"Enter"a basıp içeriğe geçin

Mevzular 47 – Çuval Hadisesi ve İdlib, Lozan ve Musul, Sistem, Sedat Peker

Mevzular 47 – Çuval Hadisesi ve İdlib, Lozan ve Musul, Sistem, Sedat Peker

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=iMJpUGFUeUw.

Babacım hoş geldin. Hoş bulduk evladım. Ben de hoş geldim bu masaya. İzleyicilerden gelen soruları benim sormam uygun görüldü. Mevzular programını her şekilde yapmaya karar verdiğimizi insanlara da göstermiş olacağız. O zaman ilk sorumuzla başlıyorum. Tabii ki gündemde Sedat Peker var. Son 3 aydır onun videoları vardı. Ama artık videoları yok. Normal Twitter üzerinden açıklamalar yapıyor. Ve herkesin de aslında gündeminde bu var. Bunun hakkını ne düşünüyorsunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
Öncelikle ülkem adına, milletim adına çok üzülüyorum. Neden üzülüyorum? Yaklaşık 2,5-3 aydır bu videolar üzerinden yapılan değerlendirmeler, çeşitli iddialar Türkiye’nin gündemini meşgul ediyor. Bütün bu iddialar birçok televizyon programında ama muhalif ama iktidar kanallarında, gazetelerinde, internet üzerindeki yazı sitelerinde, web sitelerinde tartışılıyor, konuşuluyor. Bu arada yurt dışından Fethullahçılar tabii ki hemen devreye girip onların kendi YouTube kanallarında bununla ilgili yine karıştırıcı yorumlar yapıyorlar.
Onun dışında bilen de konuşuyor, bilmeyen de konuşuyor. Şimdi bazı arkadaşlarla görüştüm de bana şunu söylediler. Dediler ki, vallaha bizimle ilgili bir şey değil yani biz yapmadık onlar kendileri yapmışlar. İki taraf şunu yapsın bunu yapsın. Ben onlara şu hikayeyi anlattım. Oğlum eskiden idam mangaları vardı. Yani eskiden idama mahkum edilenler özellikle Divan Harp tarafından, idama mahkum edilenler kurşuna dizilerek idam edilirlerdi. Fakat bu kurşuna dizmek için gönüllü asker bulunamazdı. Onun için 7 tane asker seçerlilerdi.
Hristiyan devletlerinde de böyle, Müslüman devletlerinde de böyle ve tarihin bütün geçmişinde de böyle. Yani idama mahkum olan birisini öldürmeyi hiç kimse vicdanen de istemiyor. Ne olursa olsun istemiyor. Savaşırken diyor evet ölmek öldürmek olabilir ama idam mangasında bulunmak eskiden de olsa, şimdi de olsa çok kötü bir şey. Onun için büyükler şöyle bir şey düşünmüşler. Demişler ki 7 kişi seçeceğiz silahlarınızı verin demişler, silahlarını almışlar. Bunların 6 tanesinin silahını gerçek mermiyle doldurmuşlar. 1 tanesini de kuru sıkı ile doldurmuşlar. Tabii kuru sıkı da aynı sesi çıkarıyor, gerçek mermi de aynı sesi çıkarıyor.
Daha doğrusu manevra fişeği de aynı sesi çıkarıyor, gerçek fişek de aynı sesi çıkarıyor. Ama hiç kimse kendisinde hangi merminin bulunduğunu bilmiyor. İdam gerçekleştiriliyor, o 7 kişiye soruyorlar idamdan sonra. Ne hissettiniz? Vallahi kuru sıkı büyük ihtimalle bendeydi diyor. Onun için ben vicdanen rahatım diyor, ben bir şey yapmadım diyor. Ben öldürdüm, yiyemem çünkü ben vicdanen rahatım. Benimkisi %100 manevra fişeydi işte ya da kuru sıkıydı. Ben de şimdi millete diyorum ki öyle kaçmak yok, kenara çekilmek yok. Türkiye bu kadar kirlendiyse bunda hepimizin suçu var oğlum. Türkiye bu kadar kirli ilişkiler ağına sahipse bunda hepimizin günahı var. Bunu yapan kadar, bunu görüp de sessiz kalan, bunu bilip de bununla ilgili işlem yapmayan herkes bu konuda suçludur. Ben onun için özellikle şimdi Z kuşağı diyorsunuz siz, bir de Y kuşağı var değil mi? Z kuşağının bir üstü falan. O uşakları çok fazla suçlamadan Türkiye’nin bütününde bizim bu konuda hatalarımızın olduğunu düşünüyorum. Gelelim diğer konuya. Sedat Peker yurt dışına çıktıktan sonra videolarda açık açık birçok iddialarda bulundu.
Şimdi bu iddiaların kafayı karıştırmaması için, bu iddialarla ilgili Türkiye’nin de bir kutuplaşma olmaması için ne gerekiyor? Yargı mekanizmasının devreye girmesi gerekiyor. Yani yargı bu iddialarla ilgili araştırma yapacak, neticede kararını verecek. Eğer yargı bu işe el atmazsa herkes her gün televizyon kanallarında, açık oturumlarda, kahvelerde, her yerde bu konuyu konuşacak ve toplum iyice ikiye ayrılacak, kutuplaşacak. Oğlum Ergenekon davasında benimle ilgili bir PKK terör başlarından bir tanesini Şemdin Sakık’ı tanık gösterdiler, gizli tanık.
Benimle ilgili ifadeler verdi. Abdullah Hocalan yazılar yazdı gönderdi. Teröristlerin ifadesine bile itibar ettiler. Yani onların ifadesini bile araştırma gereği duydular. Yargı gereği dedik biz. Fethullahçı, hakimler, savcılar bunu yaptı ama şimdi Sedat Peker yurt dışına gitmiş. Suçludur, suçsuzdur, bilmem nedir bunları tartışmanın bir anlamı yok. Oradan birtakım iddialar da bulunuyor. Bu iddiaların doğru olup olmadığının ispatı tamamen yargı mekanizmasına bağlanır. Belki de şu anda araştırıyorlardır. Yani ben bu konuyu bilmiyorum ama en azından böyle bir soruşturma açıldı. Şöyle oldu, böyle oldu diye bir şey yok. Muhatapları cevap veriyor. Kimisi cevap vermiyor. Kimisi iş yapmış olduğu televizyondan kovuluyor. Öbürü başka yere geçiyor falan ama Türkiye’de bir bilgi kirliliği var. Ben gerçekten Türk milleti adına utanıyorum. Böyle olmaması lazım. Yargı derhal müdahale edecek. Ne gerekiyorsa araştırmasını yapacak ve araştırmasının sonucunu da kamuoyuna açıklayacak tabii. Yargı kararları. Kamuoyun açıktır biliyorsun. Olmuştur ya da olmamıştır diyecek. Bu açıklandıktan sonra milletin, kamuoyunun kafasında birtakım şeyler oluşacak. Şimdi hiç kimse alıp da internetten ya da başka bir yerden vakti yok ki nasıl neyi incelesin. Bir sayfa yazıyı bile insanımızın okuyacak vakti yok, zamanı yok. Ekonomik sıkıntılarla uğraşıyor, pandemiyle uğraşıyor, aklına gelebilecek her şeyle uğraşıyor. Onun için ben bu mevzuda şu haklıdır, yok bu yanlıştır falan demeyeceğim. Ama Sedat Peker’in yurt dışından yapmış olduğu bu açıklamalar, açıklamanın da dışında iddialar, bu iddiaların hepsi yargının konusudur. Yargı bunları oturacak, inceleyecek, yok safsatadır diyecek, doğru değildir diyecek ya da diyecek evet doğrudur, sorumlular gelin mahkeme sürecini başlatıyorum diyecek. Bunun dışında milletin kafasının rahatlaması ve bizim vicdanen huzur içinde olmamız mümkün değildir. Bu sorunun cevabı da budur. 4 Temmuz’da geçtiğimiz 4 Temmuz, Çuval adisesinin yıl dönümüydü. Fakat yıl dönümü olduğundan dolayı sosyal medyada sürekli herkes yorumlar yazdı falan. Ama bir kısım da dediler ki ABD’yi siz bu kadar eleştiriyorsunuz ama Rusya’nın İddip’te Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yaptıklarına hiç söz etmiyorsunuz diyorlar. Şimdi soru da bu. Hem çuval meselesi hem de İddip meselesi nedir? Daha önceki programlarda ya da başka gazetelere, televizyonlarda yapılan röportajlarda anlatmıştım. Tekrar anlatayım, şöyle anlatayım. 4 Temmuz 2003 tarihinde Amerikalı Johnniler, kızgınlığımdan başka bir şey söyleyemiyorum ancak bu kadarı beni tatmin ediyor. Amerikalı Johnniler bizim özel kuvvetler mensubu 11 kahraman askerimizin başına çuval geçirdiler ve onları tutukladılar. Tabii bu olmadan öncesine biraz bakmak lazım. Yani 4 Temmuz günü birdenbire Amerikalı askerler oraya geldiler. Yanlarında peşmerge bozuntularıyla birlikte bizim askerlerimizi derdest ettiler değil. Olayın özü o değil. Şimdi bir kere daha önce Rahmetlik Bülent Ecevit Hükümeti zamanında Amerikalı 600 askerin bizim bölgemizden geçerek görev yapmalarına izin verildi. Bu izinin verilmesinin sebebini de çok iyi biliyorum o dönemde. Bizim hükümet Rahmetlik Bülent Ecevit Devlet Bahçeli ve Rahmetlik Mesut Yılmaz vardı. Şöyle düşünüldü. Amerikalı askerler gelecekler bu 600 kişi. Bu 600 kişi ile de Neil’e timleri deniyor.
CIA mensupları ve Amerikan özel kuvvetlerinden müteşekkil insanlar. Bunlar bize birtakım istihbaratlar verecekler. Kimle ilgili? PKK terör örgütüyle ilgili verecekler. Bu amaçta bizim hükümetimiz 600 askerin geçişine izin verdi. Kullanmalarına izin verdi daha doğrusu öyle söyleyeyim. Fakat daha sonra 1 Mart’ta bir tezkere geçti. Diyorsun ağabeyinin konuğu olmuştu eski başbakanlardan Sayın Binali Yıldırım ve burada ağabeyin bu soruyu da kendisine sormuştu. Şimdi 1 Mart 2003’deki tezkerenin amacı şuydu.
Amerikan askerleri bizim topraklarımızı kullanarak, bizim topraklarımızdaki havaalanlarında kullanarak Irak’a yapacakları saldırıyı gerçekleştireceklerdi. Biz buna izin verecektik. Tabii o zaman ki iktidar, şimdiki iktidar, o zamanki mensupları da bu tezkerenin geçmesi için epey bir mücadele verdiler. Fakat Türkiye Büyük Millet Meclisi o 1 Mart tarihi bir gündür kırılma noktasıdır. Bu tezkereyi reddetti oğlum. Reddedince artık daha bunun bir üstü yok. Amerika şoka uğradı. Yani Amerika o kadar emindi ki Türkiye benim müttefikim, bugüne kadar Türkiye’yi hem NATO vasıtasıyla hem kendim bizzat sömürüyorum. Her şekilde kandırıyorum. Bütün darbelerin arkasında ben varım. Her şeyi ben yaptım yaptım. Türkiye hala bana kulluk, kölelik ediyor diye çok emindi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden, Gazi Meclisi’den 1 Mart tezkeresinde kendisine onay çıkacağını düşünüyordu. Ama öyle olmadı. Orada namuslu milletvekillerinin de işin içine girerek reddetmeleriyle Amerika şoka uğradı. Ama şimdi tabii Amerika denilen emperyalist ülke böyle bir durumda seni cezasız bırakır mı? Bırakmamak için elinden geleni yapar. Ne oldu? Irak’ın kuzeyinde, şimdi oraya bazıları Kuzey Irak diyorlar. Orası Kuzey Irak değil, Irak’ın Kuzey. Kuzey Irak derseniz Irak’ın parçalanmasını keyilen kabul etmiş olursunuz. Aynı Suriye’nin kuzey demeyip de Kuzey Suriye dedindiği gibi bugün bazılarımı. Ne oldu? Biz orada Milli İstihbarat Teşkilatı mensupları ve ağırlıklı olarak özel kuvvetler mensuplarımızla birtakım irtibat noktaları ve merkezler oluşturmuştuk.
Bu uluslararası yasalara uygun şekilde oluşturulmuştu. Orada çünkü bir PKK faaliyeti var, kandil bölgesi var, zincir var, o var, bu var. Bütün gerekçelerimizi de sunarak biz orada vardık. Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatımızın değerli mensupları oralarda girdi. Şimdi Amerika da orada, Esmergeler de orada, Mesut Barzani, Celal Talebani de orada. Bunlar da olunca bizim insanlarımıza, orada görev yapanlara zorluk çıkartmaya başladılar önce. Nasıl oldu? Yol kontrolleri yapmaya başladılar.
Yol kontrollerinde bizim kimden olduklarını, bildikleri insanları durdurup kimlik falan sormaya başladılar, taciz ettiler. Tabii bizim arkadaşlarımızın hepsi bu konuları günü gününe Genel Kurmay Başkanlığı’na Ankara’ya kendi özel kripto laf atlarından rapor etti. Neticede itibarıyla ilk hadise Nisan ayında yaşandı. Nisan ayında 4 tane Kızılay tırı, tırların içinde yardım malzemeleri var ve bu tırların orada güvenli hareket etmesi için de bizim oradaki timlerimiz bunlara refakat ediyorlar.
Yani özel kuvvetler mensubu arkadaşlarımız bu tırların içinde biniyorlar, sivil elbiseyle, silahları bilmem nederle beraber tabii biliyorlar bunları. Durdurdular ve Amerikan Hava İndirme Tugayı askerleri, bizim görevli askerlerimizi Kızılay tırlarına refakat eden askerlerimizi gözaltına aldılar. Aldıkları anda da hemen götürdüler Kerkük havaalanına. Bak burası çok önemli. Tabii bu haber duyulunca bizim bir yarbay komutasında başka arkadaşlarımız Kerkük havaalanına gittiler. Ne oluyor? Ne bitiyor? Ne oldu arkadaşlarımıza? Demeye onlar da gözaltına aldılar.
Bundan henepse Ankara’ya rapor edilince Genelkurmay karargahı devreye girdi ve 24 saat sonra bu arkadaşlarımız serbest bırakıldı. Ama Türkiye kamuoyu bunu duymadı. Yani duysa bir infial olacak netice itibaren. Bu şekilde bir askeri diplomasıyla bu iş örtbas edildi. Fakat gerginlik sürdü ama bizim aklımıza Amerikan askerlerinin yanlarına peşmergeleri alarak bizim oradaki herhangi bir merkezimize, timin konuştuğu olduğu yere gelip ablukaya alıp o insanları gözaltına alabileceği gelmedi.
Gelse açıkça bunun istihbari bilgileri gelirdi ve buna göre de bir takım hareket tarzları oluşturuldu. Ama gerginlik olduğu Ankara tarafından çok iyi biliniyordu oğlum. Ne yapması gerekiyordu Ankara’nın Genelkurmay’ın? Kesinlikle buna şöyle olursa böyle yapın, böyle olursa böyle yapın diye angajman kuralları. Angajman kuralları nedir? İşte o havacılıkta da var ya uçaklar buraya doğru geliyor. İkaz edilir, birinci ikaz, ikinci ikaz olmadı. Uçağı vursun Rus uçağının da olduğu gibi. Böyle bir angajman kuralı da tam olarak bildirilmedi. Ben rahmetlik Kâşık Kozinoğlu’yla, ki benim tanıdığım en büyük kahramanlardan birisidir, aynı koğuşta 8 ay kaldım biliyorsun. Bu konuyu da bana kendisi anlatmıştı ve şunu söylemişti, Amerikalıların bu yaptığı hareketleri sürekli Ankara’ya Genelkurmay’a bildirmemize rağmen yetkililere, devlet yetkililerine doğru dürüst emir veya cevap gelmiyordu. Bu konuda sıkıntılıydık. Atilla demişti bana. Allah rahmet eylesin rahmetle anıyorum kendisini. Onun dışında benim kendi devre arkadaşlarımdan, isimlerini şu anda burada vermek istemiyorum, bu devre arkadaşlarımdan da orada görev yapan aslan gibi kardeşlerimiz vardı, özel kuvvetlerdi karargahlarında. Bunlar da aynısını söylediler. Ankara’dan tatmin edici bir emir cevap alamadık dediler. Peki Amerikalılar ne yaptılar? 4 Temmuz biliyorsun Amerika’nın da aynı zamanda Kurtuluş Yıl Dönemi. Johnny’lar 50 araç ile bak. Oğlum bu çok önemli. Yani bir şov yapıyorlar, bir gösteri yapıyorlar. 50 araçlık bir konvoyla, ağır silahlarla, roketlerle, makinal tüfeklerle, her şeyle, bizim timlerimizin ana merkezinde değil de Süleymaniye kentinde bir irtibat timmimiz var. 11 kişi falan. Süleymaniye, bir binbaşı, diğerleri işte subayasubay arkadaşlarımızdan oluşan özel kuvvetler mensubu. Arkadaşlarımızın olduğu binayı sarı verdiler, albukayı aldılar. Hemen arkadaşlarımız Ankara’ya bildirmek gereği duydular ama ne kullandılar? Sinyal karıştırıcı kullandılar. CEMR kullandılar. Bunu da Rahmetlik Kâşfi ağabey söylemişti. Çünkü ona da söyleyen bir CIA mensubu, daha sonra Afganistan’da görevlendirilmiş bir CIA mensubu, Kâşfi ağabey, efendim işte böyle böyle biz orada bunu kullanmıştık diyor. Peki bundan Ankara’nın nasıl haberi oldu? Bak çok enteresandır. O sırada çarşıda bulunan, yine aynı timde görevli bir assubay arkadaşımız, timi arıyor, cevap alamıyor. Telefonda bir gariplik var. Telefon sinyali gitmiyor falan. Kuyulanıyor ve anlıyor konuyu. Biraz tabii geç oluyor. Ondan sonra Ankara’ya bildiriyor. Şimdi bazıları şunu söylüyorlar, art niyetle söylüyorlar. Efendim Ankara’ya soruldu, Amerikan askerlerine asla ateş etmeyeceksiniz diye emir verildi. Bu külliyen yalandır. Böyle bir şey yok. Ama genel kurmayın hatasını söylüyorum. Genel kurmay karargahı o zamana kadar kendisine bildirilmiş olan duyumlardan bir angajman kuralı oluşturup, şöyle olursa böyle yapacaksınız demeliydi. Amerikalıların böyle bir şerefsizlik yapabileceğini öngörmeliydi. Öngöremedik. Bunu söylemek lazım ama Amerikalılar geldi, ateş edelim mi komutanım sorduk, yok etmeyin dedi. Bu külliyen yalandır. Peki ondan sonra ne oldu? Bu arkadaşlarımızı aldılar, Bağdat havalarına götürdüler. Herkese teşhir ettiler. Kafalarına çuval geçirdiler. Ve Türk milletinin vicdanında çok büyük bir yara oluşturdular. Biz ne bekledik? Biz dedik ki Türkiye Cumhuriyeti devleti bağımsız bir devlettir. 5000 yıllık bilinen bir tarihi vardır, daha da fazladır. Mutlaka hangi devlet olursa olsun böyle bir kahpeliği yapan devlete bir nota verir. Ütüm atom verir, direktif verir. Bu olmadı.
Ya da başka türlü bir açıklama Genelkurmay Başkanlığından yapılır dedik. Bu da olmadı. Bu Türk milletinin içinde kaldı. Ama ben bu konuda şahsen vicdanen çok rahatım oğlum. Bunu daha önce bazı yerlerde de yazdım, kitaplarında da var. Çok kısa değineceğim. 4 Temmuz günü, Cumartesi’ye denk gelen ertesi günü, 4 Temmuz’un bir gün sonrası, biz hemen karargahda toplandık. Ben o sırada istihbarat başkan vekiliyim. Ve bir karar almamız gerekiyor. Hepimizin morali bozuk. Gelen kripto, faxlar burada, hepsine bakıyoruz neler olmuş, ne olmuş. Tam oyunda bir kıpırdamma başladı. Ben şu teklifi yaptım dedi, komutanım bu Türk Silahlı Kuvvetleri’ne değil sadece, Türk milletinin onuruna yapılan bir saldırıdır. Müsaade edin, güvercinlikten helikopterlere binelim, ben gideyim, timmimizi alayım. Adana, İncirli’ye ineyim. Bugün Cumartesi günlerden. Orada John’iler, Amerikalı askerler görev yapıyor. Hepsi çarşıda pazardadır. Bulabildiklerimi alayım, basını çağırayım, kafalarına çuvalı ile geçireyim. Diyeyim ki bunlar Adana valisine suikast yapacaklarmış. Duyum aldık efendim. Diyeyim. Amerika bu durumda derhal özür diler ve bizim kahramanlarımız da serbest bırakır dedim.
Ama tabii yukarıdan onay almanın mümkün olmadığı bir dönemdeydik. Alınmadığı onay ve bu bizim içimizde kaldı. Ben bunu niye böyle söyledim? Çünkü bizim timimizin olduğu yeri, derdest eden Amerikalılar’ın başındaki alvay şunu söylüyor. Diyor ki tim ne oluyor, niye yapıyorsunuz bunu Süleymaniye’de? O da diyor ki sizin Kerkük valisine ve bizim dostumuz olan bir yerel adama suikast yapacağınıza dair ihbar aldık. Kim verdiği ihbarı, kimden aldığınız bu duyumu? Cevap yok. Daha sonradan açıklandığına göre ki bunun kaynağı da Kubat Talebanidir. Kubat Talebaninin verdiği bilgiye göre esas Talebani bu ihbarı vermiştir. Kim Talebani? Ben Abdullah Hocalarını sorgularken bana şunu söyledi. Talebaniye sıra geldi. Dedik efendim mam Celal deriz biz ona dedi yani Celal amca. Celal amca dedi ikini üçlü beşli oynar dedi. İngilizlerin tamamen güdümündedir dedi. Hiçbir şekilde güvenmeyinir. Ha Abdullah Hocalar bunu bana niye söylüyor? Kendi canını kurtarmak amacıyla doğruları anlattığı bir dönem. Talebani bu ihbarı yapıyor sözde Amerikalılar’a. Diyor ki bu buradaki Türk unsuru, oradaki o irtibatçimi
Terkuk valisine suikast yapacaklar. Bir de işte şu Kürt kökenli bir yerel birisi. Ona diyor şey yapacaklar. Amerikalılar da sözde bunun için elli araçla geliyorlar. Bunu yapıyorlar. Peki gerçekçi olmamız lazım. Hamaseti bir tarafa bırakmamız lazım. Bizim oradaki Süleymaniye’deki irtibat timinin silahları neydi biliyor musun? Bir tane makine tüfemiz vardı. Diğerleri de bizim normal personelin üzerinde bulunan şahsi silahları. Amerikalı gelmiş roketle. Amerikalı gelmiş bilmem neyle elli araçla gelmiş. Hiçbir şekilde bir şey yapabilme şansları yok. Şehit olsalardı o ayrı bir şey.
Ankara’yla görüşmeye çalışıyorlar ama Ankara’yı 2 aydır 3 aydır bizimkiler ikaz ediyorlar. Diyorlar ki efendim bunlar bize bir sürü baskılar yapıyorlar. Lütfen bu konuya el atalım. Bir emriniz var mı bu konuda? Ne yapmamız gerekiyor diye sormuşlar. Şimdi bu bir. Bir kere Amerika’nın bu tavrını bir tarafa koyalım. Peki aynı Amerika yaptığı bu şerefsizliklerden vazgeçti mi sence? Oğlum daha 2 ay önce 3 ay önce Nisan ayında Biden denilen o başkan o hadsiz dedi ki Ermeni soykırı mı dedi. Peki biz bunun karşılığında ne yaptık? Hiçbir şey. Nerede diplomasi? Hiçbir şey yapmadık. Sayın Cumhurbaşkanı’nın Biden’la görüşmesinde bu konunun gündeme geleceğini ben çok ümid ediyordum. Ve orada mutlaka yanlış yaptığınız deneyeceğini tahmin ediyordum. Fakat Sayın Cumhurbaşkanı’nın daha sonraki basın toplantısında kendisine bu soru soruldu. O da dedi ki hamdolsun bu konu gündeme gelmedi dedi. Şimdi bunlar çok açık. Peki bunu da bir tarafa bırakalım. Her şey gerçeğini söyleyelim oğlum. Amerika bizim gözümüzün önünde tırlarla PKK’ya, YPG’ye silah götürüyor mu götürmüyor mu? Götürüyor. Eğitimlerini yaptırıyor mu? Yaptırmıyor mu? Yaptırıyor. Onlara dolar bazlı maaş veriyor mu? Veriyor.
Bir sürü fotoğrafları internette orada burada Amerikan askerleriyle oradaki teröristlerin üzerlerinde o şeyler armalarla, bilmem nelerle çıkıyor mu? Çıkıyor. Bu çok açık değil mi? Çok açık. Biz orada Barış Pınarı diye çok başarılı bir hareket yaparken, kısas süre içerisinde bizim oradaki Barış Pınarı hareketini kim durdurtturdu? Amerika durdurtturdu. Peki ne oldu şimdi Fırat’ın doğusunda hani bizim haklarımız, şeylerimiz şu anda oralarda görev yapan arkadaşlarımıza buradan selamlar gönderiyor. Allah ayaklarına taş değdirmesin. Ama ben halk olarak, millet olarak bilmek istiyorum. Nedir şu anda Fırat’ın doğusundaki durum?
Bak daha dün Kızıltepe’de Şenyurt Karakolu’nun olduğu yerde bir asrubayımız şehit oldu. Karşı taraftan açılan ateş neticesinde. Haa gelelim İdlib konusuna. İdlib’de ne oluyor ne bitmiyor. Oğlum hiçbir zaman uluslararası ilişkilerde gerçekten dost, gerçekten düşman diye bir kavram yoktur. Karşılıklı menfaatler ilişkileri belirler. Biliyorsun biz Suriye’de kesinlikle Amerikanın isteğiyle ve büyük ortada projesi kapsamında bir faaliyet yürüttük. Tabii ki Suriye’de bizim için sıkıntılar olan bölgeler vardı. Suriye’de bizim milli menfaatlerimizi gerektiren şeyler vardı ama burada Suriye devletiyle
kapas olmanın bir anlamı yoktu bana göre. Ama artık bir kere girildi. Tamam eyvallah. Buna da bir şey demiyorum. Şimdi Suriye devletini kim destekliyor? Bir kere buna bakmamız lazım. Bir kere Rusya Suriye’yi destekliyor. Suriye rejimini. Başka kim destekliyor? Bu çok önemli. İran destekliyor. Çünkü İran şunu biliyor ki eğer Suriye rejimi parçalanırsa, Suriye parçalanırsa sıra İran’a gelecek. Çünkü Amerika’nın, İsrail’in gerçekten planları bu. Bunları da açık açık söylüyorlar. Onun için İran bütün büçleriyle, milisleriyle, silah ve para desteğiyle
Suriye rejiminin yanında durdu ve Suriye rejimi devleti de bu saldırılarda yıkılmadı. Devam etmeye çalışıyor ve devam etti. Şimdi tabi Rusların da orada çok büyük menfaatleri var. Yani Ruslar Suriye’yi kara kaşık kara gözü için desteklemiyorlar. Çünkü Rusya orada yıllardır söyleye geldiği sıcak denizlere açılma imkanını buldu. Orada deniz rüsleri var ve kalıcılar orada kalacaklar. Suriye devletiyle yaptıkları protokolü anlaşmaya göre orada kalacaklar. Şimdi olaya böyle baktığımız zaman başka kim var orada? Amerika var.
Amerika da orada. İsrail var. Her şey var aslında orada. Çok fazla bilmediğimiz. Şimdi Suriye devletine karşı savaşan, İşit dediğimiz fatiller sürüsü, onun dışında cihatçı örgütler var. Aşırı militant yapıya sahip. El Kaide’si var, El Nusra’sı var. Sonradan isim değiştirdiler. HTŞ’ye oldular, Hizbul Tahir Şam’a oldular vesaire. Bunların hepsinin Suriye ordusu biraz ilerledikçe, Rusya biraz güçlendikçe, Amerika’da hafif kafasını geri çektikçe, bunlara dediler ki gidin İdlib’de toplanın. Sizin başka duracağınız yer yoktur.
İdlib bizim hemen sınırımızın aşağısında. Bunlar buraya toplandıkları zaman Rusya ve Suriye ordusu bir hazırlık yaptı buraya operasyon için. Fakat o sırada 2017 yılında, hiç unutmuyorum, Sochi’de, bunu herkes bilir, duymuştur, Rusya’nın Sochi kentinde bir mutabakat imzalandı. Bu mutabakata göre şu kabul edildi. Türkiye dedi ki ben sizi İdlib’e operasyon yapmayın. Ben oraya gözlem noktaları kuracağım ve oradaki ılımlı İslamcılarla bu cihatçı örgütleri birbirinden ayıracağım. Daha sonra da bu cihatçı örgütlerin ellerinden silahları alacağım dedi.
Bu aslında çok büyük bir taahhüttü ve bizim hiç de işimiz değildi. Yani bizim bu taahhütü, bu sormuluğun altına girmememiz gerekli. Ve ne oldu sonra? Ben de takip ettim. Orada da şimdi çalışan arkadaşlarımız da var, benim talebelerim de var. 12 tane gözlem noktası. Bu gözlem noktalarından 9. mesela 88 km bizim sınırı güneyde. Şurası yani orada. Peki ne oldu? Aradan 2 sene geçti oğlum. Bu 2 sene içerisinde biz ne ılımlı İslamcılarla şeyi ayırabildik, söylemiş olduğum cihatçı örgütleri
2 cihatçı örgütler dediğim gibi El Nusra isim değiştirdi, İzbul, Tahri, Şam oldu ama aynı şekilde devam etti. Yapmadık hiçbir şey. Ve orada durduk. Sadece gözlem noktaları oluşturduk ve gözlem noktaları da birbirinden uzakta. Bu da çok kritik bir şey. Az askerimiz var, şeyimiz var, müdendemiz var. O arada Rusya ile çok büyük sorunlar o günde yaşayan, bu günde yaşayan Ukrayna ile çok önemli ilişkiler kurmaya başladık. Ve Ukrayna’ya giden devlet büyüklerimiz dediler ki biz Kırım’ın şeyini kabul etmiyoruz, şunu şöyle yapmıyoruz, bunu böyle yapmıyoruz. Daha sonra Ukrayna yetkilisi,
devlet başkanının sözcüsü şöyle bir açıklama yaptı dedi ki Türkiye bizim ordumuza silah desteği sağlamak için 200 milyon Türk liralık destekte bulundu dedi. Şimdi bu da çok önemli. Bunları Ruslar takip ediyorlar tabii. Herkesi takip ediyor. Herkes kendi milli menfaatleri doğrultusunda hareket etmek mecburiyetindedir. Peki ondan sonra ne oldu? Önce 3 Şubat’ta 8 tane şehit verdik topçu atışıyla. Daha sonra 5 tane daha şehit verdik. Ne oluyor filan derken ayın 27’sinde yani 2020’nin 27 Şubat’ında 34 şehit daha verdik. Aslan gibi evlatlarımız gitti. Peki bunu kim yaptı?
Şimdi herkes diyor ki Suriye ordusu yaptı. Hayır. Suriye ordusu Rusya’nın emri olmadan bir hareket yapabilir mi? Ayakta kalmasını sağlayan Rusya’dır. Bunu yaptıran Rusya’dır. Yapan Rusya’dır. Evet Suriye ordusu görünürdedir ama bunu yaptıran odur. Bu kadar şehit verdikten sonra ayağa kalktık, bazı gözlem noktalarımızı oradan çektik vesaire vesaire. Bugün 8 Temmuz 2021 çekime gelmeden önce haberlere baktım. Aslan’a da yine bir görüşme yapmışız ve Suriye’deki konumuzu teyit etmişiz. Türkiye, İran ve Rusya arasında. Bu anlaşmaların hepsine eyvallah. Ama oğlum şu da bir gerçek. Biz orada başımızı sıkıntıya sokabilecek ve bizim milli menfaatlerimizle ilgili olmayan konulara asla girmemeliyiz. Bu hem askeri anlamda hem diplomasi anlamında. Çok önemli. Bizim için önemli olan nedir? Suriye’nin kuzeyinde bunu hep söyledim yine söyleyeceğim. Biz orada kalıcı değiliz. Kalıcı olmamalıyız. Biz orada yapabileceğimiz TKK, YPG temizliğini yapıp daha sonra da Suriye devletine şu anda görüşmelerin başladığını duyduğum Esad yönetimine gel kardeşim anahtar teslim. Ben temizledim ve sınırıma çekiliyorum. Bundan sonra buralarda bana yönelik bir şey olursa senin… dememiz lazım. Anladın mı dediğimi? Anahtar teslim. İşte Suriye’nin bütünlüğü de o. Biz bunu yapabilmeliyiz. Biz Rusya’yla yaptığımız görüşmelerde, Amerika’nın Suriye’deki varlığı ile ilgili yaptığımız görüşmelerde bunu sağlamaya yönelik çalışmalıyız. Oradaki cihatçı örgütlermiş, bilinmelermiş, şunlarmış, bunlarmış. Bunların hiçbirisinin bizim milli menfaatlerimizle ilgili durumu yoktur. Elbette İdlib’de yapılan şehit verdiği bir hadiselerin müsebbibi de Rusya’dır. Amerika yaptığı zaman da Amerika’yı söylüyoruz. Rusya yaptığı zaman da Rusya’yı söylüyoruz. Biraz önce de söyledim. Biz ne Amerika’nın güdümünde olmalıyız, ne Rusya’nın, ne Çin’in, ne bilmemnenin. Biz kendi başımıza dimdik durabilecek hale gelmeliyiz. Mustafa Kemal Atatürk’ün dönemini hep hatırlatıyorum. Bana diyorlar ki bilmem ne. Mustafa Kemal Atatürk döneminde İtalya’da faşist bir yönetim var. Siz geçen Vulu TV’de bunun programını yaptınız.
Yayınladınız mı onu daha? Yayınlamadınız. Yayınlayacaksınız. Tamam bu cuma onu da inşallah izleyeceğiz. Mussolini denilen bir faşist partinin başı var. İtalyan halkını felakete götüren Hitler’in de kankası. Mussolini işte tam Mustafa Kemal sağken, daha ikinci dünya harbi başlamamış ama ayak sesleri geliyor. Mustafa Kemal de farkında her şey. İtalyan Büyükelçiliğine bir şey geliyor. Mussolini bizim olan yerlerle ilgili birtakım taleplerde bulunma hadsizliğini gösteriyor. Mustafa Kemal hemen elçiyi çağırtırıyor İtalyan Büyükelçiliğine Ankara’da. Diyor ki oraya telgraf çek. Benim ayağıma çizmeyi giydirmesinler. Şimdi çizmeyi giydirmesinler iki anlama geliyor. Bir İtalyanın haritası çizme şeklinde. İki benim ordumu kullanırım seni durdururum ey Mussolini diyor. Mussolini özür telgrafları gönderiyor. Açsınlar baksınlar harçlılığına. Yani uluslararası ilişkilerde diplomasi, uluslararası ilişkilerde gambot diplomasisi biliyorsun. Cem Gürdeniz amiralim anlatmıştı bunu. Hangisinin yeri ve zamanı varsa bunu kullanacaksın. Yoksa bodoslama oradaki cihatçı grupları koruyacağım. Burada bilmem kimi koruyacağım. Şurada ihvanı, müslümini koruyacağım falan filan. Bizim milli menfaatlerimizde bunlar bağdaşamaz evladım.
Irak konusunda da aynı şekilde. Irak’ın kuzeyindeki sözde kukla devleti kim kurdutturdu? Amerika kurdutturdu. İngiltere kurdutturdu, İsrail kurdutturdu. Parça parça bunu gerçekleştiriyorlar. Biz izleyicilerimiz aslında bunu anlatalım. Yani Irak’ın kuzeyinde bir kuklak kürdistan kuruldu. Peki şimdi nerede kuklak kürdistanı kurmak istiyorlar? Suriye’nin kuzeyinde. Daha sonra kime geliyor sıra? Bize geliyor. Ondan sonra İran’a geliyor. Esas amaç kukla olarak kullanabilecekleri bir büyük kürdistan ideali. Yıllardır bu var. Biz bunu bileceğiz ve buna göre hareket edeceğiz.
Şunu da söyleyeyim. Hem Ayı’yla hem Cowboy’la Flirty aynı anda yapamazsın. Şimdi biz hem Amerika’yla şunu bunu yapıyoruz hem Rusya’yla şunu bunu yapıyoruz. Hem bilmem neyle şunu bunu yapıyoruz. Elbette ki bu yaptığımız şeylerin hepsi Türkiye’nin menfaatine olsun diye yapılan şeyler. Kimse ihanet olsun diye yapmıyor. Ama karşı tarafı orayı da kandırırız, burayı da kandırırız. Biz bunu böyle yaparız anlamında olmaz bu. Ben şimdi dışçıları camiamızda çok değerli insanların olduğunu biliyorum ama çok boş insanların da olduğunu biliyorum. Büyükelçilerimizin içinde çok değerli insanların olduğunu da biliyorum. Çok boş insanların olduğunu da biliyorum.
Viyakata çok dikkat etmemiz gerekir. Yaklaşık 2 hafta sonra yani 24 Temmuz’da Lozan atlaşmasının 98. yıl dönümü olacak. Bununla ilgili her senin bir kafa karışıklığı var. Yani bunun lehimizde olduğunu düşünen de var, aleyhimizde olduğunu düşünen de var, iddia eden de var. Yani bu Lozan’a rezalet ve ihanet diyenler de var. Bu bizim kurtarıcımızdır diyen de var. Bunun hakkında ne düşünüyorsun? Benim düşüncemden önce sana sorayım. Sen ne düşünüyorsun? Cumhuriyet’in tapusudur babacığım. Aferin oğlum. Peki niye buna karşı çıkıyorlar?
Lozan konusu Türkiye’nin en önemli konularından bir tanesi yavrum. Bunu anlatı anlatı dilimizde tüyle bitse her seferinde ve her şekilde her yerde de anlatacağız. Anlatmak zorundayız. Şimdi bir tarihi olayın aslını incelemeden, okumadan, değişik kaynaklara bakmadan, değişik programlarda bunu dinlemeden ve kendi kafanda da Allah’ın sana vermiş olduğu yeteneği kullanıp analiz yapmadan bir sonuca varanlar yanlış yapıyorlar. Şimdi kimisi bakıyorum dediğin çok doğru. Lozan kutsal bir şeymiş gibi sarılıyorlar. Kimisi de aaa kafirler alçaklar Türkiye’yi mahvettiniz diye bakıyorlar.
İkisi de değil. Çünkü ikisinin de tarihi anlamda beni tatmin edecek sözleri yok. Bana gösterecek belgeleri yok. Ama ben şimdi burada mevzular izleyicilerine bunu anlatacağım. Sehriyar.info adlı web sitesinde de benim devre arkadaşım Osman Aydogan Paşa bu konuyla ilgili yazılar yazdı. Yıllardır yazıyor. Başa kitaplarda da var. Türk Değrim Tarihi adlı kitapta da bu konu var. Sabahattin Selen Anadolu İhtilali adlı kitabında da var. Açsınlar oralardan da okusunlar. İzle dinlesinler. Ben şimdi bir hap gibi bizi izleyenlere bunu arz edeceğim.
Şimdi Lozan’a bakmadan önce şuna bakmamız lazım. Lozan’a kötü orada Türkiye satıldı, şurayı kaybetti, burayı kaybetti Allah kahretsin diyenler yani çoğu da cumhuriyet düşmanı olanlar 1798 yılında Mısır’ın Napolyon tarafından işgal edildiğini bilmezler. Mısır kimin toprağı bizim o zaman. 1798’de Napolyon gelmiş Mısır’ı işgal etmiş. Peki ondan sonra ne olmuş 1800’lü yıllarda başında Mehmed Ali diye bir adam paşa oraya verilmiş olan bir Mısır paşası isyan etmiş.
Osmanlı’yı tanımamış. Osmanlı kimden yardım istemiş? İngilizlerden yardım istemiş. Benim atam Osmanlı kendi paşasına karşı İngiliz’den yardım istemiş. Ve Mehmed Ali’nin oğlu Mehmed Ali’nin ordusuyla ta Kütahya’ya kadar gelmiş bunu biliyor musunuz? Az kalmış İstanbul’a. Lozan’a kötü diyenler bunu da bilmezler. Bir başka konu 1878 yılında biz İngiltere’ye Kıbrıs’ı şu anda Kıbrıs adımız var ya özböğüz Türk yurdunu bir tek mermi atmadan teslim ettik. Niye? Bir tek mermi atmadık. 1882 yılında hem Mısır’ı hem Sudan’ı bir tek mermi atmadan Osmanlı borçları karşılığında yabancılara teslim ettik ve terk ettik oraları. Halbuki Mısır’da 10 dönüm toprak satsan o borçlarını öderdi. Topraklarımızı verdik. 12 adalar. Diyorlar ya şimdi 12 adalar bilinmeler. 1912 yılında Balkan Savaşları sırasında Trablus’la da savaşmış olduğumuz için 1911’de İtalya’yla Kuşi Anlaşmasında 12 tane adayı İtalyanların kontrolüne verdik. Peki İtalyanlar ne yaptılar? 2. Dünya Savaşı’ndan sonra 1947 yılındaki Paris Anlaşmasında bu adaları Yunanistan’a verdiler. Şimdi diyorlar ya 12 adalar falan filan öyle bir şey yok. Peki biz Balkan Savaşları sırasında Yunanistan’a başka adaları vermedik mi? Verdik. Niye? Çünkü biz Balkan Savaşları sırasında donanmamız yok. Peki donanmamız neden yok bizim? Hani o Akdeniz’de aslanlar gibi Türk bayrağını dalgalandıran, aşklı zihniyetine aman vermeyen benim donanmama ne oldu? Ne oldu ben sana anlatayım. Benim donanmam İstanbul, Halice çekildi şuraya ve orada çürümeye terk edildi.
Sebep? Deniz yedikleri bana darbe yapabilirler diye bazı padişahların korkusu kaygısı vardı. Evet onun için benim donanmam olmadığı için Cemgür Deniz’in söylediği gibi söyleyin. Ben gelecek olan İlci Dünya Savaşı’ndaki Çanakkale’de, Ege’de bana gelecek olan tehlikeleri buralarda karşılayamadım. Mustafa Kemal onun için 57. alaya ben size savaşmayı değil ölmeye emmediyorum dedi. Mecbur kaldım bu söylemeye. İş karada bitmeliydi çünkü yoktu donanmamız. İşin doğrusu buydu. Abdülaziz zamanında donanmayla ilgili gemiler alındı edildi filan ama yoktu yani. Şu anda bence Türkiye Cumhuriyeti Donanması son derece iyi bir duruma geldi ve daha da iyi hale gelecek. Donanmamıza en büyük emanet gibi sahip çıkmamızın da tam zamandır. Şimdi bu anlattıklarımdan sonra Lozan’ı değerlendirenler, Lozan çok kötüdür, Lozan ihanettir filan diyenler, bizim 1. Dünya Harbi sırasında 1916 yılında Kutu’yul Amer’de İngilizlere çok büyük bir tokat attığımızı da konuşmazlar. Biz bu tokatı attıktan sonra başarılı olan tümenimizi oradan İran sınırına alma yanlışlığını yaptığımız için onların yukarıya doğru geldiğini de bilmezler. Hatta, bak burası çok önemli, Mondoros mütarekesi 30 Ekim 1918 tarihinde imzalandı. Ne oldu? Osmanlı savaştan fiilen çekildi. Yani yenildi, Osmanlı Devletimiz, bizim atamız 30 Ekim 1918’de Mondoros’ta imzalanan ateşkesle her şey bitti. Mondoros ateşkesi anlaşmasına göre ordu silahlarını bırakacak, şurada şu olacak ordu ama artık savaş bitmişti. Peki o sırada Musul kimin elindeydi? Benim 6. Ordu’m oradaydı. Mustafa Kemal Atatürk bunu NUTUK’ta yazdı. Arkadaşlarımız lütfen açsınlar, okusunlar. 6. Ordu komutanı da Ali İhsan Sabis. Daha sonra hatıralarını yazdı ve maalesef kendisini kahraman gibi gösterdi. Ama Musul’da ve o Süleymaniye dediğimiz bölgede bizim 6. ordumuz vardı. 30 Ekim’de anlaşma imzalanmış, 10 Kasım’da Musul İngiliz’den bir eline geçti. Hani savaş bitmişti, niye çekiliyorsun Musul’dan? Ey Ali İhsan Sabis Paşa Allah rahmet eylesin diyeceğiz. Mustafa Kemal bunların hepsini açık açık yazdı. NUTUK’ta var bu. İngiliz generali haber gönderiyor, diyor ki derhal Musul’u terk et yoksa seni savaş esiri olarak kabul edecek.
Mahiyetini orada bırakıyor ve İngiliz generaliyle zırhlı araba istiyor. Ben şuraya kadar gideceğim, Nusaybine kadar. Oradan da Halep’e geçiyor. Bunları hiç kimse anlatmıyor. Lozan’a kötü diyenler bunları bilmezler. Halep’ten de trene biniyor, trenle gelecek ve trende de İngiliz generali ne diyor ki? Beni aşağılamasın kimse yanıma koruma verin diyor. Bunların hepsi İngilizlerden talep ediyor ve resmi yazıyla talep ediyor. Bu bir. İki bazıları diyorlar ki, efendim Musul’daki paşa İstanbul’a sordu ne yapayım? İstanbul’da dedi ki İngilizlere teslim et.
Ya kardeşim, Misa’kı milliyi kabul eden bir Osmanlı meclisi, 1. Dünya Harbi’nde yaptıkları belli olan, dimdik duran, Çanakkale Savaşı’nı veren, Kutul Amare’yi veren, benim atam Türk orduları ve bunların başkomutanları sen Mondros müteahakesi imzalanmış, bitmiş artık savaş. Çekil oradan İngilizlere teslim et der mi? Demez. Böyle bir emir de yok. Arşivleri de araştırmış arkadaşlarımız özellikle Osman Aydoğan. Böyle bir emrin olmadığını bizzat yazmışlar. Böyle bir emir yok. Uyduruyorlar bunu. Ali İhsan Sabis Paşa kendi beceriksizliği ve kendi karakterinin zayıf olması sebebiyle bütün maiyetini orada bırakarak orayı İngilizlere terk etmiş. Ondan sonra bize diyorlar ki, efendim Musul’u neden almadınız? Elbette Musul ve Kerkük ve de Süleymaniye bizim Misa’kı milli sınırlarımızın içerisindir. Mustafa Kemal meclisi kurduktan sonra Ankara’da 23 Nisan 1920’de bir hafta sonra bir konuşma yapıyor. Diyor ki, bizim ana esasımız Misa’kı millidir. Bu milli de diyor, Misa’kın milli de sınırlarımızdır diyor yani milli hudutlarımız. İskenderun’un güneyinden diyor başlar. Devam eder Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi de içine alacak şekildedir diyor. Eğer orayı terk etmeseydik, Ali İhsan Sabis Paşa savaş bitmiş. İngiliz gelip orada bizimkilerle çatışmaya mı bilir? Hayır. Hayır. Ne kadar büyük bir yanlış görüyor musun? 30 Ekim 10 gün sonra savaş bitmiş, ateş kes olmuş artık yenilsen de yensen de. Vermemesi gerekirken orayı teslim edip bitmiş.
Bugün biz ne yaşıyoruz? Kerkük’te, Musul’da, Telafer’de benim Türkmen kardeşlerim hala kana alıyorlar. O konuya da geleceğiz. O konuyla da anlatacağız. Yani Lozan’a yanlış diyenler, Lozan ihanettir diyenler bir kere tam Lozan safhasına gelinmeden önce Osmanlı İmparatorluğu’nun tamamen paramparça hale geldiğinden hiç bahsetmezler. Stubbs’ın gittiğini söylemezler, Mısır’ın gittiğini söylemezler. Birinci Dünya Harbindeki yenilgimiz. Peki Birinci Dünya Harbinde biz yenildikten sonra bize yani Mustafa Kemal’in kurmuş olduğu meclise kaç defa barış anlaşması teklif edildi biliyor musun?
Dört defa. Bak dört defa. Bunlara da kimse çok fazla dile getirmez. Ben burada anlatıyorum tek tek. Önce Sevr’e hayattılar. Sevr anlaşmasına göre biz zaten şu kadarcık bir yerde kalıyoruz. Hemen Kuzey Anadolu’ya doğru yakın. Burada Türkler kalacak zaten buradan sonra da geldikleri yere göndermek için İngilizler, Fransızlar planlarını hazırlamışlar. Evladım bunu bileceğiz. Bu bir hamasiyet ya da komple teorisi değil. Sevr anlaşmasını kim imzaladı? Padişah-ı Vahdettin’in gönderdiği Osmanlı zabitleri, görevlileri imzaladı. Ama bu anlaşmayı kim yırtıp attı? Mustafa Kemal Atatürk ve Kumay-ı Vinli’ye. Bunu yırtıp attı. Bu biz. Daha sonra ne yaptılar? Londra Anlaşması diye hafif onu değiştirdiler Sevr Anlaşması ama aynı şeyler. İşte Doğu’da Ermenistan kurulacak da bilmem ne olacak. Bu da reddedildi Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Ankara’daki meclis tarafından, Gazi Meclisi tarafından. Daha sonra Paris’te yine bir teklifte bulundular. Niyet bulundular çünkü Sakarya Meydan Savaşı bitmişti ve kazanmıştık. Artık gümr gümr Mustafa Kemal Atatürk’ün o yepyeni Türkiye’sinin gelmekte olduğunu gördüler. Yine hafif revizeler yaparak Paris anlaşmasını dayattılar. Onu da reddetti bizimkiler. En sonunda bizi çağırdılar nereye? Lozan’a. Peki Lozan’da ne oldu? 1922’de başladı, Kasım ayında. İsmet Yuneni ve diğer ekip çalıştılar, çalıştılar, çalıştılar. Tabii ki Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleriyle Lozan’a gittiler. Fakat Lozan’a gittiğinde bir baktılar. Bizimle beraber 8 devletler. Bu 8 devletin dışında kim var? Gözlemci olarak Amerika var. Ticari konularda işte Portekiz münlemne var. Bir de Boğazlar konusu gündeme gelir diye biz bunu talep ettik. Karadeniz’e kıyısı olan Sovyetler birlidir o zaman ve Bulgaristan var. Fakat İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon öyle bir şey kurdu ki orada. Yani Türkler geldi, Yunanlılarla savaşmıştı onlar zaten ama biz Türkler’den gene her şeyi alırız. Kapitülasyonlar devam eder, şu devam eder, bu devam eder. Kuncuk’ta bir yer veririz mantığındaydı. Böyle çok küçük görüyordu, akir görüyordu. Lord Curzon, bak bu ismi de unutmayın. Dışişleri Bakanı İngiliz. Tabii İsmet Yuneni Ankara’dan sürekli görüşüyor. Aldığı talimatlarının hepsini yerine getiriyor İsmet Yuneni.
O arada bir Rus yetkilisine orada bir suikast yapıldı. Öldü adam. Hemen geldiler İsmet Yuneni’ye dediler ki Ermeniler size de suikast yapabilir. Bir tedirginlik de yarattılar. Üç tane komisyon kurdular. Biraz uzatıyorum iyice izleyicilerimiz bu konuyu başka yerlerden okuma zahmetine katlanmasınlar diye. Ben çünkü hepsini okudum, inceledim, baktım ve onlar için burada anlatıyorum. Lozan nedir? Üç tane komisyon kuruyorlar. Bu komisyonların hepsinin başında ya İtalyan var, İngiliz var, Fransız var. İsmet Yuneni ve ekibi bir dilekçe veriyorlar genel sekreterliğe oradaki.
Diyorlar ki bir komisyonu da bize verin. Baraf biziz çünkü. Yerlerin hepsi karşımızda. Reddediliyor. Ondan sonra görüşmeler, kapitülasyonlar meselesine filan gelince ortalık karışıyor. İngiliz dışlıları bakanı masayı terk ediyor ve memleketine dönüyor. Bizimkiler de memleketlerine dönüyorlar. Bu arada Mustafa Kemal çok akıllı bir taktikle bu aradaki süreç içerisinde mecliste sözde gizli oturum yapıyor. Gizli oturum ne demek? Dışarıya sızmayan, bilmem kaç sene sonra açıklanabilecek şeyleri ama dışarıya sızılmasını sağlıyor. Neden? İşte İngiliz ajanları filan vardır zaten mecliste. Hep diyor ki ordumuz hazır, harbe hazırız. Madem bu şey böyle oluyor, böyle oluyor. Yani ültimatom veriyor. Onlar tabi gidip söylüyorlar. Şimdi İngiliz halkı artık savaş istemiyor. Bak bir de bu var. Mustafa Kemal bu konuları da kokluyor. Fransa artık savaş istemiyor. Birinci Dünya Harbi’nden çıkmış bir sürü dayak yemiş. Galip Elçay ama bir sürü dayak yemiş. Artık kamuoyuna ikna edebilme güçleri de yok. Ya Türkiye tekrar bizimle savaşacak. Mustafa Kemal diye biri çık. Hadi onun için de ordu toplayalım deme şansları yok artık. Çok az var ya da. Mustafa Kemal bunu da duyuruyor. E tamam diyor barış çok önemli tabi arkadaşlar. Bu gizli oturmda konuşuyorum ama diyor efendiler diyor savaş içinde diyor orduya emir verdik. Ordulu hazırlanıyor diyor. Şimdi bu çok önemli. Neyse ikinci görüşmeler tekrar başlıyor ve ikinci görüşmeler gerçekten Türk’ün zaferiyle sonuçlanıyor oğlum. Bak bu çok önemli. Şimdi koca bir imparatorluk parçalanmış yıkılmış. Bütün devletler tanıyorlar tabi o imparatorluğu.
Sen bu imparatorluğun yıkıntılarından ve bu imparatorluk birinci dünya savaşında yenildiği halde orada bir kuvayı milliye kurarak, Yunan’la daha doğrusu aslında İngilizle savaşarak, İtalyan’ı kovarak, Fransızları kovarak orada yepyeni bir devlet çekirdeği oluşturuyorsun. Tüylerin diken diken oldu. Mustafa Kemal ve arkadaşları. Ve biz Lozan’da ilk kez Batı’ya bunu kabul ettirdik. Batı Türkiye Cumhuriyeti’ni kabul etti. Tanıdı. Türk Devleti’ni tanıdı. Benim meclisimi tanıdı. Benim mücadelemi tanıdı. Başka ne oldu? Kapitülasyonlar. Kapitülasyonlar nedir biliyor musun?
Osmanlı’nın en şaşalı dönemlerinde benim atalarım, Karnu Sultan Süleyman, diğerleri. Allah rahmet eylesin gani gani. Hadi Fransa’ya da şunu verelim gibi. Biz büyüğüz. Onlar şey ya böyle, Efendimiz falan. Onlara şu tavizleri verelim, ticarette şunları verelim, bunları verelim. Kalmış zamanından beri kapitülasyonlar, ticari ayrıcalıklar Türkiye’nin zararına. E Osmanlı zayıfladıkça başka kapitülasyon şeklindeki tavizleri de almışlar ve başımıza büyük bir dert olarak kalmış. Bu kapitülasyonları tamamen kaldırdık. Dozan’da bunu kabul ettirdik. Nasıl bir başarı biliyor musun? Gelelim diğer konuya. Borçlar. Osmanlı borçları. Bizimkiler demediler ki oraya gidenler bana ne kardeşim Osmanlı’dan, ben yeni değil. Hayır. Atalarının mirasına sahip çıkan da bir milletimiz var bizim. Mustafa Kemal ve arkadaşları oraya gönderdikleri heyet bu borçların kendilerine düşen paylarını kabul ettiler ve bu borçların bir ödeme planını yaparak tarihinden önce de ödediler. Arşivlerde bu da var. Şimdi bu da çok onurlu bir şey. Telgraf atları, ticaret atları bunları aldılar. Sonra Boğazlar konusuna gelelim. Boğazlar konusunda orada çok fazla baskı yapabilecek halimiz kalmadı artık. Şimdi bu gerçekleri bilmemiz lazım ve Boğazların bir komisyon tarafından askersizleştirilmesi bu da bizim işimize geliyordu. Ama Mustafa Kemal’in kafasında hep ne vardı? Mantra. Mantraya kadar bekledi. Bak 13 sene sonra onu da halletti. Bu adama sövüyorlar. Bu adama ve arkadaşlarıma hakaret ediyorlar. Zürriyeti belli olmayanlar yapıyor tabi onu. Başka türlü konuşmanın bir anlamı yok. Burada partissel anlamda konuşmuyoruz. Hiçbir partinin de işi değil bu.
Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptıklarını, onun arkadaşlarının yaptıklarını Türk milleti bilmeli. Tamam mı? Boğazlar konusu da böyle. Musul konusuna gelince orada gene bir İngiliz ayağı geliyor. Ama şimdi benim sana biraz önce söylediğimi hatırlıyor musun? Ne dedim? Ali İhsan Sabis Paşa, Mondros müteahakesi olmuş. Ateşkes bitmiş. Bitmiş yani ateşkes olmuş artık. 10 gün sonra İngilizlere teslim etmiş. Etmeseydi, Musul hala bizde olsaydı, Lozan’da bunu konuşmanın gereği kalacak mıydı?
Zaten bizimdir. Çok büyük bir hatadır. Efendim Musul’u verdik, şunu yaptık, bunu yaptık demeleri. Bu tarihe de saygısızlıktır. Ve bana göre de bu konuda izleyicilerimiz hiç üzülmesinler. Vız gelsin, tırız gitsin bu konuda konuşanlar. Şimdi gelelim. Lozan anlaşmasından sonra döndü bizimkiler. Mecliste geldiler. Tabi mecliste Mustafa Kemal Atatürk’e diktatör diyorlar ya. Tek adam falan diyorlar. Öyle bir şey yok. Mecliste ne biçim bir muhalifet var biliyor musun? Ve Mustafa Kemal’in istediği yasalar bile bazen çıkmıyor.
Çıkıp izah etmek zorunda kalıyor ama neden? Meclis var. Mustafa Kemal ben yaptım oldu demiyor. Meclis orada otursun kendi kendine tartışsın filan demiyor Mustafa Kemal. Geliyor meclisi ikna etmeye çalışıyor. Çünkü meclis karar veriyor. Anladın mı ne demek istediğimi? Onun için Lozan’da emeği olanları, emeği geçen bütün herkesi rahmetle anıyorum. Lozan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tapusudur oğlum tapusu. Bu tapuyu kaybettiğin zaman her şey çöker. Lozan’la ilgili söyleyeceklerim bundan ibaret.
Vay be Kıbrıs verilir mi ya? Kıbrıs’ı da vermezsin ya. Ne alakası var oğlum yani? Kıbrıs verilir mi canım? Ortam çok karışık. Tüm siyasiler birbirine girmiş durumda. Bütün partiler de birbirine girmiş durumda. Ne öngörüyorsun? Ne olacak? Erken seçim olacak mı? Oğlum erken seçimin olup olmamalısını biz bilmiyoruz ama erken seçim talebeden bir muhalefet var. Erken seçim yoktur 2023’de seçimler olacak diyen bir iktidar var.
Ama bence bizim sıkıntımız sistemde. Ben kendi fikirlerimi burada söyleyeyim. Şu anda Cumhuriyet’in yani biraz önce tapusunun Lozan olduğunu söylediğimiz ve kimsesizlerin kimsesi olan Cumhuriyet’imizin kurumlarının sadece bence adı kaldı. Yani Cumhuriyet’in kurumları gerçek anlamda işlevselliğini bence yitirdi. Her kafadan bir ses çıkıyor. Tarikatlar bir tarafta, Atatürk’e sövenler bir tarafta, PKK seviciler bir tarafta, FETÖ seviciler bir tarafta, Amerikan seviciler bir tarafta, Çin seviciler, Rus seviciler bir tarafta.
Böyle bir durum var. Ama ben bu konuda kesinlikle umutsuz değilim. Bunu daha önceki videolarda da söylemiştim. Tekrar tekrar üzerine basa basa söylüyorum. Umutsuz durum yoktur, umutsuz insan vardır. Biz umutsuz insan olmayacağız. Demiş Mustafa Kemal Atatürk. Doğru mu? Doğru. Peki bizim insanımızın umudunda sıkıntı yok bence. Gençlerimizin de umudunda bence sıkıntı yok. Ne de sıkıntı var biliyor musun? Daha tehlikelisi güven problemi yaşıyoruz. Birbirimize güvenmiyoruz artık. İnsanlar birbirlerine güvenmiyorlar. Neden? Tosuncuklar var, bilmem neler var, onlar var, bunlar var, şu var, bu var. Hepsi gözümüzün önünde cereyan ediyor. Ve hepsi de bizi direkt olarak ilgilendiriyor. Biz şimdi burada birtakım siyasi meseleler anlatıyoruz, onu anlatıyoruz, tarih anlatıyoruz. Ama daha çok tarih ağırlıkla anlatıyoruz. Çünkü sen ders alırsan tarih tekörü retmez. Bunu böyle söylemişler tarihçiler.
Ayrıca şu da var, tarih matematik gibi değil. Yani tarihteki bir olayla ilgili bir soru sorulduğu zaman bunun cevabı illa bir tane olmayabilir. Gerçeklere dayanarak analiz yapıp konuşuyorsan bu cevap doğrudur. Ama matematiğin cevabı birdir. İki, iki, dörttür. Problemlerin cevapları bir tanedir. Onun için tarih bilincine sahip olmamız gerekiyor bir.
İkincisi, cumhuriyet kurumlarının yeniden ve günümüz koşullarına göre inşası şarttır. Cumhuriyet kurumlarını yeniden ayağa kaldırabilecek, çağdaş bir sistemde bunları kurabilecek, memleketteki kutuplaşmayı giderebilecek, bagajı temiz, ekipler bir araya gelirse, insanlar bir araya gelip de siyaset yaparlarsa bu millet onları değerlendirir. Bakma sen şu anda ben şu partiliyim, ben bu partiliyim, ben buyum, şuyum, buyum diye.
En son baktığım rakama göre Türkiye’de 107 parti ve bütün partilerin tüzlüklerine baktığın zaman da hepsinde çok iyi niyetli Türkiye’nin kalkınmasına, Türkiye’nin refahına ilişkin sözcükler var, kararlar var, maddeler var. Ama ortama baktığımız zaman durum ortada. Ekonomik anlamda da baktığımız zaman öyle. Dünyadaki emperyalistlerin bize yapmış olduğu, dayattığı şeylere baktığımızda, yaşadıklarımıza göz attığımızda durum yine ortada.
Ben tekrar söylüyorum, cumhuriyet değerlerine saygılı ve sistemi namusluluk üzerine, hırsızlık üzerine değil namusluluk üzerine vatanlı milletini sevecek şekilde kuran ekipler bir araya gelir, kişiler bir araya gelirse bu millet onlara itibar eder. Bak bunda hiç yanılmadığımı inşallah yakın bir zamanda bunu bekleyip göreceğiz. Başka bir konu Samuel Beckett adlı yazarın Godot’u Beklerken diye bir hikayesi var. Arkadaşlar Godot’u Beklerken duymuşsunuzdur, bunun tiyatro eserleri, oyunları var, çok meşhurdur. Godot’u Beklerken de özetle şöyle, iki tane arkadaş var, çok samimiler.
Bir araya geliyorlar diyorlar ki hadi şunu yapalım. Öbürü diyor ki bir dakika Godot gelsin diye diyor, ondan sonra yapalım. Şu anda diyor bizim gücümüz yetmeyebilir falan. Tabii ne Godot geliyor, Godot diye biri var mı yok mu onu da bilmiyorsun. Aradan biraz zaman geçiyor, tamam diyorlar bir anda ayağa kalkıyorlar, tamam şunu da yapalım. Yok ya Godot’u bekleyelim, Godot’u bekleyelim. En sonunda tiyatronun sonunda ikisi de perişan duruma geliyor, intihar ediyorlar.
Anlatabildim mi? Yani Godot’u bekler gibi biz de hala Samsun’dan Mustafa Kemal’in gelmesini bekliyoruz. Ya Mustafa Kemal’in mantığını eğer biz içimizde hissediyorsak yani Mustafa Kemal ölümlü bir insan gelmiş gitmiş bir sürü hizmeti olmuş bizim atamız. Allah gani gani rahmet eylesin. Fatih Sultan Mehmet de bizim atamız. O da çok büyük işler yapmış. Biz bunların mantıklarıyla çağımız koşullarına göre hareket etmeyi neden beceremiyoruz? Neden illa bir Mustafa Kemal illa bir Fatih Sultan Mehmet gelsin diye bekliyoruz? Bu son derece yani işte Godot’u beklerkenin hikayesi aslında bu. İlla birisinin gelmesini beklemek yanlış. Sen de bir hayat yaşıyorsun, sen de gerçekleri görüyorsun görebildiğin kadar. Hangi durumda olursan o, hangi mevki ve makamda olursan o, seni de yapabileceğin, anayasal haklarını kullanabileceğin şartlar vardır. Buna göre hareket etmelisin. Şimdi bak Finlandiya’nın hikayesi çok enteresan ve meşhurdur oğlum Finlandiya. 1990’ların başında Finlandiya’da ekonomi gerilerken, küçülürken işsizlik de iyice artıyor ve bir başbakan geliyor. Başbakanın adı Esko Aho yaptığı açıklamada şimdi de anlatıyor anılarında. Diyor ki ben tüm bakanlıkların bütçesini kıstım diyor. Hani şimdi bizim var ya böyle makam araçları ya ben bazen bakıyorum inanılmaz çakarlı arabalar, inanılmaz bilinmemeler, arabaların hepsi Volkswagen, Mercedes ya da bilinmemeler ne olursa olsun. Böyle bir kirlilik var. Bütçelerini kıstım diyor. Buradan aldığım bütçeleri nereye verdim diyor biliyor musun? Eğitim ve arge fahriyetlerinden. Bugün Finlandiya’da bütün okulların arasında fark en fazla yüzde 5. Bizde yüzde 100, yüzde 200, yüzde 300 aralarında fark olan okullar var. Her yerde üniversite var ama aralarında binlerce fark var. Orada öyle değil. Okullar birbirine yakın. Neden? Çünkü eğitimi birleştirmişler. Peki bu eğitimi birleştirme olayını Cumhuriyet döneminde kim yaptı?
Tevhid-i Tedrisat eğitimin birleştirilmesi kanunu çıkararak Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları yaptı. Kuva-i Milliye ruhu yaptı. Eğitim birleştirince bir tarafta Tekke, bir tarafta Medrese, bir tarafta bilmem ne o değil. Hepsi birleştirildi ve tek şahane bir müfredatla bir eğitim verildi. İşte onun için 1923-1938 arasındaki o müthiş eğitim seferberliğini çok önemsiyorum. Biz tekrar buna gidebiliriz.
Eğitime yapmalıyız yatırımını. Hani demiş ya sormuşlar öğretmenlerin maaşı ne kadar olsun diye. Ne verilmiş cevap? Milletvekili maaşıyla aynı olsun. Aynı şeyi iddia ediyorum. Aynı şeyi iddia ediyorum. Öğretmenlere değer vermediğin zaman, öğretmenlerin liyakatli olmadığı zaman, öğretmenlerin huzurlu ve rahat bir hayat sürmedikleri zaman onların yetiştireceği çocuklar da onlar gibi sıkıntılı, psikolojik programları olan, fakirlik çeken ya da ülkeye çok fazla güven olmayan insanlar haline gelirler. Finlandiye bunu başarmış.
Bugün Finlandiye bak ben sana söyleyeyim. Bilgiye ulaşma konusunda, eğitim konusunda 180 ülke arasında birinci biz 154.yüz. Eğitimde mesela OECD diye bir kurum var biliyorsunuz OECD. Ekonomik Kalkınma ve İçbirliği Teşkilatı. Biz de üyeyiz. Orada ilk 40’ta yokuz biliyor musun? Neden yokuz? Adalette yokuz, hukukta yokuz. Neden yokuz? Biz bunu başaramaz mıyız? Başarırız. Bin defa başarırız. Ama cumhuriyet değerlerine sahip olacağız. Türkiye’de adaleti bir kere bağımsız hale getireceğiz oğlum. Adalet bağımsız olacak. Onun bunun güdümüyle karar veren halde olmayacak. Bak ben Ergenekon’dan 5 yıl 8 ay 10 gün hapis yattım. Ben orada bizi yargılayan hakimlere, savcılara 2013 yılında yüzlerine karşı FETÖ’cüsünüz dedim. 2013’te bunu telaffuz edebilecek kimse çok azdı. Ben kahramanım. Hayır öyle bir şey yok. Ben orada aklımın yettiğince bir de baktım. Uygulamalarına baktım. Tamamen FETÖ’den talimat alarak bu yargılamalarını yaptıklarını gördüm ve çok üzüldüm.
Çünkü ben Abdullah Hoca’nın mahkemesinde de bizzat bulundum. Orada da 2. DGM İkinoğlu Mahkemesi vardı ağır ceza mahkemesi. Oradaki o saygın hakimleri de gördüm. Orada aslan gibi savcıları da gördüm. Onlar da karar verdiler. Ama hiçbir zaman Abdullah Hoca’yı hakaret etmediler. Etmediler. Bizim avukatlarımızı yani müdahil avukatlara şov yapma imkanı vermediler. Abdullah Hoca’nın avukatlarının şov yapmasına da izin vermediler. Ama yargılamayı tam yaptılar. Onun için uluslararası hukuk bir şey diyemedi. Abdullah Hoca’nın gibi bir terörist başının yargılanmasına.
Bir kere yargı reformu derken önce hakimimizi, savcımızı bir kere rahat bırakacağız. Rahat. Yasa ne diyorsa, hukuk ne diyorsa bunu uygulayabilecek hakim ve savcılarımız olacak. Falanca tarikatın şeyhinden, filanca partinin reisinden, bimlem ne makamından emir alacak savcı hakimle olmaz. Savcılar, hakimler bağımsız olacaklar, özgür olacaklar. Polis ve jandarma görevini ona göre yapacak. İşte Cumhuriyet’in kuruluşunda bunlar var. Cumhuriyeti yeniden, çağın koşullarına göre bu şekilde getirmemiz mümkündür. Diğer bir konu, şimdi biz ülkeye gelen turist sayısında, turist sayısı fazla olduğumuzu zannediyoruz ki turizm çok iyi. Öyle bir şey yok. Araştırdım arkadaşlar. İstanbul en fazla ziyaret edilen turistlerin ziyaret ettiği şehirler arasında 5 ya da 6. sırada. Ama kendisinden sonra gelen yerlerden daha az para kazanıyor turizmden. Neden? Çünkü biz turizmimizi satamıyoruz. Londra’ya gidiyorsun, Londra’ya giden turist oteline yerleşiyor. Ondan sonra gidiyor müze ziyaretine veya bir sanatsal etkinliğe gidiyor Moskova’da, New York’ta. Sanatsal etkinlik, oraları görmek için gidiyor turist. İstanbul’a geliyor, Topkapı Sarayı’nda kebap yedirttiriyoruz. Ondan mı para kazanacağız? Çok ciddiyim bu konuda. Bizim turizmde de bir reforma ihtiyacımız var. Kendi değerlerimizi paraya çevirmesini bilmiyoruz. Adam geliyor Antalya’ya, otele giriyor 5 yıldızlı otel. Dışarıdaki, oradaki esnafa gitmiyor. Her şeyi otelde tüketiyor, 3 kuruşta para veriyor. Çekip gidiyor ondan sonra. Bu turizm değildir. Bu turizm geliri değildir arkadaşlar. Ki ülkemiz turizm açısından, tarihi eser açısından, çevre açısından dünyadaki en iyi ülkelerden birisidir. Belki de birincisidir. İstanbul Boğazı, Çanakkale Boğazı. Bunlar dünyanın hiçbir yerinde yok. Ama gelen İstanbul’a doğru dürüst para bırakmadan gidiyor. Biz turisti soyalım demiyoruz ama öyle etkinlikler yapalım ki, o turist tiyatroyu da gidip görmeye, o müzeyi de gidip incelemeye, Canat bu reformların hepsini yapabilecek yetenekteyiz, kabiliyetteyiz. Yeter ki bu konuda kararlı idareciler iş başına gelsinler. Biz her şeyi cumhuriyet kurallarına göre, cumhuriyete sarılarak halledebiliriz sevgili oğlum. Gerçekten Topkapı Sarayı’na götürüyorlar turistleri,
kebap yediriyorlar ya. Böyle bir şey yok. Yani bu Türk milletine yakışmıyor ve bunu düzeltebiliriz. Düzeltmemizin tek yolu da Mustafa Kemal Atatürk mantığında hareket edebilecek. Ekipler, gençler sizlersiniz. Unutmayın. Hangi işi yapıyorsanız yapın. Mantığınız bu olsun. Evet, kapanışı buyurun. Sizden bekliyoruz. Bir soru daha var yalnız. Seyircilerimizi merak etti. Abimi mi daha çok seviyorsun, beni mi? Ne? Lan ne pis bakıyorsun öyle ya. Peki babacığım, teşekkür ederim. Şimdi ben kıssadan hisse olsun diye bir hikaye anlatayım sana. Adam bir tanesi atına binmiş, yanında da köpeği var. Yola çıkmış. Gidiyorlar yağmurlu bir hava. Güm diye yıldırım düşüyor. Üçü birden ölüyor. Yani üçü birden dediğim köpek, adam ve at ölüyor. Fakat öldüklerini hissetmiyorlar. Yollarına devam ediyorlar.
Gidiyorlar, gidiyorlar, gidiyorlar. Çok susuyorlar, yoruluyorlar falan filan. Adam bir bakıyor. Karşıda bir mermer, bir yapı. Varakları var böyle altın kaplama bilmem ne. O mermer avlunun içinde de mevhis bir çeşme var. Ama mermer avlunun kapısında bir bekçi duruyor. Adam diyor ki merhaba. Merhaba diyor bekçi. Ya çok susadık diyor ya. Çok müthiş diyor. Yoldan geliyoruz. Ya buyur diyor istediğin kadar iç diyor içeri gir. Ama diyor köpeğimle atım da diyor çok susadı. Onlar da girebilir mi diyor. Yok diyor onlara yasak. Sen diyor istediğin kadar giriş diyor. Ulan düşünüyor, düşünüyor. Peki burası neresi diyor? Burası diyor cennet. Allah Allah diyor filan. Düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor. Diyor ki onlar benim diyor bir binden kaç kilometredir yanımda. Yoldaş oldular, arkadaş oldular. Ben diyor onlar içmiyorsa ben de içmiyorum diyor. İçmezsen içme diyor bekçide. Oradan çekip gidiyor. Yürüyorlar, yürüyorlar. Artık takatlarının sonuna doğru geliyor böyle. Çok yorulmuşlar, susamışlar. Bir bakıyorlar böyle derme çatma bir kulübe. Kulübenin yanında bir ağaç, topraktan bir yol. İçeride de bir su akıyor böyle.
O da böyle gürül gürül bir su. Kapıda gene bir bekçi duruyor. Adam geliyor diyor ki artık soramıyor burası neresi diye. Diyor ki ya su içebilir miyiz? Tabii diyor buyur diyor. Ya diyor ama diyor atınba diyor, köpeğin de çok susadı diyor. Tabii diyor ya onlar da buyursunlar diyor. Giriyorlar şarıl şarıl sularını içiyorlar. Adam çıkışta bekçiye diyor ki ya burası neresi diyor. Burası cennet diyor. Nasıl cennet diyor ya ben biraz önce şu diyor mermer bir yerden geldim. Oradaki adam da cennet dedi. Yani sizin adınızı mı kullanıyor filan? Yok yok kullansın iyidir diyor. Niye diyor? Bütün diyor arkadaşlarını, yoldaşlarını satanlar diyor.
Yolda diyor içeri tek başına girince orada kalıyorlar diyor. Bizim müşterimiz azalıyor diyor. Onun için ben de şöyle söylüyorum. Yol arkadaşını, yoldaşını, milletini, aileni hiçbir şartta ve koşulda bırakmayacaksın. Müsaitle o zaman kapatıyorum. Oğlum teşekkür ediyorum beni konuk aldığınız için. Ama bu mevzuları çok geciktirmemeliydik. Ağabeyinin olmadığı çok yoğun olduğu bu dönemde bunu seninle yapmış olmaktan da çok mutluyum. Ben de sevgi ve selamlarımı sunuyorum bütün izleyenlerimize. Ben de o zaman izleyenlere sevgi ve saygılarımı sunup programın kapanışını yapayım.
Mevzuları daha sık çekeceğiz artık. Mevzuları burada bitirelim. Teşekkürler.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir