"Enter"a basıp içeriğe geçin

İhmal Edilebilir Nasihatler | 16. Bölüm

İhmal Edilebilir Nasihatler | 16. Bölüm

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=6fN7ZaQoCyI.

Müzik Efendim merhabalar. İhmal edilebilir nasihatlerde yeni bir bölümde sizlerle birlikteyiz. Bu son iki programdır.
Alev Alatlı’nın hayat hikayesi üzerinden aslında tecrübelerini ve birikimlerini konuşuyorduk. Yani bu süreç nasıl ortaya çıktı, onun bu eserleri yazmaya iten sebepler neydi? Bunları konuşuyorduk. Bu programda da Süleyman Seyfi Öğün hocamız bizimle birlikte olmayacak. Ama bir sonraki programda aramızda bulunacak. İnşallah gelsin artık. Değil mi? Evet. Efendim yine sizin evinizdeyiz. Tekrar bize kapılarınızı açtığımız için teşekkür ederek. Estağfurullah. Marçımıza konuşmayın böyle. Başlayalım istiyoruz. Estağfurullah. Geçen iki programda Alev Alatlı, onun hayat süreci içinde bu tecrübe ve birikim ve onu yazmaya iten sebepleri konuşmaya başlamıştık ve Amerika’da kaldık. Yani Amerika’daki felsefe eğitiminiz, ekonomi eğitiminiz, sonra felsefe eğitiminiz ve onun ardından da ilahiyata geçişiniz. Ve ilahiyatı neden bu kadar önemli gördünüzü bütün bilimler için.
Neden bu kadar önemli gördüğünüzü anlatırken programımızın süresi doldu. Şimdi o kaldığımız yerden devam edelim istiyorum. Çünkü ondan sonra da üzerine koyduğunuz birçok şey var yazmaya başlayana kadar. Bir şey şunu söyleyeyim. Geçtiğimiz günlerde ben de bir şeyin farkına vardım. Bazen aydan gelmiş gibi duruyorum. Onun farkına vardım. Yani iyi oldu bunu oluşumu anlatmak. Bu eğitim sürecinizi konuşmak iyi oldu aslında bizim açımızdan da hem sizin bu tecrübenizin arkasındaki o eğitim süreçlerini hangi alanlara, hangi dallara içerdiğini de bilmemizin önemli olduğunu düşünüyorum.
Çünkü birçok dalda şey söylüyorsunuz. Sadece tek bir alanda yorum yapmıyorsunuz. Hem ekonomi hem felsefe hem ilahiyat hem dil bilim. Bütün bunların hepsi kitaplarınızda var. Doğru. Faydası bana gelen tepkilerden de onu anlıyorum.
Yani şey gibi böyle ne olur tenziye edelim yanlış anlamayın. Ama nasıl oldu bu kadar çok şey biliyor falan mesela. Ya çok şey değil bilinen. Bütün anlamaya çalıştığınız zaman onlar ister istemez parçalar halinde geliyor. Oturuyor yerine. Oturuyor yerine. Bu böyle bir şey. Bakıma herhalde iyi oldu.
Tamine edeceğiniz gibi yazarlık çok cazibesi olan bir şey. Fakat anlaşılması gereken bir şey var. İlham değil. Hep böyle işte biz tam şey biliriz yani ilham illaki gereken bir yetenek ve ilham illaki bu da şart. Eteneklediğiniz şey disiplin. Merak tabii ki. Ama şöyle bir şey yok yani ben defterimi kolumun altına alırım çınar altına giderim orada çiziktiririm böyle bir şey yok. Ve yazarda olurum tabii ki.
Olmuyor. Nefeslik olmuyor veya diyelim çok o da eğer herkesten farklı bir şeyi seçmişseniz ki o nasıl olacaksa altı milyar insan yaşıyor bu dünyada. Kaç bin yıldır yaşıyor üstelik falan. Yani öyle olmuyor. Bana gelenleri söylediğim bir şey var. Eğer bir gün yerinizden kalkmadan otuz sayfa yazarsanız yazar olmayı düşünün diye yazabiliyorsanız.
Ama yerinizden kalkmadan kastım gerçekten su bile içmeden onu hissetmeden dahi. Oturup bitirmek örgü örer gibi bir iş bu. Hani o ilmeği atarsanız o ürer. İlmeği atmazsanız o büyümez işte. Bir kenara koyarsanız tozlanır rengi atar. Hiçbir iş çıkmaz ondan. İkincisi ille de basacağım heves şeyine girmemek. Hevesine girmemek. Ben kırkımdan önce başlamadım. Ha yazıyordum tabii ki yazıyordum. Çekmece dolusu. Notlar. Notlar vardı ve şeyler vardı. Küçük hikayeler şunlar bunlar. Ama Jack Lehander’ın bir lafı vardır. Hiç kimse herhalde bir kadın kırkından önce roman yazmamalı diye. Öyle mi? İlk defa duydum bence böyle. Ve çok da doğru bence çok da doğru bir şey. Bence de öyleydi. Bence de bu öyleydi. Peki yani yazar olmayı düşünüyor indiniz mi?
Mecburen neden? Çünkü okumaya başladığım andan itibaren ki benim ilk okuduğum kitaplar şeydir Robinson Crusoe, Poliana, iki sene mektep tatili filan. Okuduğum şeyin hep ikinci, üçüncü cildini yazardım ben kafamda. Yani işte Robinson şeye dönmüş. Yanında da Cuma’yı Londra’ya. Sonra ne olmuş?
Ve anam ağa çalıştığı bir şey vardı yani Robinson oraya gidip ölmedi. Yani hikaye öyle de bitmiyor. Devam ediyor. Şimdi bir de hayatın kendi zaten devam ediyor. Bunun şeysi yok muydu? Annesi nerede bunun, babası nerede bunun diye yazdığımı öyle fark ettim zaten. Ekleyerek meseleyi ekleyerek.
Ve tabi o dünya görüşünü getiriyor. Yani bir şeyin sonu yok. Bu şey gibi. Hatırlıyorum ben bir Cumartesi günü evlendim. Pazartesi günü sınavım vardı. Finaller üstelik. Üstelikte. Üstelik, 13 Mayıs. Pazar sabahı kalktım ders çalışacağım sınavım.
İstime giydiğim bir şey falan. Aynaya gittim, şimdi şimdi çay yapıyorum. Baktım ne oldu şimdi dedim yani. Ne değişti? Şimdi değişti. Şimdi bunu sorduğunuz zaman çok matrak. Çünkü böyle bir son sorduğunuz zaman. Yani yedi cüceler, prensesler falan filan her şeyi sorguluyorsunuz. Sorguluyorsunuz. O uyandı. Masal kahramanlığı. Sonra ne oldu? Masalın devamında ne oluyor? Masalın devamında ne oldu? Bu bir tarz. Belki bir yetenek varsa o bu. Yani nedir? Merak ve sorgulama. Ne oluyor? Ama şunu yapabildiğimi biliyorum. Mesela, diyelim National Geographic gibi bir dergi. Orada bir resim var. Resimde işte bir garson orada oturan turistlere bir tabak içinde bir şey diyelim bir balık. Anlatıyor. Şimdi benim gözümde o lokantanın arkası hep canlanır. Şimdi o balık, o balık nereden geldi? Mutfak. Siz mutfağı merak edersiniz. Çok nereye dökülüyor. Oradan arka sokağına geçiyorum şeyin. Mahallenin. Mahallenin. Şimdi arka sokağın geldiğince pis bir şey oluyor mutlaka. Çünkü balık çoklar atılacak filan. Tabii tabii. Kokucak filan. E kediler var. O kediler nereye gidiyor? Biraz geriye çekmek filan. Sürekli böyle bir bakış. O resim orada büyüyor. O lokant almaktan çıkıyor. Mahalleye dönüşüyor. Semte dönüşüyor. Müşteriye dönüşüyor. Aynen öyle. Sonra oradaki çocuk. Peki bu çocuk acaba evinde ne yer? Jameikalı mı? O mu? Bu mu? filan tabi bir de. Evde yemeği var mı acaba bunun diye. Şimdi Türkiye’ye döndüğüm zaman da bu çok matrak oluyor.
Yani ben mi arar, çekiyorum. O mu beni buluyor bilemiyorum. Ama mesela Hilton otelinde someliyelik yapar. Böyle kont gibi birinin. Komşum oldu bir zaman. Kont. Ağza, giyiniş, genç. Ya adam evde, yer masasında. Alakası oldu. Çıksallı yan birisi. Alakası yok kontlukla.
Bu böyle bir şey. Dış roller, dış roller var. Ev rolleri. Hayat farklılıkları. Şimdi böyle bir şey yakaladığınız zaman hakikaten seyrediyorsunuz dünyayı. Neden nasıl olduysa ben bunu biricimden yakaladım. Japonya’yı geçen sefer konuşmuştuk evet. Bu Japon kültürünün bir etkisi mi yoksa? Herhalde Japon kültürünün etkisiydi. Tevazu öğrendim.
Şöyle söyleyeyim. Mitsubishi, meşhur Mitsubishi. Şimdi önüne duramıyorsunuz o kadar büyük bir girişim halinde. Mitsubishi’nin, J-Os’un odasını biliyorum. Yani bu içinde oturduğumuz salonun yarısı kadar. Yer tatami. Tatami dediğim birisi. Japon halası gibi. Masarada. Evet. Ve bir bizim ördek diye dediğimiz cinslen bir odun sopası. O kadar. Başka hiçbir şey. O kadar bir bu. Bir ikinci ve beni çok etkileyen. Hakikaten çok etkileyen. Japonya’daki ilk kurulan bay. Bir de benim nenemde Japonya’nın tam artık uçmaya başladığı dönemdi tabi. Ellerin sonu. Tamadağına dönüp el birliğiyle kollarına veya kalbine bir selamlamaları vardır şöyle. İşi öyle başlarlar. Grupla halinde. Çok tuhaf bir şey. Çok etkileyici bir şey. Tabi bu nedir bu ritüel diye bakıyorsunuz. Ritüel şöyle. Bir kez Japon bayrağından başlıyor.
Amitrasi Otokami derler. Japonlar gökyüzündeki bir ilahe tarafından döllendirildiğine inanan bir ulustur. Ve döllenen fani de Tücayamada’dır.
Trens iner Kraliçenin içi. Orada o döllenme olur. Oradan türerler. İmparatorluk da oradan geliyor. O yüzden 2. Dünya Savaşı ve sonrasında da o imparatorun o hattan geldiği inancı vardır. O köklerine bir saygı. Mesela Kami Kaze de bilirsiniz uçakta. Peki Kami ne? Kami. İşte o ilahi ruh Kami.
Kami Kaze onun fırtınası demek. Bu çok çok farklı bir inanç, bir kültür ve devamı. Kendilerini mesela başarısız olunca kendilerini öldürmesi de mesela. Tabi tabi. Demek ki bu kültürün bir yansıması. Tabi tabi ki bu kültürün yansıması. Ve onu görüyorsunuz yani o Japon bayrağındaki o kırmızı şeyi düşünün.
Onun içinden geçip sanki öbür tarafa dünyaya gidiyorsunuz gibi düşünün. Öyle düşünün. Ve Asya’da göksel cisimler, fanileri, döller bir biçimli bir evlilik olur. Bizde de vardır. Kainatla bir şey kuruyor. Tabi tabi. Diğer kültürler hakkında az çok bilgim var. Ama mesela Türkler de bilirim Türklerin olduğu her yerde ille de şey vardır. Bir döllenme hikayesi vardır. Aynı isimli dağlar vardır. Nereden şimdi?
Metahan’ı düşünün. Gezerken yukarıdan, aydan gelinceyi düşünün. Göksel cismi. Hep bir bağ. Hep vardır. Alladağlar. Nereye giderseniz gidin ille de Alladağ’ı bulursunuz. Demir kazık mesela Polaris malum. Futup yıldız demir kazık. Peki dünyanın ortasından geçen eksene de demir kazık indir. Çünkü o eksenin ucu burada bu yıldızı tutar. Gözleri zülyada. Evet. O da onu gösterir. Şimdi böyle bir bağlantınız var şeyle. Gökle. Gök yüzeyle bu bağlantı direk evrenle bağlantı demek. Öyle bakın. Nitekim bizim şehirlerimiz gökyüzünün röleveleridir. Asıl şehirlerimiz. Bu ne demek? Şöyle başınızı kaldırıyorsunuz. En parlak yıldız ne? Siriyoz yıldızlık. Siriyoz sana şöyle bir şey düşünün Şahkül hayali. Şahkül’ün düştüğü yere Kağan’ın evi yapılır. Gıya. Daha az parlak yıldızı işte. Sağ kanat kumandanı, sol kanat kumandanı vesaire vesaire. O yüzden bizim köylerimiz filan eski şehirlerimiz değil böyle bir avuç pirinci yara atmışsınız gibidir. Gökteki yıldızların yansıması. Yansımasıdır. Rölevedir. Birebir rölevedir. Ve o röleveye göre kurulur. Şehir. Şehir. Ona göre kurulur.
Röleve, Röponya’ya tekrar geri döndüğümüzde oradaki tevazuyu bu gökle kurulan bağlantıya mı bağlıyorsun? Ben öyle bağlıyorum evet. Yani o tevazu haddini bilmek, evrendeki haddini bilmek. Yani ister çok dindar bir insan ol. Hangi dinden olursa olsun. Yani semavi dinlerden bahsediyorum. Kitapta dinlerden bahsediyorum. Ne olursanız olun.
Veya bilim adamı olun. Evrendeki yerinizi bilmezseniz haddinizi bilmiyorsunuz. Haddinizi bilmediğiniz zaman da olmadık şeyden birbirinizi kesiyorsun. Kesiyorsun. Anlatır mısın? Yani bu başka türlüsü olmuyor bunun. Yani deyin ki şöyle söyleyeyim bir şeyin nedenini öğrenebilirsiniz. Step in Hopkins olun. İsterseniz nihayet şeyi bulun. Formülü. Ama niçinini öğrenemeyeceksiniz? Nasıl? Evet. Ama niçin Allah’ta? Yani niye ki? Big Bang. Hayırdır? Niye? Big Bang’dır. Niye saçıldı? Niye böyle bir şey? Niye saçıldı? Niye böyle bir şey?
O noktadır işte bilinemeyecek. Gayb olan o nokta o noktadır. Öyle oluyor. İşte böyle ateist antanalar falan çok şey gelir bana. Cahilce. Çok sıradan laflar bunlar. Çünkü anlatılan şey başka. Anlatılan şey başka. O nedenler evet. Fakat söylemeye çalıştığım şu. Mütolojisi de olmuyor. Gene dönüyorum aynı yere. Yani Türkiye’de bunu çok sıkıntısını çektiğimiz kanısındayım. Özellikle muhabbazlık herkesinde. Cahiliye dönemi diye kesfattıkları bir dönem var. Sanki her şey Efendimizle başlamış gibi. Öyle değil. Hocam bunu konuşalım ama daha yani Süleyman Bey’in de olduğu ve başlıklarımızın olduğu zaman konuşalım.
Ben burada Japonya’ya bir parantez açtık. Tekrar Amerika’ya dönmek istiyorum. Doğru fakat bunun bir parçası. Onu söylemeye çalışıyorum. Yani cahiliye döneminden kastım şu. İnsan bilgisi, aklı, sezistik çok uzun yıllarda gelişiyor. Onu anlatmaya çalışıyorum. Ve bu uzun yılların içinde illaki mitoloji var. İllaki şey var. Dinler var. Bu böyle bir bütün. İlayat zaten böyle bir şey. Onu anlatmaya çalışıyorum. Mitolojisi ise ilayat olmuyor Ayşe Hanım. Mitolojiyi bilmezseniz, ilayat öncesini bilmezseniz. Nihayet kararınız bir din olabilir. Bu bir seçimdir ve sizin için. İmandır sonuçta. İmandır. Öyle büyümüşsünüzdür. Başkasını bilmiyorsunuzdur. Falan filan neyse. Ama ona gelen bir nokta var. Şimdi Japonya’da baktığınız zaman ki, beni çok ilgilendiren tarafı olduğu için geri dönmek ihtiyacı hissettim. Bu çizgiyi ben Japonya’da gördüm. Nereden geliyor, nasıl gidiyor ve onun getirdiği bir şeyin ahlakı standart. Bakın şu köprüde adam intihar etti. Evet, onu söyleyemezsin söyleyince oradaki mesela o intiharları biz çok da anlamayız. Kamikaze uçuşları mesela. Anladığımız bir şey değildir.
Kültür olarak anladığımız bir şey. Şimdi pek de öyle değil. Süleyman Bey’in de kendisini vurması lazım. Vardır bizim İstiklal Savaşı’nda. Öyle değil. Şu tepeyi şu kadar saatte alacağım deyip alamadığı zaman, Dank diye adam kendini vurur. Öyle de değil. Öyle de değil. Ama biz… Söz namusu var burada tabi.
Tabi yani. Tabi bir haysiyet, vekar, bir duruş. Gidiyoruz Amerika’ya. Şimdi ben daha önce de bunu konuştuk.
Ekonomi denilen şeyin birtakım varsayımlar üzerine kurulduğunu öğrendim. Master’da bunu. Ve o varsayımları sorgulama başladım. Sıkıntı oradaydı zaten. Hocalarla en büyük kavgalar ve tertişmeler orada başladı.
Benim şimdi torunlarım yapıyor bazen gülüyorum. İşte Homo Economics gibi bir hikaye. Bir kurgu. Kurgu. Nereden biliyorsunuz diyordum ben. Şimdi duruyor adam. Nereden biliyorsunuz? O kadar alışmış ki şey yapmamaya. Kurguyu da sorgulatmamaya. Sorgulamamaya kendide öyle. İnanıyor. Şey gibi. Yani Japonların şeysi gibi görüyorsunuz neredeyse. O gelen bir şey.
Yani nereden biliyorsunuz diyorsunuz? Olur mu canım? Şimdi diyorsunuz ki benim ülkem de öyle değildir. Mesela piyasanın gizli eli gibi. Mesela atıyorum hani bir somutlaştırmak için. Benim ülkem de öyle değildir diyorsunuz. Nasıl değildir canım? E değildir diyorsunuz yani. Değildir. Değildir. Ben her bir şey her zaman şimdi son kuruşunaktan annemin eline veririm.
Şöyle de olur. Böyle de olur. Böyle bir şey yok. Bizde yok. Şimdi bir kere sizde olmadığını inanmaz. Ha ha ha filan. Çünkü illa bir sosyolog çıkar bizden. Aslında biz de öyleyiz ama diyen. Ya değil. Gili anlatamadığımızı gördüm. Ekonomi okurken. Sonra bunu biraz daha ilerletince başka şeyler de gördüm. Mesela kan değerleri. Tansiyon dahil buna. Tansiyonlar işte vesaire. Bu da Japonlardan biliyorum. Ya Amerikalılar’ın verdikleri değerler ve yaptıkları dolayısıyla makineler, ilaçlar bizim bulgularımızı tutmuyor.
Yırtılıyordu şeyler. Tıpçılar, doktorlar. Nasıl anlatacağız biz bunu diye. Yani değil. İşte böyle işlemiyor. İşlemiyor. Yani bu böyle değil. Ha seninki 12 ile nikah bilmem arasındaymış da. Japonun öyle değil. Japonun yediği senin yediğin de değil. 104 yaşta kadar yaşıyor adam. Senin yaptığın hiçbir şey yapmadan yapıyor. Elbette canım. Sonra da başka şeyler gördüm. Mesela tereyağının tüka gelmesi var. Türkiye’ye sade yağın. Şimdi sade yağı satıyorlar giyi diye. Efendim şu kadarca 38 lira. Ya bu sade yağ bildiğiniz. Senelerdir annelerimizin kullandığı. Kullandığı. Hele kurbanlık falan sakladıkları. Tabi. Sade yağ bu değil mi? Şimdi buyurun.
Adı da giyin. Niye giyin? Çünkü bugünlerde yinti mutfağı. Çok rabette. Rabette yintilerde de adı bunun. Sade yağ değiller. Yani işte bu bu. Kendinize ait bilgi toplamadığınız zaman çok da açık oluyorsunuz.
Kabullenmeye veya kavgayı orada vermek gerekiyor. İşte şey gibi ama ekonomik isim ne demek diye. Şeyleriniz peki hocalarınızla bütün bunun sonunda bir orta yola geldiğiniz oluyor mu? Hayır. Hayır. Aslında cevapsız kalıyordu sorularınız. Sorular cevapsız kalıyor ve o kadar kaldı ki.
Yani bunu söylemek tabii bir abartı olacak. Yani delikara demedi kimse çünkü şeyim iyiydi. Notlarınız iyiydi. Notlarım iyiydi. Ama notlarım iyiydi de. Şimdi bakın doktora yapmak demek bir bilimi. Boşverin Türkiye’deki müptezelliği. Yani hakikaten müptezel oldu Türkiye’de. Ama doktora yapmak demek bir bilimin tedavi edecekleri iyi bilmek demektir. Doktor laf oradan gelir. O bilim disiplini bilim alanında tedavi edici olmak anlamına gelir. Yani bir bilimin doktoru olacaksınız. Bu o demek. Bu çok ciddi bir iş. Öyle buyurun efendim de dağıtılacak bir şey değildir. Paye değil. Paye değildir. Hayır. Bir kariyer planlamasında bir basamaktı. Bu böyle değil. Şimdi notları alıyordum tabii.
Ama verdiklerini geri kusarak. Ama bana sorarsanız bu kusmaktı. Çünkü bana siz de söylüyorsanız ben de size verdiğimizi yansıtıyorum. Bir yere gelmiyoruz. Bugünkü eğitim sistemimiz için de bizim geçerli. Dipnot isterler illaki. Metrelerce dipnot. Niye yavrum? Dipnot vermek zorunda kalmak bu işin daha önce de konuşulduğunu söylemektir zaten. Sen yeni ne söylüyorsun? Sen yeni ne söylüyorsun? Ha şeyde ve bu dipnot meselesi İslamiyet’ten gelmedi aslında. Sebebi de Efendimizin hadislerinin ayetlerinin ravi zincirinin verilmesidir. Şey dursun. Bozulmadan kalsın diye yapılmıştır. Ama bunu alıp bu hale soktuğunuz zaman dipnotlarla boğulduğunuz zaman yaratıcı bir şey de çıkmıyor. Bir de kolayı var işin. Güzelce copy paste yapabiliyorsunuz. Şimdi ona bir yöntem getirmişler. Copy paste hemen görüyorlar falan. İşte %30’un üstünde olunca reddediyorlarmış falan. Hiç fark etmez. Hiç fark etmez. Neden? Çünkü cümleyi bulursunuz. O cümleleri yan yana koyar. Birinin oradan baktığını anlarsınız. Ama o kadardır. Sistemi değiştirmenize fayda etmez. Doktorluğunu yapamazsınız sistemi.
Bir de sizin daha önceki sohbetlerimizde söylediğiniz bir şey vardı. Bir doktor öğrencisinin ortalama bir haftada 300-400 sayfa okuması gibi bir disiplinden söz ettik. Günde de günde. Günde. Nerede haftada? Haftada 400 sayfayı herkes okur. Ne olacak? 400 sayfa nedir Allah aşkına? Günde yapar.
5’e bölün. 80 sayfa yani. 80 sayfa okup yanı döverler zaten. Doğru. Doğru. O değil ha. Günde efendim. Günde. Yani bir günde bir doktor öğrencisi 400 sayfa okumak zorunda. Ortalama 400 sayfa. Bakın Marx. 2 sömestir Marx okuttular. Karl Marx işte falan.
Das Kapitel’e gelmeden evvel 91 tane ayrı kitap okuttular. Arka planı veriyor. Tabi. Tarihini veriyor, dönemi veriyor. Dickens’ı da okuyorsun. Tabi çünkü oraya geliver. Veriyor veriyor veriyor ve en sonu Das Kapitel. Fakat işte şunu anlıyorsunuz. Das Kapitel’i anlayabilmek için ne kadar da o arka planı bilmek lazım.
Çevirebilmek için böyle bilmek gerek. Nitekim Türkiye’ye dönüp de ben Türkçe çevirlerine baktığım zaman içim yanmıştı. Çünkü o değildi o. Ama başka da çaresi yoktu. Çünkü öyle bir şey yok. Arka plan yok. Arka plan. O 91 kitabı içeren bir arka plan olmayınca böyle.
Olmuyor. Bu bütün her şey için geçerlidir. Her türlü çeviri için geçerlidir. Burada şimdi doktor öğrencileri de var. Yani günde 400 sayfa şey bir hedef. Bayağı ciddi bir hedef. Yani onu buradan söyleyelim altını çizeyim. Ama ben size şunu söyleyeyim. Amerika Üniversitede de fabrika gibi çalışır. Hiç öyle değil. Saat 8’de ders başlar.
Kafeteryalar bomboştur. Çok ciddiyim. Üniversite çok büyük olduğu zaman tabii. Büyüklükten dolayı dolar. Ama zor zor bir standı iş kapar. Gire dönersiniz. Akşam en az 6’ya kadar. Çalışırsınız. Şeydir ders vardır canım yani. Öyle değil. Ve bu 6’dan sonra kalan zamanda o 4’ü sayfayı okuyacaksınız.
Arada şeyde ne zamansa bir fabrikadır. Bir fabrikadır. Size bir cumartesi günü kalır. Onda da ne yapacaksanız yaparsınız. Kişleri çoğu zaman bir ay içer falan sarhoş olurlar. Ama öyle değil. Öyle değil. Bir hukuk fakültesiydi ve hem de bir tüm gök fakültesi, hocası iki gün üst üste derse gelmedi diye öğrenci kazanı kaldırdı.
Öğrenci de talep etti. Öğrenci kazan kaldırdı. Tabii öğrenci de o disiplinin içinde. Bizde öğrenciler bayram ediyor hocalar. Gelmeyince üniversitelerde görüyoruz. Tabii biz öyleydik tabii yani. Gelmese de iki lak tak etsek diye. Ama öyle değil.
Arada tabii bu müthiş bir fark. Yükselmez öğrenci. Biz yükseliyoruz. Okumaktan da yükseliyoruz. Bu tabi ki. İlahiyat eğitimine nerede başladınız?
Şimdi bu felsefeyle… Demek benim kafam bunlar gibi olmuyor belli. Ama itiraf edeyim bir Georgiyo vardı. Romanyalı bir hoca kaçmış iki gün sonra işte Amerika’ya gelmiş. Ben onunla kısmen… Tutuyordu.
G gibi de değil. Türkleri sevmiyor falan. Öyle bir adamdı o da. Toprağı bul olsun diyelim. Vefat etmiştir. Ama Balkanlardan gelen bir iki yakınlık genel işe rağmen var falan. Bir gün bana dedik. Sen sayiden bu işi yapmak istiyor musun dedi bana. İyi bir soruydu doğrusu. Hiç de emin değilim dedim. Hiç de emin değilim dedim. Öyle bir halim var dedi. Yok dedim. Emin değilim.
Çünkü benim aklımda. Gitmişim. Kalkınma planını öğreneceğim. Bu arada hocam söylüyorum ama siz kaplumbağamız girdi içeriye de. Hoş geldin. Hoş geldin. Yok. Size bir itiraz edeyim. Yok yok. İtirazınız yok. İzleyiciye söyleyelim. Bir kaplumbağaz dolaşıyor efendim. Lütfen doğru tanıştırın. Topak o. Topak. Pardon. Topak dolaşıyor efendim. Bu topak mı hangisi? Evet. Topak. Bu büyük olan. Bu büyük olan. Tamam. Topak dolaşıyor. Şey yapmayalım. Sesten hani bu ses nedir diye merak edenlere söyleyelim. Peki. Topak geziliyor ortalarda. Selamlayabilirsiniz. Roman hocanızdan söz ediyordunuz. Şey dedi işte. Bunu hakikaten yapmak istiyormuşsun Frank’e. Bir yerde söylüyorum. Çünkü daha önce de söyledim. Bizim niyetimiz geriye dönüp Orta Doğu’yu. Anlamak ve tanımak.
Orta Doğu’yu üniversitede, üniversiteye katkıda bulunmak, bunu toplamak. Daha da şeyse geri kalmış bir ülkeyiz. Kalkınma nasıl yapılır onu öğrenmek istiyoruz. Derdimiz var. Derdimiz var. Meseleniz var.
Mecburen yapıyoruz. Şimdi mecburen yapınca bunlar bunu nasıl yapar? Ne biliyorlarsa anlamaya çalışıyoruz. Ne biliyorlarsa öğrenmeye çalışıyoruz ve o kadar toyuz, o kadar genciz ki bağlantıları da tam kuramıyoruz.
Ama şu sıkıntı olduğunu biliyorum. Benim aklıma hep adamlar kocaman matematik formüllerini yazarlardı ekrometri. Formüller x’ler, sigma’lar, şunlar, bunlar yazılır yazılır. Benim aklımda Konya obası. Bomboş Konya obası. Konya obasında bir sızka inek, inek kuyruğunda bir sinek, boynu bükük köylü, fık fık ruh. Yağmur yoktu Konya.
Şimdi insan kendini en azından, insan kendini o kadar nasıl anlatayım, aptal hissediyor ki veya yanlış seçim hissediyor. Ne faydası olacak? Tamam bunu öğrendik. Oynayalım. Ama birader yani masanın üzerinde şimdi niye bridge oynuyoruz? Burada da maç. Burada ne yapılacak?
Baktığımız anda cazibesi gidiyor işin. Fakat yine de gene o toyluktan, yine de herhalde bir düşüncede yanlışlık var. Yani biz neredeyiz, bunlar nerede? Gizli de kıskanıyorum tabi. Adamların tabi ciddiyetini, bilim, resiplini falan. Şart diyeceğim bu o gün nasıl? Çok da kıskanıyorum. Adamların ille bunu kötü niyette yaptıklarını zannetmiyorum.
Ama benim o bağlantıyı kuramayacağımı düşünememiş olmalılar. Yani ilahiyat olmadan felsefen olmadı. Bir şey, bir davanız olması lazım felsefe için. O ancak ilahiyat ilgisiyle oluyor. İnsanın yeryüzündeki seyrivenini bilmeniz lazım. Bunu bilmeden olmuyor. Ve gerekenleri ben gene yaptım. Fakat bir nokta geldi, gene olmadı. Sıfır dedim ki otur bilimler tarihi öğrensen. Ve başladım Ayşe Hanım. Matematik tarihi. Sıfırı kim buldu? Nereden buldu, nereden aklına geldi? Piramitlerde ne yapıyordu? Bir ara o kadar iyileşmiştim ki bu işte. Hiroli falan baya 2000’in yada dengsem çözüyordu.
Baya baya. Ama basit dengde ama meseleyi anlamıştım nasıl olduğunu. Nasıl olabildi? Ve ondan sonra anlamaya çalışarak. Dediğim gibi işte daha önce söylemiş miydim, pisagor sonucu denize bakıyorsunuz. Eee peki oradan pisagor teorini çıkarıyorsunuz. Denize mi baktı, gökyüzüne mi baktı, nereden buldu üçgeni, o nereden çıktı falan. Böyle bir okumaya girdim.
Fakat bunun sonucunda hep gördüm ki Tanrı arayışı. Tanrı arayışı, Tanrı arayışı bütün en cevap arayışı. Mesele bu. Sonra bizimkilere dönüp baktım. Astronomi ile çok uğraştım. Ve hala da öyleyim. Çok ilgilisinizdir her zaman içine bu astronomi ve fizik bilimleriyle de öyle ama. Bu ev dahil. Evin herhangi bir ayında tepede parlayan yıldızın hangisi olduğunu bilmeye çalışıyorum. Hangisi bu diye. Şeyde konumlanma, uzayda konumlanma. Ve çocukluğumda hala da görürüm. Nesi bir rüya görürsün biliyor musunuz? Böyle işte pilates topu gibi bir top düşünüyorum.
O pilates topu olsun bir gezegen veya yıldız. Ben onunla böyle sarılayım ve geziyor olalım. Evreni geziyor olalım. Evet evet. Yaklaşma satürne. Orada kötü gaz var. Buradan git falan gibi. Böyle bir şey. Hayal gücünüz de bu noktada tabi sizi bu bilimsel çalışmaya itmiş. Herhalde ama bütüne bakınca ne yapacaksınız? Ve şey görüyorsunuz, haddinizi bilmeyi öğreniyorsunuz. Yani nihayet bu olmadık bir gezegen, küçük bir gezegen. Küçük bir galaksi, küçük bir güneş. Bin senelik ömrü var veya yok bir güneş falan filan. Yani bu işin bilimsel tarifi. E bütün bunu bilmeden nasıl nefes alır ki insan? Bana sorarsanız alamamalı. Ben alamam.
Tabi merakı olan, ilgisi olan ve bunu kavramak noktasında azmi olan insanlar için evet. Evet. Bu bir şey sizi ittiriyor tabi. İtiriyor tabi. İçinizdeki bir şey ittiriyor.
Ondan sonra da bir şeye girince, ilahiyata girince peki hadi şey kısmını hallettik diyelim. Eski hayati yeni hayati hadi hallettik. Hadi hallettik diyelim. Çünkü orada da şey yok. Bakıyorsunuz yani sanki Kudüs’tü, in aşağı Arap yarımadasıydı, gökten geldi. Oraya pat diye düştü sanki. Ya bunun eskisi yok mu? Ne yaşanıyordu orada? Ne oluyordu orada? Ne yeniyordu, ne içiyordu, kim yaşıyordu? Hangi kavimler? Kim kimin ortağı? Kim hurma yer? Kim hurma bulamazdı da balık yutar? Balık var mıydı neydi? Yani coğrafyası dahi yok.
Şimdi böyle bir eğitim olmaz. Bana göre olmaz. Benim orada ne olduğunu anlamam lazım. E şimdi ona girdiğiniz zaman sümerlere giriyorsunuz. Peki sümerler ne yapıyordu? Bunlar ne yiyordu, ne içiyordu? Ondan sonra keçifleriniz başlıyor. İnançları keçif etmeye başlıyorsunuz. Aslında İslamiyet’i de o zaman anlamaya başlıyorsunuz. Niye? Şimdi bu söyleyeceğin bir sürü sine şey gibi gelir. Farklı gelebilir. Din karşıtı gibi gelebilir. Öyle değil. Eğer sümerlerde sonradan Kur’an’ı Kerim’de rahatsız ediniz bir şeyi görürseniz. Bir tavsiyeyi. Bir tavsiyeyi görürseniz bilin ki Allah büyük olduğu için o öyle. Hep var ve anlatmaya çalışılıyor. Zaten Kur’an da bunu söylüyor. Biz insanlığı yaratılışından itibaren peygamberler gönderdik diyor. Kim orada kimi diye. Şimdi bunu gördüğünüz zaman bir başka gözle dekar bakıyorsunuz. Tahrifatı görmeniz de kolaylaşıyor biliyor musunuz?
Tahrifatı görmeniz kolaylaşıyor. Çünkü orada bir hat var. O hat nerede bozuluyor ve nereden çıktı şimdi diye bakıyorsunuz. Benim gibi bir de meraklı, kuruşucu olduğunuz zaman peşinde gidiyorsunuz şeyin. O tahrifatın hayırdır, bu nereden geliyor diye. Buluyorsunuz bulamıyorsunuz. Hayır şey. Ama geldi, geldi, geldi. Sonra baktım dedim bu olmayacak Amerika’da.
İlahiyat dediğimiz şeyi tekrar çizeyim mi istedim. Teoloji okuyorsunuz. Bir Amerika üniversitesinde teoloji okuyorsunuz. Teoloji tabii. Hayır zaten anlamı o. Teoloji ve bütün dinlerin tarihi. Tabii. Ve siz gerisinde artı bir de mitoloji. Çalışıyorum. Amerikanlar siz okumuyor mu? Okumaya çalışıyorum. Okumaya çalışıyorsunuz. Okumaya çalışıyorum diyeyim. Çünkü kalkıp size bütünlükte bir bilgiyi kimse vermiyor.
Ama diyorsun ki şimdi şey bilmeden Okinavmi’yi bilmeden şimdi nasıl olacak olmuyor. Onu başka yerden bakıyorsunuz. Tabii. Konfist istiyorsunuz. Nasıl olacak şey bilmeden. Gerisini bilmeden. Bu nasıl olacak. Türklere gelin. Şarmanizm bilmeden ne yapacaksınız? Hiç yapamazsınız. Yaparmış gibi olur. Olmaz.
Veya bizimse neyse şarmanizm midir din midir. Bu ayrıca tartışılan şeyler bunlar. Ama bilmeniz lazım. Çünkü hiçbir şey bir anda olmuyor. Bu tabii teolojin disiplini dışına da çıkarak siz aslında bir medeniyetler tarihi okuyorsunuz bir taraftan. Vallahi ben de sorarsanız teolojinin karşılığı bu olmalı. Teoloji budur.
Yani teoloji dediğiniz başka nedir şeyle mi kısıtlayacaksınız? Kutsal kitaplarla kısıtanamayacağına göre. Yani ibriyavet dindenle mi kısıtlayacaksınız? Kutsal kitap var dünyada. Ve bu kısıtan kitapların çok çok yakın olanları var. Bakın Amerikan Kızıl derillerin nasihatname çıktığında göreceksiniz duaları vardır.
Adamın Müslüman olduğuna yemin edebilirsiniz doğaya okuduğunuz zaman. Bu Müslüman yolu nereden? Pagan derse. Pagan falan değil mi? Tüpü düz Müslüman diye. Öyle değil. Ama bunu anlamana geçen ön yargısız okumak gerekiyor. Bir şeyle bir hükümsüz okumak daha doğrusu. Hükümsüz okumak gerekiyor.
İslamiyet de tabi bu teoloji eğitimin içinde vardı. Tabi yani baktım olmuyor bıraktım Türkiye’ye döndüm. Türkiye’ye döndüm tabi ilk önce Türkçe öğrenmek zorunda kaldım tekrar. Çünkü çok uzun bir İngilizce eğitim dönemi. Japonya’sı, Orta Doğu Tekniği, Amerika’sı filan. Üç dört lügatla çalışarak Arapça, Türkçe, Osmanlıca, İngilizce filan yolladılar. Bir kere o müthiş vakit aldı. Bir de çok titiz biri olduğum için kelimeyi şöyle ilk anlamıyla bırakmam için. İlla bakacağım 8. anlamı, 9. anlamı filan. Öyle bir şey girdim tekne girdim. İngilizce meryer filz keraldın ki özellikle. Çok önemselim.
Hatta arkadaşlarımı, müte değin çok müte değin arkadaşlarımı tehdit ettiğim olmuştur. Bir gün oturacağım İngilizce meali çevireceğim. Bence yaparsanız kesinlikle. Göreceksiniz gününüzü diye. Türkçe bilmiyorsunuz diye. Türkçe bilmiyorsunuz. Arapça’nızı bilmem. Ama Türkçe bilmediğinizi biliyorum. Bu böyle değil. Fizz keraltın kelimesi bu. Ve fizz keralt sizden iyi. Niye iyi? Arapça’yı sizden iyi biliyor.
İngilizce sizden iyi. Falan gibi. Yarı şaka yarı ciddi sorunlar. Ondan sonra da tabi üstüne de evet kimsen çevirmesin. Kur’an olduğu gibi kalsın. Şimdi bu sefer de bütün sol layık size şey diyor. Tutucu diyor. Söylediğim laf başka bir şey. Tabi bu arada izleyicilerimize de burada söyleyeyim. Alev Hanım işte Mehmet Görmez gibi değerli ilahiyatçılarımıza da çok yakın dostluğu var. Ve gerçekten onların bir aradayken sohbetlerini dinlemek gerçekten bilgilendirici. Çünkü hani dip bütün konularda karşılıklı istişare edebilecek. Fikir alışverişinde bulunabilecek bir ilahiyat bilginiz var. Estağfurullah tabi. Tabi ki değil.
Ama temelini bildiğiniz zaman tabi asla onlar gibi bilmemiş. Estağfurullah yani asla onun gibi değil. Yani sonuçta bir konuyu konuşacak üzerinde tartışacak bir yada yok. Çünkü farklı bir bilgi türün var ya bir de benim. O bilgi paketi diyelim asla. Paketi var tabi. O paketi isterse nasıl ileri sürüyor insan. Önümüzde çok ciddi sorunlar var. Bunların ortaya konması lazım. Önlemlerin alınması lazım. Big Bang nedir bilmeyen bir ilahiyatçı olamaz. Şimdi bunun şakası yok. Yani bir ayol burası ilahiyat fakültesi burada kozmoloji mi okutulur? Ha ha ha bu tavır değil. Ki din alimleri de zamanında kozmolojiyi çok iyi biliyorlar.
Felsife biliyorlar, kozmoloji biliyorlar. Bizim din alimi olarak geçmişte de saydığımız birçok ismin bilgi paketinin içinde bunların hepsi var zaten. Anlayamadım efendim bakın şeyi düşünün. Horasan’ı düşünün. Yani niye trigonometri oradan çıkar? Çok basit. Mekke’yi bulmak için başlar.
Başlar. Mekke’nin yerine doyur koymak için. Uğraşılır trigonometre çıkar ve adamcağız 1022 tane yıldızı gözüyle bulur. Ve adını koyar cetvellerin çıkarı. O cetveller şu anda nerede? Türkiye’de bile değil, Türk dışındır. Bir müzededir muhtemelen. Aldılar çünkü. Onun kadar erken ve o kadar çok bir şey yapan adam yoktu. Devamlılık beceremiyoruz. Dava noksanı sanki. Davası yok. Merak noksanı. Böyle bir sıkıntımız bizim her omuzda anı yaşarız ya. Bir şeyin devamını getirmek olmadı. Sonunda zor bela yapılan bu şirketi itinin şeysi de malum topa tutuldu. Niye şimdi? Kendini beğenmişliğe bakın.
Çünkü alemlere ait her şey öğrenilmişmiş. Artık öğrenilecek bir şey kalmamışmış. İşte gelecelerden biri de bu. Bundan fazlası Allah’ın işine karışmak olurmuş. Yıktılar ya. Yani bir insan kendini nasıl bu kadar alemlere ait, kâinate ait her şeyi bildiğini vehmedebilir. İda edebilir. Bu nasıl bir büyüklenmedir ve şirktir yani sonuçta baktığınız.
İşte bir canım şirktir. Şimdi öyle baktığınız zaman insan cüskürükle uğruyor. Bu nasıl halifeliktir? Nasıl şeyd-i islamlıktır? Nasıl bir şirktir? Nasıl elleri tutuşup da böyle bir kararı verirseniz? Hadi hepsini bir yana bırakın. Dışarıya bakın millet. Nelerle uğraşıyor. Yani içine dönüklük bugün de var. Bugün de ben öyle olduğunu görüyorum. Eminim siz de görüyorsunuz. Gelişememe. İçine dönük. Programımızın son üç dakikası. Burada ne zaman bunu yaşamaya başladığın sebeplerden birisi bu. Ne zamanki böyle düşünmeye başlandı. Biz her şeyi biliyoruz. Yeni bir şey öğrenmeye ihtiyacımız yok diye düşünmeye başladık. Ondan sonra artık diyorsunuz bunların üzerinde gelişen bilim adamları da yetişmedi. İşe gelişmedi. Ve tabii üstüne de şey bindi. İsterseniz öbür programı bırakalım onu. Ama 1820’den itibaren yabancı okullar açılmaya başlandı. Bir bilgi kitleye yayılmayınca saptırmak kolay olur dersiniz. Bunu derim.
Biz sebep olarak bunu söyleyebilir miyiz? Tabii ki söyleyebiliriz. Kitleye yayıştırmadan üç kişinin tek elinde kalıyor. Vesayet vesayet diye şikayet edip duruyoruz. Bilgi vesayetini sorgulamak lazım alemde. Bugün askerlere ithaf ettiğimiz, suçladığımız vesayeti. Bilim dünyasına da yap. Bilgiye sahip olanlara da yapmak lazım. En az bana sorarsanız. Bilgi kitleye yaymak bu işten çıkışında bir yolu diye düşünüyorum. Elbette ki öyle. Çünkü soru gelmeye başlıyor. Sorudan nasıl kurtuluyorsunuz? Susturarak. Nasıl susturuyorsunuz? Çünkü sormasını bilmiyor ki. Ne soracağını da bilmiyor. Kitleye yaymadığınız zaman olmuyor. Rusların başına geldi. Niye bu kadar ağır bir düşüş yaşadı Ukrayna? Ukrayna’da 25 bin birinci sırf bilim adamını aldılar dışarıya. Amerika ve İsrail büyük paralar vererek. Ukrayna birden düştü tanım toplumu. 25 bin bilim adamı da az buz bir sayı değil tabii. Ciddi bir rakam yani. Ama unutmayın. Ukrayna Bilimler Akademisi. Dünyanın sayılık bilimler akademisindendir. Ama çayı kesiyorsunuz çayın tepesini keser gibi. Ve çayın tepesini keserseniz altta kalanla iş yapamazsınız kolay kolay. Yani varsa yapılacak bir şey bu bilgiyi disemine etmektir. Kaç yıl sürdü teoloji ilahiyat eğitiminiz? Yani o hep devam ediyor doğrusu. Hep devam ediyor bitmiyor. Ama ben galiba anladım bu iş dediğim zaman 5 yıl.
5 yıl bu konu üzerine çalıştınız. Gittim geldim okudum. Gayri’ye de gidip geldiniz. Gittim geldim. Çünkü burada bulamadığım cevaplar vardı. Gerekirse ileride konuşuruz. Alamadığım cevaplar vardı. Türkiye’de olur zannediyordum. Olmuyordu. Ondan sonra hayatımın hatasını yaptım. El eser de olur zannettim. Aman efendim ne münasebet. O kadar ne münasebet ki Türkiye’ye beni uğurlarlarken biri kurama yildi. Seyyide dedi. Siz bakmayın İslam’ın sahicisi Torosların kuzeyindedir dedi. Kitaplarınızda olan bir cümledir mi? Ama duydum ben bunu. Evet. Ben bunu duydum. İslam’ın sahicisi Torosların kuzeyindedir sözü. Sizi okuyan okurların yakından bildiği bir sözdür. Adamın adını soyadını her şeysinde vereceğim. İnşallah hayatta kalmıştır. Çünkü ilham ihvandandı. İhmal edebilir nasihatimiz bu bölümün.
Okuyun Allah aşkınıza. Ey ahaliyi ne diyeceğiz? Yükselmeyin. Yani okumakla inciniz dökülmüyor. Kızınızı seyin. Bir bardak çay içeceğinizi dilinden. Veya bir kase çekirdek çitleyecek. Çitlerken geçirdiğiniz zamanla yapabileceğiniz başka şeyleri hep düşünün.
Pırsat maliyetini kollayın. Bir defa yaşıyoruz. Okuyun diyoruz dosam. Bu programın da nasihati böyle olsun. Bugün de bir çok teşekkür ediyorum tekrar. Aslında dediğim gibi sizin hayat öykünüzün içinde birçok pahalı başlıkta açtık ve konuştuk. Necburen mi? Birçok başlıkta açtık konuştuk. Her birinde çok faydalı ve çok değerli nasihatler olduğunu söylüyorum.
Ömrünüze bereket versin Allah. İminize de bereket versin. Allah devleti, milleti zibzeval vermesin. Gerisi ne olacak? Bir İhmal Edilebilir Nasihatler’in daha sonuna geldik. Sondayca dolu dolu verimli bir program olduğunu düşünüyorum. Umarım siz de öyle düşünüyorsunuzdur. Haftaya görüşmek üzere bir başka programda.
Hoşça kalın efendim.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir