"Enter"a basıp içeriğe geçin

Mandıra Filozofu Müfit Can Saçıntı’nın bilinmeyen hikayesi

Mandıra Filozofu Müfit Can Saçıntı’nın bilinmeyen hikayesi

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=9oLjukwMImk.

Sırf ben babama seni seviyorum diyemediğim için belki de o filmi onun için çektim. Ya ne olur bir takım ön yargılarla hayallerinizden vazgeçmeyin. Hata yapma hakkı tanıması lazım. Gençlere, öğrencilere hata yapma hakkı tanıması lazım. Evlat ya candır, hayatın anlamıdır gerçek anlamda. Hayat, biz planlar yaparken başımıza gelenler. İyi ki yaşıyoruz her şeye rağmen. Oyunculuğunuz, mizah gücünüz, herkesin evet dediğine, koca bir gönüllülükle hayır diyebildiğiniz, o hoş tavrınızla ve koca yürek dediğinizle sizleri tanıyoruz. Namı diğer mandiro filozofu, gerçek ismiyle Müthiş Can, Saçıntı Hocam hoş geldiniz. Hoş bulduk. Biz sizi bugünkü halinizle tanıyoruz. Bugün ekranlardan bize yansıyan halinizle tanıyoruz. Ama insan bugün ve bu anda ibaret bir varlık değil. Dününüz var ve yarını dahil umudunuz, hayalleriniz var. Çocukluğunuza gidip nasıl bir evde doğdunuz, nasıl bir pencereden hayata baktınız, o evi bize biraz anlatsanız. Şimdi nasıl bir evde doğdum? Aslında Kırıkkale’de babam görevi yaparken, Sıngıluluyuz, biz Çorum Sıngıluluğu. Orada Çorumluluyum diye doğum için oraya getirmişler. Doğduğum yer aslında dedemin anneannemlerin olduğu bir ev, sobalı bir ev. Bunun önemi niye sobalı diye altını çizdim. Bebekken soba devrilmiş, daha 40’ım çıkana kadar oradaydım. Şurada bir leke vardı, şey vardı. Bunu da ilk defa size açıldı, söylüyorum. Bir kıvırcım gelmiş, o zaman şuradaymış, araya sıkışmış soba devrilince şeyden. Burada bir yara izi olmuş. Bir an büyüdükçe tabii o buraya kadar geldi, burada artık sakal çıkmıyor. Sıngılululü lütfesinde sobalı bir evdi. Hatta evin de salonu, bir oda bir salondu o zaman galiba. İşte şey yapılmış, 40’ım çıkana kadar oradaydım. Sonra işte Kırıkkale’ye geri döndük, 7 yaşına kadar Kırıkkale’deydim. Baba memur olunca, asıl ay olunca, tayinler birbirini izledi. Anneniz de babanız da ilişkiniz nasıldı, ayrı ayrı? Aranızda duvarlar var mıydı? Duygularınızı rahat ifade edebilir miydiniz? O ilişkiden size bugüne ne kaldı? İzler diyorsunuz. Şimdi mesela çocuklukta kalan izleri. Hani yara soğukken, hissedilmez bir şey yapacakken bir ara. Ve sonradan biz bazı şeylerin bir yara izi olduğunu anlayabiliyoruz. Çünkü çocuk hangi dünyanın içine doğduysa o dünyayı normal kabul ediyor. Annen babamla ilişkin babamdan başlayın. Babam şimdi asıl bay deyince, asker deyince daha böyle otoriter bir ev gibi algılanabilir. İşte askerliğin çağrıştırdığı bir takım değerler var diyelim. Ama benim babam bir demokrattı. Ve herhangi bir babaya göre asker olmasından dolayı bir terkliği var mıydı? Bizim zamanımızda bütün babalar biraz sertti. Bizimkinin hiç değilse siniri çabuk geçiyordu filan.
Ama her şey rağmen herhangi bir sıkıntı yaşatmadı bir de. Manevi olarak da, işte maddi olarak da yine dediğim gibi onu normal sanıyorduk. Bir memur maaşıyla yaşadık. Ve annemle, annemle dedi ki bütün anneler gibi şey yapın işte anne ve anaç. Bağrına basan ama şu vardı, bizden, benden önceki ablam, yani hiç tanımadım, daha 40’ı doğmadan Malazgirt’te vefat etmiş. Yine biraz da oranın imkansızlıkları gibi doktor olmaması ile ilgili. Malazgirt, Muş Malazgirt’te. Onu erken kaybettiği için ilk çocuğunu ve dediğim gibi işte doktora götürüyor.
Zaten bir doktor var, pratisyen doktor. İşte üşütmüş falan diye bir şey veriyor, gönderiyor. O gece vefat ediyor ablam, hiç tanımadığım ablam. Ve tabağa kadar işte bekliyorlar. Ve o zamanlar hani imkanlar kısık olduğu için cenazeyi memlekete de getiremiyorlar. Malazgirt’te kalıyor. Şimdi o annem de bir travma yaratmış. Bir de de bir şey olacak diye. Özellikle bana, mesela günde bazılarını hatırlıyorum. Hatırlamadığım dönemden de başlayarak.
Mesela aynı doktora beş kere götürüyor. Doktora gelme artık diyor. Gelme. Ama tabi işte ablamın çok bebekken vefatından dolayı üzerimize o anlamda çok düştü. Özellikle sağlıkla ilgili. Erkeğin erkeğe sevdiğini söylemesi daha zor. Arada daha duvarlar var biliyorsunuz. Belki baba oğul ilişkisinde o duvarı…
Şöyle evet bazen ben hani filmlerde kendi yaşadıklarımdan da tabi ki ilham alıyorum. Bir kısım kısım yansıtıyorum. Ve belki de mesela özellikle yaşamak güzel şey filmindeki bazı sahneler. Babamla bir nevi özür sahneliydi. Yani ve yine bizim dönemimizde özellikle babalar özellikle erkek çocuklarına sevdiğini çok göstermeler de kişimi armasın diye.
Ve öyle de yetiştirilince babam tabi ki çok severdi bizi üzerimize titrerdi. Ama mesela seni seviyorum cümlesini duymadık. Ama ondan duymadık da biz kurabildik mi? E biz de seni seviyorum baba dedi. Anneye rahat rahat diyorduk. Anneye gerekirse öpücük manyağı yapıyoruz. Yanaklarını ellerini falan sarılıyoruz. Annemize hem davranışlarımızla hem sözlerimizle sevdiğimizi belli ediliyoruz da.
Özellikle babalara ve hele de erkek çocuksa böyle bir şey olmuyor. Sırf ben babama seni seviyorum diyemediğim için belki de o filmi onun için çektim. Yaşamak Güzel Şey’in aynı şekilde yapımcısı da beğendim. O zamana kadar olan birikimi de orada harcadım. Ben zamanında bedava seni seviyorum diyemediğim için rahatlamadığına bir film çekmek zorunda kaldım.
Başarı vazgeçiş midir? Yoksa devam ediş midir? Ya da nerede vazgeçiştir? Nerede devam ediştir? Sizin hayatınız. Bir kere başarı ile ilgili bence herkesin kendi tarifini kendisinin yapması gerektiğini düşünüyorum. Kendimiz dışındaki her başarı tarifi tuzaklarla dolu. Bazen annemiz babamız bir başarı tarifi yapar. Onlarınki tabii ki tuzak değildir. İyi niyetli bir tariftir. Ama sonuçta başkasının tarifidir. Her tarifte bir sınır ve genderedir aslında. Bir şeyi kapsar senin içini hapsetmeye çalışır. Sonra işte biraz büyürsün. Ya da komşuların başarı tarifi vardır. Mahalledeki abilerin başarı tarifi, okulda öğretmenin başarı tarifi, askerde komutanın başarı tarifi. Bir kere biz herhangi birinin başarı tarifini çok sorgulamadan kabul ettiğimizde bir ömrü boşuna harcamış olabiliriz. Bazen değil mi? Başkalarının hayalleriyle de mutlu olunmaz.
Başkalarının başarı tarifini yerine getirerek de başarsan bile mutluğu yakalayamazsın. Var geçişler edince o ilk sınava, konservatuvar sınavına girmeme olayı mı başka bir vesileyle anlatıyorum. Evet. Bilmeyenler için tekrarlayayım.
Tiyatroyu çok seviyordum. Lisesona kadar tiyatrocu, oyuncu olmak istiyordum. Konservatuvara girmek istiyordum. Hazırlanırken bir arkadaşım dedi ki boşuna sen konservatuvarla hazırlanma. Seni almazlar konservatuvara dedi. Niye dedim yeteneksiz miyim? Hayır ama Peltek’sin. Peltekleri konservatuvara almıyorlar çünkü Peltek’ten oyuncu olmaz dediler.
Ben birden bire her şeyden vazgeçtim gibi. En azından konservatuvar sınavına girmekten vazgeçtim. Sonra peş peşe bir takım şeyler oldu. 30 yıl sonra ben bu ülkede birazcık da festivaller dolayısıyla dünyada oyuncu olarak tanındım. Şimdi bunu bu vesileyle anlatıyorum gençlere özellikle.
Ne olur bir takım ön yargılarla hayallerinizden vazgeçmeyin. Hiç değilse denemeden vazgeçmeyin. Hele hele diyorum başkasının sözüyle vazgeçmeyin. Yine şey diyorsunuz hocam bir yerde sevdiğinin kapısında beklemek istiyorsunuz burası için. Tabii tabii. Şimdi şey diyordum biraz uzun yapmamak için. Şimdi tiyatroyu çok seviyordum. İşte sevdiğine kavuşamayınca ondan uzak durmamak için yanında yöresinde dolaşırsın.
Bazen kardeşiyle arkadaş olmaya çalışırsın. Bazen onun evinin yakınında bir işe mişe girersin hani yeter ki bir camdan gel. Bizim de ya iletişim alanını seçmemizi yani tiyatro aşkımızdan yüz bulamadık. Ona yakın civarında bulunalım diye iletişimi seçtim. Orada da yine ön yargılarım vardı.
Lise sonda yine bir şiir gözünden bir gözaltı olayı mı oldu? Sonuçta sigilimiz bozuldu. O zaman da tek televizyon var devlet televizyonu TRT. Ve ben diyordum ki beni TRT’ye almadılar ve özel televizyonlar 5 yıl sonra gündeme gelecek olmasına rağmen o zaman bilemiyorsun. 5 yıl sonrayı bile öngöreniyorsun. Ve bir umutsuzluğa kapılıyorsun sigilimiz bozuk. Tek televizyon TRT devlet televizyonu bize almazlar filan derken
hayda bir iki yıl sonra ben sözleşmeniz olursa TRT’de çalışmaya başladım. Mesela o ön yargılarla da umutsuzluğa kapılmamak lazım. Yine birkaç yıl sonra da hatta bir yıl sonra da ben TRT’de çalışmaya başladıktan sonra yine hiç aklımıza hayalimize gelmeyecek bir şey oldu. Özel televizyonlar diye bir şey açıldı. Putlak gibi hepimize iş alanı doğdu. Ve o yüzden bazen gençler çok karamsar, umutsuz oluyor diyorum ki abi bu yani nasıl kendine bu kadar güveniyorsun bu negatif konuda yani 3 yıl sonrası karanlık, 5 yıl sonrası karanlık. Sen bugünün aklıyla düşünüyorsun. Ve bir akıl silsilesiyle 3 yıl sonrayı öngörmeye çalışmıyorsun. Bir takım ön yargılarla, şartlanmalarla, klişe düşünce kalıplarıyla 5 yıl sonraya bakıp abi işte umutsuz, karamsar falan yok öyle bir şey. Geçmişimize baktığımızda hayat gerçekten sürprizlerle dolu. Önemli olan o sürprizlere hazır olmak. Yani şans kapımızı çalacak diyorum ama şans kapıyı çaldın da sen o şansa hazır mısın? Hazır olacak mısın?
O hazırlık aşamasında bir bekleyiş var, sabır var. Sizin hayatınızda da o var. Yani sevdiğimi kapısında beklediğim kısmı orası sabır ve gayret kısmı. Aslında belki biraz burayı güçlendirmek lazım. Ama bir de hayatınızda kırılma anları var. Bu bölümde de biraz hayatınızdaki kırılma anlarını konuşalım istiyorum. Kalpten kırılma anları. Belki oraya da gireriz siz bilirsiniz, oraya girmek isterseniz. Hayatımızda birçok insan gelip geçiyor yanımızda. Ve bize bir sürü tesir oluyor, etkisi oluyor, izi oluyor. Sizin hayatınızda, bugün bu insan olmanızda etkisi olan bir insan. Bir insan değil de birkaç insan sayalım isterseniz. Herkes herkesten bir şey öğrenir. Yeri gelir bir çocuktan, çocuk derdi 7 yaşındaki bir çocuktan da bir şey öğrenir. Çocuk da yeri gelir hocamız olur.
Dolayısıyla ben hayatın her alanında mutlaka bir çocuktan bile bir şeyler öğrenmişimdir. Bana bir katkısı olmuştur. O yüzden hani bütün bana katkısı olanları sayamayız. Ama en azından bu alanlarda ilk lisede Yaşar Hoca diye bir hocamız vardı, rahmetli oldu. Tiyatro konusunda ilk sevgiyi aşılayan, bilgiyi aşılayan o. Sonra Karşı Arslanlı İşleyici Tiyatro’sunda İsmail Işılsoy hocamız.
Sonra Levent Kırca hocamız. Beni yani hayatın ilk basamaklarında bu alanda çok çok katkıları olmuştur. Rasim Öztekin, Oya Başar ve dediğim gibi çok kişi var. Hiç değilse 5-6 kişiyi saymış olayım. Verdiğiniz mesajlarda, çektiğiniz filmlerde, oyunculuğunuzda, senaryosunu yürütüyorsunuz
ve bize yansıyan halde bir karşıyım modu var, itirazım var. Ama herkesin içinden hayır dediği ama dışından evet deyip aşamadığı o şeylere hayır diyebilmenin bedeli var. Ve hayır diyebilmek herkes için çok da kolay değil. Ben sizin şu anda hayır dediklerinizden ziyade ilk hayır dediğiniz, ilk itirazım var dediğiniz
çocukluk dönemlerindeki itirazınızı ve ödediğiniz bedel varsa şayet onu öğrenmek istiyor. Bedeller de çok eğitici, öğretici insanın karakterlerini oluşturucu şeyler. Biz bana ah bedel ödedik falan böyle anlatılacak kadar bir büyük bedel ödediğimi de düşünmüyorum. Ama o konularda bazen bakış açın değişik oluyor.
Diyelim ki yönetmenlik yaptığım dönemde ekip arkadaşlarınızla ekip şefremiz var mı? Problemleri sevin. Mesela diyelim ki bir tanesi geliyor yine o problem çıktı bu problem çıktı şikayet ediyor filan bunu faraza söylüyor. Diyelim ki ya bak problemden şikayet etme, problemi sev. Niye?
O problem senin varlık sebebin. Bir problem çıkacak ve sen onu çözeceksin diye böyle bir insana ihtiyacımız var diye sen bugün burada o koltuktasın. Yoksa problem çıkmayacak olsa, problemsiz işler yürüyecek olsa bazı insanlara ve mesela sana ihtiyacımız kalmazdı. Kendi bazı alanlarda varlık sebebimde var. O yüzden ben yani kolay kolay ağlamam, şikayet etmem, eleştiririm ama ağlamam ve şikayet etmem aynı şey değil.
Ve bu problem çıktığında da yeri gelir hani sevinmemiz lazım varlık sebebimiz. Onu aşacağız, çözeceğiz, edeceğiz. Birine bir faydamız dokunacak kendimize bir faydamız dokunacak. Öyle olunca o bedeli de hani bedelleriz dedi ki tabi her şeyin bir bedeli var. Onun tarifi zaman zaman değişiyor da değerlendirmesi. Bugün negatif olan yarım pozitif oluyor, bugün pozitif olan yarım oluyor.
Hiç şey yapmam ama karşı çıkma konusunu en iyi şöyle hızla özetleyeyim. Mesela çocuk bundan itibaren sorguluyordum. Saati niye sol kola takıyordu? Uzatmayayım. Niye takıyordu? Bir sebebi varmış zamanında. O sebep geçerliliğini yitirmiş. Yani kurmak zorundaydık, kurma kolu sağda diye sol kola takıyordu. 40 yıldır otomatik saatler kurma gerekli değil bu yüzden.
Efendim kadınların düğmesinin sol tarafta olmasının sebebi işte bir takım konteslerin, lady’lerin, düşeslerin bol düğmeli elbiseleri orta çağdan itibaren ve karşıdaki hizmetçisi kolaylıklesin diye. Şimdi aradan geçmiş 300-400 sene. Aramızda lady yok, kontes yok, düşes yok. Niye hala burada? Çocuk bundan itibaren takılmıyor. Çünkü bu tür alışkanlıklar, bu tür düşünce kalıpları kolay kolay kırılmıyor. Karşıyımda da yani hayata bakarken sorgulayıp, çünkü bak bu saat örneğinde de, zihnimizde gereksiz yükler var. Takmışız bak sebebini bilmiyoruz. Böyle bir dünyaya doğduk, sol koluna takıyor ya. Ayrıca sağ koluna taktığında bir rahatsızlık hissediyorsun.
Bunun bütün bu şeye rağmen çünkü yani böyle bir dünyaya doğmuşsun, birilerinin telkin yoluyla sol kola takılır, sol kola, sol kola. Sen bunun saçma olduğunu düşünüp sağ koluna taksan bile bir tedirginlik hissediyorsun. Hayatın alanında bu kadar, zihnimizde yüklediğimiz, ruhumuzda yüklediğimiz o kadar çok yük var ki, benim karşıyım çıkışı aslında yani bir karşıya açıdan bakmak. Güzel bir atasözü. Diyor ki karanlığa küfretme bir mum yak.
Evet abi yani karanlığa küfretmeyelim. Yani eleştiri getirebiliriz ama eleştiri de tek başına bir anlam ifade etmiyor. Bir mum yakmanın, bir mum yaktırmanın yollarını bulmamız lazım. O zamanın baskısının ve saatin tiktaklarının ne hissettirdiğini, ne düşündürdüğünü değil de ne hissettirdiğini. O zaman eskiden bir de hakikaten sesliydi ya tiktak, tiktak, tiktak. Zaman geçiyor, zaman geçiyor, zaman geçiyor, zaman geçiyor. Lan geçiyorsa geçiyor.
Şey gibi ben Tepen’de bir arkadaşım, hadi hadi hadi hadi. Lan dur ne hadisesi ya. Saat de öyle yani. Tiktak, tiktak, tiktak, tiktak. Kaldırıp atıyorsun yani. Tamam zaman geçiyor, bunun da farkında olmamız lazım ama bunu sürekli birinin ya da bir nesninin hatırlatması da biraz sinir bozucu. Aslında baktığınızda az önce söylediğiniz vazgeçişler, birer kırılma noktalara.
Hayatınızda hayal kırıklığı olarak ya da ya işte bu an dediğiniz böyle bir kırılma noktanız var mı? Hayal kırıklığı şöyle yine yaşamak güzel filmiyle ilgili. Bir işte kanala ön satış yaptık ama o zamana kadar olan birikimini de koydum. Kendi kafamda da şeydi o iş yapacak ve ben onunla oradan kazandığımla senede üç film yapacağım.
Ama bazı arkadaşları da daha peşin peşin size de bütçe vereceğim filminizi çekin filan diye böyle bol keseden ne kadar inanımsa. Bir de şeyi dağıttık hani. Bahatlerde bulunduk. Sonra çok kötü çakıldı film maddi anlamda. O mesela çok büyük hayal kırıklığı oldu bende ve çok zor toparladım. Manevi olarak da büyük hayaller kurdum ve şimdi mi hayredediyorsun? Neyine güvendin de o kadar hayaller kurdun diye. Ama o süreçte de şöyle becide gibi bir laf duydum Ferdi Eylmez’den. Ertan Eylmez’in oğlu yapımcılar devam ediyor. Arkadaşımızla işte Nizam Eren sayesinde tanışmıştık. İşte film nasıl oldu filan dedi. Yaşamak güzel şey. Film battı abi dedim.
Oğlum dedi film batmaz yapımcı batar dedi. Senin orada aslan gibi bir filmin var ve duruyor dedi. Sen battınsa yarın toparlarsın o film kalacak dedi. Hakikaten de bunları da yine şikayet etmek için pişmanlık dile getirmek için anlatmıyorum. Soruldu diye. Çok çok umutluyum. İyi ki çekmişim o filmi. Bugün olsa yine yapardım yine bütün birikimi koyardım. Orada aslan gibi bir filmimiz var.
Battık ise çıkarız düştük ise kalkarız. Bu işler böyledir. Ama hayaller kurmuştum. Ve başkaların içinde hayaller kurmuştum. O hayal kırıklığı büyük oldu. Şimdi burada anda kalma konusunda kendinizle aranız nasıl? Aynalarla aranız nasıl Müftü Bey? Ben şimdi çok da belli oluyor saçımdan. Başımdan çok aynlara bakmam. Ama belki siz daha iyi değerlendiniz. Bunun bir psikolojik sebebi var mıdır? Bir psikolojik derinliği var mıdır bilmiyorum bakmam. O da belki bir tepki. İnsanların saçına başına o kadar özen göstermesi de bana çok doğal gelmiyor. Ama geçenlerde mesela böyle baktım kendime böyle şey yapar gibi hani konuşmadan böyle dertleşir gibi bir baktım. Ama o saçıma başıma değil öyle kendimle böyle göz göze biraz bakıştık. Nasıl gidiyor falan filan gibi. Onu galiba ergenlikte falan da yapardık. Hepiydir yapmıyormuşumdur herhalde. Öyle aynalarla aram işte yıllar sonra geçen görüştük kendisiyle. Kendinizle karşılaşırken çektiğiniz filmler var. Benim en sevdiğim tabii ki Madara Friyazofu birinci sırada. Ama yaşamak güzel şeydi çok sevdim. Babamın ceketini de çok sevdim. Bu filmlerde hayal değil hayat ürünü diyorsunuz. Neden hayal değildi hayat? Çünkü şuna inanıyorum. Bütün dedim ya benim filmlerde mutlaka benim yaşamımdan izler var. Ama nasıl izler? Kendimizi ölümsüzleştirmede değil. Benim dert edindiğim şeyleri oraya yansıtmaya çalışıyorum. Yani işte yaşamak güzel şeyde yine okulla ilgili şeyler. Benimkini kızımın özellikle Teok döneminde işte o sanavlara hazırlanması, sınavlar için hayatın birtakım güzelliklerinden vazgeçmesini gördüm. Ve başta tabii kızıma ve bütün onun yaşattığı çocuklara çok üzüldüm. Bunu bir şekilde benim dile getirmem lazım. İşte diyelim babamızla meselemiz sadece benim meselem değil ki. Ben bunu biliyorum. Ülkemizde özellikle bizim kuşağın hemen hemen hepsinin problemi. Bunu dile getirmem lazım diye. Yani şunu kendi ve insanlık adına bir anlam yaratacak, bir değer yaratacak bir şeyler arayamamız lazım. Hem enerji hem parayı. Öyle olunca ben kendi hayatıma bakıyorum. Kendi hayatımdan, çevremdekilerin hayatından dersler çıkartıyorum. Ve bunları bir şekilde dile getirmeye çalışıyorum. O yüzden hayal değil hayat ürünü diyoruz. Siz en sık duygularınızı, hangi duyguları yaşıyorsunuz veya duygularınızı yaşarken rahat olabiliyor musunuz? Ben belki bir süredir, hangi süredir onu bilmiyorum da ben sevdiğimi çok rahat söylerim. Artık uzunca bir süredir. Bıktırana kadar söylüyorum. Ve sadece işte diyelim kızıma da değil, gerçekten bıktırana kadar söylerim. Bıkar da yani yeter tamam seviyorsun falan. Ama herhangi işte bir arkadaşıma da, ya da bir şeyde çekinmiyorum erkek arkadaşım da olabilir. Aman yanlış anlattım. Seviyorsam, takdir ediyorsam mümkün olduğunca bu duygularımı dile getirmeye çalışıyorum. Özellikle yani benim dışımdaki insanlara karşı olan pozitif duygularımı.
Başarılıysa başarılısın diyorum, iyiyse iyisin diyorum, yeteneklisi yeteneklisin. Seviyorsam seni seviyorum diyorum. Ben çok uzunca bir zamandır bunu dile getirip hiçbir zararını görmedim. Çok da faydasını görüyorum her anlamda. Hem karşıdakiler mutlu oluyor, bir takdir hisini yaşıyor. Hem benim duygum içinde kalmamış oluyor. Onları mutlu görünce ben mutlu oluyorum. Hiçbir zararını görmedim.
Bölümde de doğru veya yanlış cevap yok. İnsanın kendine dair hissettiği cevap var aslında. Bu biraz serbest çağrışım bölümümüzdeki. Ben size bazı kelimeler söyleyeceğim. Siz de bu kelimelerin, siz de anımsattıklarını veya hissettirdiklerini. Mutluluk. Mutluluk kendi tarifindir. Evlat. Evlat ya candır, hayatın anlamıdır, ya erkek anlamda. Öteki?
Öteki anlaşılmaya muhtaç. Eş. Eş can yoldaşı, hayat arkadaşı. Hayat. Hayat biz planlar yaparken başımıza gelenler. Dostluk. Dostluk az ama öz olmalı. Korku. Korku faydalı bir şeydir aslında. İyi ki? İyi ki yaşıyoruz her şeye rağmen. Kardeş.
Kardeş candır yani. Aşk. Aşk bir hastalıktır. Çocukluğunuzdaki koku. Çocukluğumdaki koku, annenin, elmanın, domatesin her şeyi kokusuyla bir duygusal bağ kurabilirdik. Bir film vardı. Bir film vardı. Füze. Füze filmi. Bir şarkı vardı. Bir şarkı, bu sabah dinledim o geldi. Sen gamla hazan. Söylemek ister misin? Çegan gamla hazan, sen sevaharsın. Dinle de vazgeç. Sen kendine kendin gibi taze bir bahar seç. Son bir soruyla vedalaşacağız. Ölüm de hayat kadar gerçek. Ve biz bugün hayatı konuşuyoruz. Ölümü meclislerimize de çok almıyoruz. Ama gerçek olduğunu biliyoruz.
Ve öldükten sonra da arkamızda bazı izler bırakıyoruz. Allah uzun ömürler versin size. Ama bir gün bu dünyadan gittiğinizde sizi nasıl hatırlasınlar istersiniz? Aa. Ya şöyle, ortada filmlerimiz var ve bir evladımız var. Aslında ölümün varlığı hayatımızda anlam ve değer katan bir şey. Yani eğer ölüm olmasaydı, hayat o kadar anlamlı ve değerli gelmezdi. Bir kere ölümle de barışmak lazım. Bunu kabullenmek lazım. Ve ben konuşmaktan çok rahatsız olmuyorum. Ama burada hadi açıldı söyleyelim, vasiyet gibi şeye geçsin. Ben hiçbir şekilde tören yapasım istemiyorum. Gerçekten. Yani genadet töreninin dışında. Ve onu da çok üç beş kişi halletsin bu işi. Filmlerimiz var hatırlanacağımız, hatırlandığı yere kadar. Evladımız var. İşte biyolojik nefsemizin devamı. Filmlerde fikirsel olarak gittiği yere kadar fikirlerimizin devamı olacak.
Hayatımızda gerçekten bir gerçekle hayatımıza anlam ve değer katan şey ölümün gerçeği. Onunla da barışmamız lazım. Canı gönülden kabullenmemiz lazım. En uzun yolculuk insanın kendi hikayesini ve kendi içine doğru yaptığı yolculuk. Ve hepimiz bir diğerinin hikayesinde kendi yolculuğumuza dair de dersler çıkarıyoruz.
Bugün Müfit Bey’in bildiğimiz yüzünün dışındaki yolculuğuna, kendi arka sokaklarına beraber yolculuk yaptık. Ve hepimiz yine kendimize dair çok dersler çıkardık. Bu keyifli sohbet için kendisine çok teşekkür ediyoruz. Ve diğer hikayelerimizi heyecanla hepimiz yine kendi yolculuğumuzu tamamlamak ve tam anlamak niyetiyle bekliyoruz.
Takipte kalınız.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir