"Enter"a basıp içeriğe geçin

Hatice Kübra Tongar çocukluk günlerini anlattı

Hatice Kübra Tongar çocukluk günlerini anlattı

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=d_T2rjc9_2Q.

Sahiden sence de biz büyüdükçe o ilk evimiz geride mi kalıyor? Büyüdükçe o ilk eve dair sorgulamalarımız, ilk eve o çocukluk yıllarına yaklaşmalarımız daha da çok artıyor gibi hissediyorum en azından kendi ömrümde. Hayatın en uzun ama bence en çıkılması gereken yolculuğu bu. Küçük Hatice çocukken nasıl bir eve doğdu, nasıl bir pencereden baktı hayata. Ben Yeni Hidayet’in o da tohumun fil dizlendiği dönemin çocuğuyum.
Geçmişte böyle ya keşke hani şu hallerini değiştirebilseydim ya da şu hali değiştirebilseydim diye hala bu yaşında gidip oraya değiştirmek istediğim bir hayal kırıklığını. Dünya mutluluk mekânı değil, tekamül mekânı. Acılarımızdan tekamül edeceğiz. Tek bir defa ağladığını hatırlıyorum. Ben anneme en son ne zaman sarıldığımı hatırlamıyorum. Samimi bir şekilde hatırlamıyorum. Bir bakıyorsun anan da olsa baban da olsa, evladın da olsa, eşin de olsa mutlak sığınmak mümkün değil.
Yaşadığın ilk çaresizliği, ilk hayal kırıklığı neydi? Baban 28 Şubat değil, zaten bambaşka bir şey yani. İnsan şu soruyu soruyor, suçumuz neymiş yani, neymiş hakikaten? Hepimiz aynı ses ve duyguyla başlıyoruz hayata. Hepimiz kendi hikayemizin başrol oyuncusuyuz. Başrol oyuncusu olarak kendi hikayemizi okuyoruz.
Okurken bazen dikkatle baktığımızda, dikkatimize dokunan, bizi hüzünle dolduran ya da tam tersi huzur ve mutlulukla fiyat etmemizi sağlayan birçok anının orta yerinde buluyoruz kendimizi. Bugün Dost Meclisi’nde Hatice Kübra Tongar ile onun hikayesine eşlik etmenin ve tamamlayıcı olmanın bir anını paylaşacağız inşallah beraber. Hoş geldiniz. Hoş bulduk.
Şimdi aslında gün içinde sıklıkla duyduğumuz ve birçok insandan duyduğumuz bir soruyu sana daha sahici bir şekilde sormak istiyorum. Anneye baktığında, anneliğine baktığında, evlatlığına baktığında, eşliğine baktığında sahiden nasılsın? Anneliğime, evlatlığıma, eşliğime baktığımda hepsinde ayrı ayrı nasılsın sorusuna cevap verebilirim. Hepsinde çok başka başkayım.
Ama Hatice olarak nasılsın dersen işin özünde, şairin dediği var ya bir yanımız yaprak döker, bir yanımız bahar bahçe. Galiba şu dünya hayatında bir taraftan ölümü yakınlarımızda müşahede ettiğimiz kendi ölümlü oluşumuzla, kendi acziyetimizle böyle duvara toslar gibi yüzleştiğimiz, acılar çektiğimiz bir parçamız var. Bir parçamızda, sanki o diğer parçamızın böyle tam aksi tam kontras bir noktasında hayata tutunmaktan, yeni projeler üretmekten, yeni hedefler kendine koymaktan, yarın ne pişireceğim diye düşünüyor olmanın bile geleceğe dair attığı o umut tohumundan beslenen deli bir yaşam sevinci dolu. Böyle ağrafta bir yerlerde. Aslında bu duyguları bu kadar yoğun yaşamak ve bazen ağrafta olduğumuzu hissetmek, kalbimizin ölmeden dünyayı terk etmesi ama bir taraftan da terk etmeyen kısmına sıkı sıkı sarılması insan olmanın da gerçekliği ve yaşalıyoruz. Yıllar geçiyor, yollardan geçiyoruz. Böyle yaşaldıkça, yıllar geçtikçe sanki ilk ait olduğumuz evimiz biraz geride kalıyor. Sahiden sence de biz büyüdükçe o ilk evimiz geride mi kalıyor? Bana da tam tersi gibi geliyor. Sanki büyüdükçe o ilk eve dair sorgulamalarımız, ilk eve o çocukluk yıllarına yaklaşmalarımız daha da çok artıyor gibi hissediyorum en azından kendi ömrümde. Hayatın çünkü o 18’li, 20’li belki 30’un başlarına doğru olan kısımlarında biraz daha hercai, biraz daha ne olacak şu hayattaki benim yerim, benim rolüm, belki bir rol edinmeye, bir kimlik edinmeye çalıştığın o savruluşlar geçtikten sonra insan sanki şöyle yavaş yavaş şu deme doğru geliyor gibi hissettiğim bir süreç yaşıyorum ben. Ya sahi ben kimim? Kimdim ben? Nasıl yaratılmıştım? İçimden konuşan sesin ne kadar bana ait, ne kadar annem, babam, çevrem, öğretmenim, arkadaşlarım. Sahici ben nerede? O soruları herhalde yaşaldıkça biraz daha sormaya başladığımız bir seyre gidiyoruz.
Dolayısıyla çocuklara daha bir dönüş var birinci kısımda yani birinci anlamıyla. İkinci anlamıyla da bir çocuk yanımız var. Orası da hiç kaybetmemek istediğim, çocuklarla yerde yuvarladırken, kartopu oynarken ya da böyle saçma sapan bir şeye, hiç anlamsız bir şeye böyle şımarıkça güldüğün ama ağız dolusu güldüğün ya da çok üzüldüğün bir anda
şimdi eş dost ne der diye düşünmeden hani çok amiyane tabirle söyleyeceğim, salya sümük ağladığın ya da bir öfkeni, bir hakikatini savunurken o duygularını iliklerine kadar hissettiğin o çocuk parçan. Çocuklar öyle ya çok sahici. Orası işte işin özünde belki hiç geride bırakmamamız gereken hatta mümkün olabiliyorsa geçsin öne, rehberlik etsin yani diyeceğimiz kısım.
Ben kendi öykümde yaşadıkça orayı daha çok sahiplenme ihtiyacı hissettiğimi, orayı daha çok aradığımı fark ettim. Bazen tamamlamak için, bazen tam anlamak için, bazen de tam olduğumuz için sık sık geri dönüyoruz ya, sık sık geri döndüğün böyle hayatında bir an, zaman ya da dönem çocukluk mu? Çocukluğuma çok dönüyorum. Neden çocukluğuma çok dönüyorum? Çünkü gerçekten kendimi tanımak istiyorum. Şu an hali hazırda 37 yaşındayım ve anlamlandıramadığım o kadar fazla duygu durumu var ki içimde. Bak çok basit bir şey söyleyeyim. 20 yaşımda ehliyet aldım ben. 20 yaşından beri bana dediler ki yani araba kullanabilirsin. Ama o direksiyonun başına geçtiğimde o kadar kendime oraya ait değilmiş gibi, o kadar böyle savruluyormuş ve kontrolü kaybetmiş gibi hissediyorum ki ve yıllardır biliyor musun Hilal o direksiyonun başına ara ara hala tam başaramadım. Çünkü bu bir yolculuk bir noktada başarır mıyım onu da bilmiyorum. Ama geçip o içimdeki sesi hissediyorum. Aa şu an acayip bir kaygı hissediyorum. Neden? Bu benim için ne ifade ediyor yani? Bu bir şeye yeni alışıyor olmanın kaygısı değil, aman kaza yapar mıyım heyecana değil. Bu başka bir şey. Çocukluktan kök alan bir şey, oralarda olan bir şey. Nasıl bir anlam yüklüyorum. Ya da etrafımdaki arkadaşlarıma çok sık bakıyorum. Ben bu insanlarla niye arkadaşlık yapıyorum? Benim için ne ifade ediyor? Bazen kendime belli zorlantılar içinde buluyorum mesela bir cümle söylemeye ya da orada kendimi savunmaya ya da orada kendimle ilgili böyle prestijli bir şey söylemeye falan. Sonra içe dönüp o çocukluğa gire gidip niye böyle bir şey söyleme ihtiyacı hissettim acaba diye ipin ucunu yine o çocukluk yıllarında aramayı seviyorum. Danışanlarımıza hep söylediğimiz bir şey vardır. İnsan hatırlamıyorsa burada derin bir bastırma olabilir.
Belki travmatik öyküler olabilir diye. Ben öyküme o kadar büyük bir kısmını hatırlamıyorum ki. Oraları böyle deşmeyi niye ne oldu? Yani orada bir Hatice var çocuk şurada bir parça o başka biri değil o benim işte. Bir şeyler yaşadı, bir şeyler deneyimledi, bir şeylerden korktu. Belki bazı duygularını ifade edemedi. Belki insanlara çevresinde yaranmak için olmadığı biri gibi davranmak zorunda hissetti kendini. Her açıdan bunu oraya dönüş yapıp bu duyguyu yakalamaya çalışmak galiba bugünkü şu 37 yaşımı da daha dolu dolu yaşamamın bir kapısı. Hayatın en uzun ama bence en çıkılması gereken yolculuğu bu. Aslında bu yolculuk nefsini bilen, Rabbini bilir, kendini tanıma ve bilme yolculuğu hayatın anlamının içinde de merkezde. İstersen o senin kendin ara ara döndüğün o çocukluğuna dönelim. Ben merak ediyorum küçük Hatice çocukken nasıl bir eve doğdu, nasıl bir pencereden baktı hayata, nasıl bir annenin ve babanın elini tuttu, hangi sesler yükseldi o evden? İki kardeşiz biz. Benden 7 yaş büyük bir abim var ve abimin doğduğu zamanla benim doğduğum zaman birbirinden tavan tavanak zıt farklı bir dönem. Annemlerin bir hidayet öyküsü var çünkü. Annemde bir rahatsızlık varmış yani toksopilazma.
Abimle benim aramda 4-5 tane düşüyor olmuş annemin ve hep bana şöyle söyler, senin alacak nefesin varmış çünkü önceki çocuklarda neden sonlandı? Ben ne oldu da sonlanmadı? Bunun çok tıbba bakan bir cevabı yok ve ben doğmadan 1.5-2 yıl kadar öncesinde önce babam sonra annem bir rüyayla hidayet buluyorlar. Ben yeni hidayetin o da tohumun filizlendiği dönemin çocuğuyum. O yüzden adım Hatice. Çok severim ismimi. Laik olalım adımıza inşallah. O zaman aslında isminden, isminin verilişinden ve o anlamı ve bu manayı bildiğin için isminle ilgili müsema oluşundaki, hayatındaki çizgiye baktığımızda da bir uyumluluk var, bir bütünlük var.
Aslında anne baban sadece sana isim vermemiş. Senin hayatına evet, büyük bir dua vermiş, külli bir dua vermiş ve bunun meyvelerini yediğine biz dostun olarak şahit oluyoruz. Öyle bir sürecin içerisinde yani daha bilinçli, daha artık iki dünyalık yaşamak isteyen bir ailenin içerisinde doğmuş, yeni yeni tutunmaya çalışan bir ailenin çocuğu. Tabii ki annemin babamın kendi hayatlarında belki bu dışlanmışlıkları belki etrafa bir şey ispat etmeye çalışmak, isteme hali. Onların da o sancıları içerisinde iki odalı, sobalı bir evde. Eskiden çocuklara anlatıyorum böyle efsane falan gibi geliyor. Bir nesildir diyorum ne kadar çok şey değişmiş. Çocuk odası falan diye bir şey yok yani işte çek yatlarda yatarsın. Bir misafir gelirse orada uyumak için beklersin çünkü başka bir oda yok zaten evin içerisinde. Ama eskinin belki o tek göz odada büyüme hali aileyi de birlikte tutan bir şey. Böylesi bir şart içerisinde bizim zamanımızın o yokluğunun aslında insan ilişkilerini mecbur bırakan halinin avantajlarını yaşayarak geçen bir çocukluk. O yüzden çocukluğuma dönüp baktığımda inan ki aile ilişkilerime dair şeyler de elbette hatırlıyorum ama onlardan daha ziyade sabah çıkıp akşam ezanına kadar oynadığımız doya doya bir çocukluk. Şu anda bizim böyle çocuklarımız da var olsun diye çaba sarf ettiğimiz daha sahici ilişkilerin evin içinde de evin dışında da daha gerçekçi hayatla temas ettiğin çok fazla kare olmuştur muhakkak.
Bunun avantajları da var işte o duyguların hepsini sahici bir şekilde annenle babanla abinle aynı odanın içinde bir soba çıtırtısının etrafında hissettiğin olumlu şeyleri de olmuştur gerçekleri ama bir de anne babaları olarak bazen şahit olduğumuz yani içimizden gelen ve biz yapan aslında hep olumlu duygumuz yok ya da olumlu halimiz yok.
Olumsuz hallerimiz de oluyor yani her evden her zaman kahkahasesteleri yükselmiyor ve bizim belki bugünümüze bu hayatımıza bizi hazırlayan bu güne bizi hazırlayan geçmişte annemizden babamızdan sirayet eden ve şahit olduğumuz olumsuz duygular da oluyor.
Ve biz bunları aslında yad ederken hep gülerek ve kahkahayla da yad etmiyoruz ama belki İslam’ın bize getirdiği o ahlak sebebiyle psikolojik gerçeklikleri fark edip yani olumsuz onlardan gelen halleri de fark edip onları olumlu hale çevirmeye veya olanı olduğu gibi kabul etmeye bu kabul edişten sonra da belki affetmeye daha böyle yatkınız.
Anneyle babanla ilgili geçmişte böyle ya keşke hani şu hallerini değiştirebilseydim diye hala bu yaşında gidip oraya değiştirmek istediğin bir hayal kırıklığı var mıydı? Annemle babamla ilgili uyuşmazlıklarım açısından soruyorsan elbette ki çok var. Değiştirmek ister miyim istemem. Neden? Çünkü yani ben böyle bir kıvamda olacakmış, böyle bir ailenin içerisinde olacakmış demek ki ki hem güçlü yönleriyle hem zayıf yönleriyle. Oradaki hikmete yaslanmayı seviyorum. Acıtsa da seviyorum. Çünkü dünya mutluluk mekanı değil, tekamül mekanı. Acılarımızdan tekamül edeceğiz.
Dolayısıyla herkesin yaptığı davranışların yani anne babalar olarak bizlerin ve bizlerin anne babalarının da yaptığı davranışların elbette ki bir sorumluluğu verilecekse bir hesabı var. Acıtan yönleri var. Ve fakat hani senin de en başında söylediğin gibi bunlara keşke böyle olmasaydı da şöyle olsaydı diyemiyorum. Çünkü alternatif olsaydı evet biz seçseydik ailemizi ve şöyle bir anne şöyle bir baba isterim demiş olsaydım ben nasıl biri olurdum onu bilmiyorum ki.
Ama genelde ne var? Kendimi terbiye noktasında baktım. Mesela babam öfkeli bir adamdır. Nesillerdir öyleler. Mesela okul için anlatır ilk aklıma gelen bir kırtasiye alışverişi yapılmıştı okul başlayacak. O da o resim defterini almış bir resim çizmek için. Dedem o kadar şiddetli bir şekilde dövmüş ki babamı bu yüzden okul başlamadan sen bana sormadan nasıl bu defteri alıp resim çizersin diye hastaneye kaldırılmış polis ifade almaya gelmiş ne oldu bu çocuğa diye.
Ve orada da korkudan yine bir şey söyleyemiyorsun. Babam da bu yüzden çok öfkeli bir adam. Hayata karşı belki o da kendi çocukluğuna dair öfkeli. Aşamadığı, baş etmekte zorlandığı, şimdi bu yaşımda bir ruh sağlığı profesyoneli olarak artık bazı şeyleri anlamlandırmak daha kolay. Ama bu ortamda büyüyen bir çocuk olarak bakarsam evet bunun mağduru olduğumu çokça zaman hatırlıyorum.
Ama bir yandan aynı kişiyle oynadığım zamanları da hatırlıyorum. Zaten hayat böyle bir şey. Mutlak kötü ve mutlak iyi diye bir şey yok. Herkes bir dezavantajıyla, zayıf bir yönüyle diyelim ve güçlü yönleriyle birlikte geliyor.
Ama çocukluğumda ailemin içerisinde belki böyle bir şiddet motifi olmasından dolayı bugün ben insanlara şiddetsiz iletişimi bağırmayan ebeveynlik perspektifinde anlatırken hissederek anlatıyorum çocukların çektiği acıları. Çünkü biliyorum. Nasıl izler bıraktığını biliyorum. Yıllara nasıl taşınabildiğini biliyorum. İnsanın kişiliğini nasıl etkilediğini.
Ben 37 yaşında bir insan olarak yıllardır kendimle benim içimde oluşan o öfkeli halle nasıl uğraş verdiğimi biliyorum. Dolayısıyla belki bugün bir sahiciliği yakalayabilmek o zaman bir şeyleri gerçekten yaşamış olmamla ilgili. Annem de duyguları çok uzakta kendine. Çünkü o da kendi ailesinde hiç babasını görmemiş, gidermiş gemici. Bir yılı yok. Hep erkek çocuğu istemiş, üç kız olmuşlar.
Yani kendi ailesinde yaşadığı bu dezavantajlar içerisinde duyguları uzakta reel bakar hayata ve kendi şey haliyle bununla baş edebilmek için bu yönüyle de övünür yani. Ben annemin şu yaşıma kadar tek bir defa ağladığını hatırlıyorum. O da abim bir trafik kazası geçirmişti ve okuldan telefon ettiler. Araba çarptı diye yani öldü mü kaldı mı bilmiyordu çocuğunun. Tek bir orada ağladığını hatırlıyorum. Yani bir insanın tek ömründe ailesinde ağlarken gördüğü tek yerin bu olması sanıyorum ki ne kadar duygularına mesafeli bir noktada durmaya çalıştığının en açık şeyi olsa gerek. Çünkü insan ne bileyim bir kandil olur dua ederken de ağlar yani. Hiç öyle bir sahne yok aklımda. Hep şey duruşlu, gayet katı, duygulara mesafeli, reel bakan hayatı. Mesela ağlayarak bir şey anlatacak olsan ne var bunda Allah’a sen yani böyle yap falan hemen mantık. Oradaki duygu yok. Ben de bir o kadar duygusal bir tip, o kadar duygularının anlaşılmasına, o kadar duyguları konuşmaya ihtiyaçlı bir fıtrat. Öyle olunca, bunu da dezavantajlarına tabii ki yaşadım. Belki şu andan hani hikmet okuması yaptığımda şunu söylüyorum. Belki duygularıma duygudaş olarak bir anne bulamamış olmam çocukluk yıllarında kendi iç dünyamdaki duygulara bu kadar aşina olmamın sebebi olabilir. Çünkü kendine paylaşmaya başlıyorsun o zaman. Belki yazmak benim için bu anlamda sağ altıcı bir şeydi ve yazarlık buradan filizlendi. Ama dediğim gibi annemin mesela sevgi deli hizmet davranışlarıdır. Hala ben anneme en son ne zaman sarıldığımı hatırlamıyorum. Samimi bir şekilde hatırlamıyorum. Ama ne zaman anne koş yetiş ya şu işimde yetişecek bir mevaya bakar mısın diyeyim koşar gelir. Bir yandan da o belki büyüdükçe sevginin başka formları olabildiğine de ikna ediyorsun öyle yol alıyorsun. Kendi ailemizin eksik ve fazlalarıyla bugünümüze baktığımızda şu andaki halimiz de var olabilmemiz için öyle olduklarını da fark ediyoruz.
Ama tabii ki bu şudu demek değil yani bizde yaralar açmamıştır ya da biz onu telafi etmeye çalışmıyoruzdur ya da tedavi etmeye çalışmıyoruzdur da demek değil. Ama onlara öfke duyarak eşlik edici olmak önce kişinin kendisine çok büyük bir yük sonra tabii ki etrafındakilere büyük bir yük. Bunları fark edip gözlemleyip o hikmete okuyabilmek ve affedebilmek.
Galiba şu kabul beni bu konuda daha sağlam durmaya itiyor. Dünya gerçekten cennet değil çünkü her şey mükemmel olsaydı zaten buraya cennet derdik değil. Ve cenneti özlemimizi bence böyle arttıracağız yani oraya olan isteğimizi arttıran şeyler bu Allah’la yıkiğnimizi arttıran şeyler. Bir bakıyorsun anan da olsa baban da olsa evladın da olsa eşin de olsa mutlak sığınma mümkün değil. Bir bakıyorsun her şeyin bir sonu var.
Bir bakıyorsun insanlar gidiyor sonsuza kadar yanında değiller. Çok aşık olduğun eşin diyelim çok ihtiyaç duyduğun bir an bir bakıyorsun sırtını dönüyor. Bunlar hayatın içinde hep olan şeyler. Canımdan kanımdan dediğin evladın bir bakıyorsun yarın öbür gün kendi yuvasını kuruyor ve çok ihtiyaç duyduğun bir anda dönüp bakmıyor bile. İnsana dair o kadar gerçek şeyler ki bunlar. İşte belki Allah’a buradan yaklaşıyoruz zaten. Bir o gitmiyor çünkü.
Aciz olduğumuzu hissedip hakiki sığınmamız, kalbimizi hakiki almamız gerekeni fark ediyoruz. Ailen dışında kendi hayatında geçmişe baktığında işte eğitim hayatına baktığında bir 28 Şubat sürecin var bildiğim kadarıyla. O ve onun dışında belki onun öncesinde bizim bilmediğimiz yaşadığın ilk çaresizlik, ilk hayal kırıklığı neydi? Baba 28 Şubat değil de zaten bambaşka bir şey yani. İnsan şu soruyu soruyor suçumuz neymiş yani? Neymiş hakikaten? Çünkü biz arka kapılardan kaçırılan işte gittiğin bir dershanenin yani bu özel bir kurum ve unutmuyorum gittiğimizde daha babamla kapıdan girmiştik içeri. Ve dedi ki başörtülü gelecekseniz hiç konuşmayalım dedi oradaki görevli kişi. Şimdi düşünebiliyor musun yani 17 yaşındaki bir genç kızın ki okumayı seven bir genç kızın. Ama ben o 28 Şubat sürecinde daha üniversiteye gelmeyeyim lise kısmından söyleyeyim. Kadıköy İmam Hatip Lisesi’nin ortaokulunu bitirdikten sonra süper liseyi kazandım. Hazırlığa başladığım yıl daha birinci dönemimi bitirmişken okulun işte bu süreçler başladı. Ve şöyle bir şey başladı okula başörtülü giriyoruz ama milli güvenlik diye bir ders koyuldu ve bu derste bir asker gelecek.
O derste herkes başını açacak ve milli güvenlik dersi mecburî ders. Eğer hani derse girmezsen, devamsızlık yaparsan ya da açmazsan dersten kalırsın ve sınıfını geçemezsin. Yani o derste mutlaka başını açmak zorundasın. Bu karar açıklandığında okulda eve geldim bak düşün Hilal o zaman ya 14 ya 15 yaşındayım. Eve geldim dedim ki baba ben başımı açamam böyle böyle bir şey var ben başımı açamam ben okulu bırakıyorum. Bu o kadar büyük bir karardı ki bizim aile gibi bir aile için çok büyük bir karar. Babam dedi ki hayır yani sen bunu seçiyorsan ben senin yanındayım. Ben okulu bıraktım orada yani sonra alternatif ne olur diye bir düşüncem olmadan okulu bıraktım. Ertesi gün bunu konuşmayı babamla yaptığımızın ertesi günü gittik ve aldık kaydımı. Sonra ne yapayım evde de boş oturamam neye merakın var işte halk kursuna gideyim bir yandan İngilizce’ye gideyim.
Ondan sonra bir yandan dikiş takış bir şeyler öğreneyim annem çok güzel dikiş diker. Öyle bir şeyler yazılır annemle birlikte gidiyoruz falan. O dikiş kursunda bir hanım sen dedi yaşın küçük sen niye buradasın okulda diye dedim böyle böyle işte bir süreç. Dedi ki niye dışarıdan bitirmiyorsun o ne ki dedim yani annem de bilmiyor ben de bilmiyorum böyle bir şey olduğunu dedi. Dışarıdan bitirebilirsin bak derslerini verirsin sınavlarına girersin ve oradan eğitim hayatı bir şekilde devam etmiş oldu.
Ama burada önemli olan ne hakkın elinden alınıyor ve sebebini bile bilmiyorsun yani şunu soruyorsun ne yaptım ben ne yaptım. Sonra işte o bahsettiğim dershane almayınca farklı bir dershane dediler ki biz idare ediyoruz alıyoruz ama şöyle de bir durum var. Müfettiş gelirse arka kapıdan sizi kaçıracağız karşıda dershanenin karşısında bir mescit vardı orada gizlenmeniz gerekecek. Ve bunu hilal birkaç kere yaşadım orada müfettişin geldiği ve bizim arka kapıdan kaçırıldığımız hali bir suçlu gibi. Neden yani ne yaptım yani oradaki o duyguyu tarif etmek mümkün değil. Ben oturduğumuz yerde şunu hatırlıyorum bazı dükkanların kapısında köpek giremez işaretinin yanında başörtülü giremez işareti vardı. Yani Amerika’nın yıllar önce zencilere yaptığı şeyi bu ülkede başörtüller için yapmaya çalıştılar.
Ve biz bunu yaşadık. O dönemde de babamın böyle bir aile toplantısında işte böyle akrabalarımıza karşı aman ne var açsın gitsin aman siz de şey yapıyorsunuz falan gibi böyle şey bir tavırla davranan kişilere karşı ağlayaya ağlayaya yani benim kızım ehliyet bile alamıyor açık fotoğraf vermeden siz neyi konuşuyorsunuz yani üniversiteye gelene kadar nasıl bir şey yaşadığımızın farkında mısınız diye o çıkışları.
Belki o dönemdeki tek güçlü hissettiğim kısımda ben bu anlamda aileme gerçekten o duruşları için çok şey borçlu olduğumu düşünüyorum. Hakikaten çok doğru bir duruştu çünkü 14 yaşında bir kızın bu kadar büyük bir karar hayatıyla ilgili aldığı noktada destek olabilmek gerçekten büyük bir şey.
Senin bu kadar yoğun yaşadığın ve hayatınla ilgili küçücük bir yaşta bir dava edinmen ve o hikmete rahmet olman o sahiye sarılman Akif’in dediği gibi ve olacakların aslında oradaki tercihinle hayatında bir frizlenme olmuş. Belki o gün vazgeçtiği şeyler bugün sana hediye edilen ikram edilen boşlukları doldurulan bir şeye de dönüşmüş.
O dönemi senin gibi yaşayan birisi olarak o dönemi telafi etmeye çalıştığımız ya da tedavi etmeye çalıştığımızı kendi hayatımızda hala fark ediyoruz. Ama muhakkak bugünümüzdeki gayretimize ve belki bugün bize hediye edilenlerde o gün küvaz geçişlerimizin ikramıdır. Evet o muhakkak muhakkak hikmet nazarıyla bakmak iyileştirici bir şey zaten ve ben mesela bambaşka bir hayatım olurdu.
Neden? Çünkü ben üniversitede de dediğim gibi işte puanım tuttu etti ama başörtüyle olmuyor. Yok dedim yani ben daha 14 yaşımda şey yapmamışım şimdi bu yaşıma geldim bu yaşımdan sonra yapacak değilim demek ki bekleyeceğiz. Çünkü biteceğine çok inanıyordum yani böyle bir şeyin bu halk üzerinde dokusu bu kadar imanla yoğrulmuş bir halkın üzerinde plan ne olursa olsun çok tutamazdı çünkü. Yani bir yerde bitecekti mutlaka. Onu beklerken sabırla ve sükutla belki ne oldu bir fırsat çıktı. Babamın bir arkadaşı dedi ki Avusturya’da böyle mağdur olmuş genç kızlarımız için üniversite şartları sağlanıyor. Babam varını yoğun ol çünkü zengin varlıklı bir aile değiliz varını yoğunu gerçekten seferber ederek böyle ister misin dedi. Tabii ki çok isterim yani. Ben çünkü okumayı çok seven bir insanım.
Nasıl yaparız falan bunun tam araştırmalarını yapıyorken ediyorken eşimle tanıştım.
Şimdi hayatıma bakıyorum. Başa dövsem evet tekrar böyle olsun isterim. Hiçbir şey değişsin istemem.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir