"Enter"a basıp içeriğe geçin

Bizde Eğitim Diz dize Olur, Uzaktan Değil – Hayati İnanç | Derdini Söyle

Bizde Eğitim Diz dize Olur, Uzaktan Değil – Hayati İnanç | Derdini Söyle

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=-xTvQWfeXA8.

Zehra grubun katkılarıyla hazırlanan derdini söyle başlıyor. Sınıfa girdin şöyle gözlerin ışıl ışıl bir ustadan dört Mısra okudun da çocuklar sana ilgisiz mi kaldı?
Hâlehli kâlehli, hoca hâl hâliyle talebeyi yanında yetiştirelim.
Efendim konuşana bir, dinleyene iki, yazana bir, okuyana iki selam olsun. May Mecra kanalına hoş geldiniz. Hayati hocamla bu programı sunmak bize nasip oldu. Hocam hoş geldiniz. Hoş bulduk efendim. Nasılsınız? İyisiniz? Elhamdülillah şükürler olsun. Allah daha iyisin inşallah. Sen iyi gördün maşallah. Elhamdülillah biz de iyiyiz. Keyfin yerinde yani.
Zor günlerde iyi insanlara ihtiyaç var, iyi olanlara ihtiyaç var diyoruz. Programa şimdi başlarken tabii ilk başta başlangıç yapmak zor. Hele Hayati İnancın karşısındaysanız bir tık daha zor. Çünkü sizin daha önce sizlik ihabınızı da biliyorduk. Şimdi karşınıza gelmek nasip oldu. Ne zamandan beri haberdarsın? Öğrencilik yıllarımızdan beri haberdarız hocam. Ne zaman mezun oldun? 2012 yılında ben mezun oldum. Evet ben de 2008’de başlamıştım. Kamuyu açık biçimde. Üniversiteye giriş yılı mı benim 2008 yılı? 2008 yılında. TRT’deydik. Canveren Pervaneler isimli programımız 2008 Kasım’da başladı.
Ve bütün Türkiye’de 500 kişinin dikkatini çekersek yeter diye düşünmüştüm. Yani milyonlara balik olan bir ilgili kitle ile karşılaştık. 13 yıl sonra durum bu. Ne alırdınız ne anlardınız. Şimdi tabii benim biraz alanıma yakın olduğu için. Tabii Türkçe öğretmeniyim.
Dolayısıyla Divan Edebiyatı ile ilgili daha önceden öğrencilik yıllarımızda da ilgilenmiştik. Nedir bu Divan Edebiyatı? Meraklı mısın yani? Meraklıydık. Güzel. Meraklıydık. O zamanlar bir vakıf vardı Divan Edebiyatı ile ilgili toplantılar düzenlerdi. Divan Edebiyatı vakfı mıydı? Evet biliyorum. O vakıfta bazen Divan Edebiyatı söyleşileri olurdu. Oraya giderdik. Çok kopuk zannederdik. Derdik ki Divan Edebiyatı çok alakasız bir edebiyat derdik.
Fakat işin içine girdiğimiz zaman mevcut hayat neyse şiir de onu yansıtıyormuş. Dolayısıyla programa başlarken ben de biraz öyle gitmek istiyorum yani. Aslında şu anki problemler bundan 500 sene önce de belki de aynı problemler. O yüzden bir şiir ile giriş yaparsak Hayati Hocamın karşısında şiiri ben okumayacağım. Ben okuyacağım öyle mi? Bir öğrencimden bir şey öğrenmiştim. Ustanın önünden elini, üstadın önünden de dilini çek. Dolayısıyla biz orayı… Alimin yanında dilini, Arif’in yanında kalbini tut diyorlar. Sen neresin? Evvela ben senin bir ifadeni alayım da. Ben Arılıyım Hocam. Arılıyım. Kaç yıldır öğretmen oluyorsun böylece? Dokuzuncu yılım. Dokuzuncu yıldasın. Hep yaptın mı yani mezuniyetten itibaren? Evet. Mezuniyetten itibaren. Çocuklarda ne görüyorsun? Çocuklarda büyük bir değişim görüyorum. Önce onu söyleyeyim. Zaten son iki yıldır, bir buçuk diyelim bir buçuk yıldır değişen bir eğitim süreci var. Dolayısıyla bu eğitim sürecinin de hem çocuklara hem büyüklere, aslında belki de hayata yansıması var ciddi oranda. Şikayetler mesela düzenimiz değişti. Dolayısıyla herkesle bir düzen değişti. Bu düzen değişikliğinin getirdiği olumlu şeyler var, olumsuz şeyler var. Bunları aslında biraz konuşalım istiyorum. Aslında bizim derdimiz biraz da bu hocam. Senin talebelerin 12-13 yaş aralığında mı? Benim talebelerim evet. 10-11 ile 14-15 yaş aralığında. Çocuklar yani 5-6-7-8 sınıflar. Evet 5-6-7-8. sınıflar talebeler. Şimdi şöyle bir problem var. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim.
Ya da şöyle bir giriş yapayım. Siz nasıl uyarlarsınız hocam? Şimdi diyor ki Hayali Bey’in de bir beytiydi. Bilmezler diye redefli bir gazeli var. Hayali Bey’in. Evet. Olmahiler ki deryayı bilmezler. Cihana ra cihani içindedir a rayı bilmezler. O mahiler ki derya içledir deryayı bilmezler. Evet. Şimdi ben diyorum ki şu an bu teknoloji döneminde size göre olmahi kimdir?
O derya kimdir? O mahiler. Şöyle düzeltelim. Yani o bir hattatın vaktiyle yanlış yazmasından kaynaklanmış. İlk hece ol, olamaz. Vezinden dolayı. Mefailün veznidir. O mahiler ki derya içledir deryayı bilmezler. İşin sanat tarafı böyle. Yani vezne uygunluk. Ol mahiler değil. O mahi kendi evimde bile asılı levhada yanlış yazıyor ama işin doğrusu bu.
O balıklar ki denizdedirler, denizi bilmezler diyor. Tam biz işte. Biz. Yani bunu şöyle bir anlamlandırmayla, öyle bir mirasın içinde, öyle zengin bir birikimin ortasındayız ki ve o kadar bundan habersiziz ki Hayali Bey marhum bizi görse de aynı şeyi söylerdi yani biz.
Denizin ortasına düşmüş fakat denizi bilmeden. Hani yavru balık anne balığa sormuş. Anneciğim deniz diye bir şey, su diye bir şey var anlatıyorlar. Nedir bu? Bana göster su, anlat öğret. Annesi de demiş ki yavrum sen bana sudan başka bir şey göster. Ben sana su göster. Muazzam bir zenginliğin ortasında olduğumuzdan olacak muhtemelen.
Çünkü şöyle bir kelam vardır. Abdülhakim Arvasi Hazretleri buyurmuşlar. Zuhurunun şiddetinden gaip. Tabii o başka bir bağlamda söylüyor ama çok meydanda olduğu için, çok zahir olduğu için görünmüyor. Güneşe gözlerini diksen, 10 saniye baksan, ne 10 saniye 5 saniye bakmaya çalışsan bir anda artık hiçbir şey görmez olursun.
Çok zahir olduğu için. Yani biz güneşiz ama diyor, erbabı nazar şaş ağamızdan göremez. Hufva aşların gözünde pinhan gezeriz. Şeyh Galip. Güneş gibiyiz ama diyor, bakmak kabiliyeti olanlar şaş ağamızdan göremez. Yarasa tabiatında olanlar da kaçıyor zaten, onlar da göremiyor. Bizi kimse görmüyor aslında diyor. Ortadayız diyor. Sorunun cevabı tam olarak, mensub olduğumuz medeniyet, mirasçısı olduğumuz medeniyet ve bizi temsil ediyor bu mısradiye düşünüyor. Peki benim kastım şu hocam, yani benim derdim şu, bu binvalide biz bu balıkları çıkartıp, bu teknoloji denizinden çıkartıp, bu denizi ya da bu dünyayı nasıl tanıtacağız? Nasıl göstereceğiz? Çünkü gerçekten şimdi çıkartmak da çok…
Tam doğru cevabı istiyorsan bilmiyorum. En doğru cevabı bu. Ama bazı tespitlerimi, hissiyatımı, yaşadıklarımı paylaşabilirim. Bunda mahzur yok. Gördüğüm tek salim yol, sağlam yol, sıhhatli strateji şu olsa gerek.
Kendini okur, zevkini alır ve bunu da hissettirirsen insanlar cevapsız bırakmıyorlar, ilgisiz kalmıyorlar. Bir edebiyat öğretmeninin, bir Türkçe öğretmeninin en esaslı vazifesinin bu olduğuna kâneyeyim. Ne yani? Sınıfa girdin, şöyle gözlerin ışıl ışıl bir ustadan dört mısra okudun da çocuklar sana ilgisiz mi kaldı? Hiç zannetmiyorum. Hiç zannetmiyorum.
Şiirdeki, sözdeki güzelliği fark etmeyen olmaz. Ama okurken sen neredesin? O işin içinde misin? Yoksa böyle oryantalist gibi dışarıdan dışarıdan mı bakıyorsun? O samimiyet, o içtenlik hemen kendini gösterir. Muhatap yaşlı veya çocuk, âlim veya cahil, köylü veya şehirli, erkek veya kadın fark etmez. Samimiyetle söylenen söz hedefini bulur. Kural bir, samimiyet o zaman. İki, lezzetini kendine alman ve bunu hissettirmen. Üç, faydalı olabileceğin üç kişi varken karşımda, otuz kişi varken, üç yüz kişi varken karşımda, yanında yürüyende,
bunlarla ilgilenmekten sarfı nazar edip, milyonları kurtarmaya falan proje üretmeye kalkarsan hiçbir şey yapamadan ömrünün tükendiğini görürsün. Eğitim denen şey, haddi zatında tam olarak kişinin kendini yetiştirmesi, kendini eğitmesidir. Sen kendini eğit, bakma sen etrafında müşterisi çok olur onun.
Çocuğuma nasıl tesir edeceğim? Kendine adam edeceksin, bunun başka çaresi yok. Çünkü insanlar, hele hele o genç, samimi olan, rol yapmayı öğrenmemiş insanlar, on iki, on üç, on beş yaşlar alındaki o insanlar var ya, senin lafına hiç bakmaz, adımlarına bakar. Sen ne samimiyet görürse peşine takılır, görmezse kepenge indirir, ağzınla kuş tutsan ona hitap edemezsin.
Şimdi hocam şöyle bir durum var, medeniyet de başladınız, İslam medeniyet, hem Türk İslam medeniyetinden devam eden ders halkaları süreci vardı. Yani daha önceden sözlü kültür hakimdi, ders halkaları vardı. Hocanın dizinin dibinde oturup diz, dize değer öğrenci, talebe ders alırdı. Ama şu an mevcut düzeyde zoom toptan atlarak kadar geldik.
Kocaman hanfiler, yüksek salonlar falan, çest cihazları, gürültüler, patırtılar, geç bunları ya, geç bunları. Böyle eğitim olmaz, böyle öğretim olmaz. Ama bir, şu an mevcut düzeyde bir mecburiyet de var. Yani şu şartlar maalesef pandemiden dolayı bunu gerektirdi. Elimizden geldiği kadar bu süreçte bunu sürdürmeye çalışıyoruz. Bu sürecin diğer süreçle farkı nedir? Yani öğrencinin diz, dize oturduğundaki hali ile, zoomdan kameraya baktığı hali arasında fark nedir? Bu iş nasıl… Bilgisayarınlık yok ki farkı söyleyeyim. Birincisi hayattır, ikincisi sözde yaşam. Yani klasik eğitim tarzı şöyle tarif ediliyor. Avrupa bilgeleri tarafından. Eğitim dediğin şey, yüzlerce veya binlerce kişiye hitaben değil, en fazla 20, bilemeden 25 kişiyle yerde oturarak, göz temasıyla, dediğin gibi diz temasıyla, hatta başları örtülerek, belli bir ısı istiyor kafa. Yani her şeyin bir usulü, erkanı var.
Mümkün mertebe tecrit edilmiş, dışarı ile irtibat kesilmiş biçimde karşılıklı, arada öyle mikrofondu hoparlör, bilmem neydi falan geçiniz bunları ya. Bunları anlatırken bizimki soruyor, ya siz bunu bizdeki eğitimi anlatıyorsunuz diyor, biliyorum diyor. Biliyorum da, 100 yıl kadar önce terk ettiğinizde biliyorum diyor. Terk ettiniz.
Şimdi İstanbul’a yolu düşenler, benim düştü. 7 sene kadar hukuk fakültesinde pabuçes gittim, 1977-84 arasının. Hala yerinde duran, Çemberli Taş’ta Çorlulu Ali Paşa Medresesi. Şöyle bir gitseler, çok iyi biliyorsun şimdiki durumunu değil mi? Nasıl tavla? Ben de oradan mezunum hocam. Tavla? Tavla. Şimdi orada tavla oynanıyor. Evet, gele atıyor insanlar.
Nargile içiliyor diye biliyorum. Nargile içiyor. Şimdi orası bir medrese ismiyle müsemmel. Yani üniversite. Küçük küçük odalar. Ders salonları dediğimiz yer, işte gayet mütevazı, sıcak ortam. Çocuk dünyayla neredeyse irtibatını kesiyor oraya girdiği zaman. Muazzam bir akustik. Ya binada şey var bir kere insanilik var ya. Yanından ana cadde geçiyor, içeriye ses girmiyor. Akustik harikasıdır. Biz böyle bina yapmıyoruz epeydir yani. Akustik nedir onu da unuttuk. Neden? İhtiyacımız yok. Bir ses duyurmak istediğimiz zaman koyuyoruz, cihazı basıyoruz, gürültüyor. Adamın el ayağı dolaşıyor zaten mecburen duyuyor. Yapacak bir şey yok başka yani. Söz, şimdi medeniyete şöyle bakmak lazım. Sözü mü yükseltiyor, sesi mi yükseltiyor?
Vezuttur bunlar. Sözün yükseldiği yerde ses yükselmez. Bazen fısıldık seviyesine de iner. Hatta sözsüzlük seviyesi en hâlâ oraya da indiyor olur. Bazen de oraya iner. Ama sözde bir hayır yoksa, söz yükselmemişse ses yükselir. Gürültü başlar, patırtı başlar. Ona faşizm denir zaten az. Baskı yani. Tepene biner. Bu ekonominin faşizmidir. Siyasetin faşizmidir. Her neyse. Yani seni susturup, seni etkisizleştirip, neyi duyurmak istiyorsa. Böylece de insan yetiştirmekten, hakiki güzel insan yetiştirmekten çok uzak bir eğitim anlayışına gelmiş olduk. Bugün üniversiteye giden birçok insan, elbette çok çok kahir ekseriyet. İyi insan olmak ya da başarılı olmak, güzel insanlığa faydalı olmak gibi bir gaye takip etmiyor. Diploma elde etmek için gidiyor. Ve o diplomayı siz ona fotokopi çıkış alıp verseniz razı.
Neden? Hayatı boyunca ona sorulacak olan soru şu. Nereden mezunsun? Şunu sormayacak yani. Hocam kim? Eğer ustanın kim olduğunun bir önemi yoksa aslında verilen diploma da diploma değil. Bir avuntudan ibaret.
Biz birbirimizi avutmayı, birbirimizi kandırmayı artık kanıksamış bulunuyoruz. Bundan şikayet eden de yok. Cinayet yaygın olunca fail aramaya gerek yok. Herkes fail. O kadar yaygın ki şikayetçi yok artık yani. Böyle bir hale maalesef gelmiş bulunuyoruz. O zaman burada şöyle bir fark mı ortaya çıkıyor hocam? Halehli kalehli. Hoca hal haliyle talebeyi yanında yetiştirir. O dur yani. Hoca öğretmez sadece. Hoca yetiştirir. Talim başka terbiye başka zaten. Eğitim ve öğretim dediğimiz şeyler yani. Hoca sadece öğretmez. Yetiştirir de hayat tarzıdır. Onun oturup kalkmasından, yiyip içmesinden, insanlarla ilişkisinden de alırsın. O da sana bir üslup gösterir. O sana bir yol yordam gösterir. Usta çırak münasebetidir bu. Feyz almak deriz biz buna.
Ve bu ancak yakın temasla mümkündür. Günümüz insanı için ise bu. Senin benim için. Çok uzağa düşmüştür artık. Maalesef yani büyük bir azalmadır bu. Alimin ölümü, alemin ölümü. Elimizde kalan tek şey vardır. O kamil insanların, o güzel insanların yazdıklarını okumak. Başka çaremiz yoktur.
Bunun da değerini yine ecdat bize miras bırakmış. Mükaatebe, nısfı mükâlemedir. Yani dizinin dibinde yetişme ihtiyacında olduğun zat, o güzel insan hayatta değilse veya uzakta görüşemiyorsan bir engel varsa tek çare yazdığını okumaktır. Zaten onun için yazmıştır.
Ve onun yazdığını okumak kendisiyle görüşmenin yarısı kadar değer taşır. Yarısına tekabül eder. Nısfı mükâleme dediği o konuşmanın yarısı. Bugün elimizdeki tek imkan budur. Ancak okumak dediğimiz şeyin de hayatımızdan uzaklaştığını görüyoruz. Araya makineler girdi, cihazlar girdi ve biz onlara akıllı falan demeye başladık.
Plastikten yapılmış bir şey, akıllı telefon diyor ya. Aklı hakaret ya. Bu ne aklı ya? Allah Allah benim yaptığım bir şey, onun da akıl olabilir mi? Varsa bende var. Bende de yoksa zaten hak getir ha. Yani işi oraya havale ediyoruz ve şöyle bir aldamış içine düşüyoruz. O makinenin ilgili yerine attıksa dosyayı tamam diyoruz. Biz buna sahip olduk. Edindiğin data. Henüz okumuş değilsin. Allah bilir okuyacak da değilsin. Henüz okumayı geçmedin. Nerede kaldı onun hikmetini süzüp çıkarmak. Yani bu da uzağa düşüyor giderek. Ahir zamanda böyle bir şey. Kıyamete böyle gidiliyor. Şimdi hocam siz söylerken hatırladım da yanılmıyorsam Halil Cibrani’nin bir sözü vardı. Çocuklarınızın sizin gibi olmasını beklemeyin. Onlar sizin gibi olamazlar. Çünkü zaman geriye doğru işlemez diyor. Zaman ileriye doğru işler. Onlar sizden ileriye atılmış oklardır diyor. Dolayısıyla çocuklar değişecek. Bir öğretmen olarak sen bunu yaşıyorsun. Bir çocuğa faydalı olmak, ona bir mesaj aktarmak. Ben de torunumdan bunu biliyorum. Benim öğretmenliğim de böyle yani. Dede-torun münasebeti biçiminde. Yapman gereken şey onun dilini öğreneceksin. Yani eğitimcilik, öğretmenlik haddi zatında bir lisan öğrenmektir. Ben mesela torunca öğreniyorum şimdi. Onun neyi nasıl algıladığını anlamak zorundayım. Kendi dilimi ona empoze edemem. Mümkün değil. Orada anlaşamayız. Eğer buna zorluyorsam çocuklar bizi anlamıyor filan demek anlamsız bir laf olur. Ben onu anlayacağım. Bir zahmet. Bize düşen iş bu. Şimdi peki şu an özellikle son 20 senedir değişen farklı bir dünya var. Teknoloji hani çağlara baktığımız zaman, çağlar belli kırılımlara sahip. İstanbul’un FETİ mesela bunlardan bir tanesidir. Yeni bir çağ açmış, yeni bir kapatmış. Belki bundan 100 sene sonra diyecekler ki internet bir çağ açtı, bir çağ kapattı. Muhtemelen öyle olacaktır. Şu andaki yayın organımız mesela internet. İnsanlara bu şekilde ulaşabiliyoruz.
Yani ciddi olumlu tarafları mevcut. Olumsuz taraflarını bertaraf nasıl edeceğiz? O özü bozmadan, o kültürü bozmadan, o çocukların diline de inerek. Çünkü çocuklar efendim böyle olmaz, şöyle olmaz, bunu böyle yapacaksanız demekle bir şeyler olmuyor. O çocuk sizi dinlemiyor. Bir yerde çocukla irtibatı kesiyorsunuz ve çocuk diyor ki zaten biz aynı dili konuşmuyoruz. En iyisi buradan bırakalım diyor.
Dolayısıyla o çocukla aynı dili konuşarak biz az önce bahsettiğiniz özü nasıl vereceğiz bu çocuklara? Korktuğum da buydu. Bu en zor soruyu sorar mıydı Vahud Hoca diyordum. O da sizin işiniz demeyin hocam. Baştan söz alsam iyiydi aslında. Bunu kim çözmüş ben çözeyim. Dersi aşkın müşkilin Yahya nice halleylesin. Söyleyenler doğrusun bilmez, bilenler söylemez.
Başka bir bağlamda Yahya şeyhülislam Yahya öyle demiş. Aşkıs bana soruyorsun, anlat diyorsun. Nasıl anlatayım diyor. Bilen söylemiyor, söyleyen bilmiyor diyor. Bu sadece bizim de değil bütün insanlığın problemi müdhiş bir problem. Bu bir ahir zaman hastalığı, bir felaket. Bu bir ölümcül salgın.
Hiç şakası yok. Hiç şakası yok. Ama nedir? Ümit kesmek yok. Allah alemlerin Rabbidir sanal alem dahil. Mikro alem dahil. Ben sizin gibi meslek erbabı olmadığımdan makro değil mikro. Düşünme, konuşma, uygulama lüksüne sahibim. Yani binlerce insana değil, karşımdakine göz temasım olan kişiye ne verebilirim? Onunla nasıl eğitim faaliyeti yürütebilirim? Kolaycılığına gidiyorum. Mecburiyetle biraz da. Ve şunu görüyorum. Araya ne girerse girsin, teknoloji nereye gelirse gelsin. Neticede insan hale bakıyor, davranışa bakıyor, güzelliği gördüğü zaman tanıyor.
Diyeceksin nereden tanıyor? Vallahi babasından tanıyor. Babası Hz. Adem’dir, cennetlidir. Güzeli o yüzden tanır. Fıtraten. Mizaç itibariyle er ya da geç tanır. Ona oradan yaklaşmak, ona güzeli göstermek lazım. Göstermek de sözle olmaz, halle olur. Bu mesele bir söylem meselesi değil, eylem meselesidir diyorlar. Doğru söylüyorlar. Bizim samimi olmamız, güzel ahlakı, doğru istikamet üzere yaşamayı belirgin bir biçimde, tabiî bir biçimde, artistlik yapmadan, tasannua meyletmeden, artistlik yapmadan yani argosu yaşamamız lazım. Bin değilse üç, beş kişiye fayda sağlamayı ihmal etmemeliyiz. Daha sana aklı vermiyor. Çünkü kibirli bu teknoloji bir de. Çok kibirli yani. Her şey hakimmiş falan gibi. Kullanan da ona göre kendini cidden bir şey zannediyor. Hiçbir şey bilmeden her şeyi bildiğini zannetmek acayip bir rahatsızlık yani. Doğrulan insanlığın değerini düşüren bir şey. Dedim ya, datayı alınca makinasına o ilme sahip olduğunu vehmediyor. Yahu öğrenmedin sen onu. Sadece diyelim hani la teşbih kitabı alıp kütüphaneye koydun. E dursun orada durmakla sana fayda sağlamaz. Yani iktisasa da, bilgiye de, hürmeti, saygıyı kaybettiren. Öyle bir ortam ki her şey gibi zararı faydasından fazla. Yani yeni çıkan, bulunan her şeyin aslında zararı faydasına galiptir. Şimdi hocam dedin… Her şey öyledir yani.
Abi elektrik var, bu kadar ilişik faydalanıyor. Doğru da bu yüzden ne cinayetler işleniyor, bu yüzden ne fenalıklar işleniyor. Yani fayda zarar dengesine bakmalı. Yol açıldı. İyi, itfaiye gelecek iyi olur. Ambulans hızlı gelecek iyi olur da. Köylü birisi söylemişti bana. Bu köye bir yol gelir mi filan dedim ya hocam dedi. Buraya yol açılırsa ilk gelen dedi jandarma olur.
Yani fayda mı, zarar mı hep öyledir. Her şey bize ikisi birden gelir ve insanın işte tercih de bu noktada. Seçmeyi bilmeli, kullanmayı bilmeli, internet sebebiyle dünya yaşanılmaz bir yer haline getirilirken yine internet sayesinde olumlu mesajlar ulaştırılabiliyor. Ama oran daima 70-80’e, negatifle yine. Sizin bu söylediklerinizden hareketli hocam.
Şimdi dünyadaki gelişmelerde bakıyoruz güncel olarak nerelerde uzaktan eğitim değil de yüz yüze eğitime çabalanıyor, neden böyle oluyor falan. Hatta tarihe baktığımız zaman bu eğitim sürecini bize özgü zannediyor. Çünkü bizim kültürümüz de şeydir yani şu çayı buraya koyacağız, ikimiz karşıya geçeceğiz, muhabbet edeceğiz. İşte ilk karşılaştığımızda sarılacağız, kardeşim nasılsın. İşte diğerleriyle böyle bir samimiyet vardır yani. Özellikle tarihten beri devam eden bir samimiyet vardır. Dolayısıyla biz sürekli böyle yan yana gelmeye, işte el sıkışmak mesela, musafah vardır hatta. Yani biz böyle yetişmişizdir. Dolayısıyla tarihten gelen bu gelenek de bize özgü zannedilir. Fakat söylediklerinizden hareket de diyorum Avrupa medeniyetine baktığımız zaman veya farklı batı medeniyetine veya Afrika’ya bakın veya farklı yerlere bakın. Bu yüz yüze eğitim, hocanın yanında yetişme olayı hepsinde var. Yani bugün Sokrat’a bakın, bugün Erasmus’a bakın, İbn-i Sinai’ye bakın aynı şeyleri söylemişler. Farklı yerlerde benzer şeyleri söylemişler, hoca talebe ilişkisi bakımından. Dolayısıyla biz bugün bize özgü konuşmuyoruz aslında. Dünyaya özgü konuşuyoruz belki. İnsanlığın problemi. Evet, insanlığın genel bir problemi var. Bu problemi aşmak için çeşitli mücadeleler veriliyor. Ne kadar aşacağız, ne kadar aşamayacağız bilmiyorum. Ama bu problem aşıldıktan sonra bu süreç devam edecek gibi görünüyor. Çünkü az önce dedik bunun faydası da var, zararı da var. En azından o faydasından yararlanabilmek adına.
Merak ettiğim şey şu, bir mevsim-i baharına geldik ki alemin diyordu ya. Evet. O ta o zaman… Keçeci saate İzzet Molla’nındı. Havuz, tehi, bülbül, hamuş, gülsitan, harap. Evet. Şimdi bizim geldiğimiz bu çağda. Havuzun boş olduğu, gülistanın harap olduğu, bülbülün sustuğu şu çağda. Bülbül ne yapacak? Kimdir, ne yapacak? Havuz nasıl dolacak? Kardeşim derdim üçterek. Bunun öyle pratik bir çözümü falan da yok. Yani halledip geçeceğimiz bir şey değil. Bununla yaşayacağız, böyle yaşayacağız. Ama bileceğiz ki bin yıllık bir birikimle, bir tecrübeyle bu günlere gelmişiz. Muazzam bir kültür ve edebiyat birikimimiz var. Son dinin mensubu olmanın getirdiği muazzam bir saadet. En büyük ve hakiki saadetin takipçisiyiz.
Ama dünya bu kadar büyük bir badirenin içine girmiş. Biz de bundan etkileniyoruz. Fırtına sertesiyor, yüksekte rüzgar serteser. Elimizden geldiği kadar kendimiz başta olmak üzere insanlara olumlu mesajları vermeye, insanın gayesini kendisine hatırlatmaya gayret edeceğiz. Sen biliyor musun bu programın son olduğunu? May Mecra’da yapmaya çalıştığımız vazife, konukluk, kelam. Misyonunu tamamlamış olduğuna hükmettik ve seninle bir veda gerçekleştirdik. Bir talebenle başlamıştık, seninle de bitiriyoruz. Bugüne kadar bize sabır ve tahammülü gösteren, hatta iltifatını da esirgemeyen sevgili takipçilerimize saygılarımızı, teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Her şeyin bir sonu var. Bu program da son programımızdı. Ecelden aman varsa başka fırsat ve şekillerde yine görüşebilmek ümit ve dileğiyle. Dualarınızı bekliyorum, haklarınızı helal ediniz. Her zaman söylediğim gibi bize dua ederken, sözü uzatmaya veya yorulmanıza hacet yok. Ölürken gülsün diye dua edin yeter. Gülerek ölsün diye dua edin yeter.
Bir talebim niye hocam diye sormuştu da, son gülen iyi güler demiştim ben de. Son gülen iyi güler, inşallah hepimize nasip olur. Güzel bir final oldu sayende. Estağfurullah hocam. Eksik olma. Allah razı olsun. Meskenler itibariyle komşu olduğumuzu da öğrenmiş oldum. Sen de duanı eksik etme. Sen de hakkını helal et. Ağzınıza salak estağfurullah. Allah razı olsun. Eksik olma. Derdin çok. Zaten eğitimci olmak başlı başına dert sahibi olmak demektir. Konu insan ise insan eşittir dert. Allah dertsiz etmesin. Mesela o kolay değil. Güzel dert versin. Güzel dert versin. Değilsin nasılsa çekeceğiz bir dert. Değilsin hiç olmazsa sonsuz hayatımıza yarasın. Çok teşekkür ediyorum eksik olma. Hocam ağzınıza sağlık. Ben teşekkür ediyorum. Ağzınıza sağlık.
Son program bize nasip oldu. Aklımız yettiğince dilimiz döndüğünce bir şeyler ifade etmeye çalıştık. İnşallah keyif almışsınızdır. İnşallah bundan sonraki süreçte daha faydalı programlarda MyMecra kanalında buluşmak üzere.
Allah’a emanet olun diyoruz. Allah’a emanet olun diyor.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir