
İşte her sözün başında erenlere gönül verenler derken derdimiz bir tekerlemeyi söylemek değil. Derdimiz eremediğimizi fark edelim. Erenlere gönül de veremediğimizi idrak edelim. Hiç olmazsa ama bunun öyle bir devlet olduğunu fark edelim ki gönül verenleri sevmek, gönül verenlere laf ettirmemek filan da onlarla beraber olmaya bir vesile olur. İdrakini hatırlayalım ve hatırlatalım.
2-4-O.
Eyvallah.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir