Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=tN0hW7SFYhs&list=PLWXQ0iArMOp8K103D-hJLttj2xxK4EVHe&index=23″ target=”_blank” rel=”noopener”>Son Moda Saçmalar ve Nietzsche – Böyle Buyurdu Kültür – Prof. Nevzat Kaya – B03 videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için tıklayınız.
Hocam merhaba. Merhaba. Nasılsınız görüşmeyeli? İyiyim teşekkürler. Siz nasılsınız? Bomba gibiyim efendim. Bugünkü konumuz cultural studies veya kültürel çalışmalar. Hocam kültürel çalışmalar nedir? Çoğul. Niye çoğul? Çünkü artık hiçbir şey en banal olgudan, en ulvi sorumsala kadar hiçbir şeyin tek bir açıklamasının olabileceği kabul edilmiyor. Bu en yansıması. 1940’dan sonra, 50’den sonra bütün meta öyküler yıkılınca her şeyi cevaplayabilen evrensel bir formül, evrensel bir kuram gayet tabii ki korkunç reddediliyor. Bir de özellikle 68’den sonra bu sol entelejensiyasının bütün hayalleri yıkıldıktan sonra onlar da meta öyküsel biçimde dünyayı kurtarma çabasından ziyade her şeye müstakil, küfret birer hikayeyle, bilimci bir biçimde hikayeyle diyorum çünkü bu cultural studies’in araştırma, kuramsal arkaplanları hala çok tartışıla geliyor. Dünyayı şöyle yeniden bir büyüğe kavuşturmaya çalışıyorlar. Her şeyi açıklayan bir kendi şahsına münasır hikayesi var. Kaş yapayım derken, yenilik getireyim derken neyi beraberinde getiriyor biliyor musunuz? Dehşet bir akademik anlamda parçalanmayı ve akademideki insanların birbirini anlamamasını da getiriyor bir yan etki olarak. Bu anlamamaz, arttıkça fraksiyonlar artıyor, birbiriyle savaşanlar artıyor. Tırnak içinde eski okul, bilimsel, fizik, matematik, biyolojiye ait bilim insanları sosyal bilimlerle aleni dalga geçmeye başlıyorlar. Bunun da ııı tabii tabii. Bunun da en çarpıcı duşa vurumu 90’lı yılların sonunda Alan Sokal, belçikalı bir matematikçi, New York’ta yeni kurulmuş korkunç posttruktüralist, makalelerin kimsenin anlamadığı bir dilde yayınlanan dergi, uydurumasyon bir makale gönderiyor. Son moda saçmalar diye o kitap çevrildi Türkçe’ye. Matematik kuramlarını kullanıp, pazarlar, kara delikler nasıl kendilerini var ediyorlar, evrenin meta-öyküsel tek düzeli tatlında.
Bu makale hakemlerden nasıl bir alkış alıyor biliyor musunuz? Ayılla bayılla yayınlanıyor bu makale. Tamamen uydurma değil mi aslında? Tamamen uydurma. İnanılmaz bilimsel bir skandala imza atıyor. Dolayısıyla doğa bilimleri tarafından gelen eleştiri şu, sizler işinize gelen her türlü unsuru biyoloji odan olabilir, fizikten olabilir, matematikten olabilir. Alıyorsunuz dediğiniz biçimde istismar ediyorsunuz. Yani siz bilim yapmıyorsunuz, siz hikaye yazıyorsunuz. Yani ne demek bu? Sosyal bilimlerin, postmodernizmle birlikte, ne derli büyük bir anlam krizine girdikleri, ne dair şöyle eleştiriler var. Antropoloji, etnoloji, bu tarz disiplinler çok feci. Nasibini alıyor bu kavgadan. Mesela Amerikan yerlilerin cenesisini işliyor o mitologlar, bu post-trukturalist antropologlar. Onlara göre işte dünya mitik bir biçimde yaratılmış. Aynen bütün mitlerde olduğu gibi. Yani tem bilimlerinden, gejiyoloji biliminden, biyoloji biliminden, evrim biliminden son derece uzak. Metoloji. Şöyle bir anlayış var etnologlarda, cultural studies yapanlarda. Eğer o insanlar böyle yaratıldığını düşünüyorsa dünyanın bu bilimsel açıklamanın yanında da göz önünde bulundurulması gereken, ciddiye alınması gereken bir versiyonu, yaratılış, oluşum versiyonu. Bu büyük bir tartışmaya sebebiyet veriyor ve seviye çok çok düşebiliyor. Yani efen bilimciler diyor ki Allah’ın bunlar yani tımarhanelik raddesine geliyor. Biz Türkiye’de bunları takip edemiyoruz böyle. O zaman diyorlar Galileo Galilei’nin dediğinin yanı sıra, Vatikan’ın, dünyanın 6 günde yaratıldığını ve 7.günde Tanrı’nın dinlendiğinde bir alternatif hikaye. Bu sizin geçen hafta da dediğiniz Ayşe teyze Apollon’a inanıyorsa bırakınlansın demiştiniz ya aslında ona benzemiyor mu? Ayşe teyze zaten akşamları mutlu mesut dua ediyorsa, oğlak burcunun başına geleceklerini inanıyorsa bu sırf Ayşe teyzeyi inandırıyor. Ama siz bir akademide özellikle elite üniversitelerinde Princeton, Yale, Stanford, Berkeley, buralarda bunları böyle seslendirirseniz hiç fen bilimcilerin eziğinde Allah’ın bunlar ne yapıyor? Bunlar üniversite fikriyle dalga geçiyorlar. Peki bunların arkasında Fransızlar var değil mi? Fransızlar şöyle var. 2.Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya artık şöyle görünüyor, yerinde duramayan, sürekli sorun çıkartan ve dünya barışını tehdit eden blok Avrupa’nın ortasında. Jeopolitik açıdan Avrupa’nın ortasını işgal ediyor. Bir türlü bertaraf edilemeyen bir tüsküllü bela.
Yani 1945’te Hönnü Lüberg mahkemeleri, dünyanın ve Almanya’nın denazifikasyonu bunların dışavurumları. Tabii ki sadece askeri alanında bu Almanya’nın bilimsel, kültürel, manevi bilimler, Geisteswissenschaft’ın alanındaki önderliği ni de dünya kültürüne katkısı bağlamında Amerikanlar değişime sebebiyet vermek istiyorlar. Bu kültürel hegemonyayı Amerika alıp Fransa’ya veriyor. Fransızlar 1945’ten sonra inanılmaz gafil avlanıyor. Yani birdenbire sınıfın en iyi öğrencisi deniliyor ki defol git sen okuldan atıldın. Deniliyor ki bundan sonra sensin. Sensin denilen de hazırlıksız yakalanıyor. O günkü dersini çalışmamış oluyor. Dolayısıyla Fransa aslında Almanya’nın o saate kadar yaptığı her şeyi alıp dünyaya bambaşka bir perspektiften yeniden sunuyor. Yani Nietzsche’nin ahlakın soykütüğünü, Foucault’un söylemin düzeni, bilginin arkeolojisi, Alman greko kültür araştırmalarını alıp Sisyfos’u, Tantalos’u, Yunan tragedyalarını, 2. Dünya Savaşı sonrasında korkunç bir absürt ve varoluşum var. Absürtlük katına yerleştirmeye çalışıyor. Lacan, Freud’u yeniden okuyor. Delöz, Gattari bu sefer Lacan’a eleştiriyorlar. Onlar anti-Öydüpus’u yazıyor. Yani 1945 sonrası kuramlar 19. 20. yüzyıl Alman kültürünün dünyaya yeniden sunulması applike edilmiş. CIA de bunu çok destekliyor. İnanılmaz kültürel bir biçimde Fransız kültür ürünlerini Amerika’da pazarlıyor. Bunun karşılığında Berlin ve Almanya’yı dışta bırakmak adına bütün Amerikan senfonilerini, sanat kurumlarını Fransa’ya taşımakla Fransa’da sergiler, konserler, tiyatrolar anelemekle bitap düşüyor. Bu resmen bir kültür politikası. Bu bir komplo teorisi değil değil mi hocam? Hayır komplo teorisi değil. Makaleler var, kitaplar var, Almanya’nın artık kısmamız lazım. Tabii Almanya’da sonuçta cız olmuştur. Engellememiz lazım. Tabii ki haklı olarak çünkü Almanya her şeyi iyi yapıyor ama dünyanın çarkına da çok feci bir biçimde okuyor. Mesela bakın Almanya’nın bilimine de ket vuruyor bu. Bu Nazi tecrübesinden sonra bu ırkçılık araştırmaları, sosyal darvinizm hikayeleri neye sebebiyet veriyor biliyor musunuz? Alman bilimi korkunç mankafalaşıyor 45 sonrası. O carcarcar öten sembol araştırması yapan Almanlar ne yapar oluyor biliyor musunuz? Klasik arkeolojik buna en güzel örnek, semptomatik olarak inanılmaz sıkıcı bir biçimde, bitici bir biçimde uslupçu oluyorlar.
Ne demek? Almanlar bu konularda uzmanlaşmaya başlıyor. Milattan önce işte bilmem kaçıncı yüzyılda Güney İonyakçısı uslubu, ondan sonra diğerleri, milattan önce bilmem kaçıncı yüzyılda Kuzey İonyakçısı uslubu. Yani uslupçu oluyorlar. Almanlar neden elini ayağını çekiyorlar? Utanmalarından ötürü. Denazifikasyondan sonra, Berlin’den sonra, yeni dünyaya bir aile ferdi olarak katılabilmek için bütün bu uç, yorum, tespit etme, o eski 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren devam eden özgüvenli söylem oluşturma ve hakikaten dünya kültürünü ve akademisine de ayan gösterme unsurundan çarp diyebileceğimiz bir biçimde vazgeçiyor değil mi? Ve bu da Almanya’nın oluşturduğu bu akademik vakumun hansızlar tarafında dehşet bir biçimde Çin malı misali. Ay fukun bunu dedi, ay lakan bunu dedi. Mesela Fransa’da, Yale’de galiba büyük bir karşılaştırmalı edebiyatçısı olan Paul DeMande, bir numaralı nazidir. Ama Fransız olduğu için Amerika’da onları çok güzel satabilmiştir. Dolayısıyla burada iki şey bir araya geliyor. Dünyanın meta öykülerden artık vedalaşması, aydınlanma. Lyotard’ın fikri değil miydi o daha sonra yoksa daha mı? Lyotard bunu tespit ediyor. En güzel yazılardan bir tanesi, şunu anlıyorsunuz Lyotard 20. yüzyılın birikimiyle bunları tespit ediyor. Dolayısıyla meta öykülerden vazgeçme ile Fransız teorisinin paralel bir biçimde pompalanması, kuramların yok edilişi ile insanın yalnız kaldığında neden pembe eşyaları kırıp dökebilir hale gelmesini bile, bir narasyonla açıklayabilmek zorundayız. Bu açıklayabilme hep nereye götürüyor biliyor musunuz? 20. yüzyılın yarısına kadar gelen humanosantrizmden mesafe kazanma bağlamında anti-humanist bir biçimde o kişi için dünya öyle yani inanılmaz bir anlayış, inanılmaz bir gel evladım seni de açıklayıp insanlık ailesine kazandıracağız diye bir mevhumla, evet bu iyi niyetten kaynaklanan bir biçimde sosyal bilimleri param pirfik ediyor. Sosyal bilimler param pirfik olduğu andan itibaren nasıl bir mevhum bir dinamik ilişiyor biliyor musunuz? Yani eskiden deniliyordu ki struktürelist bir biçimde yorumladım işte yok mükritisizim, varoluşçu bir biçimdi. Hayır şimdi herkesin nasıl işine ve sonuçu en mantıklı bir biçimde nasıl açıklayabileceğine en çok hangi kuramın hangi kusuru yarıyorsa o dehşet biçimde kullanılıyor. Cımbızla çekildi. Ortaya ne çıkıyor? Temir on dakika evvel bahsettiğim Alan Sokal’ın son moda açmaları çıkıyor.
Mesela bu struktürelizmin dil anlayışı çok dehşete düşürür doğa bi bilimciler. Çünkü şimdiye kadar böyle bir şey vardı bir sorum var o dilleniyor. Başım var, başımda ağrı var, baş ağrısı. Hayır bu öyle bir linguistik turn oluyor ki her şey öyle dil fetişizmine indiriliniyor ki şöyle bir şey geliyor. Siz güney kutbuna gidiyorsunuz, buzun içinden John Carpenter’ın The Thing misali bir yaratık çıkıyor ama siz ne diyorsunuz biliyor musunuz? Kusura bakma siz yoksunuz çünkü sizin için bir kelime yok. Dolayısıyla kanser bir konstruksiyon çünkü kanser kelimesini bulduğunu söylediğiniz an o kanser oluyor. Yani rüyü gibi cinin ismini bulduğunuz an onu oluşturmuş oluyorsunuz, çağırmış oluyorsunuz. Her şey konstruksiyon. Bu fukodan çıkıyor değil mi? Yani fuko yine en düzgünüyor yapanlardan. Daha ziyade bu dekonstruksiyon meselesi, derida, anlamın yeniden çizgiye karşı okunması aslında olan değil olmayanın kastedilmesi vesaire vesaire yani bütün edin bilimsel unsurlar da ters ediliyor. Hocam bu deride ile ilgili bir şey soracağım bir sürü insana sordum tam ne tepki alamadım. Deridan’ın meşhur lafı var biliyorsunuz. Textin dışında bir şey yoktur. Şimdi Fransızca da o şöyle. L’inier en hors du text. Türkçe çevrildiği zaman Fransızca’daki anlamını kaybediyor. Çünkü şöyle anlamak da mümkün. Textin dışında bir şey yoktur yani sadece text vardır. Ya da textin dışında bir şey yoktur. Her şey textin içindedir. Aslında deride ikincisini kastediyor. Her şey textin içindedir. Hocam bu zırva değil mi? Sırnak içinde zırva. Hocam linç yiyecek yapmayın. Hayır. Bu çünkü şu demek değil mi? Her fenomenin sonsuz sayıda açıklaması vardır ve bunların hepsi aslında eşit derecede geçerlidir. Buyrun. İşte o yüzden biz bir filmi okuyoruz. Biz bir kuramı okuyoruz. Biz bir kitabı da okuyoruz ama onu hakikaten okuyoruz.
Her şey text olduğu zaman sana da ne düşer? Okumak düşer. Yanlış anlıyorsun. İşte bu gerçekten tekrar soruyorum korkusuzca. Bu zırva değil mi hocam? Şöyle tehlikeli bir şey. Hocam ben artık akıllandım. Benim tutaklara düşüremeyecek. Tabii hocam işte her şeyi metin olarak okursanız, her şey oluşmuş bir metin olursa ne oluyor? Her şey bir konstruksiyon oluyor. Her şey bir konstruksiyon olursa böyle bir masum cimre bile. Ayy hava ne kadar güzel. Gökyüzü masmavi. Güneş beni ısıttı. O kadar korkunç yorumlara maruz kalabilir. O senin görüşün. Herkes senin gibi gökyüzünü mavi görmek zorunda mı? Ayrıca işte güneş seni ısıtıyor. Ne kadar politiksel, incorrect bir düstur bu. Güneş görmeyen insan ne başlıyor biliyor musunuz? İnsanlar masum biçimde saf saf düşüncelerini dile getiremiyorlar. Düşüncelerini böyle dile getirdiğin zaman en basitinden şöyle bir cümle. Aman bu kadınlar da Allah. Mesojin, faşist, ata er, kil. Her söylenilen kelam da o metine bir yorum durağı getiriyor. Dolayısıyla korkunç bir politiksel correctness diktası başlıyor. Ve bu politiksel correctness diktası neye sebebiyet veriyor biliyor musunuz? Bütün bu her kafadan car car bir ses çıkıyor. Birileri aşağılanıyor, elinç ediliyor. Poliksel correct davranmadığı için bu insanlarda dikkatli konuşmayı ve son derece için için öfkelenmeye sebebiyet veriyor. 25-30 sene politiksel correctness sonunda nereye geldi insanlar? Trump’a geldi. Popülizme, sağ cenalara kaymaya geldi. Bakınız bu post truth da bunun da çok ilintiliydi. Her şey metinse, her şey konstruksiyonsa, dünyada benim işkembeden on nasıl geliyorsa, attığım gibi tasarlanabiliyorsa bana göre de pardon. Dünya yuvarlak olmayabilir, düzdür. Ben de öyle düşünüyorum. Bu tarz irasyonelikler aslında ne biliyor musunuz? Bütün o politiksel correctness diktasına kendi silahlarıyla vuruyorlar.
Çünkü onlar da sizde ne geri zekalı geri zekalı şeyler söylediğiniz zaman diyorlar ki aaa ne kadar politiksel incorrect, ne kadar korkunç bir şey. Ne oldu? Fen bilimleri aynen öyle devam ettiler. Klasik anlamda olan sosyal bilimleri oldu. Benim düşüntüme göre sosyal bilimlerde 30-40 yıllık korkunç bir istagnasyon var, duranlık var. Ve böyle hayır çocuklar, Amerikan üniversitelerinin edebiyat kürsülerindeki şartları görseniz kusarsınız ya. Doçent alınıyor 90’lı yıllarda işte bu son derece politiksel correctness’e riayet eden üniversitelerin bir tanesine. Uzmanlık alanı 1650-1720 yılları arasında nesir türüne dahil olmayan yazılar olmak. Bir kere 1650-1720 biz eskiden buna barok ve erken aydınlanma derdi. Ama yemiyoruz şimdi çünkü 1650-1720 diye bir şey yok. Yani hiçbir sınıflandırma şeyine uymuyor. Bir de her tür metin uzmanı olacak ama düz yazı uzmanı olmayacak. Atomizasyon oluyor. Tüm resmi görmek kesinlikle meta öykü oluyor. Bir yön bulmak kesinlikle meta öykü oluyor. Ve meta öykü kurmak en ayıp şey değil mi? En ayıp şey faşist miyse dolayısıyla poststrukturalizm ya da cultural studies ona biraz dönelim. Akademik açıdan son derece büyük bir regresyon bana göre. Şöyle böyle bir şey yok. Doğa bilimi, fen bilimi, manevi bilimler bilim bilimdir kardeşim. Peki mesela edebiyat bilim midir hocam? Şöyle bilimdir. Tabii ki bir tarihtir. Edebiyat tarihidir. Biz edebiyat tarihi vasıtasıyla mesela Victoriyan çağı İngiliz edebiyatı. Bütün Kraliçe Victoria döneminde eserleri analiz ederek hangi meta bilime katkıda bulunmuş oluyoruz? Tarihe. Tarihi tabii. Felsefe tarihi de ona kesa. Felsefe tarihi de kendi başına bir şey değil ki. Yani insanlık kültürünün belirli bir perspektifini yansıtmak. Tabii ki bu cultural studies, kultur bisni şafına gelmeden evvel 20. yüzyılın ilk şehireinde özellikle Musevi Almanlar tarafından taşınan, Abbe Warburglar, ee ki o Musevi değildir, Moses Mendelsohn aydınlanma döneminde, Sigmund Freud kültür bilimi tekilde şey yapardı. Bu işte tipik Alman işi de. Bu kültür bilimi şunu açıklamaya çalışır. Ne oldu da 18. yüzyılda Kant ebedi barış hakkında bir yazı yazma ihtiyacı hissetti. Yani bu felsefeden son derece uzak bir şey şunu şuna getiriyor kültür bilimi. Evet, Kant ebedi barışı ve Birleşmiş Milletler Cemiyeti öncesini daha o zaman yazdı. Çünkü dünyada Avrupa’nın borusu ötüyordu. Ve bu boru birbirini tehdit eder hale geldi. İngiltere, Fransa, Rusya. Yani sizler dünyayı peşke şekerken birbirinize, birbirinize zarar vermeyin. Şimdi böyle okuduğunuz zaman, kültür bilimi olarak okuduğunuz zaman, Kant’ın ebedi barışı sıkı tutunun kolonelizme hizmet eden bir şey. Yani kültür bilimi tekilde neyi yapmaya çalışıyor? Ak ve karayı ortaya çıkarmaya çalışıyor. Felsefe tarihin, edebiyat tarihini, kutsallaştırılan bütün unsurlarını interdisipline kültür bilimsel unsurlarla açıklamaya çalışıyor.
Neden kültür bilimi? Çünkü kültürün sinekten bile yağ çıkardığı gerçeğini, pragmatizmini, oportunizmini kültür bilimi çok güzel biliyor. Kültür biliminin ana konularından bir tanesi motif yolculuklarıdır. Metafor yolculuklarıdır, sembol yolculuklarıdır. Yani şöyle, Babil’den Anadolu’ya, oradan Yunan’a, oradan Roma’ya konuştuk geçenlerde burçlar, semboller ne oldu da Anadolu’da böyle değiştiler, Yunan’da böyle oluştular, Roma’da bu şekle büründüler. Bunlar çok önemli başlangıç çalışmaları. Mesela neden Katolisizm böyle aşırı derecede kadın düşmanı oldu? Bu bilgiler sayesinde kutsal topraklardan Anadolu üzerinden, Yunan üzerinden, son derece mizojenik Yunan, apolenik Yunan kültürü üzerinden Roma’ya varırsanız ve Roma’da Yunan’ı taklit ediyorsa ve Pontifex Maximus, ilk önce Roma İmparatorunun ünvanıysa, sonra Papa’nın ünvanı oluyorsa bütün bu kültürel birikimler suret değiştirip aslında aynı unsura, aynı etkiye sebebiyet verdiği bilgisine ulaşıyoruz. Bana göre 19. yüzyılın en büyük kültür bilimcisi Ferdinand Nietzsche’dir. Ferdinand Nietzsche bana göre hiç mesela Kant gibi, Hegel gibi bir felsefeci değil. Tam tersine teşhis koyuyor, onlar birer sistem inşa ediyorlar. Nietzsche tam tersine eskinin çürüdüğünü söylüyor ve çözüm sunmuyor aslında. O yüzden onun felsefesi son derece bölük pörçük, anekdotlar, hulvi laflar. Bakınız bu da tesadüf değil. Postmodernizmin dedelerinden bir tane oluş sebebi de Nietzsche’nin felsefeci den ziyade kültür bilimci olma gerçeği atıyor. Çünkü postmodern kuram da Nietzsche gibi eski parçalamaya çalışıyor. Niye Nietzsche’nin eleştirdikleri böyle gelmiş de böyle gidiyor ve Nietzsche en nihayetinde böyle devam edemez demek zorunda kalıyor. Nietzsche bir de performatif olarak da muhteşem bir insan. Nietzsche sürekli Dionizos’tan bahseder, Dionizos Dutouran bosslarından bahseder ama Nietzsche bakınız edebiyat tarihi açısında Weimar klasisizmin bir evladıdır. Yani Goethe’nin öderliğini, Schiller’in bir torun. Nietzsche bunu yaşarken, putları yıkarken alacak alanlığı. Aslında kendisi de şizofrenik derecede bölünmüş durumda çünkü kendisi manevi açıdan Weimar klasisizmine ve Homeric dünyaya ait. Nietzsche hakikaten hayatının son 10 yılını deli bir halde geçiriyor. Hiçbir şey yapmayan, salyalara aktıklanan bir adam hisali öyle evet sona eriyor deliriyor. Son derece derdini performatif bir biçimde yaşayan bir samimiyetin göstergesi. Yani Hegel gibi, Kant gibi, evinde oturuyorum köyün ekspertte, çok dinlenen ve popüler üniversite profesörüyüm. Gideyim şöyle bir guys tatlatayım bunlara. Öyle değil Nietzsche, postmodernizmdeki hayranlık Nietzsche’ye karşı birazcık da kuramlarını yaşamış olmasından eylemselliğe dökmüş. Yani bahsettiği Diyonizos, deliren, parçalanan, ölen Diyonizos, yeniden dirilmek için ölen Diyonizos bir parça kendisi yani. Nietzsche hakikaten böyle samimi bir, evet söylemek zorundayım, samimi bir Almandır. Peki aynı Nietzcheden Hitler de etkileniyor ve o nasıl oluyor? Dediğim gibi sistem inşa etme, suni mitler yaratan insanlar için, Adolf Hitler için uygun bir zemin. Jümbız ile istediğini çekme diyor ki Hitler, bak diyor Nietzsche diyor diyor diyor söylüyor. Üstün insan, bizi kast ediyor. Biz işte diğer insanlara önder olmalıyız, örnek olmalıyız. Tabii ki bu son derece aptal bir yol. Mesela feministler de Nietzcheden nefret ederler. Kadının yanına giriyorsan kırbacını al. Ay ne demek bu kadına? Ay Nietzsche korkunç bir güç atfediyor kadına. Bu zaten nereden belli? Diyonizos’u kadınların tanrısını diriltmesinden belli. Binlerce yıllık kadın katili, ana katili kadın düşmanı apolonik kültürün karşısına o bakaların tanrısı olan Diyonizos’u dikiyor ya. İşte anlıyor musunuz? Bu da işte o tipik political correct diskur. Ay Nietzsche! Ay! Hey! Anlıyor musunuz? Normal cümle içinizden nasıl geliyorsa kuramıyorsunuz. Anında düzeltiliyor. Anında hevesiniz kursaranızda kalıyor. Biz de bundan sonra böyle linç yememek için, cahillikle suçlanmamak için asıl düşüncenizi formüle etmeye değil. Ay şimdi bu kelimeyi kullanırsam acaba nasıl fırça yerime geliyorsunuz yani. Dolayısıyla bilim bilim olmaktan çıkıyor.
Ne oluyor? Evet keliminin tam anlamıyla bir narasyon oluyor. Hikaye, bilim edebileşiyor. Edebiyat da political correct diskur diktasından ötürü tınak içinde bilimselleşiyor. Peki siz cultural studies doktorası yaptınız değil mi? Benim uzmanlık alanı 19. yüzyıldaki bütün bu birbirine karşıt gibi görünen diskurlar. Fanfatal var, fanfragil var, Diyonizos var. Aşırı derecede faşizm ve öldürücü bir Apollon var. Dorian Graham’e selam. Hani bunlar nasıl oluyor da bir araya geliyor. 19. yüzyılın sonundaki bu üslup ve kuram pluralizmi aslında neyin bir prologu biliyor musunuz? Bir önde değişip, postmodernizmi. Orada eski büyük metinler eleştirilmeye başlanıyor. Yüzyıl sonunda eleştireye uğruyor. 20. yüzyılın ilk çeyreği bir ara o meta öyküleri nedenle haklı olduğunu çıkaran bir ara. Diktatörlükler, katliamlar, iki dünya savaşı. 1945 sonrası kuramsal boyuttaki eleştiri işte Nietzsche, Schopenhauer, Kierkegaard, Freud, bütün o dışavulumculuk akımı, dil oyunları, dadayzm vesaire vesaire. 20. yüzyılın facialarından sonra eylemselliğe dökülüyor. Performatif sanatla sınırlıydı. Yeni yeni kuramlarla sınırlıydı başlangıçtan. Ne oluyor? Kuramın kendisi de performatif olmaya başlıyor. Yani bir Amerikan üniversitesinde, İngiliz üniversitesindeki öğrenci kulüpleri mesela buna inanılmaz güzel örnekler teşkil edebiliyor. Amerika’da özellikle bu diskurlara son derece açık olan üniversitelerde nasıl uçlara uçlara götürebildiğini ve bu çok önemli. Öğrencilere o bilgi okyanusunda bir damla olduğu düşüncesinden ziyade kendilerinin okyanusu olduğu ve açıklanması gerekiyorsa bir damla kendini ancak açıklayabileceği her düz durumuna sürüklediğini eleştiren bir açıdan söylemek ve belirtmek zorundayım. Bütün o nesil çok feci şekilde tokadı yiyecekler. Zaten 2008 krizi işte hep bu veletler bunlar. Ha ben dünyaya istediğim gibi yorumlarım bla bla bla bla. Siz peki bu alandaki doktorayı yaparken aslında alanı sevmiyor sevmiyor mu yaptınız kültürel çalışmalarda? Alanı suçlar gibisiniz doğru mu anlıyor musunuz? Alanı suçluyorum. Bakınız cultural studies tehlikeli. Kultürlü vissenshaften tehlikeli. Ben kultürlü vissenshaft yap. Ben Abibarburg’un, Friedrich Nietzsche’nin ve 19. yüzyılın sonundaki marvelous akıllı Alman bilim adamlarının izinden gittim. Yani benim okumdum bu. Yani ben böyle bir makale beni heyecanlandırmaz ve asla yazmayı düşünmem. 18. yüzyıl romanında at kılı yazdıkları güle güle yazsınlar yani. Ondan sonra böyle uzmanlıkları olanların da planları da böyle olur. 1850-1853 arasında harf kullanılmadan nokta yazısı uzmanı olmak. Peki böyle şeyler de kuruma altında olmamalı mı üniversitede? O da iyi bir şey değil mi? Üniversite bununla uğraşacaksa asıl o zaman uğraşması gereken evrensel meselelerle haşır neşir olma alışkanlığını yiktirir. Aksotik bir freak show dönüşü, akademik freak show dönüşü. Ki zaten öyle. Peki şimdi üç bölümdür konuşuyoruz aslında hepsinde aynı şeye geliyor kültür krizine geliyor. Ondan kurtulamayacağız. Bunun çıkışı yok mu? Yok işte niye yok? Bunun yerine konulabilecek bütün bu kör gücü 8.5 milyar insan kosmoder bir bitimde her türlü meta öyküden yoksun. Aynı hakların sahip olmak istiyor. Kör gücü kanalize edecek inandırıcı bir kuram, inanış, bir değerler sistemi. Yok olamaz da çünkü herkes kendisini dediğim gibi okyanus olarak gördüğü için onlar bana gelsin diyor. Peki bu kosmodernizmin sonucu mu yoksa? Kosmodernizm bunun nedeni mi? Bütün olanların sonucunda bu olduğu ve kosmodernizm de oldu. Çünkü çok dünyanın merkezi çok çok yan.
Avrupa iki defa yerli bir oldu arkadaşlar kolay değil. Siz bütün dünyayı 1929’a kadar aslında klasik çağlar 19. yüzyıl antikte 1929’daki borsa karacumasıyla bitiyor. İngiltere’nin neredeyse iflas etmesiyle bitiyor. Yani dünya polisi İngiltere bitiyor. Bunun bir bedeli olmalı çünkü bu kıta şimdiye kadar beğenin beğenmeyin. Sömürgücülükle bilmem neyle bütün dünyaya dayanakları pompalıyordu. Aydınlanma, ekonomi bilimleri, felsefe, sanat iki defa bir dünya savaşıyla burası bir kara deliğe dönüşürse ne oluyor? İlemenin tam anlamı yıkıştır. Bakınız niçin bu yüzden büyüklü. Bütün bunları dikte eden tanrı ölmüş oluyor. Bir evde bu kadar çok çocuk varsa şımarık şımarık kuduruk, bir disipline edici baba birdenbire ölüyorsa o geçiş dönemi nasıl olur? Sondurca anarşik ve kalatik olur yani. Hala o geçiş döneminde olduğumuzu mu söylüyorsunuz? Tabii ki. Koppenak kriterleriyle kimi disipline edeceksiniz siz pardon? Sakın yanlış anlaşılmasın koppenak kriterleri süper bir şey. Ama düsturlar, kurallar, antikoppenak kriteri dönemi olgularıdır. Zorlama yani. Hayır zorlama geliyor da hiç kimseyi disipline edemez. Bir de bu postmodernizm her şeyi relative ediyor. Kültür relativizmi çok tehlikeli bir şey diyor ki postmodernizm. Onlar da öyle. Bu ama Volter’in yani aydınlanmacı düşünürlerin de fikri değil miydi relativizm? Yani postmodernizm… Tabii ama ne diyorlardı? Asil vahşi. Yine de vahşi olunduğu o cepte bilgi olarak sessiz sinemamızda vardı yani. Bu öyle uç noktalara vardı ki Afrika’da aşı yapmaya karşı kavileler var. Postmodernist düşününce şey diyordu. Bırakın bunları kendi istedikleri gibi yaşasınlar çünkü… Şimdi ben burada hemen sopalarla işe girmek gerektiğini söylüyorum. Hayır yani olur mu? Mesela bir şey olabilir mi? Bir hastalık var çocukların mutlaka açı olması gerekiyor. Annenler babalar diyorlar ki hayır. İğneyle çip takılıyor bize aslında. Bir devlet çocukları korumak zorunda yani. Bunun lamicimi yok. Eğer derseniz ki onlar da öyle düşünüyor canım. Bu bütün insanlığı tehdit eder yani. Ama şeyi de görmedik mi aslında biraz? Türkiye Cumhuriyeti’ne de geliyor ama. Mustafa Kemal’in yapmaya çalıştığı şey de olmuyor ya. Üstten gelmek de olmuyor. Tabii ki olmaz. Çünkü Mustafa Kemal’in de bu bağlamdan……Kopenhag kriterlerinin biraz haşin bir biçimde ümmesi. Olmaz tabii ki. Çaresiz kalıyorsunuz yani hani öyle de olmuyor, öyle de olmuyor gibi. İyi çünkü bakınız. Ah ah. İşte bizim ülkemizde öyle bir şey var. Sen ne güzel yaptın. Öyle olmuyor. Mustafa Kemal Atatürk modernizmin en güzel suretlerinden bir tanesi. Ben de bayılırım. Ama bakınız modernizm, şimdi modern, modernlik çakraflık değil. Modernizmin bir aydınlık tarafı var. Aynen öbür tarafında da, madalyonun öteki tarafında da korkunç irasyonalite var. Yani mesela Adolf Hitler kesinlikle Mustafa Kemal Atatürk’ün öteki tarafı. İkisi aynı madalyon. O çağ öyle bir çağ. Adolf Hitler bunu getirmiş ilk önce. Sonra Almanya düzeldi. Modernizm böyle. Ay modern oldu. Kurallar insin. Böyle bir şey değil. Eski meta öyküler yok olduğu zaman Osmanlı Devleti bizde. Sadece yerine işte. Ay Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Hadi hop mutlu olun. Öyle olmuyor. Yine de başarılı değil mi? Başarılıdır. Başarılı olabilirdi de ama ne geldi araya? Osmanlı Devleti geldi. Evet çok kötü oldu. İşte söylüyorum Kopenak kriterleri geldi. Bakın tekrarlıyorum Kopenak kriterleri çok iyi bir şey. Ama yani hep diyorlar bana aydınlanmaya eleştiriyor bu adam. Hayır aydınlanma böyle tek başına, yekpare bir pakette. Hadi aydınlanın. Gelecek sizin böyle bir şey değil. Aydınlanmayla birlikte Pandora’nın kutusu açılıyor. Aydınlanma çıkıyor. Ve aydınlanma karşı bütün unsurlar da çıkıyor. Modernizm o yüzden böyle iki arkadaşlar. Postmodernizmde inanılmaz atomize olmuş. Peki sinemaya nasıl bakıyorsunuz?
Meraktan soruyorum. Şimdi edebiyattaki düşüncenizi anladık. Felsifeyi de az çok anladık. Sinemanın geçmişi ve bugününe nasıl bakıyorsunuz? Kültürün içinde edebiyattan da daha çarpıcı bir biçimde kültürü kendi içinden eleştiren bir medya olarak görüyorum. Ve çok daha etkili çünkü… Baya belirleyici evet. Sinema daha barbarik ilkel güdülerimize tekabül ediyor. Neden? Çünkü görüntülü edebiyat anonim yazı. O size bırakıyor. Sinema çok daha çarpıcı. Ben sinemanın mainstream sinemayı da kastediyorum. Hani Hollywood sinemasını da kastediyorum. Eleştirilere rağmen son derece yaygın bir kültür eleştiri kurumu olduğunu düşünüyorum. Ve sinemayı zaten geleceğin medyası olarak görüntü yani kriptosantrizmden piktosantrizme geçtik. Resimselliğe geçip dolayısıyla bir parça barbarlaştık. Yani öğrencilerime ben romanları okutamıyorum. Edebi uyarlamalarını seyrettiriyorum mesela. Gördüğünüz mü şu kastediliyor falan falan. Çok çok daha olumlu bir role sahip olduğunu düşünüyorum. Popüler kültürün böyle bir şeyleri var. Eğer sinema tamimi değilse, senaryosuyla ikna etmiyorsa, propaganda ya da sinsi bir etkilemeye doğru yol aldığında korkunç bir biçimde kitlesel sağ duyuyu teşkil eden beğenmeme duvarını tostluyor. Çok güzel. Bunu da çok beğeniyorum. Açabilir misiniz biraz onu? Çok çok çok beğeniliyorsa onun bir anlamı vardı. O zaman mainstream’i dışlamıyorsunuz. Yapamam. Sanat bilimcisi olarak bu şuna benzer. Ben tıp doktoruyum. Sadece çok asil hastaları ameliyat ediyorum. Olmaz böyle bir şey. Tam tersine mainstream kitlesel unsurlar ben onları bir kültür bilimci olarak gençleri orada ne bu kadar meşgul ediyor ki böyle seviyorlar. Bazen gençler bunu kendileri bile anlamayabiliyor. Ben anlıyorum anlamında söylemiyorum. Ha bakın bu da postmodernizmin en büyük kazanımlarında. Bunu da söyleyelim. Yiğide öldür ama hakkını ver. Yani eskiden ay sırf göğü tel erinçelenirdi. Hay mol yer filan falan. Ama ucuzun da değerli olabileceğini çıkardı değil mi? Tabii ki. Hayır Barbara Cartlantı’nın aşk romanları ya. Kadın estetiği kadın estetiği duyuyoruz. Neden kadınlar bu romanları bu bize de vardı ya 70’li yıllarda Cephoto roman.
Neden kadınlar bunları böyle ayıla bayıla okuyor. Bu da işte bir kültür eleştirisi. Çünkü kadınlar orada sıradan şövalyelikte buluyorlar mutluluğu. Ne kadar büyük bir kültür aslında. Ne kadar büyük bir dangozluk aslında. Hocam siz Jordan Peters’e bakıyor musunuz hiç? Bakıyorum. Bakıyorum. Silerimi bozuyor bazen. Ama benziyor aslında bazı fikirleriniz. Hay tutuyor evet. Bazı çıkışları çok sert ve gereksiz buluyorum ve sanki bazen okunası ile çok aşırı derecede show yapıyormuş gibi geliyor. Ama çok akıllı adam tabii. Kitabı var. O büyük kitabı. Twelve Rules of Life miydi? Neydi? O değil ondan sonra evvelki. Ha şey dinlerle ilgili evet evet. Ha ha ha. Okudunuz mu onu? Okudum. O çok güzel mesela. O tam sizin mevzularınız aslında. O çok güzel. Mesela şu açıdan ona çok takdir ediyorum. Targuh Safyon’un öğrencisi olan Erich Neumann’ın Büyük Anne diye bir kitabı vardır. Magnamata, Archetype of the Great Mother. Evet. Onun adam çok inandırıcı ve güzel bir biçimdi. At’a Erkil versiyonunu yapmış. Büyük baba mesela baba yaşlandığı zaman nasıl faşist bir diknotöre dönüşüyor. Enfes, enfes. Yani bir nevi Erich Neumann’ın sırf anne var. O da erkek versiyonunu yapmış. Çok hoşuma gitti. Peki sinemanın geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Sinemanın geleceği son derece bütün duyulara hitap etmeye başlayacak. Ben sinemanın geleceğini çok renkli bütün duyularımızı açık olarak görüyorum. Biraz oyunlarda falan mı görüyorsunuz yani? Hayır hayır oyunlarda değil. Çünkü ben tam tersi de oyunların yavaş yavaş popüleritesini 10 sene 20 sene sonra kaybedeceğini düşünüyorum.
Çünkü narasyonda sürekli olma isteği bir süre sonra bayacak. Yani mesafeden seyretme yine bambaşka bir şey. Ben şöyle şeylere inanıyorum. Mesela sinema ileride atıyorum bir mus tarlasından geçtikleri zaman. Mus kokusu alınacak. Korkunç bir şey olduğunda ne bileyim bir bomba patladığında. Sensory sinema falan gibi bir şey. Yani korkunç bütün duyulara tekabül edecek. Hatta kapsülde olacak seyirci. Filmle interaktif bir biçimde şeyde vardı. Ben de Snatch Black Mirror’da vardı. Filmi birlikte oluşturma. Ben korkunç korkunç olanaklar görüyorum. Ve gençlere hep edebiyat tarihi sanat tarihi okumalarını salık veriyorum. Çünkü bu motifler o medya türlerinde de güncelliklerini ve vazgeçilmezliklerini koruyacaklar ya. Peki ama sonuç ilk bölümde de konuşmuştuk. Sinemada da bir mitlere sıkışma durumu var ya özellikle Hollywood’da. Hala Campbell’ın teorileriyle çalışıyorlar ya. O bitecek mi bir noktada yoksa hep ona muhtaç bir şey. Bitecek tabii ki şöyle bitecek. Mesela bakın 20. yüzyılın 20’li yıllarda inanılmaz bir mythic revival vardı. Ayşe Thomasman, Hz. Yusuf ve kardeşleri, ay yok Dr. Faustus tekrar tekrar, yok James Joyce, Ulysses. Yani Aleni’yi yunan mitlerinin modern versiyonları olarak karşılaştık. Ama ne oldu 1945’den sonra yeni bir sadelik, yeni bir aklı başındalık. Ne oldu? 60’lı 70’li yıllarda mesela korkunç bir mitoloji düşmanlığı vardı edebiyat tarihinde. Özellikle Avrupa edebiyatında yani bütün o şaşalı hikayeler son derece sadeleştirildi. Mesela Camus’un Sisyfos söylencesi bu bağlamda görülmeli. Yani mit nasıl sadeleştiriliyor? Yani diyor ki Camus arkadaşlar siz ne istiyorsunuz ne kadar aptalca ne kadar anlamsız. Dolayısıyla 80’li yıllardan sonra postmodernizm, işte tutunacak dallar, meta öyküler, erimeye başladıkça ne hortladı tekrar tekrar mitoslara tutunma. Şimdi mesela niye Yüzüklerin Efendisi filmi 2000’li yıllarda çekildiği Harry Potter romanları. Yani insanlar sırf dünya bundan ibaret olamaz. Duygularını böyle tatmin ediyorlar. Narnia günlükleri. Ama bu da bir kaçış tabii. Ama kaçış tabii ki çünkü kültür krizi, krizdeyiz. Yani Ütopya var mıydı da biz niye mutlu olmadık? Ütopyalar gerçek oldu mu da biz mutlu olmadık? Aslında bir açıdan bakarsanız oldu. Çok daha rahatsız bugün 18. yüzyıldaki. Tamam da ama siz insanları şey olarak son derece kendini bilen, şükrede bilen birer varlık olarak görüyorsunuz. Öyle değil tabii. Öyle değil tabii ki. Ayrıca yani bugün her şeye sahibiz. 30 sene 40 sene evvelki şeyleri hatırlamıyor insanlar. İnsanlar olumlu bir şeyi çok çabuk alışıyorlar. Olumsuz şeyleri çok çabuk unutuyorlar. Peki hocam her zamanki gibi yıkıcı bir konuşmaydı. Ya bakalım nasıl ilişeceğim. Çok teşekkür ediyoruz. Ben teşekkür ederim. Çok güzeldi. Biz seninle lütfen şey yapalım kayıtsız bir biçimde böyle sohbet edelim. Aklıma çok güzel şeyler getiriyorsunuz. Her zaman hocam. O zaman bir sonraki bölümde görüşmek üzere. Görüşürüz.
İlk Yorumu Siz Yapın