"Enter"a basıp içeriğe geçin

İftar Sevinci Programı Özel Mülâkâtı (02 Nisan 2022) – Osman Nuri Topbaş

İftar Sevinci Programı Özel Mülâkâtı (02 Nisan 2022) – Osman Nuri Topbaş

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=4zeuLL3uujM.

Erkam Televizyon ve Erkam Radyomuzun çok kıymetli izleyicileri ve dinleyicileri. Bir iftar sevinci programda sizlerle beraberiz. Ramazan-ı Şerif’in bu ilk gününde hem sevincimizi paylaşmak hem de sıkıntılarımızı paylaşmak
üzere yardımlaşma ve dayanışma ayına kavuşmuş bulunuyoruz. Cenab-ı Hakk’a da hamdü sena ediyoruz. Her iftar sevincinde olduğu gibi ya da her Ramazan’ın ilk iftarında olduğu gibi klasik hale geldi. Bugün de iftar sevincimizde muhterem üstadımız Osmanlı Rütab Başı Hoca’mızla iftar sevinci programını hep beraber paylaşacağız. Lütfen gönlünüz, kulağınız bizde kalsın. İnşallah bu sohbetimiz verimli bir sohbet olur diye düşünüyoruz.
Ve üstadımıza özellikle Ramazan-ı Şerif gibi muhteşem bir oruç iklimine kavuştuk. Dolayısıyla her ibadetin tabi bir zahiri yönü var bir de batı’nın yönü var ama bu orucun da manevi derinliğimizi artıracak bizim gönül dünyamızı zenginleştirecek tarafı nedir? Biz bu konuda zaten size konuşmak istiyoruz. İnşallah. Tabi bizim Kemaledip hocamızın çok güzel bir şiiri var.
Arınıp çirki behî mıyetten bulur mânâsını insan bu gece dediği güzel bir Ramazan. Esas orucun bu anlamda nefse serbiyesi açısından önemi nedir? Evet. Nefsi dizginlenmek, efendim şeytanı prangıya vurmak, bunlarla ilgili ne düşünebiliriz? بِسْمِلٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحْمِ رَبِّ اِلْحِي صَدْرِ وَيَسْلِرِ اَمْرِ وَاخْلِ اُمِنْ اِسْسَنِ فِقُوْقَ وَقَوْلِةً
Çok muhterem kardeşlerimiz! Rabbimiz’e sonsuz hamd-ı sünnâlar olsun ki, bizleri bir Ramazan’a şerife dahî mülâkıya yeledi. Elhamdülillâh! Ramazan, Rabbimiz’in mânevî bir sofrası, rûhânî bir tekâmül. Âyet-i kerîmede buyruluyor, «Ey îmân edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi, sizleri de farz kılındı.» Sonunda «لَاَلَّكُمْ تَتَّقُونَ» buyruluyor. Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.
Demek ki orucun rûhâniyete kazandırdığı çok fazîletler ve ikramlar var, meziyetler var. Demek ki insanın nefsânî arzularını bertaraf etmeye, gönlünü tezkiye etmeye, riyâzat hâlinde yaşamaya ihtiyacı var. Yani helâllardan dahî askeri kullanılıyor. Bu şekilde rûhâniyet tekâmül etmiş oluyor. Böyle bir insana Cenâb-ı Hak öğretiyor, Cenâb-ı Hak yol gösteriyor. Takvâ sahibi olun ki Allah size bilmediğinizi öğretsin. Peki takvâ nedir? Rûhâniyete istîdatları inkişâf ettirme, mü’minin ilâhî kamera altında olduğunun idrak ve şuuru hâlinde olması, helâlleri de askeri de kullanması. Bu şekilde Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olabilmesi.
Yani bize emredilen takvâ. Bu Ramazânî-i Şerîf’in takvânın bir tahsil mevsimidir. Ramazânî-i Şerîf, sanki kirlenen dünyadan korunmak için bir arınma fırsatı sunuyor. Oruç sayesinde nefsânî arzular zayıflıyor, rûhâniyete istîdatlar kuvvetleniyor. Ramazânî-i Şerîf, kulluktaki eksiklerimizi telâfi ve iç dünyamızdaki kalbi marazların tedavisi için
ihsân edilmiş, huzûzî bir şifâ mevsimini rûhâniyet terakke edecek, Cenâb-ı Hakk’a karşı bir vuslatı, bir mesafe alınacak. Yine bu ay, ameli sârihlerle, hayır hasenatla, helâl ve davranışı güzelleştirip, Hakk’ın rızâsının tahsil edildiği bir takvâ mektibi. Ham ve nâdan bir kalple bakıldığı zaman Ramazânî-i Şerîf’in diğer aylardan bir farkı yok. Fakat Ramazânî-i Şerîf, evveler-i rahmet, ortası mağfire, sonunda Cehennem’den kurtuluş vesilesi. En mühim Cehennem’den kurtuluş vesilesi. İlâhî rahmet ve mağfiretin coşup taştığı bir ay olmuş oluyor. Hazret-i Mevlânâ şöyle buyuruyor, Ramazan geldi. Artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, sana gökten mânevî rızıklar gelsin, rûhâniyet, feyz aksın.
Bu ay, gönül sofrasına kurulduğu aydır. Gönlün bedenin hatalığından kurtulduğu aydır. Gönlün aşk ve îmâne dolduğu aydır. Mevlânâ Hazretleri ne güzel tarif ediyor. Velhâsıl Ramazânî sanki bir rehabilite merkezi, bir rehabilite ayı. Nasıl ki bir iş adamı, bir ticaret ehli ticaretinde yoğunlaşıyor. Toprağın geçimini sağlayan bir çiftçi toprağıyla aşırı neşir oluyor.
Sporcular binicil hayal musabakalara girmeden önce kamplara çekilirler. Orada konsantre olurlar. İhtilâdla men kararı alırlar. Yani dış dünyada görüşmezler, konsantre olurlar. Bu yoğunluk neticede muvaffak olmaya gayret ederlerse, bir müslüman da Ramazân-ı Şerîf’te bütün mânevî yoğunluğunu sarf ederek arttıracak. Netice güzel bir bayram sabahına nâil olacak.
İnşâAllah. Efendimiz Hazret-i Pîr Mevlânâ’ya soruyorlar. Efendi kimdir? Köle kimdir? Onun verdiği cevap da çok muhteşem. Efendi, nefsinin emiri olan ama köleyle nefsinin esiri olandır diye tarif buyuruyor. Şimdi bu anlamda Ramazan’ın nefs muhasebesi açısından ya da bizim kendi kendimizi hesaba çekmemiz açısından
ya da kendi kendimizi gözetim altında bulundurmamız açısından önemini biraz da açar mısınız? Efendim, Mevlânâ, mendehî Kur’ânem eger cân dârem diyor. En güzel izahı bu. Bütün yani tasavvuf tariflerinin en güzel tarifi burada, ben Kur’ân’ın bendesiyim diyor. Yani Kur’ân’ın bendesi olmakla ne oluyor? Rûhâniyet artıyor. Rabbânî ve rûhânî bir rasım kazanıyor insan. Rabbânî ve rûhânî bir nefsime geliyor. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem, ayağının toprağının tozuyum buyuruyor. Yani sünnet-i seneye de bu kadar bir aşk vecid içinde bir tâbi olabilmek, Rabbine köle olmak ne büyük bir merhal oluyor. Allah korusun, nefsine köle olmak da bir ziyanlık oluyor. Allah’ın verdiği bu imkânları âmâ olmak oluyor. Yani bu anlamda tabi uruç, mesela ele, dile, bele hâkim olmanın bir eksersizi…
Tabi, yani burada tabi. Sadece bu, tabi. Sadece bu, mideye değil, göze, kulağa, dile… Gönle tutulan gerçek oruç. İnsanın kalbindeki duygularını kontrol etmeyi. Yani murakabeyi yönlendiriyor. Kalbim murakabeyle kontrol altına alınması, onun menfî düşüncelerle, onun alâkısından, kötülüklerden olan irtibatına oruç kesmiş oluyor. İnsan, oruçunu kendine kazandırır güzel ahlâkla, bedenini, zihnini, gönlünü ve bütün rûhunu Allah rızâsına aykırı her şeyden muhafaza eder. Daima şu hâldedir, Allah Rasûlü’nün yanında olsa, benim bu hâlime tebessüm eder miydi? Bu bir şuurda, yani Ramazan’da bilhassa yaptığımız hayır hesenatta ne kadar riyadan uzak kalacağız,
ne kadar bir aşk ve içinde ifade edeceğiz. Bu bakımdan hakîkaten bir Kur’ân’ın kölesi olabilmek, Rasûlullah Efendimiz’in kölesi olmak, ne güzel bir hâl. Tabi bu da kolay değil. Zihni bilgiler buna kâfi değil. Kalbî bilgilerle, zihni bilgilerin mezc’i olmaz. Zihni bilgiyi dışarıdan alırız. Bak kalbî bilgiler onu dışarıdan alamayız. Kendimizin kendimize vereceği bir muvaffakiyet.
Zatenizin çok güzel bir tabiri vardı. Tabi biz yeni bir salgın hastalığı geçirdik inşallah. Daha etkileri devam ediyor ama. Evet. Bir yani gönül karantinası, kalbimize de bir karantina uygulamamız lazım derken ya da bizim klasik nakşibendiği ıstılığında, vukufu kalbi dediğimiz, vukufu adedi dediğimiz, vukufu zamani dediğimiz çok önemli hasretler var. Dolayısıyla Ramazan, bizi böyle bir mevsimde ister istemez sevk ulaştık, sevk olduk. Dolayısıyla bu anlamda bunları hayatımıza yansıtabilmek için daha neler yapmamız lâzım efendim. Efendim tabi bu kolay iş değil. Bir defa oruç, mîdi olan açlık değil. Rasûlullah Efendimiz mîdi olarak aç kalır, bir şey elde etmez diyor. Bu göze oruç, kulağa oruç, dile oruç, bütün uzuvlara oruç.
Fakat topluma baktığımız zaman göze oruç çok zor. Bunun için insan şunu düşünecek, nasıl geçen arabaların plakalarını okumuyor, bu şekilde birçok menfileri de görmeyecek. Onlara âmâ olacak. Nazarber Kadem dediğimiz, nazarber kadem yani. Ayağına bakarak. Ayağının ucuna bakarak, çevrede gözünü dolaşmazsak görme kaymazsın. Hem nefsânede biraz tâviz vereyim, hem de rûhâniyetle inkişâf edip olmaz. Evet.
Bir de efendim bu Ramazan’ın esas, şimdi Ramazan biz dedik ki hani evveli rahmet ortası mağfiret sonunda cehennemden kurtuluşa ama gerek bu rahmete, gerek mağfirete, gerekse cehennem azamından kurtuluşa ermenin yollarından birisi de bu Ramazan yardımlaşma ayı. Evet. Dayanışma ayı, kardeşlik ayı. Dolayısıyla zekâtın, sadekanın, infakın en fazla artması gerektiği olan bir ay.
Bu ayda neler yapmamızı tavsiye edersiniz? Efendim, bir defa namaz, oruç, zekât, hac, omre, bunlar rûhâniyeti bir vitamin. Hepsinin maddî zâhirî ile beraber bir bâtını var. Cenâb-ı Hak namazda secde et ve yaklaş buyuruyor. Tabi bu ne kadar rûhâniyetle kılınabilirse. Cenâb-ı Hak, قَدْ اَفْلَى الْمُؤْمِنِينَ Mümûmîler felâh bulurdu ve hemen arkasından namazlarını rûhâniyetle bir huzur ile, bir vecd ile, aşk ile kılarlar buyuruyor. Fakat tabi bu, bir kalbin getirdiği bir netice. Kalbin inkişâfının bir netice. Yine oruçta Cenâb-ı Hak, لَاَلَّكُمْ تَتَّقُمْ buyuruyor. Demek ki oruç bir takvâya götürecek. Kul mûmâsivâdan kurtuldukça takvâya doğru mesafe alacak.
Bilhassa bu zekât, sadaka, infak, bunlarda mal-ı mülkün sahibi Cenâb-ı Hak. Malk ne toplumundur, ne ferdindir. El-Mülkü lillâh, mülk Allah’ındır. Allah Celle Celâlü mülkü bir emânet olarak veriyor ve bu emânetleri yerine vermesi kulun bir vazifesi. Bir insan nasıl kendi hayatı içinde, kendi alacağı bir şey içinde gezer, tozar, bir araba alacak, elbise alacak vs. Demek ki burada Cenâb-ı Hak insanı, mü’minini sevk ediyor. Bakara 273. âyette, İnfaklarınızı, zekâtlarınızı, hayır-senâtınızı kendisinin Allah’a adayan kimseleri verir. Burada en mühim bir nokta var âyetin devamında. Bu, mahrum. Yani iffeti dolayısıyla, teaffüf sebeple kendini, durumunu arz etmeyenler. Sen onları sîmâlarından tanırsın, buyuruyor. Burada demek ki bir mü’min, sahile verecek, sahilin ihtiyacını sîmâde edecek fakat, mahrumu da gidip arayacak, onu bulacak.
Mahrumunu da gidip arayacak, onu bulacak. Mâtemlerin civarında gezecek. Yoksulların, kimsesizlerin etrafında dolaşacak. Fakat bunun kalbinde yine kalbe geliyor. Rakik olması lâzım ki Cenâb-ı Hak, sen onu sîmâlarından tanırsın, buyuruyor. Nasıl bir hasta insanı sîmâsından tanır, sıhhatli bir insanı sîmâsından tanır. Demek ki bir mü’min de kalbi o kadar inkişâf edecek ki, muhatabı kalbinden tanıyacak. Bu da takvânın bir neticesidir.
Hamd bir kalp, nâdan bir kalp, bunu tanıyamaz. Kasvetî kalp, taşlaşmış bir kalp. Tanıyamaz. Çünkü o pragmatistir, hodiyandır, nefsânî arzularına yönlendirir. Onun için bu, her zaman olduğu gibi namazda, oruçta, zekâta, bilhassa infakta çok çok hassas davranmak zoruri.
Bir de efendim yine sık sık bu sohbetlerde gündeme taşıdığınız, eğer dünyada üşüyen bir kişi varsa, benim ısınmaya hakkım yoktur. Bu, şuurda. Yani güneşin doğduğu yerde bir mü’minin ayağına batan dikenin acısını, güneşin battığı yerdeki bir mü’min Cenab-ı Hak’ın da duymazsa bizden değildir. Bu merhameti, burikkatı yakalamanın yolu demek ki kalbi inkişâftan geçiyor. Kalbi inkişâftan geçiyor. Kalbi inkişâftan, Yunus’un dediği gibi, yaratılanları severiz, yaratandan ötürü. Bu da bir aşk meselesi, gönül meselesi. Yani aşk olmadan meşk olmaz. Aşk zarurî. Yani mü’min, hâlıkın, şefkat nazarıyla mahlûkâta baktığı zaman, şefkat ve merhamet insan olur. Yılana bile merhametle bakacaksın. Onu da fazla ipratmada sana saldırıyorsa, bir vuruşta öldüreceksin. Yani bütün mahlûkâta merhamet, bir mü’min, bütün mahlûkâttan mes’ûl. Çünkü bütün mahlûkât insan için yarasıldı. Câsiye Sûresi, 13. âyette, göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, düşünen bir toplum için buyuruyor. Bütün mahlûkât, insanın bir âmâde. Vahşi hayvanlar bile ders veriyor. Bu da bir insanın istikbalini, cennet-cehennemdeki durumunu. Cenâb-ı Hak çok mühendis hayvanlar yarattı, çok vahşi hayvanlar yarattı. Tülli tülli mahlûkat yarattı, uzun ömürleri yarattı, kelebeği yarattı. Velhâsıl Cenâb-ı Hak ilâhî sanatını kullara gösteriyor. Kullar da hâlıkın nazarıyla bakacak. Ama bakarsak efendim, esasında Cenâb-ı Hak, insanoğlunun hilkatinde, hamurumuzun yarısında hayvânî duygular var.
Yarısında melekî hasletler var. Yine Mevlânâ burada, melekî haslet tarafımıza Mûsâ diyor, hayvânî haslet tarafımıza Firavun diyor. Ama her türlü hayvânî karakter bizim içimizde de var. Esas onları gönül nilimizde Firavun’u boğmak, hayvânî duygularımızı boğup Mûsâ’yı diriltmek. Yine Mevlânâ Hazretleri buyuruyor, insan gönlü bir orman gibidir.
Ormanda nasıl vahşi hayvanlar, mûnis hayvanlar varsa, insanda da nefsânî temâyûller, rûhânî temâyûller var. Nefsânî arzular neler? Kibir, Allah korusun. Kökü cehennemde tevhid akidesinin ortaklığa tahammülü yok. Kibir, bir felâket. Kibirli bir insanın cennete girmesi çok zor. Enâniyet, dedikodu, iftirâ, yalan, israf, cimrilik…
Mü’min bu kötü vazifelardan ateşten kaçar gibi kaçacak. Kalp temizlenecek, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfırlardan tecellîse olacak. Yani bir bardak suda biraz necâset düşse, o su içilmez. O suyun beraklarını mahveder. Kalp de böyle. Tamamen bu kötü vazifelardan kalp temizlenecek, o kalp siyaneti ilâhî olacak, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfırlar o kalpte tecellî edecek. Yani cömertlik, merhamet, şefkat, hizmet, tevâzu, nezâket, sabır, edep, hayâ, vakaryo fazîletlerle müzeyyen olacak. Merhamet, bir mü’minin îmânını tescil eden bir alâmet-i fârika. Kur’ân ve sünnet muhtifatlarında yaşayan bir mü’minin, şefkat ve merhametlerden nasipsiz olması düşünülemez. Mü’min bir rahmet insanıdır. İncitmez, incinmez. Tabi kemâle ermiş, velî olmuş bir mü’min, rahmet insanıdır. O incitmez, incinmez.
Bir iki, her gönül nazargâh-ı ilâhîdir. Bollukta şımarmaz ve taşkımdaki yapmaz, dağlıkta isyan etmez. Sıbırla merhaleler kat eder. Fakirlerinin, yetimlerin, kimsesin, dualarının tâlibidir. En alt kademeden, en üst kademeye kadar insanların irşad heyecanına içinde bulunur. Fedakârdır o bakımda. İşte ashâbî, Medîne’yi bıraktı, Çin’e gitti, Semerkant’tan gitti, Afrika’ya girdi. İnsan olan ne mıntıka varsa, orada gitti.
Meselâ Abbas radıyallâhu anh’ın yedi oğlunun bir Medîne’de kaldı, altısı dünyanın dört tarafına gitti. Tâ belki beş bin kilometre Semerkant’ta kadar gitti. Semerkant’ta var efendim. Evet. Velhâsıl rahmet insanın çoraklaşmış gönüllere bir yağmur misali, rahmet olabilmenin derdinde olacak. Tabi burada efendim bir şey daha var, bu ifadelerinizden anladığımız. Bir de önce gönlümüzdeki, kalbimizdeki ayrı kodlarını tasfiye edeceğiz. Tabi, tabi. Bu önemli. Çünkü tef’i mefâsit, celb-i menâfî denevlâ. Ama orayı boş bırakmayacağız. Tekrar orayı güzel ahlâk ile süsleyeceğiz, dolduracağız ki tekrar bir daha bu kıta alışkanlığa geri dönelim. Bu Rasûlullah’ın ahlâkı oluyor. Hatta birkaç misal de vermek isterim sonunda. Yani bu Rasûlullah’ın ahlâkıyla kalp müzeyyen olacak. Hep evliya Allâh’ın durumudur. Meselâ bir misal vermek istersek, Rasûlullah’ın ahlâkından.
Efendimiz buyuruyor ki, ben her mü’mine kendi nefsinden daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç ve yetimlerine bırakırsa, o borç bana aittir. Yetimlere bakmak da benim vazifemdir. Bu nedir? Evliyalığın ahlâkı. Rahmet insanın ahlâkı. Yine Efendimiz bir mü’mini boş bırakmak istemezdi. Gaflete dalmasını istemezdi. Onun için sık sık sorardı, ey ümmetim, bugün bir yetim başı okşadınız mı? Bir aç doyurdunuz mu? Bir hasta ziyaret bulundunuz mu? Bir irşâda vesîle oldunuz mu? Yine Efendimiz vefat ederken dahi, yine ümmetin derdindeydi, emrinizin altındakilerinin hukukuna dikkat edin. Dullar ve yetimler. Namaz, namaz, namaz buyururdu. Yani Efendimiz’in hayatını taklîd edebilmek, izinden gidebilmek, gözle, gözle, gözle,
gönlün rûhâniyette dolabilmesi. Yine nezâket, zarâfet Efendimiz’e bambaşkaydı. Bana ne oluyor ki ben şöyle şöyle şöyle görüyorum. Sen böyle böyle yapıyorsun değil. Yani galata rûhiyeti kendini izâfe ederdi. Yine, mesela Efendimiz, mihraba giren bir tükürük gördü. Çok rahatsız oldu, rengi değişti. Yani bir mü’min nasıl tükürebilir? Nasıl başkalarını iğrendirebilir?
Esâb-ı kirâm kapattı, ondan sonra Rasûlullah Efendimiz geçti. Yani bunlar hep Rasûlullah Efendimiz’in ihsânî bir terbiyeydi. Ebu Kursâfe diyor, ben diyor, annem ve teyzemle diyor, Rasûlullah Efendimiz’in huzuruna gittik diyor. Bana dedi ki, annem ve teyzem, yavrucuğum bu zât gibisini hiç görmedik. Yüzü ondan daha güzel. Elbisesi daha temizsüz, daha yumuşak, başka birini biliyor. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.
Demek ki bir mü’minin hâli böyle olacak. Yine Ayşe Vâlidemiz, din kardeşini Efendimiz daima tercih ederdi. Rasûlullah Efendimiz’in aile-i efrâdı Medîne’ye geldiği günden vefat ettiği güne kadar, üç gün arka arka buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı buyuruyor. Dilesek doyabilirdik fakat Hazret-i Muâzım’a sallâllâhu aleyhi ve sellem, kendinden ferâgat ederek, mü’min kardeşini kendine tercih ederdi, îsâr ederdi.
Yani hayatın bir lezzetini bir tarafa bırakırdı da, ümmet-i Muhammed’in derdiyle meşgul olurdu. Efendim, tabi burada Nûreddin Topçuoğca zâtânızın da derslerine geldi herhâlde. O konuda bir prensibi var. Diyor ki, şefkat ve merhamet, laf eberiyle olmaz. Söylemişi değil, eylemişidir diyor. Yiğit, iş başında belli olur. Peygamber Efendimiz’in, bugün bir hasta ziyaret ettiniz mi, bugün bir yetim başı okşadınız mı?
Bu hadîs-i şerîfine sanki telme yaparak, bir düşeni gördüğünüz zaman elinden tutun, kaldırın. Yoksa ben merhametliyim diye, türkü çağırmanın kimseye bir faydası yok. Kanayan bir yere gördüğünüz zaman eğilin, sarın. Onu merhamet mendiliyle kucaklayın ki, ancak bu şekilde merhamet ve şefkat sahibi olunur.” diyor. Evet. Efendim, insanlık, adâleti, hakkı, tevzi etmeyi Rasûlullah Efendimiz’den öğrendi. Hattâ Fransız ihtilâcılarla laf-ı et diyor ki, gayr-i müslüm olduğu hâlde, Ey büyük insan diyor, seni dünyada tevzi etti, adâlete hakkın, şimdi yakala kimseye tevzi etme diyor. Bir misal Efendimiz’den, nihâyet ben de bir insanımsın gibi buyuruyor. Aranızda bazı kimsenin hakları bana geçmiş olabilir. Sırtındaki şeyi atıyor, ashâbım diyor, kimin sırtını vurmuşsam, işte sırtım diyor. Getsin vursun diyor, evet. Yaa, kimin sırtını vurdunsa, işte sırtım, gelsin vursun. Kimin malını bilmeden alın, işte malım gelsin alsın. Evet. Nasıl bir kul hakkı, nasıl bir adâlet. Yine, Efendimiz Üssâmi’yi çok severdi. Bir kabilenin şöhretli bir kızı hırsızlık yaptı. Kureyç kabilesinde. Evet, Üssâmi’yi gönderdiler. Üssâmi diyor ki,
Rasûlullah’a bunu şefaat istediği zaman Rasûlullah Efendimiz sîmâsı kereç gibi oldu. O kadar üzüldü. Sanki ben bunu söylemeden yerin dibine batsaydım da bunu söylemeseydim, içimden geçtim. Efendimiz bu hırsızlığı kızın Fâtıma dağı yapsaydı, onun da elini keserdim buyuruyor. Yani nasıl bir hakkın, hukukun bir tevzi. Bugün savaşları görüyoruz. İla bir vahşi hâni yaşıyoruz. Evet.
Sallâllâhu aleyhi ve sellem, savaşta dahî bir merhamet tevzi ederdi. Belîr Harbi’nde müşrikler bir gün eve gel su istediler. Sahâbî vermek istemez, Efendimiz verin dedi. Yani bir savaşta bile bir merhamet. Ertuğrul’un kılıç kılıça girecekler, fakat Efendimiz verin dedi. Yine 70 tane esir alındı. Onlar Medîne’ye taşınırken, Sahâbî zaman zaman, bunlar bizim insanlıkta eşimizdir.
Biz bunları hâlimize hidâyete öğretelim diye, develerinden indiler, onlar maaşiyen gittiler, develere köleler bindirdiler. Bu nerede var böyle bir insanlık, böyle bir merhamet? Yani Efendimiz muazzam bir af okuyun suydu. Kızı Zeynep’i şehid eden Habbâr bin Esvet, kelime-i tevhid de geldi Mekke Fethi’nde. Niye benim kızım böyle yaptığını demedi, affetti. Mekke Fethi’nde korkuyorlardı Mekkeliler. Büyük bir, yaptıkları yirmi küsur senelik zulmün kısası yapılışında korkuyorlardı. Rasûlullah Efendimiz de affıyordu. Yusuf aleyhisselâmın kardeşini söylediği gibi affıyordu. Onlarda, sen ne güzel bir kardeşsin dediler, senâ ettiler ve çoğunluğu da müslüman oldu.
Efendimiz’in tevâzı zirvedeydi. Mekke Fethi’nde bir kişi geldi, titreyerek geldi Efendimiz’in mânevî heybetinden. Efendimiz’e sakin ol kardeşim dedi. Ben bir kral, bir hükümdar değilim dedi. Annelerini kastederek, Kureyhisselam’ın, güneşte kurulmuş bir et yiyen senin komşunun ben yetimiyim dedi. Yine Efendimiz’in merhameti bütün mahlûkâta şâmildi. Yanık bir karınca yuvası gördü.
Allah’ın verdiği canı kim yakabilir dedi. Hattâ ben şunu da çok esefle söyleyeyim ki, Anadolu’ya geçtiğim zamanlarda birçok tarların yandığını gördüm. O kökleri yakmış. Anıl’ı yakıyorlar değil mi? Evet. Fakat orada birçok karınca yanıyordu, kaplumbağa yanıyordu. Hepsi bundan kıyamet günü dirilecek, onlarda haklı isteyecekler.
Hattâ kâfirler, o manzara karşısında o hakkı isteyen hayvanlar, hakkını aldıktan sonra toprak olacaklar. Kâfir de يَقُولُوا الْكَافِرُوا يَعْلَيْتِنِكُنْتِ تِرَابَةِ Keşke biz de bu hayvanlar gibi yok olsaydık diyecekler. Efendim tabi Mekke üzerinde Yavuz’un emziren bir kelp gördü. Efendimiz öbür taraftan geçin buldu.
Devi üzerinde sohbet eden insanlar gördü. İnin yerde sohbet edin, hayvan dinlensin buyurdu. Yine Sevâde bin Rebi Hazretleri buyuruyor, Rasûlullah, Sallâllâhu aleyhi ve sellem, onlara deveden zekâtlar verdi. Fakat dedi ki bunu dedi, bu zekât hayvanlarını al dedi, evine götür dedi, hayvanı toz toprak için bırakmasınlar dedi.
Tırnaklarını kessinler, sütlerini sığarken o tırnakları memelerine batmasın hayvan dedi. Gitmesin Allah’ın… Hayvanın tamamen sütünü çekmesinler, yavrunu bıraksınlar derler. Bir bugünkü dünyaya bakalım, bir de bir asr-ı saâde bakalım. Yani nasıl Rasûlullah Efendimiz bir câhiliye insanından nasıl bir fazîletler medeniyete inşâ etti?
Kendisi çok kanaat ve istinâ üzerine yaşardı. Hazret-i Ömer radıyallâhu anh bir gün Efendimiz ziyâete geliyor, ağlamaya başlıyor. Hurma yaprağından örülmüş bir hasır, bir köşede bir ölçecek arpa onu, bir de eski bir sukurbası. Hazret-i Ömer’i ağlamaya görünce, Efendimiz ağlamaya ey Ömer dedi, ağlamaya ey Ömer dedi. Dünyanın bütün nimetleri zevk ile ondan da ağlamaya başlıyor.
Ağlamaya ey Ömer dedi, ağlamaya ey Ömer dedi. Dünyanın bütün nimetleri zevk ile onların âhirette bizim olması istemez misiniz? Yani Rasûlullah Efendimiz, zengin e misal, fakire misal, ganimetler gelir de dağıtmadan huzur bulamazdı. Zaten öyle bir şey ki bu zekât, yani sermaye büyük bir dahâmesi, büyük bir şey olmayacak, artı artı gitmeyecek.
Ondan zekât verecek, sadaka verecek, infak edecek. Cenâb-ı Hak kulûl af böyle fazlasını verdi. Evet fabrikası varsa çalıştıracak, para kazanacak. Para kazanacak ki zekât verecek, infak edecek. Fakat kendisi riyâzatta yaşayacak. Yani bugünkü olduğu gibi israf, lüks, oburluk, esrâb-ı kirâmda görülmeyen bir hayat tarzıydı. Efendim, çok güzel bir noktaya temas buyurdunuz. O da yani Müslüman evet fabrikalarını çalıştıracak, iş verecek.
Fakat kendisi zahidâne bir hayat yaşayacak. Buradan anladığımız, Cenâb-ı Hakk’ın istediği insan tipi ki Ramazan’ın istediği insan tipidir. Çok üreten ama az tüketen insan. Böyle olduğu zaman, hatta Hazreti Mevlânâ diyor ki Mesnevî’de, Cenâb-ı Hak insanları üretimde değil de tüketimde eşit yaratmış. Bütün Marmara Denizi sizin olsa içeceğiniz su ne kadar? Dünya bütün sizin malınız olsa yiyeceğiniz ne kadar? O yüzden çok üretip az tüketen insan. O zaman artan geliri ne yapacağımız meselesi ortaya çıkıyor ki. Ramazan’da bu da ortaya çıkıyor. Dolayısıyla işte hem buradaki zekât, sadaka, infak ve dolayısıyla toplumun bağları arasındaki o köprüyü kurmak. Bir de buradan vakıf medeniyeti, vakıf insanıyla ilgili neler söyleyebiliriz efendim? Efendim, Cenâb-ı Hak buyduğunuz gibi, kulûl aflıyor, fazlasını ver diyor. Çalışacak, gayret edecek. Tembellik yasak İslâm’da. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem, bir iki gün şu hurmâcının altında istirahat edip, tatil yapayım demedi. Daima bir irşad hâlindeydi. Demek ki bir mü’minle tatile, esnâdında âhirette olacak. Mes’âredde olacak, son nefesinden sonra tatile olacak. Allah rızâsını gayret edecek. Ne imkânı varsa. Tabi buyurduğunuz bu zekât, sadaka, infak, burada beşerî sistemlerde, komünizmde, sosyalizmde, mülk toplumundur der. Giberaller, mülk ferdindir der. İslâm ikisini de red eder. Mülk ne toplumundur ne ferdindir. El mülk illâ mülk Allah’ındır. Demek ki bir kulun mala bakış tarzı bu şekilde olacak. Allah bu mala bana niye verdi? Yahut ona vermedi, bana verdi. Benim vazifem nedir? Demek ki mü’min, bir gönlü merhametle de olacak. Zekât nedir? Zenginin malındaki fakirin hakkıdır. Yani Cenâb-ı Hak fakiri zengini ortak ediyor. Kırttığı biriyle ortak ediyor. Bu sebeple zekâtı vermek, kulluk vazifelerine ilâve bir fazîlet sergilemekten zekât, bir borcun îfâsı. Fakat sadaka ve infak öyle değil. Cenâb-ı Hak mülkü veriyor, o mülkle de bir imtihan ediyor. Sevdiğiniz vermedikçe Allâh’a yaklaşamazsınız diyor. Bir rivâsı olamazsınız diyor. Sevdiğinizden beri. Evet, sevdiğinizden beri. Rahmetli peder onu söylerdi, Musâh Efendi. En kötü hırsızlık, zenginlerin zekât vermeyi kusurdu, fakirlerin malını çalmasıdır. Ahâ! Allah korusun!
Ahâ! Allah korusun! Yani bir zengin orada ne oluyor? Fakirin hırsızı oluyor. Zekât, sagıda infak, iştimâî hayatı korur. Efendimiz devrinde bir anarşi yoktu. Herkes oruç tutuyordu, zekâtını veriyordu. Kimse kimseden müber değildi. Bir kardeşlik yaşıyordu. Fertler birbirine kardeşlik ve bir muhabbetle bağlanacak bu zekât ve infakla. Esasında burada, veren ve kârda, alan ve kârda belli değil. Veren onun duâsını alıyor. Onun duâsını âhiretine kazanıyor. Yine hadîs-i şevd’e buyruluyor, sen cömert’e tânetme. O sürse, Allah onu elinden tutar, kaldırır. İhyâda geçiyor. Evet. Yani demek ki Cenâb-ı Hak merhametli insanı seviyor. Müslümanın arasında yardımlaşma, cömertlik, diyargâmlık, affedecek,
birlik, beraberlik duyguları kuvvetlendiriyor zekât, infak. Mü’min toplucu ve tek yürek hâlinde yaşamasını sağlıyor. Zenginlerle fakirler arasındaki mesafeyi asgariye indiriyor. Varlıklı insanların servetlerine aldığına, azgınlaşmasına ve muhtaçlarına, zenginlere karşı kin ve haset gibi menfî duygulara kapılmasına mâni oluyor.
Zekât, sadaka ve infak gibi bâdetler, tebessümü unutmuş nice yüzde, bilhassa bu ayda tebessüm ettiriyor. Bu, zekât verilmeyerek, infak verilmeyerek. Toplumda hırsızlık artıyor, lüks merâkı artıyor, gösteriş gibi yanlışlar artıyor. Fakir kısımda hırsızlık vs. ahlâksızlık artıyor. Zenginlere lüks merâkı, gösteriş, oburluk gibi kendilerini gösterme meyilleri artıyor.
Mâneviyattan uzaklaştıkça da nefsânî arzular azgınlaşıyor ve neticede bütün toplum huzûslu oluyor. Nasıl ki namazı huşû ile kınan bir mü’min de rûhî bir buhran olmaz. Asıl saâdette bir rûhî buhrana rastlamıyoruz. Psikolog yok, psikiyatrist yok, ihtiyar değil. Psikiyatri yok, halbuki bugünkü hastalık, daha ziyade rûhî hastalık. Onun için nasıl ki namazı huşû ile kınan bir mü’min de rûhî bir buhran olmazsa,
rûhî bir buhran olmazsa, zekatı veren, infâkı veren bir toplumda da anarşi olmaz. Sosyal patlama olmaz, ekonomik kriz gözükmez. Asıl saâdette böyle bir sosyal anarşi patlama yoktu. Ömer bin Abdülaziz devrinde müslüman zenginler zekât verecek fakir bulunmuyorlardı. Ecrâdımız Osmanlı, zekât, sadaka ve infaklarla merhametin müesseselesmiş şekli olan vakıflarla toplumu âdâ bir şefkat âhıyla örmüştü. Bu da toplumda huzur ve sükûnün başlı cihâmillerinden biriydi. Varlıklı bir mü’min, bu mülk bana emanettir diyecek. O şuurda olacak. Benim aşağıımdaki kimseler bana zimmettidir diyecek. Ben de var, onda yok. Demek ki benim onun ihtiyacını temin etmem zaruridir diyecek, bu şekilde düşünecek. Bu anlayış bir mü’min de tabiat-ı asliyye hâline gelecek. Mülk, Allah rızâsı istikâminde kullanabilmek, kalbi olgunluk isteyen bir sanattır. Bir mü’minin kalbi âdeta mânevî bir röntgen hâline gelecek. Kendisine kimlerin zimmetli olduğunu sîmâlarından bilecek. Bu zimmetine çok dikkat edecek. Hâlini arz eden muhtacıyı dinleyecek. Fakat iffeti dolayısıyla isteyemeyen kimselere gidip arayıp onları bulacak.
اَسْصَٰيْلِ وَالْمَعْرُومُ İnsan nasıl üstüne başına bir şey almak için, dükkân dükkân dolaşıyorsa, araba almak için öyle dolaşıyorsa, üzerine zimmetli olan fakir fukar hâl bulmak için dolaşacak. Onları bulacak. Hazret-i Ömer radiyallâhu anh sırtında bir un çuvalıyla dolaşırdı. Zeynel Abidin Hazretleri un çuvalıyla gezer dolaşırdı.
Mevlânâ yine bu güzel bir ifadesi var. Fakir ve dertlere hemhâl olmanın mânevî kazanışı şöyle ifade ediyor. Fakr-ı zarûrî içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek ve o derde derman olmak sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanını çekilsin de senin de kalbinin rakikliği, ruhun incelsin. Yani zarîf bir insan meydana gelsin. Peygamber Efendimiz’e birisi geliyor, kalbin katılımına şikâyet ediyor. Efendimiz’e o kimseye, eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakiri duyur ve yetimin başını okşa buyuruyor. Ramazan’ın alâmet-i fârikası olan oruç, ibadet-i mü’minlere en büyük terkini ve yine merhamettir. Merhametli bir insan tipidir. Gederin toplumsal yaralı saracak kurumlara aktarılması niçin önemlidir?
Bu hususaya gelirsek, vakıf, yaratandan ötürü yaratılanlara merhamet, şefkat ve sevginin müesseseleşmiş şeklidir. Vakıflar, fakir ile zengin, hasta ile sâlamı, zayıf ile güçlüyü, rûhânî bir kardeşlik heyecanı içinde yaşatır. Hadîs-i şerîf buyruluyor ki, insanların en hayırlısı, insanların en faydalı olanıdır. İşte ecdâdımız da bu hadîsi kendilerine düstur ederek vakıf yoluyla, sayısız mâkâflarla, kalıcı eserler vücuda getirilir. Bugün toplumumuz dahi o âlî Cenâb-ı Eccât’ın müesseselerinin nîmetiyle perverdedir. Câmiler, çeşmeler, askeri kışlalar, hastaneler, hatta içtiğimiz sular, daha pek çok hayırlı hizmetleri, bugün onlardan kalan muazzam emanet ve hâtıralar. Meselâ İstanbul’a girdiğimiz zaman bir terkoz gölü var, Valide Sultan’ın vakfı.
Kışlalar var, Selimiye, Kışlasa vs. onlarla kalmış. Zaten güzel bir söz var efendim, bizde Müslüman bir Osmanlı’da çocuk, vakıf bir beşikte, vakıf bir hastanede doğar, vakıf bir beşikte büyür, vakıf bir evde yaşar, vakıf bir okulda okur, vakıf bir iş yerinde çalışır. Sonra vakıf bir salda taşınır ve vakıf bir mezara da defnedilir. Evet.
Hayatın her yönünü kuşatmış. Bu efendim, vakıfla öyle bir aşk ve bec gelmiş ki, herkes birbirinden misal olarak daha öteye geçmeye gayret etmiş. Meselâ bir de bu vakıfla bir nezâket, bir zerafet dersi vermiş. Fâtiha Sultan Mehmet Han’ın İstanbul şehidlerinin hanımlarına erzak dağıtırken, havanın diyor, loş karanlığında dağıtır. Herkesin eline çekilir. Kimse görmez. O da ışık gökfeler var, kimse görmez. Yani o incinmesin. Evet. Bir de aktüel bir meseleye gelelim dilerseniz eğer. Hayır. Bugün bizim bütün dünyada, esas Türkiye, bu sağlam aile yapısı yüzünden, işte bu vakıf anlayışı yüzünden, bu merhamet ve şefkat anlayışı yüzünden, bütün ekonomik sarsıntılara rağmen hiçbir toplumsal kriz yaşamıyorsa, hâlâ da o ecdadımızdan bize bir şey söyleyemez. Kıyametleniyor. Ama şimdi bu aile yapımız, ki aile toplumun temel taşı, köşe taşı. Bir ailene kadar sağlam olursa o toplum o kadar geleceğe güvenle bakar. Çünkü aileler nihayetinde bizim ilticagâhımız, sığınağımız, başımıza bir iş gelse ailemize sığınırız. Ya da aile bizim arkamıza en büyük destekçimiz olur. Dolayısıyla bu, Türkiye’yi çök etmek isteyenler, Türkiye’yi çözmek isteyenler, bu sağlam aile yapısını çözmek için uğraşıyorlar. Bütün oklar bugün aile yapımıza yönelmiş. İşte İstanbul Sözleşmesi de bir ucube ortaya çıktı. Çok şükür o sözleşme fes edildi. Bu anlamda Cumhurbaşkanımıza teşekkür ediyoruz. Bu anlamda neler söyleyebilirsiniz efendim? Bu da biraz, bugünkü ilk iftar sohbetimizin… Aile ilk insanla başladı. Âdem aleyhisselâm ve Havva validemizle başladı. İlk aile yine Nuh aleyhisselâmdan gemiden inenlerle başladı. Velhâsıl insanın alâmeti fârikası, bir aileyi de başladı. Aile aleyhisselâmın insanın alâmeti fârikası, bir aileye mensub olması. Hayvânatta böyle bir aile mevhumu yok, onlar serbest. Fakat insanın önünde insan, iffetli yaşayacak, nâmuslu olacak, hakkı hukuka dikkat edecek. Şimdi bizde, tanzimatta yurtdışına seferler oldu.
Fransa’ya gidildi, orada tahsil göründü. Fakat Fransız üniformasını kalpte taşıdılar. O poletleri Osmanlı oldu, kalp âlemleri Fransa oldu. Aile yıkıldı. Yıkılmaya ilk adımlar başladı. Fakat aile, halk tabakasında sağlam kaldı. Sâlih ve sâlâ bir anne-baba vardı. Aile dün görmüş teyzeler, nineler, dedeler, amcalar vardı.
Bir de mahalle vardı. Bu, yakın zamana kadar devam etti. Fakat bugün mahalle koptu. O gün görmüş ailedeki fertler, bunlar da ehemmiyet verimli, bunlar da kayboldu, kendi hâline bırakıldı. Kadın da sokağa itildi. Velhâsıl bir perişanlık başladı bugün. Ne oldu netice? Yediden yetmişe kadar herkesin elinde bir telefon, istediği yere girip çıkıyor. Yani televizyonun çocuğu oldu. İnternetin çocuğu oldu. Velhâsıl böyle bir gariplik bugün. Hattâ Lût kavminde bulunan o menfî insanlar, eşcinseller vs. bu insanlık dışı, hayvanlarda bile olmayan, böyle kötü âdetle insanlar meydana geldi. Demek ki bugün anne, ümmül medresi olacak. Annenin en mühim vazifesi evidir, çocuğudur vs. veyahut da hanımlara âyet hizmetidir. Babanın vazifesi de, onların mâişeti temin etmektir. Fakat anne-babanın, ikisinin de müşterik vazifesi, evlâdına bir âhiret selâmeti vermektedir.
Dünya tahsili için, bakıyorum imtihana girecek çocukları vs. trafikler tıkanıyor vs. oluyor. En nihâl bir dünya için bir imtihana girecek. O imtihanda kazansa ne kadar faydalı, ne kadar zararlı olacak belli değil. Yani dinî bir yapı verilmezse, bu hukuki tevzî edeceği yerde bir cellât olur. Yani muhakkak âileye de küçük yaşta yavrulara dînî tahsil zarûrî. Bunu anne-baba yapacak. Anne-baba bunu âciz kılırsa imam hatip okullarında, hatta hocalarını bile seçecek. Kur’ân kurslarını, düzgün bir kıraat zarûrî. Kıraatsiz bir ibadet olmaz. Yani oturarak namaz kılarsın, kıyamsız. Fakat kıraatsiz bir namaz kılamazsın.
Bunun için anne-babalara bugün çok iş düşüyor. Evlâdını düşünen bu anne-babalara, bu anne-babalara ömürlük bir teşekkür-i lâyık. Bir de anne-babalar şunu düşünecek. Yarın âhirette bugün insanın yakını vefat eder, bir elem gelir, bir müddet sona geçer. Fakat âhirette Cenâb-ı Hak o cennete girecekleri, سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبِّ الرَّحِيمٍ buyuruyor. Öbür, onun ana-baba, kardeş, çocuk vs. İslamî hayatı dışında kalanlara, وَمْتَازَلُوا يَمْ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ Siz mücrimler! Siz cehennem yolcusu bu tarafa denecek. O en hazin bir hüzün orada olacak. Bir kısmı âilenin cennete girerken, bir kısmı da cehennem yolcusu olacak. Allah korusun. İkincisi de, anne-baba ihmâl etmişse, çocuk da kıyamette dâvâcı olacak.
Çocuk da kıyamette dâvâcı olacak. Annem-bamam benim dünya için rızkı verecek Allah’tır. Rızkın peşinde koşarak benim dinî tâsilim mâni oldu. Bugün ben de ondan dâvâcıyım.” diyecek. Burada efendim, bir şey, demin çok güzel bir ifade buyurdunuz. Anne ümmül medrese olacak diye. Şimdi Ahmed Yesevi Hazretleri buyuruyor ki, annesi aziz olan bir milletin geleceği izletti ve şerefli olur.
Annesi rezil olan bir milletin geleceği rezil ve rüsvî olur. Şimdi aile çok güçlü, tamam, çok önemli. Ailenin bir, nasıl namaz dinin direği ise, namazı kılan adam, o çadırın orta direğini yıkmış olur. Namazı terk edende o direği yıkınca çadırı da yıkmış olur. Ailenin de orta direği, ana. O yüzden Efendimiz önce diyor ki, annenin hakkı, sonra tekrar annenizin hakkı, sonra da babanızın hakkı buyuruyor Efendimiz. Şimdi böyle bir ortamda esas. Bu sağlam ailede annenin rolü çok önemli olduğu için, bugün bütün oklar bize kadına yönelmiş durumda. Diyorlar ki, eğer biz Türk toplumunu yıkmak istiyorsak, Türk aile yapısını yıkmamız lazım. Bu aileyi yıkmak için de, anneyi yıkmamız lazım. Şimdi bütün oklar bu, kadınlara çevrilmiş durumda.
Bu anlamda bizim daha nelere titiz davranmamız lazım? Kadına tâciz deniyor. Sen erkeğe, kadına, hanıma, eğer dîni bir rûhâniyet vermezsen, bu vakit ikisi de birbirini ezecek. İkisi de ben diyecek. Yani bir kümesle birbirinin gagalaması gibi iki tane oruz olacak. Velhâsıl bugün en mühim bunun derdine derman, yavrulara din dersinin, Allah sevgisinin, Allah’ın sevgisiyle,
Allah sevgisinin, Allah korkusunun niçin dünyaya geldi? Bu giriş niye, bu gidiş niye? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Bunun idrâkine, şuurunu yavrulara ufak yaşta vermek lâzım. Bugün ne oluyor? Tabi bu tertemiz, sâliha hanım olacak kişiler, fıtratan, bunlar sokağa dökülüyor. Sokağın insanı oluyor. Tabi bir pırlantanın, bir çöp deneklisinin düşmesi ne kadar hazin bir şey.
Bugün fâciha bu. Onun için bu iftarların, bir de daha emmîd var, yine şey gelirim yani iftarlara, bu aile bağlılığa güçleniyor bu iftarlarda. Evet. İstimâleşme oluyor. Nasıl cemaatte kalan namazda bir istimâleşme oluyor. Nasıl bayram namazı, cumân namazı bir istimâleşme oluyor. Bu iftarlarda da aile bağlılığının güçlenmesine hem de müşterek bir îman heyecanını, beraber yaşayan bir ibadet coşkusuna vesîle oluyor iftarlar.
Sıvırayım, aile ve akraba arasında ziyaretleşmeler, hâli-hâli duru sormalar, yardımlaşmalar, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celb edip şüphesiz iftarlar da bunun için en güzel vesîlelerden biri. Fakat tabi şu var, iftarlarda da ifrahta girmemek lâzım. Lüks, logantalar vs. şu bu. Bunlarla iftar olmaz. Yani bunu bir oruçtan çıkarken, bu orucun hâlini muhafız etmek lâzım.
Fakir eli uzanmayan iftar sofrası iftar mı olur? Fakirlerin eli uzanması lâzım. Ama burada yine ifade buyurduğunuz bir şey var. Gerçekten iftar sofraları, hem aileyi gözde yakınlaştırdı mı gönülde de yakınlaştırıyor. Çünkü gözde yakın olan gönülde yakın oluyor. Ama gözden ırak olan da gönülden ırak oluyor. Hocam, ben çocukluğumda, pederde de bunu gördüm, başı kişilerde de gördüm.
İftarlar veririrdi. Bir iftara, o mahallelik çöpçüler çağrılırdı. Sokaklarda o zaman hayvan tersleri olurdu, onları toplayan çöpçüler olurdu. Onlar çağrılırdı. Onlara tabi bu lezzetli yemekler yapılırdı. Giderken de onlara, Osmanlı’nın güzel diş kirası bir tabiri var. Yani bu iftara dişini kullandınız, yoruldunuz. Bu gün için bir bedel veririrdi.
Ya para verirdi, ya da bir kumaş verirdi, bir şey verirdi. Bir gün imamlar, müezzinler çağrılırdı. Bir gün akraba çağrılırdı. Vesâire, toplumdaki bir dayanışma temin edilirdi. İftara gelenler teşekkür ederdi. İftar sahibi de gelenlere teşekkür ederdi. Bu ne güzel bir âdetti. Evet, evet. Bunlar kayboldu mu bitti.
Zenginler birbirine, bu lüks logantalar, vesâire, şubu, bin bir türlü açık sofralar, orucunun bütün o lezzetini alıp götürüyor. Maalesef. Yani toplumun düzelecek, aile yapıldığında çok ehemmiyetli durumlar var. İşte efendim, bu Ramazan’ın hiç olmazsa fırsat telâkkederek aile yapımıza, sağlamlaştırmanın ve sağlam tutmanın gayretine girmemiz lâzım. Efendim, eskiden benim çocukluğumuzda, mesela çocukları da oruç tutturuldu. Ona tekne orucu denir. Sabahleyin kahvaltı yapardı, öğlenleyin yemek yerdi. Öğleyin kahvaltı arasında bir şey yemezdi. Babalar da, anneler de bunlara bir hediye verirdi. Orucunu satın alırlardı. Evet. Bu neydi? Çocuğu bir oruca sevdirmek. Meselâ İmâm-ı Mâlîk Hazretleri buyuruyor ki,
Babam bana diyor, bir hadis ezberletirdi, bir hediye verirdi. Ben de bir hediye alacağım diye bir hadis daha ezberlerdim. Böyle bir hâl geldi ki, babam hediye vermesek de ben bu hadisenin rûhâniyetiyle hadis ezberlemeyi devam ettim. Hattâ maalûm, hadis âlimi oluyor meşhur. Meşhur muhaddis oluyor. Namaza öyle. Yavrularımızı namaza götürmemiz lâzım. Ramazan çıkınca ona bir hediye almamız lâzım.
Bir çikolata vs. bir şey almamız lâzım. Yani gönlünü hoş göre bir şey almamız lâzım. Yine evlâdını bir baba, anne merhameti alıştıracak. Komşuda hasta varsa, bir muhalefî, bir çorbayı oğluyla gönderecek. Yahu bir hediye gidecekse bir şeye gidecek, oğluyla gönderecek. Yani müsahtemi değilse oğluyla gönderecek. Onu da vermeyi alıştıracak. Tabi eskiden anne-babalar bana çok îtinâ ederlerdi.
Hattâ rahmetli babam, biz Bursa’ya giderdik o zaman. Altı yedi yaşında vardı, yoktu. Bizim cebimize bozuk para verirdi. O Ulu Câmi’den Emir Sultan çıkarken orada kapıda sahiller olurdu. Sahillere parayı bizim vasıtan ver derdi o bozuk paraları. Orada sahillerdi. Aman evlâdım, Allah râzı olsun, aman aman Allah sana şöyle şöyle yapsın diye dua ederdi. Ve bu bizim içimizde kalan güzel bir hâtıra olurdu. Yine Efendimiz Hazretlerinin bir şeysi daha var efendim, orada. Kur’ân kursunda mesela El-Ufbâ’da yüzüne geçenlere sizlere verilirmiş hediyelerini. Evet. İşte Efendimiz’e şeyden bitirmiş, hatimi bitirmiş, hıfsa başlamışlara yine sizler vasıtasıyla verilirmiş. Sırf hem sizi alıştırmak hem de o öğrencileri bu mânâda Kur’ân kursunda okuyan öğrencileri teşvik mânâsında. Evet. Yani bilhassa hocam, yani bu terbiye sistemi, bunu biz kaybettik. Çok zor oldu. Yani anne-baba zaten şu an bakmıyor, kreşe gönderiyor. Kreşte de o hocaların, öğretmenlerin insafına bırakılıyor. Kreşi de seçmiyor. Aman diyor, başımdan çıksın diyor. Ele bir de telefon veriyor, istediği gibi yere girsin, çıksın diyor. Ne oluyor o çocuk? Televizyonu, internetin mahkumu oluyor. En bağımlı soru. Yaa, Allah korusun. İnşâallah hocam, bu Ramazân-ı Şerîf. Huzurlu bir Ramazân-ı Şerîf. İnşâallah. İbadetlerimizde, oruçlarımızda, bilhassa sadaka ve infaklarımızda. Tabi bugün bir misal verdim baştan. Siz Mevlânâ, bana şimdi bir tek şey öğretip üşüyen varsa, ısınma hakkı sende yok, Celâleddin dedi. Bu zihne verilen bilgiyi zaten bunu Mevlânâ biliyordu. Fakat kalbe veren bir bilgiyim. Artık ben ısınamıyorum diyor. Evet. Demek ki bu dergâh eğitimine çok ihtiyacımız var. Evet, tabi. Eskiden mesela bir rehabilite merkeziydi dergâhlar Osmanlı’da. Evinde bir kavgası olan, işi bozulan vs. olan bir dergâha giderdi. Orada bir teselli olup dönerdi. Bir rehabilite merkeziydi. Bugün bu kayboldu. Kayboldu, ne oldu? İşte tâciz başladı, bilmem ne başladı. Biz çok minfilikler… Yine efendim, zât-ı hâlinizin sık sık gündeme getirdiği bir şey var. Yani hiçbir sosyal güvencenin ya da sosyal güvenlik kurumunun olmadığı dönemlerde. En önemli sosyal güvenceyi Efendimiz, komşusu açken kendisi tokya atan bizden değildir buyurmuş. Efendim, öbür taraftan devlet gelinceye kadar, işte mesela bir mahallede birisinin evi yandı. Hemen mahalleli bir araya gelerek toplanıyor.
Onun bütün eksiğini gideriyor, anahtarını teslim ediyorlar, buyurun diyorlar. Ya!.. İstediği için işte bu yardımlaşmanın, bu merhamet duygusunun, bu şefkat duygusunun bugün yeniden ihyasına ihtiyacımız var. Çok!.. Onun için bu Ramazân-ı Şerîf’i bu anlamda bir vesile telâfiyede… İnşaallah, bir Kur’ân ile bir ihya… Evet, inşaallah. İhya mesele…
Bir misal de vermeye, Sırr-ı Sakati Hazretleri, mü’minlerin derdinde olmayan, bizden değildir. Hadis-i sebebi okutuyor. O sırada bir talebesi geliyor, Üstad diyor, mahalle yandı diyor. Yani sizin ev kurtuldu diyor. Elhamdülillah yâ Rabbi şükür diyor. Otuz sene sonra bir dostuna Sırr-ı Sakati Hazretleri, ben o günün derdindeyim, o günün tevbesi içindeyim. O gün kendi evimin yanmadan sevindim fakat evi yananları düşünemedim.
Yani müslüman istimâle edecek. Mü’min mü’mine zimmetli, birbirini yıkayan iki el gibi olacak. Tek elle, eli kendi ele yıkaması mümkün değil, çift el zarûrî. Bugün en çok muhtacımız da bu. Yani mü’min mü’mine zimmetli olması. Suriye’dekinin ızdırabını duyması, Yemen’dekinin, Suudan’dakinin ızdırabını duyması, Myanmar’dekinin duyması, Irak’takinin duyması, mevcut mahallesindekinin duyması, çok misaller vermek istedim ama vakit de dar. İnşâallah gelecek sohbetimizde. İnşâallah. Yani Osmanlı nasıl bir toplumdu, saray nasıldı, halk nasıldı, inşâallah gelecek derste de onu inşâallah ifade etmeye gayret edelim inşâallah. Çok teşekkür ediyoruz. Biz teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun. Allah razı olsun. Oruçlarımız kabul olsun. Âmîn, inşâallah. Cenâb-ı Hak oruçlarımızın feyzini ihsân eylesin. Lâ allekum tettekûn. Bir oruçlarımız var.
Lâ allekum tettekûn. Bir oruçlarımız, bizi takvâya vesile eylesin inşâallah. İnşâallah. Takvâ deyince tabi yine İbn-i Arabi burada diyor ki, Arapça’da üç harfli fiillerden iki harf müşterekse bir mana yakınlığı da var. Takvânın evet bir Allah’tan sakınan bir kul olmak, onun huzurunda bulunma duygusuna ermek manası olduğu gibi bir de ittikâ manasına da şey yapıyor. Allah’a dayanmak. Tabi.
Allah’a dayanarak hayatını yaşayan bir insan olmak. Ramazan bizi O’na doğru götürür. Hocam şöyle güzel. وَهُوَ مَيَا كُمَيْنَ مَا كُلْتُونَ Evet. Yani ilâhî kameranın altında olduğunun kul idrâki hâlde gelecek. Tabi bu da kalbe bağlı, zihne bağlı. Evet efendim. Allah’a nasip etsin. Âmîn, inşâallah. Erkam Radyomuzun ve Erkam Televizyonumuzun çok kıymetli izleyicileri ve dinleyicileri, değerli dostlar, muhterem üsadımız Osmanlı’nın Topbaşı Hocamızla,
ilk iftarımızı, bu ilk iftar sevinci programında sohbetimizi burada noktalıyoruz. Bir başka iftar sevinci programında buluşmak üzere hepinizi Allah’a emanet ediyor. Hayırlı Ramazanlar diliyoruz.
Kalın sağlıcakla.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir