Prof. Dr. Yavuz Yörükoğlu: Laf olsun diye su içmeyin
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=N-PXotDqTII.
Laf olsun diye su içilmez. Ekmek yemeğin, karbonidak yemeğin gibi abuk sabuk söylemler çıktı. Bu doğru değil. Ne kadar et, o kadar kanser. Bu yüzlerce bilimsel çalışmayla sabit. İçeriye geçmeden yalnızca birkaç saniyenizi alacağız. GZT olarak yaptığımız işe önemsiyoruz ve çok çalışıyoruz. Amacımız da GZT YouTube kanalını 1 milyon aboneye ulaştırmak. Bu da sadece sizin katkılarınızla mümkün. Abone ol butonuna tıklayarak 1 milyon yolculuğumuzla bize destek olabilirsiniz. Bir kişiden ne olur demeyin. Bizim için çok önemli. Şimdiden teşekkür ediyor ve hemen içeriye dönüyoruz. Başlayalım. Şimdi suyun bir dozu yok. Siz eğer serin bir evde, koltukta televizyon seyrediyorsanız bütün gün, sağlıklı bir şey olduğunu söylemiyorum ama böyle bir şeyiniz varsa günde 1-1,5 litre fazla bile gelebilir. Güneş altında çalışıyorsanız, bahçede orada burada, günde 5 litre az gelebilir. Şimdi bunun bir dozu yok. Allah bize susama duygusunu vermiş. Biz almamız gereken su miktarı az aldığı zaman, yetersiz su aldığımız zaman bir susama duygusu oluşuyor. Susadığınız zaman bol bol kana kana için. Ama laf olsun diye su içilmez. Şimdi bundan birkaç sene önce bir genç manken kardeşimiz cildinin güzelliğini günde içtiği 3-4 litre suya bağlamış. Şimdi o yaşta ne yapsanız cildiniz güzel. 45’inden sonra suyu damacana ile içseniz faydası olmaz. Dolayısıyla dediğim gibi suyun bir dozu yok. Susadıysanız için laf olsun diye su içmeyin. Ketogenik diyet, evet son birkaç yılda moda oldu. Ama birincisi bu doğal bir beslenme tarzı değil. Yani ketogenik diyet, ketoz ise yani asli yakıtımız olan glikoz yerine keton cisimciklerini yani yağlardan oluşan keton cisimciklerini yakmaya yönelik bir diyet. Şimdi bu diyet bir kere sağlıklı bir diyet değil. Kilo vermek için bu diyeti kullananlar var ve bu diyette kilo da veriliyor. Onu belirteyim. Ancak bunun faturası çok ağır. Şimdi bütün bilimsel çalışmalar bizim günlük enerji ihtiyacımızın en az yarısının karbonhidratlardan gelmesi gerektiğini söylüyor. Bu bilimsel bir gerçek ve bu konuda bir tartışma yok.
Şimdi son yıllarda yine böyle ekmek yemeğin, karbonhidrat yemeğin gibi abuk sabuk söylemler çıktı. Bu doğru değil. Dediğim gibi bizim ihtiyacımızın en az yüzde ellisinin karbonhidratlardan gelmesi lazım. Ama burada karbonhidratın niteliği önemli. Yani eğer bir meşrubattaki şeker de karbonhidrat, bir tatlıdaki şeker de karbonhidrat ama öte yandan tam buğday, tam tavıllardan, bakliyattan aldığımız kompleks karbonhidratlar da karbonhidrat. Birisi zararlı, birisi faydalı. Dolayısıyla bizim mutlaka ve mutlaka günlük beslenmemizin içinde karbonhidrat olması lazım. Bu açıdan ketogenik dediğim gibi doğal bir beslenme tarzı değil. Sunni bir beslenme tarzı. Bol miktarda et ve yanında da işte sebze salataya dayanan sıfır karbonhidrat prensibine göre yapılan bir diyet tarzı. Ama dediğim gibi bunun da birçok yan etkileri var. Yani et ağırlıklı beslenildiği zaman bir kere gut hastalığına davetiye çıkarıyorsunuz. İkincisi böbrek taşları, safra kesisi taşlarını davetiye çıkarıyorsunuz. Daha önemlisi hayvansal protein tüketimiyle kanserlerin bire bir paralel gittiğini biliyoruz. Ne kadar et, o kadar kanser. Bu yüzlerce bilimsel çalışmayla sabit. Dolayısıyla ketogenik diyet doğal bir diyet değil, sağlıklı bir diyet değil. Kimseye önermiyorum. Soda ölçüsünde faydalı bir şey. Yani sonuçta soda dediğimiz maden suyu dediğimiz şey içindeki minerallerden zengin suyu ifade ediyor. Bunun için de işte bol miktarda kalsiyon var ve maden suyunun cinsine göre değişik değişik mineraller var. Günde bir maden suyu içiyorsanız faydalı.
Günde beş tane maden suyu içiyorsanız o zararlı. Çünkü bir aşamada böbrek taşları, şubu gibi sorunlarla karşılışılır. Detoks diye bir kelime yok aslında. Detoks, detoksifikasyon kelimesinin kısaltılmışı. Bunun da anlamı toksinlerden arındırmak. Şimdi detoks yaptığını iddia edenlere sorduğun bir şey var. Hangi toksinlerden arındırıyorsunuz? Şimdi sorun kimse buna bir doğru düz cevap veremez.
Yani piyasada detoks diye anlatılan şeyler genelde işte meyve, sebze, salata ağırlıklı, sağlıklı bir beslenmeyi ifade ediyor. Tabii ki o açıdan faydaları var. Ancak detoks dendiği zaman insanlar bunun ötesinde bir şeyler bekliyorlar ki bu doğru değil. Modern hayatın bir hastalığıdır o diyelim. Ama burada değişik faktörler var. Birincisi tabii ki işte televizyon olsun, sokaklardaki billboardlarda dahi olsun,
sürekli bir tahrikle karşı karşıyayız. Nereye baksanız bir dondurma, bir meşrubat, bir tatlı reklamı var. İnsanlar da buna ister istemez şey yapıyorlar. Çok güzel bir örneği var bunun. Arabanıza benzin almak için gidiyorsunuz. Kasaya parayı ödemeye gittiğiniz zaman ne var o kasada? Hepsi promosyonda, gofretler, çikolatalar, tatlılar, şekerler falan filan. Yani daimi bir tahrik altındayız.
Ancak yakın zamanda neden kilo veremiyorsunuz diye bir video çektim. Ve burada en sık yapılan beslenme hatalarından bahsediyorum. İşte bunlardan bir tanesi sofradan doymadan kalkmak. İnsanlar genellikle kilo almamak adına veya kilo vermek adına yemekten sofradan doymadan kalkıyorlar. Sofradan doymadan kalktığınız zaman birkaç saat içinde acıkacağınız garanti.
Şimdi acıktığınız zaman da genelde işte abur cubur dediğimiz çoğu sağlıklı olmayan gıdalara yöneliyoruz. Dolayısıyla beslenme çok çok önemli. Yani biz protein, karbon irat, sağlıklı yağlar ve sebze, salata gibi besinlerle yeterli ve dengeli beslendiğimiz zaman bu arada acıkma duyguları, yetersizlikler ortadan kalkıyor. Dolayısıyla söylediğim şeylerden bir tanesi o.
Yani çatlayana kadar değil ama sofradan doyarak kalkın diyorum. İşte o zaman o acıkmalar, şeker krizleri, tatlı krizleri ve abur cuburadan alınmalar büyük oranda azalıyor. Kara ciğer yağlanması gerçekten bütün dünyada insülin direnci ve şeker hastalığı gibi bir epidemi durumunda. Yani Amerika’da yapılan çok ilginç bir çalışma.
Harvard Üniversitesi’nde yapılmış. Asistanlara demişler ki çıkın sokağa 30-40 yaş arası taminen de göz kararı normal kiloda olduğunu düşündüğünüz 50 kadın 50 erkek bulup getirin demişler. Ve yapılan çalışmaların sonunda nispeten genç ve nispeten normal kiloda olduğunu düşündüğümüz kişilerin %40’ında insülin direnci ve kara ciğer yağlanması olduğu anlaşılmış. Yani bu sanıldığından çok daha yaygın ve önemli bir problem.
Bunun bir numaralı sebebi beslenmedeki hatalar. Birincisi aşırı beslenme yani gereğinden fazla kalori aldığımız zaman hangi kaynaktan olursa olsun, metabolizma alır bunu yağa çevirir ve ilk depolayacağı yer kara ciğer. Onun ötesinde tatlılar, hareketsizlik, alkol. Bunların hepsi kara ciğer yağlanmasına katkıda bulunan çok önemli ve tehlikeli faktörler. Kara ciğer yağlanmasının anlamının yolları var. İşte birincisi bir ultrasonla gözümüzle görebiliyoruz. Onun ötesinde kara ciğer fonksiyon testleri dediğimiz kan testlerini yaptığımız zaman kara ciğerin durumu hakkında 3 aşağı 5 yukarı bir fikir sahibi olabiliyoruz. Ve de işin ilgincidir. Kara ciğer yağlanmasıyla insülin direnci el ele gider. Yani insülin direnci yok, kara ciğer yağlanması var.
Böyle bir şey yok. Genelde ikisi bir arada bulunuyor. İkisinin bir arada bulunması işte beraberinde bir aşamada şeker hastalığı, daha sonraki aşamalarda da kalptemar hastalıkları neden oluyor. Şimdi bu çok tartışmalı bir konu. Tedavi derken neyi kastetmeliyiz? Normal kolesterol nedir? O konuda da çok büyük tartışmalar var. Ancak şöyle, ben bu konuda fikrim çok açık ve net. Kolesterolü tedavi etmek adına kullanılan statin ilaçların, kolesterol düşürücü ilaçların hiçbir faydası olmadığını ve aksine çok önemli yan etkileri olduğunu düşünüyorum. Sadece benim düşüncem değil, bilimsel yayınlar bunu gösteriyor. Hatta bu kolesterol ilaçların prospectüsüne baktığınız zaman kara ciğer hasarı, kas hasarı, şeker hastalığına neden oluyor.
Erkeklerde hormon yapımını engellediği gibi sayısız şeyler var, uyarılar var. Şimdi, peki kolesterol tedavi edilmeli mi? Sadece bir rakama bakıp kolesterolü tedavi etmek doğru değil. Şöyle söyleyeyim, bundan 3-5 sene önce çıktığım ve belki ilk defa bu konular bu şekilde tartışılmaya başlandı. Bir şey anlattım. Ben kalp cerrahi.
Bana gelen hastalar, kalp hastalığının son noktasına gelmiş olan hastalar. Yani ilaçla, diyetle, anjiyoplastistentle tedavisi mümkün olmayan ve son çare olarak ameliyata gelmek zorunda olan hastalar. Şimdi bu hastalara baktığımızda görüyoruz ki, bu hastalığın yarısının kolesterolleri normal. Demek ki normal bir kolesterol seviyesi ya da normal denilen bir kolesterol seviyesi
onları kalp hastası olmaktan koruyamamış. Öte yandan kolesterolü 300-400-500’lerde olup anjiyo yaptığımızda koroner damarları pırıl pırıl olan dünya kadar hasta var. Yani, kolesterolle kalp damar hastalıkları arasındaki ilişki birebir bir ilişki değil. Burada çok değişik faktörler var. Burada o zaman şu soru gündeme geliyor. Neden benim damarlarıma kolesterol oturuyor da sizinkine oturmuyor? İşte bunu belirleyen faktör, sık sık dile getirdiğin enflamasyon kavramı. Enflamasyon bizim bağışlık sistemimizin yabancı olarak algıladığı her şeye karşı gösterdiği bir reaksiyon. Normal şartlarda bu faydalı ve gerekli bir reaksiyon. Yani bir şeye alerjimiz olduğu zaman ya da bir sivrisinek ısırdığı zaman oradaki kızarıklık, nezle olduğumuz zaman burnumuzun kızarması, tıkanması
bunlar bir enflamasyon göstergisi ve gerekli bir reaksiyon. Ancak bir de kronik enflamasyon denilen bir şey var. Bu bizim çoğunlukla beslenmemizden kaynaklanan ve daimi düşük dozda bir enflamasyonu ifade eder. Nedir bunlar? Yüksek şeker seviyesi, sigara, alkol, sunni gıdalar, gıdalardaki renklendiriciler, tatlandırıcılar, koruyucular.
Yani normal olmayan her türlü şey bizde, özellikle damarlarımız tutan bir enflamasyona neden oluyor. İşte eğer damarlarda enflamasyon varsa o zaman kolesterol geliyor ve o damarlara oturuyor. Enflamasyon yoksa kolesterol ne olursa olsun gelip oraya oturmuyor. Dolayısıyla hastayı bütüncül bir yaklaşımla, şekeri, insülin direnci var mı, sigara içiyor mu, başka risk faktörleri var mı
bunların hepsine birden bakıp tedaviye ancak o zaman başlanır. Ama yine de ilk adım tedavi bunu ilaçlarla değil, sağlıklı bir beslenme ve hareketli bir yaşamla normalleştirmek çok çok mümkün. Çok önemli bir konu. Dikkat ettiğimiz bir şey var. Güneşli bir ülke olmamıza rağmen Türkiye’de, Türk halkında ciddi bir D vitamini eksikliği var. Bu yapısal bir şey herhalde. Şimdi D vitamini derken esasen bu tabir yanlış. D vitamini dediğimiz madde esasen bir hormon. Bugün sizin kanınıza baksak oradaki D vitamini düzeyinin %90’ın bizim cildimiz tarafından yapılan doğal D vitamini. Geri kalan %10’u belki gıdalarla aldığımız D vitamini.
Kaldı ki D vitamini’nin gıdalarla alınan kaynağı çok az, balık dışında neredeyse hiçbir şeyde anlamlı bir şekilde D vitamini yok. Şimdi son yıllarda D vitamini geleneksel rolünün çok ötesinde rolü ve faydaları olduğu anlaşıldı. Yani eskiden D vitamini dendiği zaman sadece kemik sağlığı akla gelir.
Gerçekten D vitamini bizim kalsiyon metabolizmamızla birlikte çalışarak kemiklerimizi oluşumunda güçlenmesinde çok önemli bir rolü var. Ancak sonradan anlaşıldı ki D vitamininin kalp hastalıklarından kanserlere kadar çok önemli rolleri olduğu anlaşıldı. Son yıllarda değişik bir konuda D vitaminin Covid ile olan ilişkisi.
Kaldı ki D vitamini yeterli ve yüksek olan kişiler de Covid’den korunmak veya hafif geçirmek çok etkili oluyor. D vitamini düşük kişiler de bu hastalık çok ağır geçebiliyor. Dolayısıyla Covid’den korunmada önerdiğimiz belki anlamlı tek öneri D vitamini düzeylerine baktırmak ve bunu optimal düzeye getirmek. Spor, sporden ziyade hareket diye. Şimdi insanoğlu hareket halinde olmak üzere tasarlanmış. Yani biz yüz binlerce yıl bizim evrimsel gelişimimizde biz her şeyi hareketle yapmışız. Yani bir yerden bir yere giderken hareket ediyoruz. Tarlada, bağda çalışırken hareket ediyoruz. Sürekli bir metabolizmamız da buna adapte.
Şimdi yapılan bilimsel çalışmalar insanoğlunun son 100 yıl içinde hareket düzenini yaklaşık yüzde 60 azaldığını gösteriyor. Şimdi modern hayat tabi bize bir çok kolaylık sağlıyor. Her yere arabayla gidip geliyoruz. Yürüyen merdivenler, asansörler hayatı kolaylaştırıyor. Son yıllarda iyice şey oldu. Alışverişiniz bile bir telefonla evinize geliyor. Hatta bir şeyler atıştırmak için evden dışarı çıkmaya dahi tenezzül etmiyor insanlar. Bir telefonla istediğiniz her türlü faydalı faydasız gıda kapımıza geliyor. Dolayısıyla hareket düzeyimizin çok az olduğu konusunda bir tartışma yok. Şimdi hareket neden önemli? Hareket bizim metabolizmamızı canlı tutmak için çok çok önemli bir faktör. Hatta bu konuyla ilgili bir videom var. Hareket etmek, düzenli hareket etmek günde 25 ilaç almaya bedel diyorum. Kilo kontrolünden şeker kolesterol kontrolüne, tansiyondan bağışlık sistemine kadar olağanüstü ektileri olan bir şey. Peki bunun dozu nedir? Tabi herkesin yaşına, fizik durumuna göre bir aktivite vardır.
Gençler her türlü aktiviteyi yapar, maç yapar, şey yapar, yüzer vesaire. Bunun fazlasının bir zararı yok. Aksine faydası var. Belirli bir yaştan sonra dahi mutlaka bizim günde en az 45 dakika 1 saat orta tempoda yürüyüş yapmayı hedeflememiz lazım.
Kimileri buna işte cep telefonundan takip edip günde 8.000 adım, 10.000 adım arasında bir adım olarak şey yapar. Hareket çok çok önemli her hal ve şartta.
Karaciğer yağlanması gerçekten bütün dünyada insülin direnci ve şeker hastalığı gibi bir epidemi durumunda.
İlk Yorumu Siz Yapın