"Enter"a basıp içeriğe geçin

Kaos ve Kitlelerin Bilgeliği – Olmaz Öyle Saçma Felsefe – Ömer Aygün – B12

Kaos ve Kitlelerin Bilgeliği – Olmaz Öyle Saçma Felsefe – Ömer Aygün – B12

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=5-9fAFjpncY.

Merhaba hocam. Merhaba İlker. Bugünkü konumuz nedir? Kaos. Larsson Trier’in filminde vardı. Antichrist. Bir tilki görüyor gece rüyasında. Konuşuyor tilki. Kaos Reigns diyordu hatırlıyor musun? Hükmetmek. Kaos evet hükmeden bir şey aslında. Bazen kargaşa gibi anlaşılıyor. Burası ne kadar karışık çok kaotik diyebiliyoruz ama işin garip tarafı.
Yunanca’ya gidilince chaos diye okunuyor. Von Helmont vardır ya modern kimyanın kurucularından bir tanesi. Gaz sözcüğünü kaos sözcüğünden türetiyor esasında. Çünkü kaos hele avuca sığmaz. Gaz gibi bir şey olarak da düşünülebiliyor. Eski Yunanca’da kaosun kökensel anlamı aslında esnemek, açık durmak demek. Yat da İngilizce’deki yawn sözcüğüyle aynı kökten geliyor chaos sözcü. Kargaşa anlamındaki kaosla bomboşluk anlamındaki kaos ilginç bir ikili oluşturuyor.
Hocam ben kaosu çok severim. Flu TV’yi kaosla yönetiyorum. Nasıl yönetiyorsun kaosla? Beklenmedik olanın güzelliği diyelim. Yani konfor alanımız şuysa onun biraz dışında bir şeye tahammül edebilme olgunluğu çok önemli bir haslet aslında hayat için. Yalın bunu söylemişti ve sen çok üsteliyerek hemfikir olduğunu söylemiştin. Yani belirsizliğe tahammül edebilmek hayatta önemli bir erdem sonuçta. Ve Flu TV’ye ilişkin söylediğim belki de buna benzer bir şey. Yani yarın ne yapacağını tam olarak bilmemenin ta kendisi doğru doz olabiliyor.
Ben bir arı kovanında bir arı çerçevesini ilk çektiğimde ne yapıyor bunlar? Bir tanesi oraya yapışmış öbürü kirlenmiş. Dört tanesi etraflarında dönüyor tam kaos gibi gelmişti. Bana ama arıcılığı öğrenince inanılmaz etkili bir iş planı takip ettiklerini görüyorsun. Hepsi ayrı bir iş yapıyor ve o işi çok da iyi yapıyorlar ve doğru zamanda doğru yerde yapıyorlar. Kaotik olan sensin cahillikten dolayı aptal herifler demişti. Kaosun tersi sistem herhalde. Kosmos diye düşünüyor düzen. Sistem olabilir, düzen olabilir. Kosmos sözcüğü de bilirsin belki. Kosmetikle aynı şeyden geliyor. Eskiden insanlar dünyaya, evrene hakikaten bir güzellik olarak bakarlarmış. Bir düzen olarak bakarlarmış. Bu işte modernite sonrasında ortadan kaybolan bir hissiyat aslında. O yüzden bugün bizim esasında neredeyse tanımadığımız bir hissiyat. Ne hissiyatı biliyor musun? Bu eskiden İslam dünyası diye bir program vardı. Onun başında bir müzik çalar, bir şelaleler akar, menekşeler açar işte hızlı hızlı vesaire arılar. O his yani dünyamız düzenli bir yerdir. Çünkü o bağlamda bu düzenin garantörü Tanrı Allah yaratan olarak. Ama eski Yunan’da bu zorunlu olarak bir Tanrı olmak durumunda değil, evrenin kendisi belli bir düzen arz ediyor. Bu düzeni anlama kapasitesi olan insanla çok güzel bir buluşma, insan-dünya buluşması. İşte modernite ile birlikte bu çok açık bir şekilde kopuyor. İnsan ve dünya buluşmayan, bütünleşemeyen, birbirine yabancıymış gibi duran nasıl bağlanacağını araştırdığımız iki kutup gibi duruyor. İnsanlar ne kadar düzenli bir ortamda olduğumuzu göremedikleri için kaosun ne kadar korkunç bir şey olduğunu da algılayamıyorlar bence. Kaosa hafife alıyoruz. Gerçek kaos bambaşka bir şey. Gerçek kaos çok ciddi bir şey yani çok çok ürküdücü bir şey. Vehşetli de bir şey tabii ki. Mesela bugün Türkiye için kaotik bir gün gibi görünüyor ama değil mi aslında? Tabii ki değil. Bu güne yalnızca baktığın anda yaklaştığın zamanı kamerayla çok kaotik bir şey görüyorsun ama tıpkı benim kovandaki o peteği kaldırıp baktığımda gördüğüm şeyde olduğu gibi anlayarak daha geniş açılı baktığınızda muazzam yolunda olan milyonlarca şey sayesinde biz zaten o kaosu görebiliyoruz vesaire vesaire. Özellikle elektrik düğmesine bastığımızda ışığın yanması gibi. Onun gibi en azından. Corona sürecinde koku ve tat alma duyularını temelli yitirenler oldu. Uzun süreli yitirenler oldu. Unutmayın ki yani bu görme ve işitme olabilir de bunu mesela hiç kimse anlatmıyor. Bir kaosa bir girdik mi? Biraz da sonu olmayan bir şey. Biz son derece lokal bir yerde kaosa kaos adını veriyoruz. O yüzden de bazen canımız kaos istiyor ve kaos bizim için sevimli bir şey haline gelebiliyor bu sayede aslında bakarsın. Yani diyorsun ki senin kaos sevgin aslında kaos değil. Hiçbirimizin değil. Kaos bize biraz sevimli geliyor. Diyelim ki belki jokerde ya da yaratıcı kaos. Doğru tabii ama orada tek sıkıntı arkada o kaosu sevimli yapan çok müthiş bir düzen var. Bu en basit. Tabii ki sağlık üzerinden. Dil üzerinden de böyle dilde de biz çalışmayan anlaşmazlıkları çok vurguluyorsun. Mesela sen sorularda bu programlarımız boyunca anlaşıyor muyuz anlaşamıyor muyuz gerçek var mı yoksa hepsi bir yorum mu? Bir de hocam son yok olduğunuzda koltuğu da alıp gitmeniz bizi biraz yoruyor. Çok rahat bir şey ama. Neyse bugün geri getirmişsiniz o güzel. Dediğinden şunu anlıyorum inanılmaz bir sistem çalışıyor aşağıda sürekli. Bizim bugün burada oturabilmemiz için. Son birkaç yıldır şey konuşuluyor. The big reset. Dünyanın gittiği yerin kaotik olduğunu inkar ediyor değil. Ancak yalnızca normal şartlar diye bir şey var. O normal şartlar altında sapmalar ancak öyle gözükebiliyor. Ama dünyanın gittiği yer şaşırtıcı ve çok ilginç ve korkutucu. Bekliyor muydun? Hayır esasında beklemiyordum. Ama bu değişimin bir tarafını özellikle inceliyorum son yıllarda. Sosyal medyayla olan değişiklikler ilgimi çok çekiyor. Bir kere biraz isimlerini koyalım bu yeniliğin. Tabii ki popülizm var bu işin içerisinde politik olarak. İklim krizi tabii ki var. Sosyal medya bence işin bir parçası. Bir siyasetleri belki bu işin bir parçası. Bir de politik doğuruculuktan söz edilebilir. Bunların arasında ben sosyal medyanın bizim ne kadar değiştirdiğini inceliyorum. Aslında ve düşündüğümüzden daha büyük bir değişiklik var. Bence burada özellikle internet bağlamında toplanan veri miktarı daha önceki veri miktarından o kadar daha büyük ki. Ben buna bir heyelan diyorum. Hatta bir ölçek heyelanı bu. O kadar çok bilgi, o kadar çok iletişim ve o kadar hızlı iletişim,
o kadar yaygın bir iletişim ki bu biraz sosyal medyayla birlikte dünya denen organizmanın merkezi sinir sistemi devreye girdi denebilir. Belki de böyle bir durum. YouTube’a bir günde konulan içeriği ben izleyeceğim desen 65 yaşına kadar aralıksız video izlemen lazım. Onu kastediyorum. Evet aynen onu kastediyorum. İnsanın konuşma yetisini kazanmasından itibaren yazının bulunması çok büyük bir devrim. Tabii matbaanın bulunması çok büyük bir devrim. Ben araya bir de fotoğrafı koyuyorum matbaadan sonra. Neden?
Çünkü bu çok büyük bir kaymaya ona yeterince önem verilmediğini düşünüyorum felsefede. Yazıdan daha önemli olduğunu düşünüyorum hatta. Bir şeyi uzaktan görebilme şansı verdi ya bize yani imajların imparatorluğuna giden yolu açtı aslında. Videoyu da aslında onun parçası sayarsan. Şimdi artık mesela teksten uzaklaştı videoya döndü ya. Senin o görüşte olduğunu biliyorum. Sanki yazılardan imajlara doğru gidiliyormuş gibi bir tarih okuması var. Ben ondan çok emin değilim. Bilmiyorum olabilir yani. Belki de haklısın.
Bunlar ilgili bir şey söyleyeceğim yazı matbaa ve bugün sosyal medyayla birlikte gerçekleşen şey zaten insan diline özgü olan bir hızlı yayılma ve kontrolsüz yayılma eğilimi deliler gibi arttı. Senin gibi benim gibi sosyal medya öncesinde doğmuş ve epeyde yaşamış olan hatta fabrik ayarları sosyal medya öncesinden kalma olan kişilerle sosyal medya sonrasında fabrik ayarları oluşmuş kişiler arasında çok büyük farklar var esasında.
Biz TRT’yi bildiğimiz için tek bir kanal var. Herkes o kanalı izliyor ve o kanalda ne oluyorsa herkes onu izliyor. Yani o kanalda rezil oldun mu yandın diye. Çok acayip bir dönemde. Bizim fabrika ayarlarımız buna göre yapılmış durumda. Bu da bir sürü anlama geliyorsa. Benim burada birazcık kasılmam. Bir TRT spikeri gibi konuşmaya çalışmam ve heyecanlanmam ya da hırçınlaşmam. Eski kuşağı özgü algı bozukluğu var esasında TRT zamanından kalma ayarlardan. Önemli bir şey söylüyorsun. Hatta bunun birkaç tane aşaması var.
Bir tanesi şu herkes beni izliyor. Zanlı. 80 milyon bizi izliyor. Bravo aynen öyle. Hakikaten 80 milyon bir kanalı izliyordu da ondan arabada camı aç derken hala bu hareketi yapmamıza çok benziyor aslında. Ve buna eklenecek o kadar çok şey var ki herkes beni izlediğini düşündüğüm için de herkes beni izlemeye devam ediyor. Herkes beni çok merak ediyor. Herkes benim ne dediğimi de çok merak ediyor ve beni takip ediyor. Zannediyor bizim gibi eski kuşakası aslında. Yenikücuhan güzel tarafı bu ayarlar onda olmadığı için ona takılmıyorlar.
O yüzden mesela daha rahatlar. Ve bizim gözümüzde bu z kuşağını da anlamıyorum vesaire gibi tepkilere yolaşıyoruz aslında. Tabii ki bu sosyal medyanın yaygınlaşmasının bence muazzam önemli bir sonucu eskiden seçkin diye düşünülenlerle eskiden seçkin olmayan halk kitlesi diye düşünülenlerin aynı düzlemde konuşmaya başlaması ve seçkinlerin bu tek elinin seçkinlerin elinden alınması. Bilim insanları, akademisyenler, politikacılar özellikle de devlet adımı anlamındaki politikacılar,
gazetecilerin bu statüsü büyük ölçüde ellerinden alındı ve halk kendi yazısını, kendi konuşma biçimli ve kendi imnasını bile getirirdi. Bu da bizi bugünkü diğer konuşmak istediğime şeye mi götürüyor? Tabii popülizm meselesine bizi getiriyor. 10 küsür bölümdür diyorsun ki kitleler aslında bilinçlidir. Demokrasiye ciddi bir inancım var. Popülizmle elitizm ve sahte ikilem anlamla olan temasımız zayıfladığında oraya duygusal eklemeler yaptığımızı düşünüyorum. Bunlar tipik olarak olumlu duygu olduğunda abartma, yüceltme, putlaştırma, olumsuz olduğunda da şeytanlaştırma haline geliyor. 2007-2008 krizinden sonra bu kitledirin bilgeliği meselesi gündeme getirildi. Bir kitap yazıldı bununla ilgili. Aslında en az 100 senelik belki antik Yunan’a kadar geri giden bir mesele mi? Fikir de şu, Londra’da bir konuşmaya gittim 2016’da adamın birisi çıkarttı bir kavanoz şeker gösterdi dinleyicilere konferansta. Dedi ki bunun içinde kaç tane şeker olduğunu tahmin edin. Herkes kafasında bir tahmin yaptı. Dedi ki tahmininizi söylemeyin, kağıtlara yazın, bana verin. Topladı bizim tahminlerimizi ortalamaya çıkarttı. Doğruya inanılmaz yakın bir sonuç elde edilmiş oldu ve buna benzer bir sürü de deney var. Şimdi burada ilginç şeyler oluyor. Brexit’den hemen önceydi. Yani Trump’tan ve Brexit’den hemen önce şunu demiş oldu 2007-2008 emlak krizini uzmanlar öngöremedi. Acaba bu uzmanlara değil de biz kitlelerin bilgeliğine mi bağlasak gibi çerçeve vermişti soruyu.
Bakın kitleler şu şu şu durumlarda muhteşem tahminler yapabiliyorlar diye bir hipotez ortaya atmıştı tabi ki. Şimdi burada tabi ilginç olan şey bu hipotezi değiştiren koşullar. Sence kitlelerin bu kavanozdaki şeker sayısı meselesinde bu kadar başarılı bir tahmin yapmasına engel olabilecek şeyler neler olabilir? Kitle boyutu büyürse büyük ihtimalle daha kötü olur. Niye? Kitle büyüdükçe varyasyon artacaktır. Tabi buna karşılık dezenformasyon da artacaktır. İşte orada devreye girecek. Birbirinden bağımsız olduğunda kişiler onların oluşturduğu bir kitle daha bilge olabiliyor. Daha iyi tahminlerde bulunabiliyor. Problem nerede ortaya çıkıyor? Problem o kitle. YouTube kanallarında soruyor. Kitle iyi oluşturan bireyler arasında konuşma gerçekleştiği anda parazit başlıyor ve o zaman rezalet çok kötü tahminler ortaya çıkıyor. Çünkü biri çıkıyor diyor ki en az bin şeker vardır o yayılıyor sonra. Aynen.
Yani ilk tahmini kimin söylediği bile o kadar önemli ki. 176 diye ben kendi kafamda kursam ve ilk tahmini yapan kişi 650 dese ben mutlaka onu 250’ye doğru bir ittiririm her şeyden önce. Oysa ben ilk başta söylemiş olsaydım büyük bir ihtimalle o 600’den 500’e indirecekti. Bu görüşleri birbirinden izole tutmak garip bir şekilde kitleyi daha bilgi hale getiriyor. İletişim özellikle de kanaat önderleri. Özellikle de durum ben işte kavanozlar hakkında çok bilgi sahibiyim.
Ben bu işin ustasıyım siz beni dinleyin dediğimde beni takip eden insanlar olacaksa daha çok bağıran kitle iletişim kanallarını daha çok kontrol eden kişiler. Tabii ki bu ortadamayı saptırıyor. Eğer kanaat önderi ya da influencer’ın tahminleri gerçekten muhteşemse evet kitle daha doğruya yakın sayabiliyor ama tipik olarak ya daha yanlış tahminlerde bulunuyor bu etkili kişiler. Arzu da o yönde 1200 şeker varmış 20 şeker varmıştan daha ilginç bir şey. Daha şatafatlı bir şey ve tabii ki burada şu var. Bu etkili olan kişilerin bu şekerle bir bağlantısı var mı? Bizim şekerle bağlantımız ne yani sanki teorik bir ilişki kuruyormuşuz gibi çerçevelenmiş bu deney. Merkez Bankası başkanı görevden alındı falan filan bütün ülke yarın ne olacak diyordu. Bu tür durumlarda tek bakacak yer olarak yine ekşi sözlük kalıyor elde. Şaşırtıcı derecede kendinden emin şekilde yanlış öngörüde bulunan insanlar var bir sürü. Yani neredeyse eşit bir şey olmaz diyen var. Bir de yıkılacak batacak mahvolacak diyenler var. Yani iletişimin artmış olması terse çalışıyor. Evet terse çalışıyor. Dolayısıyla bizim eğer demokrasinin peşindeysek bu kitleyi öyle bir tutmamız lazım ki kitledeki üyeler kendi aralarında yaptıkları bu iletişimde saçmalamamaları lazım. Eşitlikçi bir tür kamuoyu oluşturmak lazım. Bir ikincisi yankı odalarının değişmesi lazım. Yankı odalarının açılması lazım ve bunlarla bağlantılı olarak itiraz kültürü çok önemli. Yankı odasını açabilecek olan şey bence itiraz kültürü olacaktır ve bizim İngilizce groupthink denen bir tür sürü psikolojisi halinde sırf herkes öyle düşünüyor diye aynı biçimde düşünme psikolojisinden falan çıkmamız lazım. Bütün bunları ne için anlattım? Şunu için anlattım. Kitlelerin yaptığı saçmalıkları yalnızca kitleler olmalarına bağladığımızda esasında baskıcı çözümlerden başka bir yol ortaya çıkmıyor. Onlar da baskıcı oldukları için kötü çözümler oluyorlar bana kalırsa. Başka bir şansımız bence yok. Genellikle dünyada referandum yapılan konular tamamen yanlış sonuç üretiyorlar. Bu bilinen bir şey. Bunu nasıl açıklıyorsun? Kitleler çok iyi karar alıyorlar demiyorum. Kitleler neden kötü karar alıyorlar acaba sorusunun bazı faktörlerini ayıklamaya çalışıyorum. Çünkü başka bir yolumuz varmış gibi de gelmiyor bana. Yani ne yapıp yapıp kitlelerin iyi kararlar almasını sağlamak gerekiyor. Burada da yine bir ikiliğe düşüyoruz. O kitleleri tırnak içinde doğru kararları almaya itmek için ne yapacağız ne diyeceğiz ve bizim böyle bir hakkımız var mı? Birinci mesele bu projeye olan inancın yeniden canlandırılması lazım. Kitlelerin bilgeliğine olan inancımız. Demokrasiye esasında kitlelerin bilgeliğine değil. Kitlelerin bilgeliği bir hipotez belli koşullar altında gerçekleşiyor. O koşulları bizim anlamamız lazım. Süper bir Isaac Asimov öyküsü var belki daha önce de bahsetmişimdir. Bir adam uyanıyor diyor ki işte oy vermeye gideceğim. Anlamıyorsun sen başta. Bir tek o gidiyormuş.
Sebep de şu artık yapay zeka bilgisayarlar o kadar gelişmiş ki bütün ülkenin insanlarını tek tek biliyor ve bunları en iyi tanımlayacak şekilde bir kişi seçiyor. Seçimi tek kişiyi seçme üzerinden ters olarak yapıyor. O adamda veya kadında gidip oy veriyor ve onun dediği içeride oluyor. Oy verecek kişiyi seçme işini bilgisayar yapıyor. Evet ve onun neden hareketli? Bütün kitlenin eğilimlerini bildiği için. Aslında bütün kitlenin eğilimlerini zaten bildiği için
onları en iyi represent edecek en iyi ifade edecek kişiyi seçiyor. O kişinin neyi seçeceğini biliyor mu çok kabayca? Hayır. Biraz da onu sorguluyordu yani. Adam da bilmiyor bu arada. Öykü de onu anlatıyor. Adam kalkıyor ne yapacağım falan diyor ama bilgisayar ondan daha iyi biliyor büyük ihtimalle. Bir karar verdikten sonra sınıyamıyoruz ya onu. Dünyada şu anda kaosa doğru gidiyoruz esasında ve sosyal medyayla birlikte yeni imkanlar ortaya çıkıyor. Bir tanesi tabii ki linç işte bu etkili kişilerin pespailikleri. Cancel culture.
Ama bir yandan da benim bu videolarımın bir tanesinde bir tane yorumcu şey demişti. Hocam retainerci çıkartmışlar diyordu bir yorumcu. Yani bir videoyu binlerce on binlerce insan izliyor. Bu demektir ki ışığından sesini, kaşının üzerindeki kıldan söylediğin lafa kadar binlerce insan bunu ince ediyor. Senin yanlışlarını görebiliyorlar. Doğalda olmayan bir şey burada gerçekleşiyor. Muazzam bir şey gerçekleşiyor ve tekrar tekrar izleyebiliyorlar. Çünkü aynı zamanda kayıtlı. Bu da sosyal medya öncesinden çok farklı.
Evet herkes beni izliyor ama nasıl olsa bir daha erişim sağlanamaz diye düşünülüyordu. Varsayın buydu. Sosyal medya sonrasında herkes farklı bir şey izliyor ama tekrar tekrar izleyebiliyorlar ve yakından inceleyebiliyorlar. Bu bize biraz kovan zihin denen durumu getiriyor. Yani eğer bunu linç etmekten, gıybetten, aşağılamaktan vesaire çıkartabilirsek, hatalarımızın düzeltmesi, eksiklerimizin düzeltilmesi üzerinden yürütebilirsek muazzam bir zeka çıkma ihtimali var. Evet aslında aynı proje üzerinde çalışan milyonlarca insan oluyor. Senden öyle. Yani Flu TV’yi biz seviyoruz o yüzden de ya sizsiniz birazcık kötüydü ya da şu saniyede şöyle bir boşluk oldu. Geri beslemesini alabiliyorsun eskiden olmayan bir şey. Bunda bağlantı olarak Andy Warhol’un tabi lafı hep gündeme gelir işte sosyal medyayla ilgili. Bir gün herkes 15 dakikalığına meşhur olacak. Bu laf sosyal medyayı tahmin edebilen bir kişinin lafı değil, sosyal medyayı tahmin edemeyen bir kişinin lafı esasında. Bir dinazorun lafı bu. Neden biliyor musun? Neden? Çünkü Andy Warhol şöyle düşünmüş hala TRT gibi düşünüyor bak. Herkes bir gün ünlü olacak 15 dakikalığına. Yani tek bir kanal var hepimiz sıraya girdik. 15 dakika İlker, 15 dakika Ömer, 15 dakika Duygu. Hatta o sözün arka planı da eğlenceli. 1966’da bir fotoğraf çekimi sırasında Andy Warhol’a kitleler çok büyük sevgi gösterisinde bulunmuşlar. Bunun üzerine Andy Warhol herkes bir gün ünlü olacak demiş. Fotoğrafta da demiş ki ama 15 dakikalığına Andy de bu lafı çalmış.
Ben şuna da inanıyorum mesela aslında. Bir teknolojik gelişme olduğunda ya da herhangi bir gelişme olduğunda insanlık buna maruz kaldığında biz bunu yalnızca insanlığın maruz kaldığı bir durum olarak yorumluyoruz. Oysa insan ve insanlık başına gelen şeyin farkında olduğu için başına gelen şeye maruz kalmanın ötesinde ona karşı geri bir tavır alabiliyor. Ve o tavrı aldığında maruz kalmadan önceki ebleh halinin dışında uyanmış maymun gözünü açtığı şeklinde bir tavır alabiliyor.
Bugün yaşadığımız kaotik durum bizim başımıza geliyor ama insanlar da bunun farkına varıyorlar. Paraya olan güvenle ilgili olarak yalnızca paraya olan güvenlerini yitirmiyorlar. Paraya olan güvenlerini yitirdiklerinin de farkındalar ve bu yüzden de parayı büsbütün bırakmaktansa başka formlar içerisinde araştırmaya geçebiliyorlar. Dolayısıyla benim kitlelere ya da genel olarak insanlara olan inancımın temel sebebi bu esasında. Bizim başımıza kötü bir şey gelir ama bunu anlamak bile başlı başına bir bilinç meselesi. Biz bunu anlayıp uyum gösterebiliriz diyorsun. Gösteriyoruz da zaten yani yeni formlar ortaya çıkıyor. Zaten o yüzden de sosyal medya özellikle ilgin çünkü teknoloji ağırlıklı, sosyal medya ağırlıklı yeni çözümler gelmeye başlıyor. Sosyal medya sonrasının bir diğer şeyi de mutlulukla ilgili. Eğer mutluluk tanımınız göreliyse yani beni mutlu eden şey komşumdan biraz daha üstün durumda olmamsa ya da benim mutsuzluğumun sebebi komşumun benden biraz daha iyi durumda olmasınlarsa eğer böyle bir mutluluk tanımınız varsa sosyal medyayla birlikte kendinizi konu komşu ve aile bireylerine karşı değil bütün dünyaya karşı karşılaştırmak durumunda kalıyorsunuz. Karşılaştırmak mutsuzluk sebebidir. Dolayısıyla sosyal medyayla birlikte gerçekleşen heyelanın bir kısmı da mutlulukla psikolojiyle etikle ilgili esasında. Mutsuzluk makinesi aynı zamanda içinde yaşıyoruz. Buna karşı da bence insanlık kendi önlemlerini alacak ve bu olaya maruz kalmanın ötesinde bunu yeniden anlamlandırmaya başlayacak.
Burada ben Aristoteles’in etiğinin işe yarayabileceğini düşünüyorum. Ben hep Erdem Erdem deyip duruyorum ya çekici bir sözcük olmadığının farkındayım ama temel fikir orada şu esasında Aristoteles’in bütün etiğe mutluluğa dayanır. Bizi mutlu eden şey nedir sorusunu sorduğunda üç şeyi ele alıyor. Bir tanesi takdir, öbürü şöhret, üçüncüsü de Erdem. Takdir edilmeyi ele aldığımızda yani Instagram’da ya da insanların sosyal medyada beğenilme, tanınma meselesinin kendilerini mutlu ettiğini farz edelim.
Aristoteles diyor ki evet başka insanların takdirine mecburuz, mahkûmus, mutluluğumuzun bir parçası bu ama diyor bizi takdir edecek olan o başka insanlar arasında biz seçmece de yapıyoruz ama. Yani her insanın takdiri bizim için aynı değerde değil. Peki kimin bizi takdir etmesini biz sallıyoruz? Esasında Erdem ne olduğunu düşündüğümüz insanların takdiri Erdem ne olduğunu düşünmediğimiz insanların takdirinden çok daha değerli.
Demek ki takdir arayışının altında hâlâ bizim Erdem’e karşı bir bağlığımız esasında yatıyor. İkinci meselede şu evet Erdemli olduğunu düşündüğüm insanları beni takdir etmesini seviyorum ama bir şeyi daha seviyorum. Beni ne bileyim ben ayakkabımdan işte kara kaşım kara gözümden dolayı değil de beni benim Erdemlerimden dolayı sevmesini seviyorum. Erdemli olduğunu düşündüğüm kişiler. Dolayısıyla ben de karşımdakinin de Erdemli olmasını bekliyorum ve bu olmadığında takdiri de çok fazla önemsemiyorum.
Bu takdir mekanizması ve başkasına bağımlı olan görevli mutluluk anlayışlarından sıyırılmanın bir olay esasında görevli olmayan bir mutluluk arayışı o da Erdemlerden geliyor. Kapıca becerilerden geliyor diye düşünülebilir ama aynı zamanda duygusal ve etik beceriler olarak da düşünülebilir. Ömer doğru söylesen iyimser misin? Tabii tabii. Neden iyimsersin? Bunun cevaplarını verebilirim ama tersinden neden? Soruyu infilak ettirmenin manalarını yapmayasınız biz filozoflar.
Sorunun nasıl çerçevelendiğine tabi biz filozoflar olarak çok duyarlıyız ve senin için söylemiyorum ama dünyada ya da Türkiye’de iktidar bazen öyle bir soru çerçevelemiş olarak gündeme getiriyor ki muhalifler o soru çerçevesini satın aldıklarına ben inanamıyorum. Yani o soru çerçevesinde tabi ki muhalif yere yerleşiyorlar, doğru yere yerleştiklerini düşünüyorlar, doğru pozisyon evet muhaliflerinki ama o soruyu şu anda gündemin içerisine buyur etmek yanlış zaten. Neyse dolayısıyla sorunun nasıl çerçevelendiği önemli iyimsarlık meselesine geri dönecek olursak, kötümserlilikte benim sezdiğim bir tür kolaycılık var. Esasında başarısızlık korkusu ve hayal kırıklığına uğrama korkusu olabilir kötümserliğin arkasında. Yani zaten iyi bir şey olmayacak demek eğer kötü bir şey olursa ben zaten iyi bir şey olmayacak demiştim demek kolaycılığı acaba var mı kötümserliğin içerisinde? Yani bir defans mekanizması ve demek ki içeride kendinden korktuğun bir taraf var. Doğru.
Yani ben başarısız olursam ya da bu işler yolunda gitmezse eyvallah olsun ben bu hikayeyi yemediğim için kötümserliğe mesafedeyim. Ben daha temelde bir şey soruyorum. Haklısın ama hesabımı yaparken hesap yapmak tırnak içinde kötüye göre yapmamak mı? Tabii ki o tabi evrimsel bir zorunluluk zaten yani güzel bir sese karşı değil korkunç bir sese karşı çok daha fazla duyarlıyız. Aslan mı geldi yoksa peri kız mı? Peridir peri yat falan yani. O ölüyor çünkü.
Peki geleceğe baktığında kişisel olarak sormuyorum çocukların da var senin. Nasıl görüyorsun? Kötü görüyorum. Korkunç görüyorum. Bu nasıl iyi imsellik kardeşim? Eğer kötümserlikten anladığın şey geleceğe ilişkin kötü senaryoları hesaba katmaksa tabii ki kötümserim. Kötüyü tabii ki hesaba katıyorum hatta çok kötüyü hesaba katıyorum. Ama dediğim gibi kötümserliğin tepkisel bir tavır olmasını kabul etmemeye çalışıyorum kendi içimde. Nasıl tepkisel olacağını demin anlattım zaten.
Kötümser olduğunu düşünmüyorum insanlığın potansiyeli bir şaşırtıcıdır. Evet o garip. Bir tuhaftır. Özellikle zor durumlarda değişebilir. Özellikle zor durumlarda ve bugün olan şeylerde çok yeni bir tarafta var. Dediğim gibi ilk defa merkezi bir sinir sistemi gündeme geldi çalışmaya başladı adeta. Bu olağanüstü tabii ki kontrol ve baskı yol açacaktır. Kesin bundan kesin hiçbir kaçış olduğunu düşünmüyorum. Ama insanlık yalnızca maruz kalan bir varlık değil aynı zamanda ona karşı tavır alabilen bir varlık olduğunu düşündüğüm için yeni formlar yaratılacağından benim hiç şüphem yok bir o kadar. Dolayısıyla birazcık 50-50 bir durumdayım. Bütün bunları şunu için söylüyorum aslında. İnsanın akıl yetisine inindiğimi zaten biliyorsun. Belli bir gerçek olduğuna inandığımı biliyorsun. O gerçeğe ilişkin doğru fikirler oluşturabileceğimize inandığımı biliyorsun. Ve bunu dile getirdiğimizde başkalarının bunu anlayabileceğine olan inancım olduğunu biliyorsun. Bir hikayeler örüntüsünden ibaret olsaydı bizim dünya ile temasımız. Bunun zararı ne?
Yanlış olduğunu düşünüyorum. Bir zararı olduğunu düşünmüyorum. Yanlışlık nerede? Yanlışlık bence şu. Eğer biz gerçeğe maruz kalmıyor da onu üretiyor olsaydık, gerçeğin bize hiçbir direnç gösterememesini beklerdik. Başka bir deyişle biz gerçeklikle karşılaşıp ”Aa ulan ben yanılmışım.” diyebiliyor muyuz? Diyebiliyoruz. Bu ilginç bir şey. Yani fikir değiştirip ben saçmalamışım diyebiliyor muyuz? Bu nasıl olabilir? Eğer bunlar yalnızca benim hikayelerimse benim samimi olarak fikir değiştirmem nasıl mümkün olabilir?
Bir, yanılmam nasıl mümkün olabilir? İki, bunları daha iyi açıklayan bir hipotez bizim dışımızda bir gerçekliğin bal gibi var olduğu, bizim onunla sınandığımız, ona tabi olduğumuz, onunla ölçüldüğümüz hipotezi bana daha inandırıcı geliyor demeye çalışıyorum. Başka bir deyişle bu etrafında gördüğüm şeyler esasında bir rüyanın daha karmaşık, daha gelişmiş, daha altı çizilmiş bir versiyonudur diyecek olsa birisi. Ben derim ki peki olabilir mümkün ama… Peki ne yapalım dersin herhalde?
Katılmıyorum derdim esasında büyük ihtimalle çünkü rüyalarda bu sürekli değil göremiyoruz vs. vs. Biraz daha bekleyelim derdim esasında bir 10 saat daha bekleyelim derdim. 10 saat daha sürüyorsa rüya helal olsun tamam, rüyada rüyaymış derdim yani. Eğer bizim hikayelerimizden, bizim tasarımlarımızdan ibaret olsaydı dünya tamamen bir sanallık içerisinde biz yüzüyor olsaydık ve birbirimizle de anlaşamıyoruz, paralel birtakım evrenler içerisinde yürüyor, yaşıyor olsaydık eğer sürtünmeler olmazdı, direnmeler olmazdı.
Ben İlker’le gerçekten çarpışıp, aa ulan İlker de galiba haklıymış demem de bir yanılga olması gerekirdi. Oysa bence durum böyle değil. Bununla bağlantılı bir diğer mesele de şu, eğer gerçeklik diye bir şey yoksa sadık olunacak bir gerçek yoktur dolayısıyla doğruluk diye bir şey yoktur. Peki iyi güzel bence bunu bile kabul etmeye hazırım ama doğruluk iddiasından kaçamayız.
Yani bir postmodern de ya da bir başkası da ne kadar itiraz edersek edelim şuna buna bu iddiamızın kendisi bir doğruluk iddiası taşıyor. Bu doğruluk iddiasının kendisi yapısal olarak sabit ve bu bir olgu. Bu çok değerli bir şey ya bu elimizde hala bir şey var ve tuhaf bir şekilde insan bunu yapıyor. İnsan bu doğru doğru doğru vallahi doğru hatta şöyle diyor hiçbir şey doğru değil diyerek de bir doğruluk iddiasının peşine düşüyor.
Bir de gelelim hocam ne diyorsunuz yani biz anlamadık 10 küsür bölümdür bize felsefe anlatıyorsunuz. Ne yapsın çocuklar okumaya devam etsin felsefe tarihi, Aristolar, Platonlar ve diğerleri. Geldiğimiz yer ironik değil mi? Kötü bir yere geldiysek eğer ki demin dedin ya. Değişik bir yere geldiğimiz kesin ve korkunç şeyler olacağı da kesin. Sanki Platon ile Aristodeles el ele bizi böyle tutmuşlar buraya getirip sonra da metrobüse binip gitmişler gibi konuştuk.
Onları atmak bağlı değil yani bütün insanlık tarihini düşündüğün zaman ki kısa aslında yani gezegenin tarihine göre. Şu varsa hem doğru değil galiba bir takım filozoflar var ve halk onlara bakıyor ve bir şeyler öğrenip ona göre tarihe böyle bir yol çiziyor değiller ki. Ama bir hikaye yok mu gerçekten Kant geldiği zaman o tabi Aristoyu da biliyor falan filan yani sonrakilerde onları biliyorlar. Yani bir gidiş yok mu? Bir linear bir öykü yok mu? Siz gibi söylüyorum var olduğunu düşünüyorum var olmadığını düşününce çıkan sonuçlar çok yadırgatıcı çok tuhaf oluyor. Dolayısıyla hipotez olarak sanki bir tür ilerleme varmış gibi düşünebiliyorum. Ama filozofların düşünceleriyle insanlığın gittiği yön arasındaki ilişkiler çok garip yani çok karmaşık çok alakasız şeyler yani insanlık laftan anlamıyor bence. Evet kitlelerin bilgeliği diye başladık da insanlık laftan anlamıyor diye. Bence bu seri böyle bir de aptal herifler. Aptal heriflere getirdi beni. Kaç yıldır bu işle uğraşıyorsun? 20 seneye yakın. 20 yıldır Platon okuyorsun Aristoyu okuyorsun. Senle ben bir olabilir miyiz abi onu diyorum. Fesve konusunda tabi ki olamayız. Her şeyde farklıyız. Senin buna vakit ayırmış olman bir başka sırında başka şey ayırmış olması lazım. Dolayısıyla elit yoktur diyorsun ya veya şunu nasıl demiyorsun onu şaşırıyorum. 8 milyar kişi bir şey dese ama sen öbür türlü söylüyorsan senin doğru olma ihtimalin var. Fesve ile ilgili bir soruysa fesve tarihçiliği ile ilgili teknik bir şeyse evet. Tıpkı ışık konusunda senin sözünün geçmesi gibi bana laf düşmez yani bu ışıklara konusunda. Dolayısıyla kitlelerin bilgeliği diye bir şey nerede? Teknik olmayan konularda teknik bir konuda kitlelerin bilgeliği zaten mevzu bahis olamaz bana kalırsın. Bir ülkenin nasıl yönetileceği son derece teknik bir konudur. İşte burada ayrılıyoruz. Eğer teknik bir konuysa dediğin yoldan çözebilir. Teknokrat, teknisyen bu tekneyi bilen kişiler bunu yapacaklardır. Oysa bence tarih bize pek de böyle bir şey göstermiyor. Tam tersine teknik diye ortaya atılan şeylerin ya da teknisyenlerin berbat ettiklerini de bize gösteriyor. Şöyle bir örnek vereyim sana. Platon’un protagorası diyaloğunda halk meclisinde bir takım gemiler yapılacaksa o gemilerin hangi ağaçtan nasıl kesileceği vesaire konularında marangozlardan başkasına söz düşmez diyorlar. Marangozun dışında birisi bu sidra ağacı değil meşe ağacı kullanalım dese gülüp geçerler. Ama o gemilerin savaş gemisi mi yoksa gezinti teknisi mi olarak kullanılacağı yoksa ticaret için mi kullanılacağı kararı verilirken Orada da marangozlara söz düşmez tabi ki. Herkese söz düşüyor işte orada. Orada işte kitlelerden başka çalacağımız kapı yok diyor buradaki diyalog. Politika, etik ve bir yere kadar psikoloji bile insan hayatının anlamı bile teknik bir konu değil diye düşündüğüm için ben bu kadar kitlelere bütün insanlara eşitlikçi bir şekilde başvurmamız gerektiğini… Demek ki orada ayrılıyor. Ben her şeyin teknik olduğuna inanıyorum. Bence hayatı yaşamak teknik bir şey olamaz çünkü hayatta karşımıza çıkan kaos biçimleri teknik yollardan çözülebilecek labirentlere benzemiyorlar.
Yani şu ışığı buradan şey yaparsam, sesi de oradan ayarlarsam gibi lokal düzenlemelerle mutluluk ortaya bence çıkmıyor. Teknik yollarla bu gerçekleşmiyor ve bir toplum için de aynı şey geçerli. Tarihsel olgular için de aynı şey geçerli. Sanat eseri yaratırken de güzel bir sözcük şuraya da bir kafiye buraya da bir şey yaparak bir sanat eseri esasında oluşturulamıyor bana kadırsa. O yüzden sanat da teknik bir şey değil en nihayetinde değil. Bu da Bağger ile son tartışmamız. Sanat tasarım mıdır?
Evet orada da sen tekniği ön plana çıkartıyorsun tamam ama her şeyi teknikle açıklamak benim inandığım bir şey değil. İnsan hayatı, insan varoluşu temelde teknik bir soru değilmiş gibi geliyor bana. Sabah kalktığımda yaşadığım boşluk hali, şok hali. Bu şok halinin ta kendisi nasıl teknik bir soru olabilir? Ya da kaminin sorusunu düşün yani şu anda intihar etmemem için herhangi bir sebep var mı? Sorusunun cevabı teknik olamaz çünkü teknik olarak yalnızca işte şu kadar uzunlukta bir ip bu kadar yüksek bir… Ama niye hocam 20 miligram prozak almak suretiyle her türlü dertten kurtulamıyorsun? O da aslında beyin de teknik bir sorun değil mi? Hormonal vücuda ilişkin bio kimyasal bir sonuç değil mi? Evet ama orada sen nasıl var olayım sorusuna cevap vermiş olmuyorsun o sorunun ortaya çıkmaması sağlayan bir düzenleme yapıyorsun. Belki de sorunun ortaya çıkması bu dalalık olabilir. Olabilir tabi ki tabi ki. Bana öyle geliyor ki kaosun ikinci bir anlamı var yani yalnızca teknik bir takım yollardan çözülebilecek bir kargaşanın dışında bir anlamı var. O da hiçlik anlamı. Apoçik boş alan anlamı var işte kaosun. Jorge Luis Borges’in bir öyküsü var iki kral ve iki labirent diye okumuş muydu bilmiyorum Alef. Zaten Borges’e Borges demeniz bizi hemen de klasifiye etti. Borges diye mi okunuyor? İşte böyle altta altta ezmedi yani en sevdiğim yani.
Siz biliyor muydunuz cahiller? Borges’in tamam yani. Yok hayır canım Borges. Babamlar sizi. Aptal herifler ya. Borges’in bir kitabı var Alef diye orada iki kral ve iki hükümdar diye bir hikaye var. Bir Babil kralı bir Arap kralını sarayına çağırıyor sarayın arkasına da bir labirent yapmış. Arap kralını oraya sokuyor. Arap kralı işte koridorlardan koridorlara kapılardan merdivenlerden şunlardan bunlardan geçerken kafayı kaçıracak gibi oluyor. Yolunu bulamıyor akşama kadar labirentin içerisinde acı çektikten sonra sonunda çıkış yolunu bir şekilde buluyor. Hiç serzeniş de etmiyor Babil kralına. Biniyor gidiyor kendi krallığına hemen ordusunu topluyor ve Babil’in üzerine yürüyor. Babil’i yerle bir ediyor. Babil kralını alıp kendi ülkesine doğru bir ata bindiriyor ve yollarda gidiyorlar. En sonunda bir noktada Babil kralının gözlerini açıyor ve şöyle diyor.
Sen zamana sözü geçen ey çağının en yüce kralı sen beni Babil’de sayısız merdivenle kapıyla duvarla dolu Tunç’tan bir labirente hapsetmek istemiştin. İşte şimdi de Yüce Allah bana seni kendi labirentime sokma fırsatı verdi. Bu öyle bir labirent ki bunda ne tırmanılacak merdivenler ne zorlanacak kapılar ne insanı yorgunluktan bitap düşürecek sonsuz koridorlar ne de birden bire önüne çıkan duvarlar var demiş. Ve Babil’le kralın iplerini çözmüş. Onu orada çölün ortasında açlık ve susuzluktan ölmeye bırakmış.
Başka bir deyişle hayata bırakmış. Aynen öyle ve teknik çözümlerle çözülemeyecek bir tarafı var hayatın demeye çalışıyorum tabi ki. Ve bu yüzden de bu tarz bir kaos esasında sınır çekilemeyen ve o yüzden asla aşılamayan bir anlamı kaos. Nerede olduğunu bilmediğimiz için esasında bu anlamda kaos her yerden çıkabilecek bir şey olarak kodlanıyor. Ansiyete de bildiğimiz şey zaten budur. Kaos hissi.
Benim için hayatın bütün soruları teknik soruları asla indirgenemez hatta en önemli sorular teknik olmayan sorulardır bana kalırsa. Evet tekne ve episteme ayrımında yine ben teknede kaldım ama ip bağlı desen bağlayamaz ölür gider. Aynen öyle. Çok ilginç buraya çağırdığım bütün intelektüellerde böyle bir şey gördüm. Aşırı derecede beceriksiz oluyorlar. Niye böyle? Hele ki Türkiye’de. Türkiye’de do it yourself kültürü çok zayıf. Bizim eğitimimizde de çocuklara çok az şey yaptırıyoruz. Çocuk büyütürken de yardım edeceğim diye ebeveynler sürekli yardım halindeler. Ve çocuklar ee yapıyorlar ee şeyler eğriyorlar. Yani bir oysa bu birincisi tabii ki çocukların gelişmemesine yol açıyor. İkincisi çocuklar da kendilerinin de beceriksiz olduğu yönünde bir olumsuz imaj doğuyor.
Başka bir deyişle çocuk zorlansa, saçmalasa, yanlışlar yapsa, beceremese ve yardım almadan tekrar tekrar bunu yapsa ve başarısız bile olsa en kötü koşulda hiç olmazsa ben bunu denedim diyebilecek. Başka bir deyişle çocuklara yardım ederken gerçekten onlara bayağı kötülük ettiğimizi düşünüyorum ve çocukları da sen yardım almak zorunda olan bir zavallısın diye kodluyoruz. Mesela Aristo falan bunlar becerikli adamlar değil miydi ya? Herhalde onlar çok becerikli adamlardı. O zaman muhtemelen herkes çok çok çok çok becerikliydi.
Ciddi mecbursun öbür türlü öyle söylüyorsun. Evet bence biraz Türkiye ve baskıcı toplumlara neo-liberalleşen kültürlerin elit sınıflarına özgü bir durum senin söylediğin şey. Mesela benim çocuğum 45 yaşında geldiğinde çivi çakmaktan şey yapıyorsa ben üzülürüm. Ben istemem. Yapabilirsin. İsterim. Özellikle de bunca sene onları yapamamaktan dolayı esasında bir alçaklık kompleksi yaşıyordur o kişi diye düşünürdüm ve kendi içime dönüp baktığımda şu anda bakıyorum var mı? İçimde evet var. Bu nereden? En çok belli oluyor eve usta geldiği zaman. Bu sarı kayanın öyle bir karikatür var. Usta geliyor eve ve yani adım atmasıyla zaten evin hakimi haline geliyor. Zaten intelektüel adamın en büyük dramı odur yani. Eve usta geldiğinde. Üzülmeyin Türkiye’de ustalar da bilmiyor. Ağzıları laf yapıyor. Herkes gibi konuşuyorlar. Bizim yaptığımızı yapıyorlar esasında. Evet evet epistemoloji başkanı.
Abi hallediyoruz diyor herif hiç. Oysa insanlık laftan anlamaz. Kaos hüküm sürsün istiyorum ben hocam. Bir film vardı ya bu 2012. Dünyanın sonu geliyor işte buzullar şeyler falan. Çıktık ondan taksiyle dönüyoruz. Ben şöyle dedim ya görmek isterdim dünyanın sonunu dedim. Taksici döndü şey dedi. Abi sen bir psikoloğa mı gitsen? Sen istemez miydin?
Yani benim oradaki düşüncem şuydu. Bunun bir sonu olacaksa diyelim ki atıyorum 100.000 yımsa 100.000. yılda olmak daha artı bir şey gibi geliyor bana. Yani zaten öleceksen öyle bir şey de ölmek daha güzel değil mi abi? Herkes ölüyor. Hep beraber ölüyorsunuz. Şu ilginç bir soru. Sen öldüğün zaman dünyanın devam etmeyeceği bilgisiyle ölmek başka. Güzel bir şey yani. Bir de dünyanın devam edeceği bilgisiyle ölmek. Yani buna yıllar önce ünlü filozofumuz söylemişti. Batsın bu dünya.
Pandemide de bir sürü insan onu hissetti sanki. Hep söyleniyor ya batacak mahvolur. Ya batsın ya. Batsın abi. Eğer daha iyi bir şeye yol açacaksa batsın. Nasıl bilebilirsin? Bir ikincisi ne kadar batsın? İnsanlar laftan anlamıyor dedin ya. Acaba tokattan anlarlar mı? Tarihe baktığımızda kafa göz bir ilerleme bence var ama laftan dolayı ilerliyor değil. Evet olayla oluyor.
Ve o olaylar hasbel kadar bazı durumlarda sonraki kuşa aktarılıyor. O kuşak ona ya inanıyor ya inanmıyor ya yiyor ya yemiyor. Yani Türkiye’yi düşünsene. Yani son 100 yılda olanlar hangi kuşaktan hangi kuşağa ne aktarıldı da? Biz de anladık vesaire olduk. Tam tersine hayır. Aktarılmasına rağmen bir kulağımızdan girip bir kulağımızdan çıkabiliyor geçmişin birikinden. Zaten ben dehşet içindeyim. Geçen gün Cüneyt Özdemir söyledi.
95’e döndük dedi. Gerçekten 95’i de ben yaşadığım için sen de yaşadın. 95’e döndü şu anda ülke. Politik atmosfer olarak tamamen 1995’te neredeysek oradayız yani çok ilginç. Peki bir ara veriyoruz. Ara vermek istememin en önemli sebebi aslında. Söyleyecek bir şeyim yokken konuşmayı ben sevmiyorum. Biraz TRT döneminin insan olduğum için o zamanlar telefonlar çok pahalıydı. Ben kapatayım hatta meşgul etmeyeyim diye biz hemen telefonu kapatma eğiliminde olan bir kuşağız.
Şimdi de ben şikal etmeyi sevmiyorum bu mant aralıklarını. Tabi hocamız böyle söylüyor ama gerçeği ben size söylemek istiyorum. Kendisi İtalya’da marangozluk eğitimi alacak. Döndüğünde bize koltuk yapacak. Hocam en kısa sürede bu aradan çıkmanızı umuyoruz. Flu TV’nin kapıları sizi her zaman açıp. Teşekkür ediyoruz. Ben teşekkür ederim İkercim. Görüşmek üzere.
Hoşça kalın.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir