Helö Hölö Felsefe – Olmaz Öyle Saçma Felsefe – Ömer Aygün – B10
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=geAiETYiXt0.
Merhaba Ömer. Merhaba İlker. Nasılsın görüşmeyle? Mağaradan çıktın mı? Çıktım. Beni depresyonlara soktun. Niye? Ben kötümser miyim? Acaba ben kötü bir insan mıyım? Söylediklerimi üzerine düşündün mü? Hayır tabi ki. Arkadaşlar hocamız dertli. Hocamız programı sona erdirmek istiyor. Bunu konuşalım Ömer. Neden sona erdirmek istiyorsun? Tadında bırak. İlkesi gereği. Yalnız tadında bırakanlar ertesi hafta fena da başlıyormuş onu.
Aristoteles’in var esasında bitmesi lazım diye bir lafı var. Deheniste enayi. Her şeyin bir noktada bitmesi lazım. Aslında bundan konuşmak istiyorum. Fikirlerimizi söylemek ayıp mı? Senin fikirlerini söylemek? Yok genel olarak bir insanın böyle şahsi fikirlerini çıkıp YouTube gibi ortamlarda söylemesi ayıp mı? Felsefi açıdan tabi. Ayıp. Evet. Biz böyle büyütüldük çünkü. Biz böyle büyütüldük ve ben de kabaca doğru olduğunu düşünüyorum. Aslında bakarsın. İnsan kendi fikirleri kendi görüşleriyle bir yere kadar anlaşılabilecek sebeplerden ötürü bir tür aşk yaşıyor. Çok fazla sarhoş olmamak lazım. Birincisi fikirlerimiz çok değişiyor. İkincisi fikirlerimiz çok temelli fikirler değil ve temellilermiş ve biz böyle düşünüyormuşuz. Allah’ın emri gibi onu savunacakmışız gibi bir tribe sokma momentumu var sözcükleri. Yani dil zorunlu olarak bizi tıpkı bir kurum gibi başladığı andan itibaren maksadını aşarak başlı başına bir momentum kazanabiliyor.
Bunu en çok şeyde görürsün. Biriyle tartışırken kendini hiç savunmayacağım bir pozisyona savunurken görürsün ama canla başla. Sanki yani… Ömer seni Zelige benzetiyorum bazen. Niye? Durumlara göre değişiyorsun çünkü. Sokrates de, Aristo da, Platon da bunlar da fikirlerini yazmışlar. Biz niye yazmayalım? Ne eksiğimiz var bu adamlarda? Entariyle dolaşmadığımız için mi oluyor bunlar? Doğru. Sen entarilsin bugün ama. Bir gün programa entariyle gelsene.
Ya of artık. Bir de Selçuk Erdem’i de çağıralım. Birlikte bitirelim programı. Gerçekten çok bilmiyorum ama o kadar sıkılmışım ki bir sakal, iki koçbaşı. Koçbaşı var ya. Bir de hölö hölö Zeus dediğim bir şey var. Antik felsefede ve genel olarak antik kültürde hölö hölö’ye verdik. Birisi hölö hölö’ye yaslandı mı ben orada yokum yani. Hölö hölö’yü hiç sevmiyorum. Peki bugün o zaman felsefede dalga geçme günü ilerledir. Hadi biraz dalga geçelim. Mesleğin sorulduğunda sen neyin diyorsun? Çok güzel bir soru. Eskiden felsefe tarihçisiyim diyerek tarihcilere yamanıyordum birazcık. Şimdi üniversitede hocayım diyorum. Sorarlarsa da felsefe diyorum. O zaman şöyle bir şey oluyor mu? Çünkü onu okumuştum bir felsefe tartışma grubunda. Bir sürü insan var felsefe doktorası falan yapan. Yani söylüyoruz hep işte ya bizde ben de çok meraklıyım deyip Sofya’nın dünyasını anlatıyorlar diyor. Oluyor mu öyle şey? Oluyor tabii çok oluyor. Ben biraz da iyi buluyorum. Mesela Türkiye’de felsefe bayağı bilgi var. Bu sosyal medyada bile epey var. O gerçekten felsefe mi? Bu sahtı felsefe. Bilmiyorum. Bence o ayrımı yapmak yerine her zaman olduğu gibi ben bir değer yargısı vermeyip olay sanki felsefeymiş gibi düşünecek olursak bu neye işaret ediyor? İnsanların haklı ya da haksız olarak felsefeye izafe ettikleri bir şey var ve bu karşımıza bir fenomen çıkartıyor. Yani felsefeye bir ilgi var. Peki bu neden? Bence şey biraz hesabım çok yasak oldu. Her şey yasak olduğu için felsefe de çok soyut olduğu için belki orada bir özgürlük alanı insanlar yakalıyor olabilir. Ve evet insanlar bence düşünmek istiyorlar, düzenli düşünmek istiyorlar, düzenli konuşmak ve düzenli bir şey dinlemek istiyorlar. Aslında ona bir özlem var. Bu da esasında dile ilişkin meselelerin bizim mutluluğumuzla ne kadar bağlantılı olduğunu da gösteriyorsa aslında. İfade edemediğimiz zaman iletişim kuramama hissi çok büyük bir mutsuzluk sebebi aslında. Mutsuzluğun bence Türkiye’de de dünyada da olabilir. Mutsuzluğun epeyde bir kısmı kendini ifade edememe, kendi sesini duyuramama, anlaşıldığını hissedememe meselesinden kaynaklanıyor. Evet ciddi bir ifade ve dinleme sorunu var ülkede haklısın. Evet ve hatta politik ya da ekonomik üzüntüler de bunun alt türleri gibi esasında. Yani insanın bir bisikleti satın alamaması ya da kirasını ödeyememesi aslında ben burada bir şey yapıyorum ve kiramı ödeyemiyorum. Bir tür iletişimsizlik varmış gibi duruyor.
Yani yaptığım şeyle elde ettiğim şey arasında niye böyle bir tutarsızlık var diye düşünülebilir. Ya da ben böyle yaşamak istiyorum, böyle giyinmek istiyorum ama yaşayamıyorum. Bu da bir iletişimsizlik biçimi gibi duruyor. Peki ben utanırım mesela mesleğimi söylemekten benzer nedenlerle. Sen ne diyorsun mesela yönetmenim mi diyorsun? Sen reklamcıyım diyorsun galiba. Reklam yönetmeniyim diyorum. Yok reklamcı değilim ben insanlar onu yanlış biliyor. Yani bir reklam yönetmeni reklamcı değildir aslında. Reklamcılara hizmet veren bir üçüncü partidir.
Ama tabi onca yıl onlarla iç iç oğlu oğlu belki bir yerinden bulaşıyordur ama reklamcılık başka bir şey. Ama şu halde sen de biraz ben de kendi mesleğini biraz icat etmiş durumdasın. Bunu İskender Savaşır öyle demişti mesela hem psikoterapist hem çevirmenlik yapıyor. Ne senin işin diye sorulduğu zaman ben kendimi icat ettim diyordu. Benim kötü hikayem şudur daha önce de anlatmıştım başka bir programda. Kom bir tamircisi geldi. Ne iş yapıyorsunuz dedi. İşte yönetmenim dedim. Biliyorum tabi gelecek soruları da. Ne yönetiyorsunuz diyor tabi reklam filmleri çekiyorum dedim. Ha niye uzun metre çekmiyorsunuz dedi. Bir anda egzisansiyel bir soruya sürüklederim beni. Benzer bir durum felsefede de olmalı çünkü daha önce de biz seninle bunu konuşmuştuk. Filozof değilsin değil ama bir yandan da filozofsun aslında bence. Niye? Çünkü felsefenin temel alanı aslında sistemli düşünmekse sen baya düşünüyorsun bir sürü şeyi. Ama gördüğün gibi başka filozofların dümen suyuna girerek düşünüyorum. Yani işte Plato’nun mağarasından ya da Descartes’ın Kokyut argümanından arkasından gidiyorum. O anlamda mesela bağımsız. Ama onlar da öyle başlamadı mı? Olabilir olabilir. Yani günün birinde ben de şey yapacak olsam bir tür felsefe gibi bir şey kuran insanlar var Türkiye’de kurmuşlar. Ben kuramam o başka da. Ha bu çok merak ettiğim bir şey. Şimdi aslında felsefe kurmak ne demek? Gene Suriye’yi infilak ettireyim ya. Cevap vermeyip Suriye’ye saldıran adam. Hep bir yaptığım şeyi biliyorum. Ama burada hakikaten samimi olduğum için.
Ya felsefenin kurulan bir şey olduğu hep söylenir. Büyük filozoflara baktığımda onların yapmaya çalıştıkları, onların yaptıkları şey bir felsefe kurmak değil bence. Felsefe kurmaktayken hep şunu düşünüyoruz. Önce bazı kavramlar onları tanımlarsın, ilişkilendirirsin. Ve böyle bir mimari, böyle bir kristalleden böyle bir yapı kuruyormuşuz gibi bir imaj gözümüzün önüne gelir ya. Ben hiç böyle görmedim. Büyük filozofların yapmaya çalıştığı şey bence daha ziyade tasvir etmeye çalışıyorlar. Betimlemeye çalışıyorlar. Burada olup biten şeyi doğru tasvir edebilir miyim? Ben şuradan bir şey kurayım ki işte feminizm güçlensin. Buradan böyle bir şey kurayım ki milliyetçilik yok olsun gibi bir havada ilerlenmiyor ama ben yanılıyor olabilirim. Dediğim gibi ben burada felsefe adına falan hiç konuşuyor değil mi? Tamamen kendi adıma konuşuyorum. Dediğine ben de katılıyorum ama galiba insanların hakkına şey geliyor. Mesela existansiyelizm en ucuz olduğu için söylüyorum ben. Bütün bir sistem sunuyor ya, bütün varoluşu açıklıyor. Yani diyor ki sen doğduğunda boş bir sayfasın, kendini dolduruyorsun.
Şimdi bunların hepsi aslında hipotest. Ve bir yandan da çok iler tutar yana olmayan şeyler bunlar. Havada kalıyor bütün çoğu. Ama bu existansiyelizmi değersiz kılar mı? Veya aslında sormak istediğim oydu yani Ömer bir felsefe kursa, Ömerizm diye bir şey olsa mesela. Bu arada adını nasıl koyuyorlar o da ilginç bir şey. Sıkılıkla başkaları koyuyor biliyorsun. E insan hatta olduğu gibi yani kübizme kalkıp Picasso hadi bırak kübizm yapalım birazcık da küre yeter değil mi?
Bir felsefe kurmak demek tanım itibariyle onun yıkılmasını da içermiyor mu? Yani yıkılır o eğer sen bunu kurduysan. Çünkü insani olan bütün şeylere, bütün problemlere bir cevap bulmuş olamazsın sen Ömer olarak. Yani Ömer’i bırak Sartre olarak da, Arist olarak da. Bir sistem kurmak hakikaten şart mıdır felsefeci? Hiç değil, hiç değil. Yani felsefe yapmak ve bir felsefe kurmak arasındaki ayrımı böylece yapabilmiş olduk yani dediğin şey. Doğru ve bir felsefe kurmak buna yakın birtakım filozoflar mesela var. Döloz felsefenin kavram yaratmak olduğunu söylüyor. Ama Döloz’e baktığımda da benim gördüğüm şey gerçekten bilim insanlarından ziyade sanatçıları örnek alıyor aslında kendini. Yani bir sanatçı ne kadar yapıt eser kuruyor ise felsefeci de bu kadar kurar gibi düşünüyor Döloz. Benim ilgilendiğim Platon, Aristoteles, Hegel, Descartes gibi kişilere baktığımda benim gördüğüm şey yaşadığımız deneyime sadık kalmaya çalışıyorlar büyük ölçü. Ama Aristoteles mesela böyle manyak bir evren düzeni de kurmuyor. Erkcan hocamız Aristoteles’e bir gönderme yapıyor. Fiziği bile çözdüğünü iddia ediyor aslında bu garip. Yani bu bir kişilik bozuk buludurmaz. Nasıl o kadar emin olabiliyor? Emin değil yalnızca diyor ki böyle olamaz böyle olmaz böyle olabilir mi? Dört ihtimal var bunu deniyor yani Aristoteles’in eserlerini okumaya başladığınızda nasıl akıl yürüttüğünü bir yere kadar görebiliyorsunuz ve mantıksız değil. Yani diyelim şu zaman sonunu mudur sonsuz mu? Aristoteles zamanın ezeli ve ebedi olduğunu düşünüyor. Bugün biz fiziksel açıdan bakıp Big Bang’den itibaren bizim gözlem olanaklarımız dahilinde bu soruya bir cevap verebiliriz. Ve Aristoteles’e doğru ya da yanlış diyebiliriz. Mantığı var diyorsun. Argüman ortaya atıyor. Ama çok çabuk sonuçlara varıyor. Erkcan’ın örneğinde bir kamyonetin üstünde gidiyorsunuz zıpladığın zaman düşmen lazım. Bu Aristoteles’in fiziği dedi. Çünkü şey düşünüyor ondan koptuğun zaman uzayda ayrı bir şeysin diye düşünüyor. Şimdi bu yanlış yani biliyoruz bunun yanlış olduğunu bugün. Ama Aristoteles çok büyük bir şeyle savunuyor galiba değil mi? Orijinal medne kadarı. Medne dönüp baktığınızda bir kere şunu fark ediyorsunuz. Aristoteles’in öncelikli olarak ilgilendiği şey kesinlikle bu değil. Aristoteles’in fizikten anladığı şey de bu değil. Erkcan hocanın vurguladığı da oydu. Yani bizim direkt gözlemlediğimiz sağduyusal bir dünyanın fiziğidir. Zaten fizik de bununla uğraşıyor. Fizik de bununla uğraşıyor. Yani Teori of Everything’de zaten araştırılan şey bütün bunları kapsayacak bir tür, Yunanca söyleyeyim Megalis Hentaxis, Batlamios’un eserinin ismi. Batlamios, İskenderiye’de kendisine gelen astronomik verilerin, öğrettilerin tamamını alıp sentezlemeye çalışıyor. Aristoteles’in de yaptığı bundan çok farklı değil. Başka bir deyişle bilim insanları ve felsefeciler yepyeni sistemler kurmaktan ziyade gerçekten kendilerinden önce gelmiş bütün sistemleri derleyip toplayıp bir temize çekme anlamında kendi sistemlerini kuruyorlar. Biz sanat tarihi biraz senin de soruların oradan geliyor bence sanat tarihi
ve özellikle de romantizm sonrası sanat tarihinden ilgilenmiş olduğumuz için bir kişinin çıkıp kendilerinden öncekileri yok sayıp yepyeni bir sistem önerdiği, kurduğu izlenimi içerisinden ona bakıyor. Oysa olan o değil. Ne bileyim, Yohan Sebastian Bach’ın müzik yapması gibi büyük bir ihtimalle ben kendi duygularımı ifade edeceğim demekten ziyade Pascalia geliyor işte besteler yapmamız lazım. Ne var? Büxtehüde var elimizde. Ya da İtalyan motifleri var kendi ezberinde ya da aldığı notlarda.
Onları sentezliyor ve o sentez içerisinden bir şey çıkartıyor. Biz dönüp baktığımızda işte Bach’ın çok büyük eseri diyoruz. Bach kendisinden önceki bütün müzik tarihini bilmem ne yaptı falan diyoruz. Oysa yapılan şey bir sentezleme işlemi büyük büyük ölçüde post romantizmle birlikte bu şey geliyor. Bir adam gelir ve bir yıkma. Bu acayip çok var sanat tarihinde geldi ve yıktı. Sözcükleri kırdı işte tuvali yırttı. Oysa dönüp Homeros’a bakmamız lazım. Yani Homeros belki pek çok kişiydi ama her halükarda tek kişiyse de çok kişiyse de kendilerinden önce toplanmış şeyleri derliyor. Bir derlemeci ve rapsot falan da bundan geliyor derler. Dikiyor onları birbirine ve ben bu anlamda aslında doğru modellerden bir tanesinin DJ modeli olduğunu düşünüyorum. Yani farklı besteleri alıp onları sentezliyor ve bu anlamda tam anlamıyla bir orijinallik iddiası da yok. Böylece kendi varlığınızı da çok güzel şey yaptın. Rasyonalize ettiniz hocam. Teşekkür ederim. Niye? Şeyden dolayı ben sürekli Platon’dan Risto’dan söz ediyorum. Biraz öyle. Biraz neye de benziyor biliyor musun? Yani bu benim izlenimim ve bulanık bir şey ama senelerce fotokopiler birikir üniversite fotokopiçilerinde. Öğrenciler not alır, fotokopisinin üzerine başkası not alır ve el yazmaları da zaten buna benzer. Sonra birisi der ki dur ya bunlar baya karıştı ben bunları bir temize çekiyorum. Sen zannedersin ki yeni bir eser değil o. O yalnızca temize çekmiyor. Hatta pek çok kitap birikmiş notların artık yeter.
Bunlar da çok saçaklandı. Ben bunları bir temizleyeyim. Kaygısıyla oluşturulmuş şeyler. Biz post romantikler ne diye düşünüyoruz? Oturuyorum ve yeni kitabımı yazacağım. Ne konuda yazayım? Yeni bir film yapacağım, bir anne oğul öyküsü yazacağım. Annenin adı yani anlatabiliyor musun? Öyle bir film çekeceğim gibi. Ve groundbreaking hep de budur. Hep bir kırılma parçalanma. Bu da şey Amerikalıların ucuz filmlerinde bir kütüphaneye girince mutlaka kütüphaneyi yıkması meselesini andırıyor. Çok güzel yap. Son bir yıldır arkadaşlarımı dumura uğratan bir oyun keşfettim. Soru şu, bugün bu halimizle ve bu bilgimizle antik Yunan’a dönseydik, Dünya’ya ne katabilirdik? Şu durumda üzülerek şunu buluyoruz. Hiçbir şey katamıyoruz hocam. Bir defa sözelci olmak zaten büyük bir dezavantaj. Ben çok eğleniyorum bu oyunda ama sen orayı da çok iyi bildiğin için sen daha iyi oynayabilirsin. Bu felsefe bilginle gitsen, Aristo’yla konuşma şansına sahip olsan, acaba dünya felsefe tarihini değiştirebilir misin? Ben şunu derdim Aristo Terese.
Bak abi, bak şimdi baştan başlayalım. Önce hangi dilde konuşacaksın? Çok güzel. Benim eski Yunanca konuşmam lazım. Ben hiç eski Yunanca konuşmadım. Eski Yunanca ölü bir dil olduğu için seslendirilmek üzere öğrenilen bir dildi. Yalnızca yazılmış olanı okuyup anlayabilmek üzere öğrenilen bir dildi. O yüzden orada zaten çuvallıyor. Farz edelim ki dil problemini çözdüm. Pıt diye orada belirdin. Diyelim ki uygun kıyafetler var üzerinde. Aristo’yla görüşmek mümkün mü mesela? Bakayım zamanına bağlı. Okulun içinde bir yerlerde olabilir ya da daha da önemlisi büyük İskender’in çocukluğunda belki, o zaman da yine saraylarda ise tabi o zaman ulaşmak zor olabilir. Sokrates’e ulaşmak en kolayı o. Sokrates tipik olarak hep söylenir hep pazar yerinde, hep piyasa yerinde, hep ortalıkta olan bir yer. Plato’nun durumu karışık. Okulda bulabilirsin. Okulda yani şehrin biraz dışına çıkman lazım. E Aristo Teresinde okulda varmış. Ama o okul nasıl bir yer? Biz okul diyince dedi, Selçuk Erdem bir karikatür de güzel.
Ama karikatürün dışında her yerde kullanılması, Selçuk Erdem’in alıp veremediği hiçbir şey yok. Selçuk Erdem karikatürü yine gözümüzün önüne geliyor. Bir kere görkemlilik gözümüzün önüne geliyor büyük klişe ve beyaz. Evet benim aklıma hep şey geliyor. Efes’teki arabeler gibi bir yerde Aristo orada böyle duruyor. Evet hep bir hölö hölö var işte. Öyle değil mi aslında? Ya ben niye hölö hölö olsun bir anda insanlar? Biz hölö hölö müyüz yani? E sen bayağı hölö hölö şu anda konuşuyorsun işte abi. Hayır ama ilker falan demiyorum yani. Yok onu kastetmedim ama.
Peki burayı geçelim yani bir şekilde okula gittin yanında da ben varım mesela atıyorum. Adam bize ne der? Yani merhaba hoş geldiniz sizi bekliyordum demeyeceği kesin. Eski Yunanca diyelim konuştuğumuzu farz edelim mi? Konuştun. Ne dersin adama? Ben şunu derdim, bu denizler var ya yeterince güçlü bir gemin olsaydı sen buradan çıkıp biraz daha devam etseydin. Çok uzaktaki bazı adalara gitseydin. Denizleri aşabilseydin. O denizleri aşabilecek malzemen olsaydı gemi yapım teknikleri. Ki bunları ikimizden de çok daha iyi bilen bir kişi o bu bu ara.
Ve o madenlerin çıkarılması mümkün olsaydı sen öyle adalara gidecektin ki senin iki farklı tür olduğunu düşündüğün kuşların esasında ortak bir türden gelmiş olabileceğini düşünebilirdin en azından. Ve onu düşünebilmek için de o gemilerle biraz daha devam etseydin ve çok soğuk olan kutuplara gitseydin. O kutuplarda buz parçalarını kesip ok atmanlara bakabilseydin. Ok atmanların arasından akıl yürüterek karların ne kadar zamanda birikmiş olabileceğini hesaplayabilseydin.
Bu basit akıl yürütmeler ve ampirik şeyden yola çıkıyor. Orada anlayacaktın ki dünya değişmiş. Sen Darwin’imi öğretmeye çalıştın. Darwin’i değişmiş tabii. Darwin’i mesela bu adımlarla neden öğretemeyelim? Ama hadilan demez miydi? Hadilan diyebilir tabii tabii. Her şey hadilan diyebilir. Ama hadilan dediği anda da cevabım şu olurdu. Yahu sen hadilan dedin de bu türlerin sabit ve ezeli ve ebedi olduğu yönündeki öğretinle çelişen çok açık bir şey var. Çiftçiler tohumları çaprazlıyorlar. Hayvan türlerini bal gibi çaprazlıyorlar. Eğer bunu biz yapay olarak yapabiliyorsak neden doğada da hayvan türleri çaprazlana çaprazlana ilerlenmesini sayın? Sence ikna edebilir miydin? Aristoteles’ten hemen önce yaşamış. Aristoteles’in tanıdığı Empedocles diye birisi var. Dört öğeden söz eden bir adam. Şimdi ayrıntılarını çok iyi hatırlamıyorum ve çok doğru söyleyemeyeceğim ama Aristoteles’in anlattığına göre Empedocles insan anıltımcısının böyle olmasının sebebinin
farklı farklı organlarımızın kendi başlarına ayrı ayrı dolaşırlarken tesadüfi şekillerde yan yana gelip bir arada takılmaları, uyuşanların bir arada kalmaya devam ettiği, uyuşmayanların yollarını yine ayırdığı yönünde bizim için doğal seçilimi çok yakından düşündüren bir öğreti ortaya atıyor. Ve Aristoteles diyor ki yok olmaz öyle. Olmaz öyle saçma şey. Olmaz öyle saçma anatomi diyor sonuç olarak. Aristoteles ama buna karşı argümanlarını getiriyor. Yalnızca olmaz öyle saçma şey deyip bırakmıyor tabii ki.
Diyor ki eğer öyle olmuş olsaydı Ömer’in anatomisiyle İlker’inkini ve Serpil’i, Gülsel’inkini de aynı olmasının sebebini açıklamamız lazım. Neden acaba işte kafasından bilmem ne çıkan bir başka varlık yok vesaire neden insanların anatomileri birbirlerine benziyorlar peki o zaman sayın Empedocles diye soruyor Aristoteles. Ama o zaman Empedocles ölmüştür büyük ihtimalle. O zaman ölmüştür tabii ki biz şu anda şey yapıyoruz. Arkasından saydır.
Biz de onun üzerine diyoruz ki ben Aristoteles’cim ben o yüzden sana zaten zamanın çok uzun olduğunu söyledim. Eğer zamanın bu kadar uzun olduğunu yani sence ezeli ve ebedi ama değiştiğini düşünseydin anatomilerini eğer. Sen buna ikna etmeye çalışacaktın. İkna etmeye çalışacaktım. Oda olmayacaktı bir ihtimalle. Aslında ben oraya gelecektim. Ben bu konuyu çok düşündüm. Ama seninki gibi değil. Sen sonuçta adamla aynı alanda olduğun için ve ben Aristoteles diye kısıtlamıyorum. Gittim gerçekten o dünyaya katabileceğim hiçbir şey olmadığını gördüm. Evet evet o ilginç bir mesele.
Ben de mesela onların hayatlarını kolaylaştıracak ne getirebilirdim diye soracak olsam bir sözelci olarak ben de başarısız. Ama şu çok ilginç halbuki biz her şeyi biliyoruz. Aristoteles’den çok daha fazla şey biliyoruz bir yandan. Ama bir yandan da hiçbir işe yaramıyor bu bildiklerimi. Peki sayısal tarafı bir tarafı. Bir kenara bırakalım yani mühendislik vesaire gibi. Sözelci olarak ne bildiğimizi düşünüyoruz ki. Ya biz bugün neler biliyoruz hayret bir şey 2500 sene önce gidip katkıda bulunamamak ne kadar ayıp dememize sebebiyet veren şey ne? Ne diyeceğim galiba pek bir şey bilmiyoruz. İşte yani söz ele geldiğimizde bu biraz şuna geliyor. İnsan gerçekliği tuhaf bir şekilde fizik gibi şeylerden belki de çok temelde farklı belki de aynı şeyi yaşıyoruz. Ben bunun üzerine düşündüğümde bundan birkaç bölüm önce sözünü ettiğim insan diline özgü olan aktarım özelliğinden söz etmiştim. Aralarla insanları karşılaştırırken. Kapıça şöyle bir şeydi. Yani insan dilline özgü olan şey birinci elden deneyimlenmemiş olan şeylerin aktarılması ve anlaşılması.
Bu şu anlama geliyorsa aslında ben anladığım bir şeyi bir sözelci olarak sonraki kuşağı aktarabiliyorum. Ama işin şöyle bir kötü tarafı var. Sonraki kuşak benim birinci elden deneyimlediğim şeyi birinci elden deneyimlememişse benim anladığım kadar iyi anlamıyor. Şunu için söylüyorum sözel konularda kuşaktan kuşağı bilgi aktarımı ya da fikir aktarımı yapılırken fire büyük oluyor. O yüzden de birkaç kuşakta bir eski fikirleri yeniden tazelemekten başka bir şans yok.
Basit bir şekilde ben Raffaello’nun neden büyük bir ressam olduğu konusunda biz ezbere konuşmamız dışında. Yapmamız gereken bir iş var. Raffaello’nun büyük bir ressam oluşluğunun sebebini yeniden keşfetmemiz lazım. Yeniden Raffaello olmamız lazım. Evet yeniden keşfetmemiz lazım. Oradaki iç görüyü yeniden yaşatmamız lazım. Yeniden başlatmamız lazım. Galileo’nun neden ilginç bir bilim insanı olduğunu ya da Pisagor teoreminin espirisinin ne olduğunu anlayabilmek için yeniden bizim öze dönmemiz lazım.
Onu baştan keşfetmemiz lazım. Severim bu soruyu sormayı. Okulda antikvasife tarihinin ilk oturumunda üçgenin iç açılarının toplumu neden 180? Tipik olarak mesela yuvarlaklar düşünüyorlar. Hemen böyle pergeller uçuşmaya başlıyor falan filan. Öğrencilere ayıplamak için bunu soruyor zaten değilim. Ama kafada bir şeyin bulanık olmasının güzel bir örneği bu esasında. Yani galiba biliyorum ama tam da bilmiyorum. İşte bu bizim düşün bu kadar net olan bir konuda bile ve bu kadar temel bir konuda bile bulanıklıktaysak
sözel konularda aşırı bulanıklıkta olmamız şaşırtıcı değil ve kuşaktan kuşağa bir bilginin bir türlü aktarılmamız biraz sinir bozucu. Tabii ki belki ilerlemeyecek bir tarih öğretisine inanan insanlar vardır ama senin söylediğinden çıkan sonuç galiba bu. Yani sözel meselelerde kuşaktan kuşağa birikim çok daha az oluyor o kadar ki 2400 sene sonra geriye döndüğümüzde anlatacak pek de bir şeyimiz yok. Yani kıskançlık hakkında, korku hakkında, çocuk büyütme hakkında acaba bizim eski yoldan anlatacağımız çok şey var mı? Hatta kadın ve köleliği düşünelim mesela. Büyük ihtimalle ikna edemeyiz. Ben aslında senin ilk dediğini desteklemek için bunu ortaya at. Şey gibi geliyor ya ooo giderim orada abi mahvederim ortada falan. O ilerlemeyi varsın. Yok bile bir şey. Sözel konularda en azından ilerleme olmayabileceğini soruyorum. Abi düşündük öbüründe bile çok zor biliyor musun? Mesela bir arkadaşım şöyle dedi pil yapar zed oğlum ne yapacaksın? Pili ne yapacaksın yani? Biri yapamıyorsun zaten yani. Yaptığını bile farz etsen yani. Malzeme yok. Taş var ya bir tek taş. Hani Ebru’ya şey dedim sen mimarsın mimarlığı öğret falan dedim benden çok daha iyi biliyorlar dedi. Yani o zaman sadece o zamanın unsurlarıyla sanki böyle kaplanmış mesleği. Çok güzel bir soru ve bu biraz şuna da getiriyor. Kabaca insanın dertleri anlamında kabaca aynı yere döneceğiz. Yani gene elinde güç olan kişiler olacak, o güç olan kişiler arasında anlaşmazlık olacak, bölünmeler olacak, parçalanmalar olacak. Bu adam kim diyecekler geldi bir.
Ve bu bizim hiç tanımadığımız bir olgu sanki yani. Hayatta en bildiğimiz gayet sıkıcı insanlık hikayesine geri dönmüş olacağız bu anlamda. Bu bir anlamda moral bozucu bir şey. Bunca yüzyıl geçiyor ilerleyemiyoruz bir yandan. Bizim cehanetimize ilişkin de tabii hiç iyi bir işaret değil. Geçenlerde Temizmuz’un bir röportajı vardı da şey diyor. Ya bu söz elciler çok kötü, sayılı sağlıcılar daha iyidir. Gerçekten ben de yüreğe kadar ona inanıyorum aslında. Yani dünyada olan iyi şeylerin çoğunu maalesef söz elciler yapmıyor. Doğru.
Ama şurada yok mu acaba? Bir söz elci olarak tabii ki. İnsanın default hali aslında sayısalcı değil söz elci. Yani dili kullanmak başka insanlarla konuşmakla sayısal işlem yapmak, yapmak ikisi aynı raftada aynı kefede de değil. Bizim default halimiz daha ziyade söz elci. Ama mesela sen arıcılıkla ilgileniyorsun ya mesela oradan bir şey yapabilirsin belki. Oraya katkı mı? Evet. Ama ne için ne peşindeyiz yani onların bal ile ilgili bir problemi mi var? Onlar da işte 19. yüzyılda üretilen çekmeceli kuvanları mesela.
Yani evet bravo 2004 sene sonrasında birisi geldi ve kolaylıkla kaldırılıp indirilebilen ve temizlenebilen kuvanlar getirdi ve geri gitti. Allah razı olsun. Peki bu bir zıplama yaratmaz mı mesela bal üretiminde? Gerçi neye yarayacağını bilmiyorum ama bu… Niye yani problem o. Problem o bir nesne ancak o bağlam içerisinde mantıklı. 19. yüzyılda o teknolojinin çıkmasının sebebi de bir bağlam sonuçta. Bütün bunlar esasında Thomas Kuhn’a bilimlerin tarihini.
Tek bir çizgi olarak değil de kırılmalarla gerçekleşen bir tür paradigmalar serisi olarak düşünmemiz gerektiğini ilham etti. Ve oradan çıkan çok güzel bir mesele daha var ve senin vurguladığın bir konuyla alakalı. Kuhn kabaca şunu söylüyor diyor ki bir paradigma diyelim ki Aristofizy bir süre devam ediyor ve diyelim ki bir kırılma. Yani paradigmada artık o paradigmanın açıklayamadığı şeyleri açıklayabilen ve o paradigmanın dışından bir gözlem bir başka bir şey var. Diyor ki çoklu olarak bu da senin sevebileceğin bir fikir.
Herkes bırakıp aaa Aristofizy yanlışmış ya. Durun bütün bu ders kitaplarını çabuk toplayın. Bütün öğretmenleri toplayın ben şimdi bir zoom toplantısı yapacağım. Yeni Newton fiziğini Galileo fiziğini anlatacağım mı diyor. Yani 10 yıllarca bazen 100 yıllarca o kalıntılar sürüyor. Yani eski paradigma ne yapalım biz de bunu öğretmek zorundayız gibilerinden varlığını sürdürüyor ve o iki paradigmanın biraz üst üste olduğu sürtüştü örtüştü. Yani bilim tarihini biz bilim insanlarının kafalarına gelen kirlerin dizisi olarak düşündüğümüz müddetçe bilimin yapıldığı kurumların ne kadar belirleyici olduğunu göremeyeceğiz ve böyle olunca da bilime ilişkin gerçekçi bir resme sahip olamayacağız demeye çalışıyor. Yani kilise, okulların onlar şey mi yapıyor evet ya elma düştü demek ki işte evrensel kütle çekmiyor varmış. Aslında yine iktidar ilişkilerine geliyor. Biliyordum buraya doğru gideceğini güzel daha önceki tartışmamıza gelmiş olduk esasında. Şimdi taa en başa bağlayacağım dedin ya iyi imsarlığı düşündüm mü diye şunu düşündüm insanlık müthiş bir şey değil mi başarılan şey başardığımız diyemiyorum çünkü içinde çok az katkım var ama toplu olarak başardığı şey muazzam bir şey. Ay’a gitmesi falan filan dediğin gibi tek birisi değil bu. Bütün bir insanlıktan söz ediyorum büyük harfle insanlık ve kurumlarıyla tabi yani kurumlardan kısıt eğitimi ama biraz yavaş mı büyük işler derken yani şaşırtıcı şaşırtıcı yani iyi ve kötü anlamda. Yani şöyle düşün ki şu anda dünya üzerindeki memeli hayvanların %65’i galiba bizim yemek üzere beslediğimiz yetiştirdiğimiz hayvanlar insanlığın doğaya yıkım akıl almaz bir noktada yani dediğine katılıyorum. Oda bedeli değil mi işte? İnsanlığın kendisiyle sarhoş olması da eğlenceli bir şey bu bunu ben düşündüğümde bazen aklıma ne geliyor biliyor musun? Elini aynayı almış odanın içerisinde müzik dinleyerek böyle dönen ve dans eden bir insan görüyorum insan. Ama şunu karıştırma ben hiçbir payım yok benim bunda. Ya ben ona üzülüyorum. Yo benim insanlık yani kendine aynada bakıp yani. Ama şunu diyorum aslında çok az sayıda insanın çabasıyla bu olmuş gibi geliyor bana. Ben de bunda bir katkım olsun isterdim çok isterdim ama yok maalesef yani. Evet dediğim bence burada kurumlar kilit bence kişiler değil daha ziyade kurumlar ve dahil olabileceğimiz şey kurumlar olacak mı geliyor en azından. Kurumlar biraz bunun için var biz bireysel olarak insanlığa katkıda bulunuyormuşuz gibi bir izlenimimiz var. Bu da bence pos romantik bir şey. Yani romantizm döneminden sonra bireyin bu kadar ön plana çıkması dahi gibi kavramların ortaya atılması ve geçmişi yıkarak yok ederek yeni bir şeyin kurulması paradigması bence bizi biraz zehirlemiş durumda. Onu kompans etmek lazım telafi etmek lazım. Onun da yolu daha ziyade kurumların yapıların önemine bakmak biraz flü TV belki böyle bir şey. Belki daha geniş olarak sosyal medya yeni bir tür kurumu olarak düşünülebilir. Yani senin dahil olduğun bir şey var mı sorusunun cevabını araştıracaksak orada mesela arayabiliriz. Zaten aslında geçen bölümde dediklerine ilişkin bütün bunları ortaya döktüm. Birlikte ancak yapabiliyorsun. Evet evet. Yani bir adam geldi yaptı durumu olmuyor hakikaten. Ve oradan da şunu soracağım dolayısıyla bir ömerizm geliştirmemiş olman seni değersiz kılmıyor aslında. Hiç hiç o ömerizm gibi şeyler çok yeni bir şey. 2400 senelik bir alanı çalışmanın en büyük avantajlarından biri de bu. Yani 200 sene önce 300 sene önce olmuş bir şey görece yeni imiş gibi bir bakış açısından bakma opsiyonu sağlıyor insana. Onun da en büyük avantajı özellikle moderniteyi ve en çok da romantizm ve romantizm sonrası moderniteyi görebilecek bir dış perspektif elde edebilmek. En çok insana kazanım getiren şeylerden biri de o esasında.
Bir eylere öncelik veren bir tarih anlayışından sıyrılmak çok daha mümkün olabiliyor. İnsanlık tarihinde 2400 sene önce gidip insanlara anlatabileceğimiz bir şey biçiminde değil de bu 2400 senede sözel olarak ne gibi katkılar elde edildi diye soracak olursak bence en önemli kavramlardan biri aslında özgürlük olacak. Yani özgürüz anlamında söylemiyorum ama özgürlüğe ilişkin büyük bir deneyin içerisindeyiz. Özgür düşünceden mi bahsediyorsun?
Yok baya ben insanların özgür olması yani yönetime katılmaları ve yönetimde kendilerini görme, beklentilerinin bile olması bir tür kazanım. Biliyorum bugün özgür bir dünyada yaşamadığımızı ben de çok iyi biliyorum ama en azından özgür bir dünyada olabileceğimize ilişkin bir fikrimiz olmasaydı bu konuda haiflanıyor bile olamazdı. Aristo döneminde yaşasaydın böyle bir şey düşünmeyecektikler. Evet mesela kölelik var Aristo Teles’te doğal kölelik dolayısıyla sabit bir kategori.
Burada da zevkli bir dipnot koyayım. Aristo Teles’in vasiyeti bugün elimizde çok tuhaf tesadüf sonucu ve orada bir kişinin çok özel mahrem bir mitnini görüyorsunuz bir filozofun. Çok değerli bu açıdan. Ne diyor? Çok tatlı okunabilir Türkçeye de çevrildi. Şunu diyor bizim kızı evlendirin diyor ona iyi bir koca bulun diyor işte oradaki mülkü aman ha şey yapmayın işte kitapları Theophrastos’a bırakın diyor ama şunu söylüyor bizim bir köle vardı diyor onu azat edin.
Herkes diyor ki ulan hani doğaldı bu köleli kölelik doğalsa niye azat ediyorsun? Vay adi falan diye şey yapıyorlar damarına basarlar Aristo Teles’in.
Görüşmek üzere.
İlk Yorumu Siz Yapın