"Enter"a basıp içeriğe geçin

Necip Fazıl’ı Kim, Nasıl Avladı? – Serdar Tuncer

Necip Fazıl’ı Kim, Nasıl Avladı? – Serdar Tuncer

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=2QDiMJn7rYI.

Necip Fazıl Allah rahmet etsin büyük adam Çile. Çilenin şairi. Sakarya Türküsü’nün şairi olarak bilinir ama o der ki ben daha çok Çilenin şairiyim. İlk başta düşünün o Paris yılları falan sıkıntılı zamanlar oradan doğru baktığınız vakit Necip Fazıl kaldırımların şairidir aslında. Sokaktayım kimsesiz bir sokak ortasında yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum, yolumun karanlığa saplanan noktasında sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum. Paris, Bohem Hayat, kaldırımlar, Çile başta öyle ama sonra mevzu başkalaşmış. Nasıl başkalaşmış? Bir küçük buluşmayla. Hadisesi enteresandır. Anlatsan bir şey olur mu? Olmaz.
Necip Fazıl bir hayat yaşıyor. Yaşadı hayattan memnun değil. Paris’ten dönmüş gelmiş, Paris’in gündüzünü görmedim diyor. Gecelerini gördüm. Ben gecenin bir vakti bulunduğum mekandan dönerken o mekanın ne olduğunu bilenler biliyor, bilmeyenlerin de bilmesine gerek yok. En azından göçmüş bir zatı bir günahını zikrederek kast etmeyelim diye hatırlatmıyorum. Ben diyor gece dönerken arkadaşlarım sabaha karşı okullarına gitmek için evden çıkarlardı da o arada denk düşerdik, o arada karşılaşırdık. Böyle Bohem bir hayat. Dönmüş gelmiş Türkiye’ye, şiirler yazıyor. O dönemin edebiyat çevreleri bir mısra, bir millete şeref verecek şair diyor. Büyük şair. Çocuk sen bu sesi nereden buldun diyorlar. Büyük şair.
Fakat Üstad yaşadığı hayattan memnun değil. Yaşanması gereken bir hayat var. Bu dünyaya bir geliş sebebi var. Bunu biliyor, hissediyor, seziyor fakat onun ne olduğunu tam manasıyla bilemiyor. Bir nasıl ele geçeceğini tam bilemiyor. İki bir hayat var da onu nereden bulacağım? Bir hayat var da onu nasıl yaşayacağım?
Tam diyor böyle bir arayış içerisinde dolaşırken Kadıköy vapurunda karşıma geçti, birisi oturdu. Böyle sabit gözlerle bana bakıyor diyor, süzüyor. Kayıtsız. Bir duvara bakar gibi, bir resme bakar gibi, cansız bir varlığa bakar gibi o kadar rahat. Üstad diyor ki o bakışlardan rahatsız oldu. Bir an döndü. Bakıyor. Diğer tarafa döndü. Bakıyor. Gazeteyi kaldırdım diyor. Gazete okumaya başladım falan. Fakat gazetenin arkasından onun o delici bakışlarını hissediyorum. Yine bakıyor. Bir insanın diyor böyle bir insana bu bakışla baktıktan sonra iki şey yapmaları lazım. Ya kalkıp kavga edecekler ya da diyor bir merhaba, bir şey, bir yerden bir tanışıklık falan olacak gibi muhabbet açılması lazım. İkisi de olmuyor. Gazete elimde sinirli bekliyorum. Adam kalktı yanıma geldi diyor. Oturmuş üstadın yanına. Birbirimizi Müslümanca selamlayalım mı demiş. Esselamu aleyküm. Ve aleyküm selam demiş üstad şaşkın bir şekilde.
Adamcağız diyor ki uzun bir konuşma vardır. Necip Fazıl bunu o ve ben kitabında etraflıca hülasa eder. Fakat özetle şunu söylüyor üstada. Senin aradığın diyor Beyoğlu’nda, Ağa Camii’nde, cuma günleri. Vaz eder. Oraya git diyor. Aradığını orada bulacaksın. Üstad kala kalmış. Hayır benim aradığım ne? Aradığımın ne olduğunu bu adam nereden biliyor?
Üstelik bu adam kim? Beyoğlu’nda, Ağa Camii’nde vaz eden zat kim? Onun benim derdime merhem olacağını bu kişi nereden biliyor? Böyle sorular falan. Adamcağız kalktı gitti diyor. İlk durakta indi. Hayda kala kaldım diyor üstad böyle. Şimdi böyle bir şey yaşasanız, birisi gelip size böyle bir şey söylese ne yaparsınız? Günleri saymaya başlasın. Allah’ım bir cuma gelseydi. Cuma geleydi de bir gideydim falan.
Üstad öyle bir şey yapmamış. İki sene bu konuşmanın üstünden iki sene geçmiş. O iki sene boyunca gidip de acaba orada kim var, ne diyor, benim hangi yaramam nasıl merhem olacak diye merak etmemiş. Niye merak etmemiş? İki sebep olabilir. Birincisi nasip. Bir Allah dostuna demişler ki efendim bazen çok sevdiğimiz insanlar var. Gelsinler, dervişlik etsinler, güzel bir hayat yaşasınlar, tövbe etsinler istiyoruz ama olmuyor. Bazen de hiç ummadığımız kişiler çıkıyor geliyor ve bu işin hakkını vermeye gayret ediyor. Bu nasıl oluyor? Mübarek diyor ki Allah dostları geceleri kalplere ok atarlar. Bir başka rivayet geceleri kalpler açılır onlar giderler ve o kalpleri kucaklar alırlar. O oku yiyen ne yaparsa yapsın gelir ve el tutar. O oku yemeyene de ne yaparsanız yapın el tutturamazsınız.
Şimdi Necip Fazıl’ın o vapurdaki adamla ilk karşılaşması aslında Beyoğlu’nda ağa camindeki zatın yayı gerişidir. Yayı gerdi ama oku bırakmadı. O ok tam iki sene boyunca dolanacak, dolanacak, her dolanışıyla beraber bir hız kazanacak, her dolanışıyla beraber bir hız kazanacak ve av o kadar büyük ki av kapıdan girdiği anda o hızla öyle bir çarpacak ki Necip Fazıl kala kalacak. Bir tarafı bu nasip hani meraksızlığından değil Necip Fazıl’ın vakti var. Vaktinden önce çiçek açmaz. Vaktini bekliyor.
Diğer tarafıyla da şu tercih yapmamız gerektiğini hepimiz biliriz. Doğru tercihin ne olduğunu da aşağı yukarı herkes bilir. Fakat pek az insan o tercihinin arkasında durabilir. Niçin? Tek bir sebebi vardır. Tercih yapmak bedel ödemektir. Bedel ödemeyi herkes göze alamaz. İkinci sebep de bu olabilir. Necip Fazıl merhumun bilmesine rağmen iki sene bey oğlu ağa caminin kapısından içeri girmeyi için ikinci sebebi belki de budur. Bilemeyiz. Allah bilir. İki sene kadar sonra bey oğlunda oturuyorlar. Yanında Abidin Dino hani o Nazım’ın bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin? Dediği Abidin Dino. Beraber oturuyorlar. İyi dostlar. Üstad bir an şimdi o ok hani hızlanıyordu dönüyordu dönüyordu
dönecek ve bulacaktı ya kalbi. Demek ki artık ok menzile doğru yaklaşmaya başlamış. Necip Fazıl’ın bir içi sızlayarak diyor. Abidin bugün günlerden ne diyor? Cuma. Biz neredeyiz? Bey oğlundayız. Ağa cami neresi? Aha da şurada. Ne duruyoruz demiş. Haydi. Vakit geldi. Abdestler alınmış. Cuma vakti. Koşmuşlar gidiyorlar. Onlar ağa camine doğru yürüye duruyorsun. Ağa camiinde vaiz kürsüsünde tane tane nübüvvet kokulu cümlelerle hakikati anlatan bir zat var. Seyyid Abdülhakim Arbasi Hazretleri. Bakmayın siz onun anlatır gibi gözüktüğüne. O iki sene evvel attığı okun hedefinin kapıdan girişini bekliyor. Dışarıdan bakanlar hazretimin bir şeyler söylediğini bir şeyler anlattığını duyuyorlar
ama hakikat bambaşka. Az sonra kapıdan içeri biri girecek ve mıhlanacak. Necip Fazıl, Abidin Dünno ile beraber giriyorlar. Abdülhakim Arbasi Hazretleri vaaz etmeye devam ediyor. Ezan okunmuş o sıra.
Ezanın bitimi ile beraber Necip Fazıl, Abidin Dünno ağa caminin kapısından içeri giriyorlar. Ayakkabıların bırakıldığını düşünün. Vaaz kürsüsünde Seyyid Abdülhakim Arbasi Hazretleri anlatmaya devam ediyor. Ve o ana doğru bir ilerleyiş var. Şikârla avcı az sonra karşı karşıya gelecek. Okla hedef karşı karşı. Aşıkla maşuk bir araya gelir. Murâd-ı İlahi. Bir buluşma büyük bir buluşma var. Abdülhakim Arbasi Hazretleri her şeyden habersizmişçesine, o attığı oku atan iki sene evvel kendisi değilmişçesine sohbetini ediyor her zamanki hâliyle. Necip Fazıl heyecan içerisinde kapıdan içeriye doğru giriyor. Yaklaşıyor. Vaaz kürsüsünde kim var? Kafayı kaldırıp bakacak. Üstad kafayı kaldırıyor.
Bir heybet, bir vakar, bir azamet avidesi güzeller güzeli bir zat konuşuyor. O zat o sıra sohbetin arasında döner. Kapıdan yeni gelen kişiye bir bakar. Necip Fazıl kalakalır olduğu yaptı. Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız, ruhuma büyük temel çivisini çaktınız. An o andır. İki sene boyunca boşlukta hız kazanıp dolaşıp duran o ok, o bakışla beraber Abdülhakim Arbasi Hazretlerinin gözlerinden Üstad’ın kalbine onu mırlar ve durur. Mevzu buraya kadardır.
Necip Fazıl buradan sonraki ve önceki hayatını mukayese için belki de bir dervişin yazabileceği en güzel şiiri İkim Israil yazar. Tam 33 yıl saatim işlemiş, ben durmuşum, gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurtmuş.
Böyledir bu zatlar. Bir bakışla yakar, bir bahaneyle, ne bileyim bir dokunuşla, bir küçük tevafukla, bir basit diyebileceğin hadiseyle yakar. Bahaneyi bulur ve yakar. İksiri azamdır, nutkı ehlullah, tuncadeyse anı si müzer eyler. Yek nazar eylese arifi billah, aslı kemhareyi mücevher eyler. Bir tek bakış. Niye? Allah’ın nuruyla bakar. Necip Fazıl’ı böyle yakan kudreti ilahi, mesela Nurettin Topçuyu bir çift paşmakla yakar. Nurettin Hoca gelmiş Sorbon’dan, telsefe profesörü, eski okul arkadaşlarından birisi var, Sırrı abi.
Sırrı’ya dertleniyor. Sırrı. Gördüm diyor. Batıyı da gördüm, Doğu’yu da gördüm. Onu da biliyorum, bunu da biliyorum. İmamlar da yalan söylüyor, papazlar da yalan söylüyor filan. Deyince Sırrı abi demiş ki yalan söylemeyenler de var hocam. Öyle mi? Kim var mesela? Hadise uzun da rahmetli Emin Işık Hoca güzel anlatırdı. Bir iki kişiye gittikten sonra en son diyor ki, Abdülaziz Bekki’ne var diyor. İmam efendi diyor. Ziyaretine gitsek Aziz efendiye. Gidelim demiş hay hay. Kalkmışlar. Giderlerken Nurettin Hoca bir ara dönüyor Sırrı abiye soruyor. Hazret nereli Sırrı? Bilmiyorum ki hocam demiş hiç. Merak da etmedim, sormadım da. Varmışlar eve selamünaleyküm aleyküm selam. Kapıdan girmişler. Hazretim onları buyur etmiş. Oturmuşlar bir köşeye. Siz durun demiş ben geliyorum. Dışarı çıkmış elinde bir tepsi. Hazırlamış tepsiyi girmiş içeriye. Buyurun demiş. İkramdır biz kazan tatarlarındanız. Bizde adet böyledir deyince Sırrı abi bir yapmış. Hoca hafif bir mahcup bir göz göze gelmişler. Hani soruyordun ya diyor nereli diye bak. Onu söylüyor falan. Oturmuşlar. Sohbet sohbeti açmış. Sohbet sohbeti açmış. Nurettin Hoca o sıra bakıyor ki kapı hafif aralık. O kapı aralığında eskiden paşmak derdi. Bir çift ayakkabı. Bir çift ayakkabı var. Aziz efendi tekkeye gideceği zaman camiye gideceği zaman Aziz efendi giyiyor. Hacı anne çarşıya komşuya gideceği zaman hacı anne giyiyor. Evde bir çift paşmak var. Onu görünce demiş ki işte Müslümanlık bu. Sohbeti duyunca demiş ki işte yalan söylemeyen zatlar da var. Onu da o bir çift paşmakla iki sohbetle çarpmış kudret-i ilahi.
Hani erenlere gönül verenler, erenlere gönül verenleri sevenler, erenler bahçesinden güller derenler filan diye anlatıyoruz ya. İşte bak gönül vermeye bir bahane aramak lazım. Serdar ağabey hoca öyle bulmuş. Nurettin hoca böyle bulmuş. Üstad böyle bulmuş. Fethi ağabey Ahmet Tahir efendiyi bulmuş. Cahit ağabey Abdurrahim Reyhan efendiyi bulmuş. Erdem Bayazid mürşidini bulmuş. Akif ağabey Sihir Baykan’da bir zatın bendesi olmuş.
Tanıdığımız bütün güeller bir güzelin önünde diz çökmüşler ve güzel olmuşlar. Kabul de biz o güzelleri nereden bulacağız ben bilmem. Nasıl bulacağız onu biraz bilirim. Dert edeceğiz. Boynumuzu bükeceğiz. Ya Rabbi bu zamanda yaşayan senin dostlarından her kim varsa, o erenlerden kimler varsa onların gönlüne girmeyi bize nasip et. Bizim gönlümüze onları almayı bize nasip et. Sevdiklerini bize sevdir. Dua edeceğiz, yakaracağız. Mevla’da bir bahane işte vapurda bir adam çıkacak karşımıza. Sırrı ağabey kolumuza girecek. Efendim Ahmet Tahir efendi şuradan bir rüyadan karşımıza bir şeyler olacak. Nasıl olacağı onu o bilir. Ben bilmem. Necip Fazıl dedik, Seyyid Abdul Hakim Arvasi Hazretleri dedik. Bir şiirle bitirelim.
Üstad Seyyid Abdul Hakim Arvasi Hazretlerinin şahsında bütün bir altın silsileyi muhteşem bir şiirle selamlar. Şöyledir. Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben üç ayakla seken topal köpeğim. Bastığınız yeri taş taş öpeyim. Bir kırıntı yeter kereminizden.
Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben gidiyor gidiyor nurdan heykeller. Ufuk önlerinde bayrak kulesi. Bu gidenler altın kol silsilesi. Ölçüdeğen, ahengten daha güzeller. Gidiyor gidiyor nurdan heykeller. Sonsuzluk kervanı, istemem azat.
Köleniz olmakmış gerçek hürriyet. Ölmezi bulmaksa biricik niyet. Bastığınız yerde ebedi azat.
Sonsuzluk kervanı, istemem azat.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir