"Enter"a basıp içeriğe geçin

Mağaranın Dışı – Olmaz Öyle Saçma Felsefe – Ömer Aygün – B08

Mağaranın Dışı – Olmaz Öyle Saçma Felsefe – Ömer Aygün – B08

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=CDWKsUY-6tA.

Hocam merhaba. Merhaba İlker. Hala mağaradayız. Hala mağaradayız. Bu mağaradan çıkış var mı? Var isteyenlere var, istemeyenlere yok. Ne yapalım? İkinci bölümümü başlatacak olan soru bence şu olabilir. Bu kişinin işin aslını görmesi, işin aslını anlaması için ne yapması gelir? Başına ne gelmesi gelir? Bu soruyu sormamız lazım bence ve bu zaten önceki yol oturumda konuştularımızı yeniden gündeme getirecek.
Çünkü biz bu kişiye gölgelere daha yakından bak, bak sopa geliyor, işte biraz da kuklalara yakından bak desek de kuklalara ya da gölgelere istediği kadar yakından baksın, istediği kadar incelesin, tehdit edelim onu. İşin aslını anlamış olmayacak. İşin aslını anlayabilmesi için ne yapması gerekir sayın İlker? Burada aslında Platon paradigmadan bahsetmiyor ama yalın gibi konuşuyor. Ömer, kişi kendi paradigmasından çıkamaz.
Tabii ki alışkanlıkları, düşünce alışkanlıklarımızın dışına çıkabilir miyiz? Bu sorunun cevabı bence evet. Platon evet cevabını veriyor. Böyle bir imkan var, kolay mı bu? Anormal zor. Dolayısıyla senin sorduğun soruya geliyoruz. Nasıl çıkacak? Düşünüyorum hocam. Bir şekilde bir kıvılcım gelmesi lazım ama o kıvılcımın nasıl geleceğini çıkaramıyorum hocam. Nesneye bakıyor ve gölgesine bakıyor ve zannediyor ki gölge bu nesnenin aslı. Neden? Çünkü bu hareket edince bu da hareket ediyor. Sebeple sonucu karıştırıyor yani.
O zaman işin doğrusunu çakozlayabilme yoluna girmesinin şey ne? Büyük resmi görmesi lazım. Doğru. Zaten kabaca o olacak ama ne yapalım hocam? Mesela burada sorduğum soru. Mağarayı yıkalım. Yıkalım evet. Yıkınca anlamış olacak mı? Yok. Bir şeyler var da orada yıkıldı onlar falan diyecek yani. Yine anlamayacak. Yine anlamış olmayacak. O yüzden şiddet, ezber gibi tepeden inmeci bütün çözümlerin zayıflığı zaten burada ve bunu anlamadıkça
biz hiçbir şey anlayamayacağız. Bence ne demokrasi doğru düzgün olacak, ne doğru düzgün eğitimimiz olacak, ne doğru düzgün aile ilişkilerimiz, çocuk yetiştirme bunların hiçbirisinde bence adım atamayacağız. Buradaki problemi çözmedikçe. Ama iddialı bir şey söyledim. Niye bunu yaptım? Ama doğru söylüyorsun. Matematik öğretmek lazım. Niye matematikte ne alakası var? Sistemi anlaması lazım. Nedir sistem burada güzel. Olguların sebep ve sonuçlarını çözümlemesi lazım. Doğru. Yani burada sonuçta bir nesne var, burada gölgesi var. Bunun buna sebebiyet verdiğini ben nereden bileyim. Elimi koyarsam oraya, elimde. Tabii. Işığı hesaba katması lazım. Orada bir ateş. Ateş, nesne, gölge sistemini anlaması lazım. Tam dediğin şey aslında. Buradaki en çok kasıtlı bir ateşin buradaki rolü ve ateşle duvarın arasındaki nesnenin ne yapabiliyor? Yani optik öğrenmesi lazım. Aslında matematikte değiliz burada. Optikteyiz ya da fizikteyiz. Bu arada sen bunları anlatırken iki haftadır şeyi fark ettim. Biz sinemacılar en büyük mağaracılarız. Yani bu zaten çok açık. Sinema seyircisinin mağaradaki tutsaklara benzer bir pozisyonda olduğu çok açık. Şöyle bir ilginç durumumuz var. Gölgeler var, gölgelerin gölgelerini yapıyoruz biz. Çok güzel. Daha da korkunç. Platonun düşündüğü şeylerden bir tanesi bu. Bu yüzden sanat için sıklıkla şunu diyor. Bu dünyadaki şeyler zaten birer gölge. Sanatçılar bunların da temsillerini üretiyorlarsa gölgenin gölgesini yapıyorlar. Bunu Platon diyaloglarında sokak ateşe söyletiyor. Ama aslında asla ulaşmak için yapıyoruz. Duruma bağlı. Propaganda için yapılan ya da bir reklam filmini düşündüğünüzde amacınız gerçeği bulmak değil. Sen galiba bir videonun da söylemiştin. Gördüğün gibi bütün dipnotlarında senin videolarını kullanabilecek kadar çok izledim. Sanattan bahsediyorum. Propagandadan veya reklamdan değil. Gerçekçi sinemaya benim karşı olma nedenim biraz o. Gerçekçi sinema aslında tam tersi gerçek dışı bir sinemadır. Çok güzel. Çünkü tam Platonun dediği gibi zaten kendisi suret olan bir şeyi kere daha karanlığa itiyorsun insanlara. Peki o zaman sana bir soru sorayım. Platona çok yöneltilmiş bir soru. Platonun ideal şehrinden sanatı ve özellikle de şairleri attığını defalarca tekrar ederler. Doğruluk payı vardır. Sana şunu soruyorum. Eğer sanat suretinin suretini yapmak yani kopyanın kopyasını üretmekse sanat bizi gerçeğe, hakikate yönlendirme gibi bir işlev üstlenebilir mi yoksa? Üstlenebilir tam da demin dediğin nedenle. Elini kaldırıp aslında ışıkla oynamak gibi geliyor.
Suretler fikrini anlamak için sana yeni suretler sunuyor. Böylece aslında suretler metaforunu açıyor diyorum. Unutmayın ki mağara hikayesinin kendisi de bir suret ve zaten kendisi bir hikaye olduğunu bağıran bir hikaye. Sinema aslında evet. Aynen öyle. Ve bu açıdan da Matrix’ten bir farkı var mı? Matrix’te beni gıcık eden birkaç şey var. Bunları ifade etmekte bayağı zorlanıyorum. Sanırım en kolay ifade edebildiğim sebeplerden biri şu.
Matrix en azından birinci film bizi hakikate götürme iddiasında olan ve bu anlamda da kendi hikayeliğini aslında inkar eden bir hikaye. Yani evet ben bir hikayeyim ama ben size işin aslını göstereceğim diyor. Matrix filmini izlemekten aldığımız zevkin büyük bir kısmı. İşin aslını biliyor olmanın keyfinden kaynaklanıyor. Ve bu benim hoşuma gitmiyor. Yani bütün bu dünya esasında bir yalan herkes yanılıyor. Ben doğrusunu biliyorum. Aslında işin aslı öyle değil demenin zevki yani bütün bu cahillerden farklı olarak ben var ya hıı biliyoruz değil mi bunların hepsi gerçek değil. Yani o Morpheus’un o halleri ne kadar sıkıcı ne kadar itici yani. Ben burada öyle iki laf söylesem ya ben linç yerim yani. Morpheus için inç yemiyor nasıl oluyor bu? Ya oraları çok kötüdür filmin. Ben onu Hava ile konuşmadım ama çünkü Hava çok seviyordu. Matrix’i anlattığı bir Matrix nedir? Bayağı böyle bir tanıtım filmi gibi oluyor böyle işte. Dışarıda bir dünya var fakat işte şöyle olmuş böyle olmuş falan filan. Yani o çok gülünç bir de oralar böyle. Evet Platon’da hoşuma giden şey Platon bir paradoks neredeyse oluşturuyor ve diyor ki ben size suretlerden söz eden ve suretlerin ötesine geçmenizin hikayesini bir suret olarak anlatacağım diyor. Böyle olunca da bütün sorumluluğu bizim üzerimize veriyor ve kuşkucuyu tedavi etmiyor. Kuşkucuyu sen kuşkulanmak mı istiyorsun? Senin böyle bir dönemin var demek ki. Sen kuşkulanmaya devam edeceksin. Ben seni dışarıdan terapiyle ya da ilaçla şunla bununla şey yapmayacağım. Ama orada da mağaradan çıkan biri uyandı o köle. Çıkaracağız birazdan. Aynı yere gelmiyor mu? Ama bir hikaye içinde olduğunu söyleyen başından beri abi bu bir hikayedir diyor. Sizin bunu yorumlamanız lazım. Ve hatta hikayenin en sonuna geldiğimizde göreceğiz mağaraya geri dönmek gerekecek. Ve orada da anlatılacak çok şey var. Burada da Matrix’te benim alıp veremediğim şeyler. Yani birinci film ile ikinci film arasında ne oluyor tam olarak? Hani uçuyor Neo birinci filmin sonunda sonra bir daha pek uçmuyor. Sonra yani gökyüzünde havayı fişek gibi patlıyor falan ve insanlar buna bakarak Matrix’miş bu gerçek dünya bu değilmiş mi diyor. Onları unplug mu ediyor ve havayla sizin yaptığınız konuşma da siz kendiniz de varınız. Yani dur bakayım ya bu iş galiba tam çalışmıyor noktasına vardınız aslında. Havanın Xion’un da Matrix’te olduğu iddiası çıktı. Ben onu düşünmemiştim. Evet senin karşı örneğin güzeldi çünkü dedin ki eğer Xion’da Matrix’in parçasıysa o zaman. Bu kenezara geldiği durum ne oluyor demiştim. Orada bir hava sallandı ama yorumları gördün mü? Yorumlar kaynıyordu. Yorumlar kaynıyor. Anlamakta zorlanıyorum.
Öyle ileriye götürmüşler ki bunları yorumlama meselesine artık Bodriar gelse Bodriar’ı pes ettirebilecek yorumlar olduğunu ben de gördüm. Bağlayacak olursak tut sağımızın. Kukla ve gölge arasındaki ilişkiyi yanlış anlaması zorunlu, kaçınılmaz. Doğru anlaması için yapması gereken şey ateş, nesne ve duvar arasındaki ilişkiyi çözecek bir şekilde kendisinin olaya müdahil olması lazım. İnisiyatif alıp bir girişimle ateş ve duvarın arasına girip yani bir praxisle,
kendisinin kendi elini oynatıp ya da eliyle o kuklalardan birini alıp onu oynatıp ateş ve nesne ve duvar arasındaki ilişkileri çözmesi lazım. Aslında deney yapması gerekiyor. Körü körüne de deney olmaması lazım çünkü önemli olan biraz şu. Kuklayla gölgeye ayrı ayrı bakmak yerine ikisini karşılaştırmaya başlaması lazım. Bu karşılaştırma yeteneği de gözle yapılabilen bir şey değil. Göz görür, göz karşılaştıramaz. Kamera görür, kamera karşılaştıramaz.
Ne karşılaştırır? Tırnak içinde beyin karşılaştırır. E o zaman buna sahip çıkmak lazım. Mesele gözün iyi görüp görmemesi değil, mesele adışkanlıkların ne olduğu değil, mesele toplumsal normlar vesaire de değil. Buradan nereye gidiyoruz? Nasıl biz tutsağımızı zincirlerinden zorla kendimiz kurtardıysak ve bu kukla ve gölgeye ilişkin soruları nasıl biz zorla sormuşsak? Hiçbirini kendi rızasıyla falan yapmadı, kendi zincirlerini kendisi koparmadı. Mağaranın dışına da biz zorla götürüyoruz. Sürüklüyoruz yani ve acılar içinde büyük bir ihtimalle gözleri acıyor, bacakları şusu busu acıyor ve kim olduğu bilinmeyen bir kurtarıcı figürü var esasında. Bizmişiz gibi konuşuyoruz onu. Mağaranın dışına yani bizim yaşadığımız doğaya bırakılıyor tutsağımız ve orada gözleri acıyor bizim zavallı. Hemen mağaralara kaçıyor çok ironik bir şekilde ve karanlıklarda ancak rahat edebiliyor. Geceleri birazcık çıkıyor, birazcık sudaki yansımalara bakmaya başlıyor. Bu nefis bir detay çünkü sudaki yansımaların mekanizması ya da sistemi bu gölge sistemine
çok benziyor. Tek farkı var renkler işinin içerisinde ve onu yavaş yavaş çözmeye başlıyor. En sonunda artık turna kuklasının gölgesi değil, turna kuklası değil, turna’nın kendisini görmeye başlıyor. Gök güzünde bir turna görüyor. Hikaye bu şekilde bir devam ediyor. Şunu diyor Sokrates, şeylerin kendilerini görür mağaranın dışında. Önce geceliğin gökyüzünü görüyor, biraz yıldızları görüyor, galiba ayı görüyor, şeylerin kendilerini görüyor, en sonunda da güneşi göreceğiz. Ama şeylerin kendilerine baktığı zaman burada hep yeni bir problem karşımıza çıkıyor. Şeyin kendisi diyelim turna havada uçuyor. Biz daha önce turna kuklasının, turna kuklasının gölgesiyle ilişkisinin optik bir ilişki olduğunu çözmüştük. Şimdi buradaki soru şu, kukla’yla kukla’nın aslı arasındaki ilişki nasıl bir ilişki ve bunu bizim tutsağımızın öğrenme yolu ne olacak? Zihnen kayboldu bu hikayede. Birinci bölümden ikinci bölüme geçerken şunu görmüştük. Turna kuklasıyla turna kuklasının gölgesi arasındaki ilişkiyi nasıl çözmesi gerektiğini konuşmuş. Tamam elini uzattı.
İnisiyatifi ele alarak karşılaştırmayı yaptı ve bu optik ilişkiyi çözdü. Şimdi artık mağaranın dışındayız. Yani üçüncü aşamaya geldik. Burada canlı bir varlıkla onun temsili olan bir kukla arasındaki ilişkiyi bu sefer çözmesi lazım. Yani bir kere daha şey diyecek. Aa bu aynı bizim kuklaya benziyor ama kuklayla belki de tam aynı değil diye düşünüyor olabilir. Ya da şöyle düşünüyor olabilir. Aa kukla bunun aslı diye düşünebilir. Bu yine bana bir geri dönüş gibi geldi de onun için yani geri düştü tekrar sanki. Geri düşecektir.
Ama birden ikiye geçerken kullandığı çözüm yöntemi burada işe yaramayacak. Dolayısıyla yeni bir çözüm yöntemi bulmak zorunda. Elini uzatamayacak çünkü. Elini uzatsa bile aradaki ilişkiyi artık açıklamayacak. Bu da ona şunu gösterecek. Optik sizi bir yere kadar getiriyor. Şimdi yeni bir ilişkiyi çözmesi lazım. Doğadaki bir nesne ile onun temsili arasındaki ilişkiyi bu sefer çözmesi lazım. Çok fazla uzatmayayım. Şu oluyor sonuç olarak. Turnaları anlayabilmek için geçenlerde gördüm dedim. Bir aydın üzerinde böyle debeleniyor gibiydik. Sanırım turnaydı.
Turnaları anlayabilmek için ve turnaların turna temsilleri ile ayrımı da dolayısıyla anlayabilmek için yapılması gereken neler olabilir? Kuş Bilim’e giriş videosu çekecek olsaydık acaba. Kuş Bilimci ne derdi? Büyük bir ihtimalle yumurtalardan çiftleşmeden ve göçten söz edecekti. Yumurtalar teşme ve göç olgusunun mevsimlerle alakası var. Mevsimlerin yer merkezli bir evrende güneşle alakası var.
Kuş bilimci bu şunu gösteriyor bize. Güneşin bize gösterdiği şey yalnızca gün gece bağlamında yaptığı hareket sayesinde bizim nesneleri görmemizi sağlamıyor yalnızca. Güneş yıllık hareketi içerisinde nesnelerin sıcaklık dengesi ve beslenme ve çiftleşme olgusundan ötürü doğal varlıkların doğmasını çiftleşmesini ve tabii ki göçünü, av ilişkilerini her şeyi esasında regüle eden. Referans noktası. Referans noktası ve ısı noktası. Yalnızca ısı da vermiyor ısıyı regüle ediyor. Öyle de bir regüle. Ediyor ki yaşamı mümkün kılıyor. Yaşamı mümkün kılınca hem turnaları anlamış oluyor, hem de kendisini de bir yere kadar belki anlatıyor. Ve aslında bilim başlıyor. Bir açıdan bilim ben tabi bilime doğru gidiyormuş gibi anlatıyorum bütün bu hikayeyi ama mağara hikayesini ben burada olabildiğince az yorumlayarak olabildiğince metinden çıkarsama yaparak esasında üzerinden geçmiş oldu. Ama bunu siz işte tanrıya ulaşmanın yolu olarak da sınıfsız topluma giden bir hikaye olarak da yorumlamakta. Herkes tabii ki serbest.
Ama ana hatlarıyla hikaye bu birazcık karışık bir hikaye biliyorum. En sonunda hikayede çok tatlı bir şey oluyor. Güneşi görüyor ve bütün bunları anladıktan sonra hop zavallıyı zorla biz alıyoruz. Tekrar mağaranın içerisine sokuyoruz ve yeniden yarışmalara katılıyoruz. Aydınlıktan karanlığa geldiği için gözleri çok görmediği için başarısız oluyor. Ve etrafındakiler gülüyor dedi ne oldu sizin bir Erasmus işi vardı diye dalga geçiyor onunla. Sen dışarıya gidin ve bir takım şeyler görmüş olabilirsin ama gözlerini bozdun ve geri döndün. Bu güzel bir metafor. Öğrenme diyor. Öğrenince daha zor durma düşüyor. Ignorance is bliss diyor öbürleri. O yüzden ben Ignorance is bliss’e de karşıyım. Cehaletin mutluluk olduğu fikrine de ben aşırı karşıyım. Ama şu önemli burada. Güneşi gördükten sonra mağaraya geri dönen sağı diğerleri alaylı karşılıyorlar. Aşağılama ile karşılıyorlar ve Metin diyor ki Sokrates diyor ki eğer tutsak diğerlerin hepsini zincirlerinden kurtarıp ayağa kaldırmaya falan filan kalksaydı, diğerleri onu öldürmezler miydi? Cevap evet kesin öldürürlerdi.
Devrimcinin acı sonu. Bu şunu gösteriyor. Aydınlanma projesi anlamında bütün bir halkı pat diye eğitme aydınlatma projesinin işe yaramayacağını söyler gibi duruyor.
O yüzden pazarlık ve ihlam
Hiç hesaba katmadığı bir şey var. Kurnazlar. Yani o adam gördüğü, döndüğünde aslında büyük bir güçle dönüyor ve manipüle edebilir çevresini. Ne için manipüle edecek? Oradaki değerleri kazanmak için yani mağaranın içerisinde eli üstünde tutulmak için payeleri kazanmak için. Platon Sokratesi şunu söyletiyor. Mağaranın dışındaki hayatı gördüğü zaman mağaranın içerisindeki hayatı küçümsemeye başlıyor ve acımaya başlıyor orada insanlara. Yani şu andaki bizim durumumuz. Olabilir. Olabilir. Orada şunu getiriyor esasında. İlinçlenen, bilgilenen kişinin mutlu olacağına dair çok derin bir inanç var Platon’da ve senin esasında yakın olmadığın görüş bu yani şunu der gibisin. Matrix’te ki ben Matrix’e kalmak istiyorum diyen tipi düşündürüyor. Platon’un buna vereceği cevap yanılmıyorsam bu hikayeden çıkarttığım kadarıyla bunu söyleyen kişi mağaranın dışında zaten çıkmamış bir kişidir. Yani anlamamışsın. Bir daha Eylül’e gel. Yok yine beni yanlış anladın. Güzel bir yere geldik ama antik inanda benim eleştirim şu.
Kötülük hiç yokmuş gibi davranıyorlar. Yani bir de kötülük var ya. Kötücüllük yani kötüyü istemek vardır dediğin yani diyelim ki manipülatörler, propaganda’cılar, yalancılar, reklamcılar. Bunlar yok demiyorlar esasında. Platon bağlamında seni rahatsız edilen galiba şu doğruyu öğrenen bir kişinin doğruyu uygulamamasına hiçbir ihtimal yokmuş gibi davranıyor. Aynen öyle hocam. Ve bu seni gıcık ediyor çünkü seni en çok gıcık eden şey doğruyu bilip de onu uygulamayan, onu kendi lehine kullanan ve bu kadar büyük bir fırsatı çarçur eden insanlar. Güzel buna verecek cevabım ne? Kendimi köşeye sıkıştırdım da yoruldum. Biraz şuna benziyor. Daha önceki kötülük iyilik programımızda söylediğim bir argümanı kullanacağım sonuçta. Zaten Külü TV’de çok söylenen bir fikri ve karşıyım o da kötülerin anlamadığı şeyler var. Yani iyiyi görüp de öyle bir iyilik var ki o iyiliği gördükten sonra kötülüğün
yapılması mevzu bahis değil. Platon’un iddiası bu. Ben baya inandırıcı buluyorum. Çok hayali ya da çok iyimser çok. Bütün dünya bu söylediğinizin tersine işlemesine rağmen. Kötücül insanın tutarlı olabilmek için başka insanların da kötücül olduğunu düşünmesi, yani fesat olması normal şartlarda. Yani ilker açıkça kötücül değilse bile benim bunun da bir rol olduğunu. Düşünmem ve paranoia olarak ne olur ne olmaz bu adamın da zeki olduğunu ve benim kötülüğümü istediğini ya da bencil davrandığını kabul etmem lazım. Ama şunu da düşünmem lazım. Şu anda ki bu konuda bir şey yok. Bu konuda bir şey yok. Bu konuda bir şey yok. Bu konuda bir şey yok.
Bu konuda bir şey yok. Bu konuda bir şey yok.
Bu konuda bir şey yok. Bu konuda bir şey yok.
Bu konuda bir şey yok. Bu konuda bir şey yok. Bu konuda bir şey yok.
Tamam da bu konuda bir şey yok. Bu konuda bir şey çok zaten olurHANARI kutyada birira ferm째 45 saniye système. Onlar toysu ile Oak
gerçeği İlker ve Ömer’in bu gerçeği askıya alarak birlikte çalışırlarsa süper şeyler üretebileceklerine bir engel değildir der gibi. İlla anlarlar bir noktada diyorlar diyorsun. Bir açıdan yani kuyrukları sıkıştığında evet birbirlerini keserler doğru ama kuyrukları sıkışmadıklarında bir sürü şey yapabilirler. Birlikte semfoniler besteleyebilirler ve devleti kurmamızın sebebi de o esasında. Kuyruklarımız sıkışmasın. Bizim birbirimizi keseceğimiz düzeyin üstüne çıkartsın adalet mekanizmaları bizi ki biz artık kuyruklarımızın sıkışacağı ihtimallerin konusunda paranoia yapmayı bırakıp birlikte bir işte şarkı, türkü, geometri neyse böyle bir şey yapmamız. Burada da sopa devreye giriyor. Aslında devletin sopası gerekli. Ama sopa olmuş olsaydı senden daha büyük sopa olan birisini düşünerek sen yeniden daha büyük bir sopa elde etme hırsının ötesine geçemeyecektin. Yani paranoia’yı düşecektin. Biraz Hobbes’ın insanın insanın kurduğu olduğuna ilişkin söylemi biraz bunu andırıyor
ama Hobbes’da bile insanın insanın kurdu olduğu kabul edildikten sonra artık kurtluğun ötesine geçiliyor ve insanca yaşamaya çalışıyoruz. Kurtça yaşama kurtlar bile öyle yaşamıyor. Bunu şunu şimdi söylüyorum. Bence kötülük olgusunun gerçekliğini yok saymıyorlar. Hikayenin tamamını açıklamakta yetersiz kaldığını açıkça söylüyorlar ve ben de sana bir minik bir kontratak yapayım. İnsanın kötü olduğu herkesin bencil olduğu insanın insanın kurdu olduğuna ilişkin bu fikirde bini gıcık eden bir şey var.
O da şu Flu TV’ye ilişkin genel şeyime de biraz beni getiriyor. Flu TV videolarının pek çoğunda karşımıza çıkan fikirlerden bir tanesi. Sen de kabul edersin zaten bence bizim dışımızda bir gerçeklik esasında olmadığı fikri çok karşımıza çıkıyor. Dünyanın başlı başına bir anlamı yok. Biz o anlamı atfediyoruz. Dünyanın varlığı bile şüpheli. Maalesef programcılarımız bu fikirlerde. Öyle mi? Olabilir sıklıkla karşımıza çıkıyor.
Kim güçlüyse onun borusunu öttürebileceği muzaffer kimse tarihi onların yazabileceği ve onların dışında da tarihin yazılamayacağı gibi mesela tekrar eden fikirler var. Bunların hepsi aynı fikirler. Hepsi görececi fikirler bana kılsa. Bana hiçbiri doğru gelmiyor. Görececilikten bayağı uzağım aslında. Tabi programcılara karışmıyorum. Onlar ne demek istiyorlarsa kendileri söylüyorlar da. Aslında platoncuyum ben o anlamda. Yani esas benim amacım şu. Gör, kabullen, yüzleş.
Şu demek değil tarihi illa güçlüler yazacak değil. Ama şu an tarihi güçlüler yazıyor. Sen bunu değiştirmek istiyorsan ayağa kalkacaksın. Yani başka. Ben buna karşıyım evet. Öyle mi? Bence birincisi hayır tarihi yalnızca güçlüler yazmıyor. Farklı kaynakları çaprazlayarak biz muzafferlerin anlatılarını dengeleyebiliyoruz ve onları karşılaştırabiliyoruz. Daha da önemlisi eğer bütün söylemleri iktidarlar güçlü olanlar belirtiyorsa ki mesela senin videolarında şey vardır sanatı anlamak için iktidarı öğrenin. Mesela kilise mesela işte kapitalistin mesela bilmem ne. Bu fikre de mesela ben karşıyım. Aynı sebeplerden ötürü. Çok ısrar edecek böyle kendi fikrimi çok sevdiğim için anlatmıyorum ama. Bunda nasıl bir zarar görüyorsun? Zarar görmüyorum. Yanlışlık görüyorum. Sanat tarihine baktığımızda tabi ki iktidarın şeyini görüyoruz ama iktidara karşı hareketleri de sanat içerisinde görüyoruz. Mesela tiyatroda İsa’nın hayatını anlatan piyasilerden tiyatronun orta çağdan renesansa vesaire geçtiği anlatılabileceği kadar halk tiyatrosunun da bir tür karşı akım olarak, bir tür protest akım olarak da hesaba katılması gerektiği gerçeğini bu değiştirmiyor. Aynı şekilde İstanbul 1453’e ele aldığımız zaman diyelim ki Türk kaynaklar olduğu kadar Bizanslı kaynaklar da var. Dolayısıyla çaprazlayabildiğimiz için yani bir kuklayla gölgeyi karşılaştırabildiğimiz için kuklanın da gölgesinin de tekelinde değiliz. Onların pençesinde değiliz. Onların ikisini karşılaştırarak ikisinin de dışında bir perspektife aklımız bize götürebiliyor. Esasında mağara hikayesine bu yeniden geri dönüyor. Biz Bizanslılardan da Osmanlılardan da Batılılardan da oryantalistlerden de okusak İstanbul’un fethini bunları karşılaştırma suretiyle bunlardan bağımsız bir perspektif elde etme şansımız var. Ve zaten böyle bir bağımsız perspektife erişimimiz olmasaydı biz bu kaynaklar hakkında böyle konuşuyor olmazdık. Bir balığın suyun içerisinde olduğu gibi suyun içerisinde olduğunu bilmememiz gerekirdi. Oysa biz sürekli suyun içerisinde olduğumuzdan söz ediyoruz. Olma hiler ki derya üçlüdür derya nedir bilmezler. Gayet iyiydi ama yanılıyorsunuz hocam. Antik Yunan’a çok kaptırmışsınız kendinizi. Atomine başladığımız zaman. Ömer siz iyimsersiniz. Değilim. Kötümserleri şuna davet ediyorum. Tidx konuşmasına geçtik şu anda. Sayın Kötümser sana yönelik değil bu bu bir atom önemli değil ama pek çok Kötümser’e ve genel olarak Kötümserliği temelde benimseyen anlayışa yönelteyim. Bu bir eleştiri değil ama bir tür faydası var Kötümserliği. Yani sonradan yaralanmayayım bari diyerekten ben eşekten kendim ineğim diyen bir bakış açısı burada yok mu? Bu da şunu gösteriyor konuşarak kendi yaşayabileceğim hayal kırıklıklarının önüne şimdiden geçebilmek için kurduğum bir mekanizma esasında kırılmış bir kalp var burada burada bir hayal kırıklığı yaşamış bir insan var. Sonuçta kadar giden bir psikolojik başlıyor. Ama şunu anlatmaya çalışıyorum. Psikolojik bir telafi mekanizması tarafı var bu Kötümserliğin beni yemeği. Ama bütün ben Kötümserler’in peygamberi olarak şu anda bütün Kötümserlikler öyle değil. Kötümser değil de sinik derdim ben kendime yani ben ona da ona karşı. Ben Ömer 48 yaşındayım. İnsanların her türlü kötülüğünü gördüğüme inanıyorum ve insanlar beni hiç yanıltmadılar böyle söyleyeyim. Zaten demin sormak istediğim de buydu Antik Yunan’daki bu adamlar çok üst seviye ya. Değil değil bu bu üst seviyeye de bence sinikler çıkartıyor. İşte sakalı veriyorlar koç boynuzunu veriyorlar iyice şey yaptım gerdim ortalığı ama olsudur sen seversin böyle gergin şey ver koç boynuzunu ver entari ver sakalı yüceltiyorsunuz bir şeyi ondan sonra da bunlar da çok yukarıdan bakıyorlar. Ama demiyorum ya Metin ya Metin’e baktığın zaman insana büyük bir güven var. Zorunlu olarak değil tam tersine birincisi bu kişiler çok büyük acılardan geçmişler ve çok büyük kaypaklık yaşanmış kişiler. Kardeşin kardeşi katletmesi meselesini falan şöyle düşünün biraz entelektüel şeylerden söz edelim. 5. yüzyılın ilk yarısında Herodotos şöyle bir şey diyor. Hiç kimse savaşı arzu edecek kadar aptal olamaz. Çünkü barış zamanında oğullar babaları savaş zamanında babalar oğulları gömer. Ve Herodot’tan bu yana. Herodot’tan sonraki 50 yılda zaten kardeş kardeşi kesiyor.
Yani öyle bir çakılıyorlar ki 5. yüzyıl Atina’sının ve Yunan dünyasının çakılışı o kadar büyük ki Sokrates’te Platon ve Aristoteles’te bu hüsran üzerine esasında yeşilleniyorlar, yaşarıyorlar. Şunu şunu söyleyelim. Toz pembe Poliana ile Platon’u karıştırmayın. Aslında biz kendi yaralarımız şu andaki görüşlerimizi çok etkiliyor. Ve bu görüşlerimizi o yaralardan bağımsız olarak değerlendirmemiz bence yanlış oluyor bana kalırsa.
O yaralardan bağımsız olarak değerlendirince bütün renkler değişmeye başlıyor. Söylediğim bir şey bu mekanizmanın ta kendisi de Platon’un devletinde var. Çok güzel bir yerde diyor ki, bu güzel bir mesaj bence insanların bunu bilmesine fayda var. Diyor ki insanların argümandan ve felsefeden nefret etmesinin sebeplerinden bir tanesi insanların argümanlara ve felsefeye gençken olanaksız umutlar beslemiş olmaları ve o umutların boş çıkması. Bundan ötürü de söze, tartışmaya, argümanı ve felsefeye insanların bir hayal kırıklığından ötürü anormal bir nefret duymalarından kaynaklanıyor. Ve bu durum diyor Sokrates tıp atıp insandan nefret eden kişilerde gördüğümüz şey değil midir diyor. Bu kişiler de insanlara karşı gerçekçi olmayan umutlar besledikten sonra o umutların yıkılmasıyla birlikte insanlara küsme ve kedi yedilere bakmaları sonucuna yol açmaz mı gibi belaltının dibine vuruyor. Hocam size çok büyük bir bomba getiriyorum ya. Eyvah! Madem öyle elindeki en güçlü şimdiden. Çıkart ya çıkart bakayım ya. Grupta konuştuk sizin videolarınız biliyorsunuz 50.000 100.000 izleniyor. Oysa? Oysa Enes Batur diye birisi var ve onun videoları 10 milyon izleniyor hocam. 10 milyon izleniyor mu? Hem birikisi siz burada boşa konuşuyorsunuz. 50.000 100.000 ilker küçük bir sayıymış gibi anlatıyorsun. Stadyum dolusu insan demek bu benim açımdan düşünüyorsun. E ama o zaman Enes açısından bakarsan 10 milyon insan ne yapacağız o zaman? Yat kalk dua et. 50.000 şaka mı söylüyorsun? Ben daha bunu yeni sindiriyorum. Bunu Şeniz şey için söylüyorum. Biliyoruz ki umut aslında yok. 100.000’lerce milyonlarca insanın 10 dakikalık 30 dakikalık bir video ile aydınlatılması umudunu böyle gerçekçi olmayan bir umudu beslerseniz umut çakılır. Ama ondan sonra da dönüp de ya işte bakın bu işler böyle olmuyor deme şansınız bence olmamalı. Çünkü kimse size şey demedi. Felsefe videosunu 30 milyon kişiye izleteceğiz ve her şey gülük gülistanlık olacak denmedi. Size söylenen şey tam tersinde bence şu bu hikayemize dönecek olursak eğitim esnasında birebir gerçekleşen bir şeydir. Bu videoda bir eğitim videosu değil bir eğlence videosudur. Şunu yanlış anladığını düşünüyorum. Sisyphos tuyum ben aslında. Biliyorum ona da cevap ver. Her ne kadar böyle desem de yine o kayayı yukarı taşır. Hayır yanlış kuruyorsun hikayeyi bir kere daha. Çünkü Sisyphos hikayesindeki sıkıntı şu. Orada kas diye bir şey var ve bir ağırlığı kaldırma dizleri kullanma vücudu kullanma konusunda bodybuildingcilere ağırlık kaldıranlara sor. Kaya aşağıya düştükçe sıfırdan başlamıyoruz. Vücudumuz bir şey öğreniyor, beynimiz bir şey öğreniyor. Yani ilerliyoruz. Bu neyi gösteriyor? Esnasında her şeye sıfırdan başlayacağımız her şeyin absürt olduğu varoluşçu bakış açısı esnasında insana çok yüksek umutlar yüklüyor ve o umutlar çakılınca da bu sefer küsüyoruz
ve bu sefer de sevgi kelebeği ya da hüzün kelebeği haline gidiyorsun. Hüzün kelebeği haline artık gelmemek için o ilk baştaki projeyi çok da abartmamak lazım. Hayır olan şey bu değil. Ve zamanla tedirci olarak kaldıraç diye bir şey var. Yani Sisyphos gibi çok affedersin ıkkına ıkkına taşları kaldırmaya kalkarsanız sonunda yorulursunuz tabi ki ve sakatlanırsınız. Birazcık vücudunuzu öğrenin, kirişleri öğrenin, kasları öğrenin, nasıl beslenmeniz gerektiğini öğrenin, nasıl uyanıp uymanız gerektiğini öğrenin.
O zaman taşı çok daha kolay kaldırabileceksiniz ve vücudunuz güçlenecek. Tamamen aynı şey söylüyoruz. Farklı olarak söylediğim tek şey sıfırdan maşlıyor değiliz her seferinde. Evet. Eklemlenen bir şey var. Şu anlamda galiba anlaşmıyoruz. Sen şunu göz ardı ediyorsun düşman da uyumuyor. O da bir şeyler yapıyor. Şimdi başka bir şeye geçtin. Yok değil. Yokuş da dikleşiyor belki atıyorum. Çünkü yok. Kim o? Şöyle taraflar var ve karşı tarafında eli armut toplamıyor. O da bir şeyler yapıyor. Anlatabiliyor muyum? Güzel.
Zatonun bir diyaloğunda devlet adamı diye başka bir diyaloğunda şöyle bir konuşma gerçekleşiyor. Ya biz bu insanlığı ikiye ayırsak nasıl ayırırdık diye konuşuyorlar. Bir kişi diyor ki ya biz bunu Yunanlılar ve barbarlar olarak ikiye ayıralım. Konuşan kişi diyor ki bu çok saçma. İnsanlık böyle ayrılmaz ki. Bunu şunu için söylüyorum. Yani Yunanlarda şövenizm vardır ama esasında anlatıldığı kadar değil bu arada. Bu da ayrı bir dipnot. Kimin biz kimin onlar cephesine dahil olduğu sorusu son derece bulanık bir soru. Biz diye kabul ettiğimiz kişilerin onlar cephesine şutlanması çok çabuk gerçekleşir. Onlar cephesinden bir kişinin biz cephesine dahil edilmesi son derece çabuk gerçekleşir. Yani buradaki cepheler son derece belirliymiş gibi konuşma konusunda haksızsın. Ama yine oyun yaptınız hocam. Allah Allah. Çünkü ben cepheleri cepheleri şey yapmadım. Bunlar demedim. Yine mağara örneğine döneyim. Mağaraya döndüm. Herifleri manipüle etmeye başladım orada. Adamlar da diyorsun ki sen bu adamlar bir gün görecekler efendim işte.
Ama abi ben de salak dedim ki. Yani bu adamlar bir gün uyanırlar. Aslında senin dediğin buna geliyor. Yo benim dediğim hiç o değil. Benim tek dediğim şey şu. Kandıracak sürekli yeni insanlar üretmek zorunda. O yüzden işi kolay değil. Yani bir anda evet. Yani şey aşırı flu bir noktaya doğru gidiyoruz. Sıkışınca dağıldım. Uzun lafın kısası. Flu TV eğer başarılıysa ki bence başarılı. Bu başarısının arkasındaki etken esasında şüphecilik değil. Tam dersinde güven ilişkileri. Ve bu güven sıklıkla da bu güvenin su istimal edilmesi sonucuna rağmen duyulan bir güvendir büyük ihtimalle. Bu flu TV’nin başında sen olduğuna göre bunda büyük ölçüde senin payın var. Dolayısıyla flu TV’ye bakılınca flu TV analiz edildiğinde çıkartılması gereken doğru sonuç flu TV’nin ya da senin herkesten şüphe etmen değil. Tam tersinde herkese güvenme kapasitesi. Ondan söz etmek lazım. Ve güvenme sayesinde kısa bir sürede olsa. En sonunda herkes kanlı bıçaklı olsa da ortaya çıkartılabilen ürünler bizim
ayrı ayrı müstakil olarak birbirimize güvenmeden üretebileceklerimizin toplumundan daha fazla. Bu güzel bir açıklama. Bütün bu hikaye bizdeki Karagöz-Hacivat hikayesiyle ilgili mi? Mano hikayesi üzerine düşündükçe aklıma bu soru tabii çok geldi. Çünkü çok benziyor esasında. Ama burada ilginç bir şey var. Hacivat ve Karagöz arasındaki ilişkiye bakacak olursak sonuçta sosyolojik ekonomik bir örüntü var orada.
Şehirli kabaca edit bir arka plandan gelen Hacivat ile daha halk adımı olarak şunlanan Karagöz arasındaki ilişki olarak yorumlanıyormuş. İlkerle Nazım ve Veysi gibi olabilir mesela. Biraz öyle olabilir. Orta oyunu andıran pek çok özelliği var ama şuraya geliyor. Hacivat Karagöz’ü hiç eğitemiyor. Ve dayak çok var orada. Ve çok eğlenceli yani Karagöz ve Hacivat. Sen demek böyle diyormuşsun. Acıca o ya bilmem. Eğer Veysi ve Nazım olayına geri dönecekseniz evet sizdeki biraz Hacivat Karagöz’e benziyordu.
Çünkü onlar mesafe kat etmiyorlardı. Onları aşağı almak için söylemiyorum. Seni de aşağı almak için söylemiyorum. Yalnızca yapı zaten öte değil. Zaten oydu. Aynı esprisi de oydu. Yani Hacivat üzerine kurulmuştu zaten. Tabii. Onun güzelliği de onu da anlamak lazım. Ve şey demeye çalışmıyorum. Hacivat Karagöz kötü bir paradigmadır. Hepimiz zaten gelin ilerlemeyeceğiz. Demek istemiyorum. Yalnızca burada da bir söyleşme biçimi var. Ama bu söyleşmede ilerleme yok. Logos esasında yok. Logos’a bir türlü gelememek var. Çünkü sürekli yanlış anlama var. Ve sürekli dövüşme var. Ve gerçekten sopanın dayağın olduğu yer burası. Burada bir tür doğu, bilgelik, oryantalizmi yapacak olursak. Burada iberlememek, yan yana durmak ve onun huzurunun verdiği. Oradan öğrenilebilecek belki. Bir şey var mı? Şunu mu diyorsun? Yani Karagöz-Hacivat anti-entelektüel bir şey mi? Karagöz ve Hacivat arasındaki ilişki anti-entelektüel bir ilişki. Ama eğer şeye okursanız perde gazellerini falan okursanız. Yani Karagöz-Hacivat oynatan kişinin bunu izleyen kişilerle kurduğu ilişkiye bakarsanız. Orada gazeller okuyor esasında bunu oynatan adamlar. Ve o gazellerde sıklıkla verilen mesaj tipik olarak şudur. Bu alem bir zıllı hayaldir denir. Ve o perdenin arkasında tabi ki Tanrı vardır. Yani Hacivat-Karagözü izleyen kişinin esasında perdenin ötesine geçmesi umudur. Ama Karagöz ve Hacivat birbirlerini eğitemezler. Yalnızca didişmeye devam ederler. Peki ben aslında bütün programlarda aynı şeyi gözetiyorum. Ve burada bizim ilişkimiz de Karagöz-Hacivat gibi. Yani bilen bir adam ve az bilen bir adam konuşuyorlar.
Bu da mı anti-entelektüel? Nasıl kurduğumuza bağlı. Seni ben çelişkilere götürdüğümde sen bana sopayla vurursan ya da kelime oyunu yaparsan ya da ben seni manipüle edersen falan ilerleyemeyiz. Doğru. Ama burada bizim konuşma biçimimizi bence canlandıran ve ilginç kılan şey bilgi, kültür gibi şeyler değil bence. Fikir çatışması bence heyecan veren şey. Çünkü soruyu ortaya çıkartan şey fikir çatışması.
Yoksa benim işte salon adamı gibi oradan buradan kültürel göndermeler yapma ustalığım ne kadar intelektüel bir insan olduğum değil bence. Bu konuşmayı canlı tutan şey soru. O soru yaşamazsa bizim ona ekleyeceğimiz bütün soslar yapacağımız bütün kokteyler tatsız mide bozucu falan olacaktır. Besleyici olan şey fikirdir ve fikri canlı tutan şey sorudur. Daha önce de söylediğim gibi ben kendi eğitime bakıyorum. Bugün bana bir sürü bilgi verdiniz hocam. Mesela Mağara hikayesinin nasıl bittiğini bilmiyordum. Evet ilginçmiş ya da belki okumuştum onu. Bazen fikirlerini değiştirmiş olmayı ya da buradan bilgi değil yalnızca aynı zamanda fikir çıkartmanı tabii ki tercih ederdi. Hocam ben Laz’ım. Lazlar biliyorsun çok. Şaka bir yana fikirler kolay değişmiyor. Çünkü çok uzun bir elemeden oraya geldikleri için. Ama soru işareti yaratıyor. Soru işareti mesela senin örneğinde biraz yalınla bager arasında işte biraz postmodernizm modernizm tartışması ortaya çıktığı zaman bir anda dikkat ettiysem intelektüel nabız artmıştı. Bu güzel bir şey. Bu crossoverlar yani bir videodan başka dizilere göndermelerin olması iyiye işaret sağlık işareti. Yoksa taşıma suyla intelektüel ya da kültürel bir değirmen döndürüyor olurduk. Sürekli oramızdan buramızdan göndermeler yapıyor olurduk. Özel namedropping yani özel isim kokteylileri yapıyor olurduk. Vardı öyle şeyler. Ben onda yokum. Benim sevdiğim bir şeydi ve felsefe de bence o değil. Neyse ya bugün epey flu’landık. Peki çok teşekkür ederiz. Rica ederim.
Son olarak şunu sorabilir miyim hocam? Ne yapalım? Gerçekten ne yapalım? Ne yapalım? Sorusunun sizi ne kadar kısıtladığını düşünebilirsiniz. Ne yapmayalım diye sorsana. Yani yapmamanız gereken şeyler yapmanız gereken şeylerden bayağı daha çok olabilir. Güzel cevap. Görüşmek üzere.
İyi günler.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir