"Enter"a basıp içeriğe geçin

Tarih Söyleşileri | Prof. Dr. Fatih Andı | 3. Bölüm

Tarih Söyleşileri | Prof. Dr. Fatih Andı | 3. Bölüm

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=IYs8G9G9MLg.

Müzik Merhaba sevgili seyirciler. Kültür ve sanatın ülkemizdeki tek kanalı TRT-2’den hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyoruz.
Bugünkü misafirimiz Prof. Dr. Fatih Andıh hocamız. Hocam hoş geldiniz. Hoş bulduk sağ olun. Efendim Fatih Andıh hocamız Fatih Sultan Mehmet Bakıp Üniversitesi rektörü olarak görev yapıyor. Ama edebiyat tarihimizin önde gelen uzmanlarından birisi. Bugün de biz hocamızla İstiklal Marşı’nın tarihini konuşacağız sevgili seyirciler.
İstiklal Marşı’nın muhtevasından ziyade bu tarih söyleşileri programımızda İstiklal Marşı’nın tarihini ele alacağız. Hocam Milli Marş nedir? İsterseniz buradan başlayalım sohbete. İlk Milli Marşlar hangileridir? Evet İstiklal Marşı bizim Milli Marşımız. Dolayısıyla belki de bu kavram üzerinden başlamak en doğru başlangıç olacaktır.
Milli Marş adı üzerinde milletlerin kendisine mal olmuş, milletleri temsil ettiğine inanılan marşlar. Fakat bu Milli Marşlar büyük çoğunluğu itibarıyla milletlerin kendi tarihsel süreçleri içerisinde, belki onların varoluş süreçleri içerisinde ve büyük badireler geçirdikleri süreçlerde
ortaya çıkmış metinlerdir. En azından bir kısmı böyledir. Böyle olması gerekir ama hepsi böyle midir? Değildir. Peki bu metinlerin ortaya çıkma süreci ne zaman başlıyor? Şimdi çok çok geriye gidersek doğrusu Milli Marş kavramıyla karşılaşmak mümkün değildir. Milli Marş, Ulusal Marş ikisi de kullanılıyor malumunuz.
Milli Marş kavramı, kabulü ve olgusu aslında Fransız İhtilali sonrası Avrupa tandanslı siyaset felsefesi veyahut da pratiği içerisinde ulus devletleşme süreçlerinin yaşanmasıyla birlikte kendisini gösteriyor. Milliyetçilik hakkımıyla uluslu. Milliyetçilik hakkımı arkasından ulus devlet projeleri çerçevesinde. Yani bir ulus devlet neye dayanır? Bir bayrağa dayanır.
Sonra bir ulus kimliğine dayanır. Ulusa sırtını dayamak zorundadır. İmparatorluk anlayışından ulus anlayışına geçen modernleşme süreçleri içerisinde bu ulusu yapan ögelerden birisi olarak da ulusal marşlar, milli marşlar görünmüştür. Ondan sonra da her ulus devlet kendisine bir bayrak gibi bir de ulusal marş, milli marş seçmiştir. Fakat tarihsel süreç içerisinde bunun başlangıcı dediğim gibi yani İngiliz milli marşı veyahut da Fransız milli marşı daha ön modernleşme, aydınlanma çağı sonrası modernizm başlangıç dönemlerine kadar gidebilir. Milli marş tarihinde Fransız milli marşı, Marseyezin önemli bir yeri var en azından. Türk aydınları üzerinde de. Evet. Bu marştan Türk aydınları nasıl etkilenmiştir? Bunun Türkçe tercümelere, ilk tercümelere nelerdir? Bir iki cümleyle.
Şimdi Batı siyaset pratiği içerisinde doğrusu iki marş fazlaca öne çıkar. Bunlardan birisi İngiliz ulusal marşı, God save the queen nakaratıyla yürüyen, Tanrı Kraliçe’yi korusun nakaratıyla yürüyen İngiliz ulusal marşı. Bugün hala bu marş geçerlidir. Bir de La Marseillaise diye bilinen Fransız devrimi günlerinde ortaya çıkmış.
Sonrasında, kimi dönemlerde mesela Cumhuriyet’ten krallığa geçiş badireleri sırasında yasaklandığı da olmuş. Dönem yasaklanmış, sonra tekrar serbest bırakılmış. Özellikle 19. yüzyılın ikinci, ilk yarısı içerisinde tamamen serbest bırakılmış bir marştır. Bu Fransız milli marşı. Dediğiniz gibi doğrusu bizim aydınlarımıza, siyasetcilerimize, edebiyatçılarımıza etkisi de olmuş bir marştır. Çünkü malum 19. yüzyıl edebiyat modernleşmesi, siyasette modernleşme, devlet anlayışımızdaki değişiklik dürtüleri diyelim, daha çok Fransız eksenlidir. Fransız kültürü, siyaseti, edebiyatı, sanatı 19. yüzyılda bizim modernleşme süreçlerimizde bizi daha çok etkilediği için La Marseillaise bize daha çok etkili olmuştur. İlk tercümelerini kim yapıyor? İlk tercüme bilebildiğimiz ilk tercüme parçası diyelim isterseniz oradan başlayalım. 1869’da Namık Kemal Londra’da Hürriyet isimli bir gazeteyi Ziya Paşa ile birlikte yurt dışına kaçtıklarında, Hürriyet gazetesini çıkardıklarında oradaki bir yazısının içinde yapar. La Marseillaise’den çeviridir diye bir kısmını çevirir. Fakat ondan bir yıl sonra yine bir Jöntürk Mehmet Ayetullah Efendi, metnin tamamını çevirir ve dönemin modernleşmeci gazetelerinden Terakki isimli gazetede yayımlar. Ama bu metinde de bazı sivri noktalar, işte tiran, despot gibi bizim padişah, dönemin padişahını da işaret edebilecek bir takım imaları yumuşatmıştır. Fakat yine de tam bir metin Mehmet Ayetullah Bey tarafından 1870’te yapılmış metindir. Sultan Abdülaziz dönemi. Abdülaziz dönemi 1870 olduğuna göre fakat bu metin veyahutta okuyabilen ulaşabilenlerin ulaştığı orijinal Fransızcası, bizdeki meşruti rejim isteyen heyecanlı militan radikal gençleri fena halde etkilemiştir.
Bir heyecan dozu yüklemiştir onlara. Bir takım isyancı düşüncelerin oluşmasında etkili olmuş bir marştır Lamarsayız. Merak ettiğim şu, tabii bizde de bir takım marşlar var, bunları konuşacağız ama buna öykünerek bir milli marş yazma denemeleri, şairlerin ediplerin olmamış mı o dönemde acaba? Tercüme faaliyetleri yapılırken eşdeğer bir şekilde biz de şöyle bir marş yazalım gibi, yani böyle bir marşımız olsun diye.
Yani bu dönem doğrudan milli marş adı altında yazılan marşlar yoktur fakat marş olgusu bize bu dönemde gelir. Hayır, bu Marseyez’e öykünerek yazılanlardan değil mi? Marseyez’e öykünerek yazılan marşlar içerisinde Namık Kemal’in işte adı karşıda hazır silah, arşiiyetler vatan imdadına diye yazdığı bir şiir, Marseyez’in bazı mısralarını andırır. Böyle bir benzeşme vardır.
Fakat bizimki daha çok isyandan çok vatan millet uğruna savaş, harekete geçme, mücadele, vatanın terakküsüne çalışma söylemleri etrafında oluşan mısralarla teşekkül etmiş şiirlerdir. Bu noktada Namık Kemal hatırlanabilir. Fakat mesela bu tür biraz da isyan duygusunu, yeni bir rejim vurgusunu üstlenen marşlar içerisinde
Tekfik Fikret’in millet şarkısı adıyla yazdığı marş metni olarak da düşünebileceğimiz bir metin. O da enteresandır. 2. Meşrutiyet darbesi gerçekleşmeden evvel darbeyi yapacak olan çevreler, askerler Fikret’in kulağına fısıldarlar. Derler ki şu günlerde şöyle bir vukuat olacak. Sen o günlerde bize el verişli bir heyecan oluşturacak bir metin yazar mısın? Fikret millet şarkısını darbeden birkaç gün evvel yazar ve darbe günü artık milletin dilindedir. Bir iki mısrani paylaşın. Vallahi ezberimde değil. Evet hocam. Peki hocam bizdeki marşların tarihine bir geçelim. Dediğimiz gibi bizdeki marşlar aslında bizim modernleşmeye uyanış sürecimizde başvurduğumuz metinlerdir. Ama bizdeki askeri tehdit edecek, heyecanlandıracak, motive edecek, askeri cesareti arttıracak, epik duyguları harekete geçirecek, kahramanlığı teşvik edecek müzikal formlar bildiğimiz gibi Mehter ile karşımıza çıkıyor. Ama çok çok eskilere gittiğimizde de Mehter’in hangi marşları söylediğini çok da fazla bilmiyoruz malum. Bugünkü Mehter marşları daha çok. 19. yüzyılın.
Yanılmıyorsam siz tarihçisiniz daha iyi bilirsiniz. Gazi Ahmet Muhtar Paşa tarafından Mehter bildiğimiz yapısıyla kuruluyor. O dönemde bir takım marşlar var. Eski ordu marşı mesela onlardan birisi. Fakat sonradan 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl yılbaşı bazı, mesela Muallim İsmail Hakkı Efendi filan, bu Gafil Nebilir, Neşbeyi Fürşevki ve Gayı marşı.
Eyşanlı ordu, Eyşanlı asker marşı gibi marşlar marş formunda besteliyor. Bu şekilde bizim de askeri marşlarımız oluyor. Bundan askeri marşlarımız ama milli marşlarımız değil. Ama bugünkü anlamda böyle bir milli günde açılışta kapanışta okunan marşlar değil bunlar. Değil. Daha çok askeri kutlamalarda, törenlerde başvuruluyor. Ha şunu da vurgulayalım.
Sultan II. Mahmud’dan itibaren padişahlar kendi cülus günlerinde veya bazı devletin kutlama günlerinde çaldırdıkları marşlar besteletiyorlar. Bunların da hepsi Batı Musi kıyısı formunda. Bunlar padişahın adıyla anılıyor.
Mesela Mahmudiyye marşı, sonrasında Mecidiyye marşı veya aziziye marşı, Hamidiye marşı. Kaynaklar onu söylüyor. Sultan Vahdettin böyle bir marşa ihtiyaç duymuyor. Sultan Reşat böyle bir marş bildiğim kadarıyla besteletmiyor. Tam tersine büyük babası Sultan Mahmud’un marşını, Mahmudiyye marşını kendisi adına da çaldırıyor.
Bir de böyle padişahlara atfen bestelenmiş Batılı musiqi formları da vardır. Devletin sanki milli marşı. Zaten bu dönem, özellikle Sultan Abdülmecid Devri ile birlikte klasik Türk musikisine çok ötelendiği öteleniyor ve Batılı bir oyunun tadı kalmadı diyerek sarayda batılı musiqi konserleri veriliyor. Böyle bir tarafı da var elbette. Şimdi hocam istiklal marşına doğru gelelim.
İstiklal marşının o yazılış sürecine dair genel bir bilgi var ama istiklal marşını sadece bir dönemin ürünü olarak mı görmek mümkün? En azından Mehmet Akif’in perspektifinden baktığımızda ya da o 20. yüzyılın başına yaşadığımız, adeta coğrafyalarımızın bir bir elimizden kayıp gittiği, büyük dramlar yaşadığımız,
bir sürecin içine de alan bir noktada bir süreklik azdan bir metin olarak mı görmek mümkün edersiniz? Elbette bu dediğiniz daha çok bir milletin tarihsel süreci içerisinde en tıkandığı noktadan yeniden bir varoluş patlamasını yaşadığı zaman diliminin tarihe not düşercesine ifadesi olan. Fakat bu yeniden doğuşu da bugüne kadar taşıyan bir metin olarak görmek çok daha doğru. Bu noktada bizim marşımızın adının milli marş, ulusal marş gibi olmaması, doğrudan istiklal marşı olması bile çok anlamlıdır. İstiklal yani bağımsızlık bir yeniden varoluş, yeniden diriliş vurgusunu da bünyesinde taşır.
Belki de istiklal marşı bize diğer pek çok ulusal marşlardan istisnaları elbette vardır. Pek çok ulusal marşlardan farklı olarak yaşandığı dönemin tarihsel şartlarını da taşıyan, değerini de burada bulan, bu tarihsel şartları da bir nasıl söyleyelim batı emperyalizmine karşı direniş, yeniden varoluş bilincini aşırlayan başlık bile bize bunu getirir.
Bir marş olması hasebiyle içimizde sürekli diri tutmamız gereken, sıcaklığını korumamız gereken bir marş. Ama elbette oluştuğu tarihsel dönemin de bizim için bir tanığıdır. Pek az marş, pek az ulusal marş bir tarihe tanıklık penceresinde oluşmuş bir metindir. Bizim istiklal marşımız da bu açıdan da çok değerlidir. Bu marşın yazımını ihtiyaç ne zaman hissediyor? Ne zaman bu ihtiyaç daha doğrusu resmi düzeyde dile getirildi? Yani bu istiklal marşına duyulan ihtiyacı belki de iki boyutlu anlamak lazım bana kalırsa. Bir, şairin içinde bu ihtiyaç nasıl vuku buldu da bir noktadan sonra patladı. Onu bir ele alacağız hocam ben resmi düzeyde, devlet düzeyinde inönünün dile getirdiğine dair.
Hep o söylenir. Şöyle bir şey, dönemin erkanı harbiyesi yani genel kurmayın bazı isimleri 1920’de yaşanan o sıkıntılı işgal günlerinde, milli mücadele günlerinde başvurulacak askeri ve milleti teşvik edici,
motive edici bir araç olarak bizim de bir milli marşımızın olması gerektiğini söylemişler. Konuşmuşlar, düşünmüşler. Bu arada bir parantez açalım. Hani az evvel onu atlamayalım isterseniz. Hani dedik ya bizim de milli marşımız var mı? Eminim ki bunu isterken dönemin erkanı harbiyesi
geçmişte yaşanmış bir takım küçük ama belki de biraz bizi gülümseten hoş hadiselerin de etkisi vardır damla damla. Nasıl mesela? O modernleşme yüz yılında, 19. yüzyıl sonunda, 20. yüzyılın ilk günlerinde filan
bizim daha çok subaylarımız veya askeri diplomatlarımız veya hutta siyasi diplomatlarımız batılı kimi ülkelerle görüşmeye gittiklerinde, muhatap olduklarında bulundukları törenlerde diyelim Alman milli maaşı, Deutschland, Deutschland, Überalles diye başlayan maaş başlayan çalınıyor. E karşılıklı bizimkiler de bir maaş çalacak ama yok bizim marşımız.
Ne yapıyorlar? Bir çeşitli çıkış noktaları arıyorlar. Birisinde mesela öyle vakalar anlatılır küçük anekdotlar. Hep birlikte itriinin tekbirini söylüyorlar. Çok da büyük takdir topluyorlar raparamızda. Çok beğeniliyor karşı tarafta. Onlardan bazıları mesela çok malum bir türkünün başlangıcını söylüyorlar. Üsküdar’a giderken aldı da bir yağmuru
söylenirdikleri vaki mesela. Bu tür bir… Yani aslında heyete göre değişen bir… Heyete göre oradaki……mukabele marş okuması mı? Evet, evet, evet. Oradaki topluluğun ezberinde olan Türkiye’ye göre de değişiyor. Oktama göre de değişiyor. Ama bizden bir ses, bir de bizden bir tını olduğu için de hoş karşılanıyor. Ben eminim ki bu tür küçük küçük anekdotlar bizim Erkan-ı Harbiye subaylarımızın da kafasında yahu bizim de böyle bir marşımız olsun düşüncesini oluşturmuştur. Oluşturmaması mümkün değil. Mümkün değil. Çünkü ne yapacağız şimdi soru sorsa bir mahcubiyet ve milletin kendisini ifade etmez. İşte bunlar damla damla birikiyor. Üzerine bir de milli mücadelenin o heyecan ihtiyacı da binince bu konuşuluyor.
Bir gün İsmet’in önü gidiyor. Rıza Nur’a. Rıza Nur mağarif vekili o günlerde. Rıza Nur’a konuyu açıyor. Mağarifi milli eğitim diye güncelleyelim. Milli eğitim diye güncelleyelim. Milli eğitim bakanı bugünkü karşılığıyla. Rıza Nur da bu konuda hem fikir oluyor İsmet albay, garp cephesi komutunun albay İsmet’le. Sonrasında Kazım Nami orta öğretimden sorumlu mağarif müdürü Kazım Nami’ye gönderiyor. Kazım Nami Duruso ismini alacaktır sonradan. Onunla görüşüyorlar. Böyle bir şeye karar veriyorlar. Bir iki bin yedi pardon. 7 Kasım 1920’e. 1920’nin son ayları. 7 Kasım. Hakemiyet-i Milliye’de bir ilan çıkıyor. Hakemiyet-i Milliye’de bir ilan çıkıyor.
Bir milli marş yarışması. Arada şey değişiyor. Rıza Nur yerine Hamdullah Sufi. Hamdullah Sufi belki. Mağarif, bekir, milli eğitim bakanı. Belki de iyi bir şans da oluyor. Bu çok büyük bir şans. Çünkü Hamdullah Sufi de şair. İyi bir hatip. İyi bir hatip, iyi bir şair. Milli edebiyatın önde gelen şairlerinden birisidir Hamdullah Sufi. Şimdi bu marş yarışması açılıyor. 7 Kasım 1920’de Hakemiyet-i Milliye’de bir ilan çıkıyor. Buna ilgi nasıl oluyor?
Katlan şiirler, seviyeleri, şairler… Bak 2-3 ay kadar bir süre tanınıyor. Bu 2-3 ayda bana kalırsa o günün şartlarında olağanüstü bir ilgi oluşuyor. Bildiğimiz kadarıyla 724 tane şiir başvuruyor. Artık şiir mi deriz, manzume mi deriz bilmiyorum. Çünkü niye… Ama biz şair milletiz yani. Olabilir de, elbette ama ortaya çıkan metinlere baktığımızda
şiirsel değer, şiiriyet kalitesi açısından baktığımızda… 724 sayısı şimdi hocam. Olağanüstü bir sayı dediniz ya. Ruhumuzda şairlik olduğu için diyorum. Hele o günde çok yadırgamamak lazım. Elbette. Niyetlerini hiç sorgulayamayız. Eminim ki hepsi samimi, halisane niyetlerle yazılmıştır. Onun için hepsine de şükran duymamız gerekir o 724 şairin. Fakat bir de şunu düşünelim.
Kim kendi milletinin milli marşının şairi olmak istemez ki? Hatta bu yüzdendir mesela… Ben bilmiyorum hiç şiir yazıp yazmadığını. Kazım Karabekir bile bir manzume yazıp bu yarışmaya katılıyor. Ordu komutanı ama o bile şiiri yazıyor. Bestesi var mı Kazım Karabekir? Milli marş bestesi de var diye biliyorum. Tabii tabii tabii. Sonradan şiiri seçilmediği zaman bari bestem devreye girsin diye bir de beste yapıyor.
Onun için istiklal marşını besteleyenlerin arasında Kazım Karabekir de var. Böyle katılan mağruf şahıslar kimler bu yarışmaya hocam? Mağruf şahıslar. Bilebildiğim kadarıyla, şimdi hatırlayabildiğim kadarıyla diyelim. Listesi yoksa var elimizde. Mesela Hasan Basri Çantay. Şair değildir ama işte çorbada benim de tuzum gulsun. Ağabeyin yakında olsun. Bu şeref bana nail olsun düşüncesiyle. O da bir metin yazıyor. Hüseyin Cahit Yalçın’ın kardeşi Doktor Hüseyin Suat. O da bir metin yazıyor. Sonra en meşhur şiiri Gurbet. Gurbet o kadar acı ki ne varsa içimde hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde. Şiirinin şairi Kemalettin Kami. Sonra Kamuso ismini alıyor mağruf malum. O katılıyor. Muhittin Bahapars diye bir şahsiyet var. Dönemin aşağı yukarı bilinen şairleri bu yarışmaya katılıyor. Şimdi Mehmet Akif’in İstiklal Marşını elbette bir tarafta tutuyoruz. Bu katılan şiirleri bir edebiyatçı olarak seviyesi nasıl buluyorsunuz? Çok çocuksuz olanlar vesaire bulunanlar vardır bir edebiyatçı olarak ama. Var var var. Hem nasıl? Üst düzeyde olan veya yoğunluk olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Bana bugünün edebi zevkiyle baktığımızda çoğu manzume. Yani şiirsel değer çok az. Fakat dönemin mağrif vekaletinin oluşturduğu encümen de bu açıdan bakmış olmalı ki. Kim var o encümende? İsimlerini bilmiyoruz. Bize gelmiyor. Ama hamdullah supinin başkanlığında oluştuğunu biliyoruz. Kayıtlarda, kaynaklarda, bu konuda yapılmış çalışmalarda şunlar şunlar vardı diye bir kayda ben rastlamadım. Belki ileride meclis arşivlerinden eğer bulunursa çok da güzel bir çalışma olur. Kimler karar vermiş onun da adını koymuş oluruz. Bilmiyorum. İnceliyorlar ve milli. Hiçbirini milli marş olmaya değer bulmuyorlar. Peki kafalarından şu geçmiyor mu? Ya yok ama şu bir ikiyi şöyle kenarda dursun olmazsa şunları hiç olmasa. Vallahi geçiyorlar mı geçmiyor mu? Şöyle diyelim. Sonra o hikayesini de anlatmamız gerekiyor belki. Akif’in İstiklal Marşı şiiriyle birlikte biraz da dolgu malzemesi olsun diye 7 şiir daha. 7 tane şiir daha seçip meclise onu sunmuş gibi yapıyorlar doğrusu. Ama hamdullah supinin gönlü hiç yatmıyor. Kalbi hiç yatmıyor. Zaten. Israrla istiyor ki Akif’inki olsun diye. Onun için Akif’e bir mektubu da var. Peki o zaman hocam. Akif milli marş yazmaya niye katılmıyor? Çünkü Çanakkale şehitleri başta olmak üzere aslında İstiklal Marşı’nın üslubunu içeriğini andıran çok sayıda şiir var söylem var. E mücadelesini biliyoruz gayretini biliyoruz. Bir daha birinci dünya savaşı yıllarından itibaren. Hele milli mücadelede il il dolaşmasını halkı ve çerri retkilmesini gayretlerini biliyoruz.
Bir tane video çektiği yoklukla sıkıntıları. Bu duygusuna rağmen niye katılmıyor yarışmaya? Bu katılmama sebebini kesinlikle Akif’in ruhen veya edemen edebiyo açısından, sanatsal açıdan hazır olmayışına haşa deyim yoramayız. Öyle bir tarafı yok. Tam tersine Akif belki de İstiklal Marşı’nın o duygu dünyasıyla gıtlağına kadar dolu o günlerde. Zaten o duyguyla geçiyor İstanbul’dan Ankara’ya. Ha burada şunu da söyleyelim. Safa hatta mesela Asım kitabının içinde bize İstiklal Marşı’nı veren öyle güzel mısralar vardır ki oradan kesin yapıştırın. İstiklal Marşı’nın devamı gibi gelir. Mesela onlardan birisini aklıma geldi hatırladım hemen söyleyeyim. Korkma cehennem olsa gelen göğsümüzü de söndürürüz bu yol ki hak yoludur dönme bilmeyiz yürürüz. Düşer mi tek taşı sandın harimi namusun meğer ki harbe giden son nefer şehit olsun. Sanki İstiklal Marşı’nın bir dörtlüğü gibi değil mi? Hem de korkma diye başlıyor bakın. Demek ki İstiklal Marşı’nın öncülleri Akif de çok öncesinde Asım’da daha oluşmuş. Asım 1920’de kitaplaşıyor bildiğim kadarıyla. Fakat bu yarışmaya niye katılmıyor Mehmet Akif? Şunun için çünkü ortaya bir 500 lira ödül koymuşlar. Akif hamiyet sahibi, al-i cenab bir adam, gayretkeş millet gayreti tavan yapmış bir adam bugünkü tabirle söylersek. Diyor ki ben milletimin marşını hele böyle bir savaşın ortasında 500 lirayla için yazmam. 500 lira o günün şartlarında iyi bir mükafat doğrusu. Yani sırtına giyecek hani hep anlatılır ya, sırtına giyecek paltosu olmayan bir adam Akif. Arkadaşların ödülç paltosu. Yani Neyzen Tevfik’in ağabeyi Şefik Kolaylı’nın paltosunu ödünç alıyor, öyle gidiyor hatta. Kırılıyor ona. Kırılıyor da o çok enteresandır. İki ay konuşmuyor adamcağızla. Şefik Kolaylı hamlık yapıyor. Bir gün diyor ki yahu çok büyük bir hamlık ki nasıl. Yahu Akif diyor sırtına giyecek, palton yok benimki ne alıyorsun? Alaydın şu parayı da bir palto alaydın dediği zaman Akif müthiş bozuluyor buna. Gerekçesi bu. Yani ben… Nasıl ikna ediliyor yarışmaya? O süreci biraz. Sadece hani hep şöyle diyoruz işte ödül meselesi bir şekilde çözülür.
Hamdullah Sûp’e Hasanbasti çantayla görüşüyor. Bir mektup yazıp ona veriyor. Taboya mektubu önce mi verdi yoksa İstiklal Marşı yazdıktan sonra mı verildiğine dair. Kaynaklarda Hasanbasti’nin anlattığına göre o mektubu İstiklal Marşı’nı yazdıktan sonra vermiş. Öyle bir rivayet var. Söyle isterseniz kronolojik akışı bozmadan söyleyeyim. Şöyle bir şey. Akif’in yazmadığı anlaşılınca ortadaki şiirlerinde ele avuca gelmediği görülünce Hamdullah Sûp’i Hasanbasti çantayla bir gün konuşması sırasında Hasanbasti de balıkesir mevzusu olarak mecliste biliyorsunuz. Akif’in yakın dostu. Akif’in de çok yakın dostu arkadaşı. Onunla konuşurken dert yanıyor. Ya Akif niye yazmadı? Gerekçenin bu olduğunu söylüyor Hasanbasti Bey. Öyle olunca diyor bu iş kolay bir şekilde vayfas ederiz bunu. Bunun çaresi bulunur. Nasıl? Ya bunu vermeyiz veya bir çözüm uydururuz. Nasıl olur nasıl olur konuşuyorlar bir çözüm üretiyorlar. Akif o parayı üzerine almayacak fakat Darül Mesai diye bir sivil toplum kuruluşu var. Bu Darül Mesai ne yapıyor? Savaşta eşi şehit düşmüş dul kadıncağızların, babası şehit düşmüş yetimlerin geçimi için, onların rızkı için çalışan bir hayır kuruluşu. Onlara geçinir bir şey.
Oraya bağışlıyor Akif. Bunu söylüyorlar. Bu şartla razı ediliyor ama yine de hemen evet demiyor, biraz ölçüyor, tartıyor. Merak etmeyin şu, Amrullah Zübhü bu kararı tek başına mı veriyor? Yani bakıyor tabi şairi, çevreyi biliyor, şiirlere baktı. Yasa yasa bu şiiri aslında Akif yazar. Ben en iyisi Akif’i ikna etmenin yollarını arayayım diye kendi dünyasında oluşturduğu ve tartışmaya, istişareye açtığı bir konumu yoksa ondan önce bazı karar vericilerle görüşüp böyle bir fikir alışverişinde bulunması da mümkün mü? Çünkü Akif’e böyle bir söz verince ciddi bir yükaltına girmiş olacak. Vallahi ben dönemin başka yöneticileriyle danışıp, dövüşüp de böyle bir karara vardığını düşünmüyorum. Böyle bir bilgim de yok benim. Zannetmiyorum. Fakat öyle bir hiçbir bilgimiz yok. Varsa bilmiyorum. Eklerseniz memnun olurum. Ben bir şey de aklıma merak etmem. Fakat hamdullah sufi daha evvelde 1912’de Mehmet Akif’in ilk kitabı Safahat isimli birinci kitabı yayımlandığında da bir takım Akif muarızlarına, o Akif’i eleştirenlere karşı hararetli bir şekilde Akif’in şairliğini ve edebî değerini savunan yazılar yazmıştır. Akif’i sever. Akif’in o milli duruşu, Akif’in o karşılıksız hamiyetperverliğinin takdirkarıdır hamdullah sufi. Yani 1921’den geriye doğru 7-8-9 sene evvela giden bir hukukları vardır. Ben buna yoruyorum ama bu hukuk da herhangi bir menfaat hukuku değildir.
Estetik bir ruh ikizliği hukukudur diyelim. Akif’in değerini takdir eden bir sanatkar hassasiyetidir hamdullah sufinin bu yöneli işi. Böyle değerlendirmenin daha doğru olacağını.
İstiklal Marşı’nı da yazmamış olsaydı o Balkan Faciası, Çanakkale Savaşı ve Birliği Mücadele Yıllarındaki yazılan şiirleri ve yazıları, edebi yazıları bir araya topladığımızda Akif’e muadil sayılabilecek bir başka o coşkunluğu, o hissiyatı özem veren bir başka edebiyatçı ile karşılaşıyor musunuz?
Bu oranda yok, yok karşılaşmıyoruz. Yani bu düzeyde, bu olgunlukta, bu söyleyiş hitabet gücünde, bu estetik değerde bu tür milli marş olacak veya hamaset duygusunu ifade edecek şairimizin çok fazla olmadığını düşünürüm ben. Çünkü Akif’te dedim ya bunun öncüsüleri var. Zaten önceden çok takdir gören metinleri oluşmuş. Çanakkale bunlardan biri az evvel okuduğum Mısralar veya ordunun duası, Yılmam ölü yaradan, ölümden askerim, orduma gazi dedi peygamberim gibi marş olmaya müsait.
Daha evvel de zaten söylenmiş, şiirler yazmış. En uygun şair adayı, Akif herkesin kafasında bu var. Aslında ilan edilmemiş bir mutabakat var bu şöre açıkçası yazmalı. Mutabakat var. Mecliste büyük çoğunluk onun için Akif deyince alkışlarla kabul ediliyor. Herkes, büyük çoğunluğu diyelim, herkes demek yanlıştır belki, Akif’in lehine oy kullanıyor.
Peki hocam, Akif’e teklif gitti, ödül meselesi halledildi. Düşünüyor, niye düşünüyor ve o süreç nasıl işliyor? İşte o süreç. Bu konuda bu teklif gidip de Hasan Basri bir gün mecliste oturmuş, sıraya kapanmış, önüne bir kağıt kalem çekmiş, uğraşıp duruyormuş, düşünüyormuş gibi rol kesiyormuş diyelim.
Ne yapıyorsun demiş Mehmet Akif, hiç sorma demiş, milli marş yazıyorum. Ya sana mı kaldı filan? Sen şair misin? Yok, bana ne yapalım, sen yazmayınca bana düştü diye Hasan Basri biraz Akif’i kışkırtmaya çalışmış. Ondan sonra konuyu açmış, hamdullah Suhpü Bey’in böyle bir ricası olduğunu söylemiş. Akif belki oradan sıvılcımı alıyor, birkaç gün bununla dola yatıyor, kalkıyor, Taceddin dergahında işte uğraşıyor, hani duvara yazdığına dair.
Peki arkadaşlar şimdi Taceddin dergahıyla ilgili bazı resimleri bizlerle paylaşırlar. İyi de olur. Orada yatıp kalkarken sürekli kafası bununla meşgul. Hatta Nizamettin Nazif Tepedelenli oğlu bir gün diyor ben Hâkimiyet-i Milliye’de çalışıyordum, geldi gazeteye, oturdu bir kenara, oturdu, uğraştı, uğraştı, uğraştı, bir şeyler yazdı.
Sonra bana döndü dinle bakalım çocuk, Nizamettin Nazif daha genç Akif’ten, dinle bakalım çocuk olmuş mu diye diyor, Marş’ın ilk kıtasını okudu bana diyor, birdenbire zuhur etmiyor. Adamakıllı üzerinde üç beş gün uğraşıyor bu şiiri.
Ya hocam şey merak ediyorum, hakikaten o yalnız gecelerde hani gece kalkıp dergahın duvarına yazıyor, bir mısra’yı, kağıt bulan, o psikoloji, o duygu, o hissiyatı, o yaşadığı mücadeleyi anlatan Bimet’in yok mu kendi dilinden, kendi kaleminden?
Yok, yok ama yani ben bazen söylerim, Akif’le ilgili bu konuşmalarımda, konferanslarda, biz Akif’i baştan alıyoruz, sonuna kadar götürmek zorunda hissediyoruz.
Veyahut işte böyle Mart aylarında, Aralık aylarında Akif’i bir şekilde televizyon programı veya bir ihtifal gecesi, anma gecesi şeklinde anmalarımızda, hatırlamalarımızda hep bir belgesel veya belgeselci mantığıyla konuşuyoruz. Ama mesela bir nasıl drama olarak veya vutta bir roman olarak, bir hikaye metni olarak yalnızca bu istiklal marşının adeta doğum sancısını anlatan bir ürün ortaya koysak, müthiş olur. Veya Taceddin dergahında Mehmet Akif desek. Küçük bir kesit ama asıl Akif’in o sancılı dönemini bize veren bir metin olduğu için bana kalırsa çok daha etkileyici, çok daha ayrıntılara inici, çok daha estetik dünyadan bize nefhalar, esintiler taşıyıcı bir çalışma olur. O psikolojiyi yakalamak. Çok güzel olur. Şimdi hocam Hamdullah Supi’nin Mehmet Akif’e mektup yazdığı tarih 5 Şubat 1921. Evet. Ama şiirin teslim tanene baktığımızda meclis arada çok kısa bir süre olduğunu görüyoruz. Şöyle, kaynaklara baktığımızda 5 Şubat’ta yazmış. Hasan Basç çantay bunu söylemiş. Yani Hasan Basç şey Hamdullah Supi tarihi veren mektubun tarihi 5 Şubat.
5 Şubat tamam. Tarihin taşıyor. Demek ki o birkaç gün içerisinde, dedim ya 3 gün içinde, kaynaklar 3 gün diyor, 3 gün içinde yazmış. 7 Şubat’da kestirilmiş. Yazar yazmaz 7 Şubat’ta, 7 Şubat’ta ilk önce Eşref Edibe veriyor. İmza asılıyor mu? Sevgili Reşat’ta yayımlatıyor o şiiri. Muharir Pekaletin imza asılıyor. Sonra 13 Şubat’ta Kastamonu’da çıkan Açık Söz gazetesinde şiirin tam metni yayımlanıyor. Kendi el yazısıyla veriyorlar.
Kendi el yazısıyla var elimizde o kendi el yazısıyla Açık Söz gazetesine veriyor. Sonra Mağarif vekaletine iletiliyor. Yazdıktan sonra Hasan Basç’i aracılığıyla iletiliyor. O zaman böyle bir mektubun olduğu bu ödülün Darül Mesai’ye verilmesi konuşması Hasan Basç’i ile arasında geçiyor. Demek ki işte 13 Şubat. Hocam yanlış hatırlamıyorsam Tarihi bir güncelerim 7 Şubat’ta Mağarif vekaletine veriliyor. Tamam. 17 Şubat’ta Sebulur Reşat ve Hakimiyetin Milliye’de 21 Şubat’ta da Kastamonu’da Açık Söz gazetesinde daha önce yayımlanıyor diyebilirim. Açık Söz gazetesinde 21 Şubat. Yani 7, 17 ve 21 Şubat. Ben 13 Şubat diye hatırlıyorum ama bakmak lazım doğru olabilir. Yanlış hatırlıyordu olabilirim. Ben biraz aldığım notlara bakarak.
Hocam 7’den evvel Sebulur Reşat’ta arkasından Açık Söz de yayımlanıyor. Böyle bir süreci var. Tabii Açık Söz de yayınlanması ilginç. Onun Kastamonu ile olan. Akif’in Nasullah Camii, Kastamonu’ya gidiş gelişi hatta bir ara milli mücadele süresinde ailesini bile Kastamonu’ya getirtiyor. Vazları var orada Kastamonu’lara o açıdan bir minnet duygusu da var. Onun için Açık Söz gazetesinde yayımlattığını söylerler.
Bu yayımdan sonra, demek işte iki hafta kadar sonra yine tarihi karıştırıyor olabilirim. 7 Mart tarihli meclis oturumunda hamdullah sübbi konuyu gündeme getiriyor. 7 Mart’ta bir gündeme geliyor. Orada hatta şeyde bir kürsüye çıkıyor. Şiiri okuyor. Çok büyük takdir görüyor şiir.
Bir sonraki müzakereleri bir sonraki oturuma erteleniyor. 12 Mart’ta marşın kabul edilmesi o ilk okunduğundan sonraki oturumda oluyor. 12 Mart’ta oluyor. 12 Mart’taki oturumda epeyce aslında öyle zannedildiği gibi, bize bildiğimiz gibi ikinci defa şiir okunuyor. Herkes ittifak halinde bu marşı kabul edelim demiyorlar.
Kimileri diyor ki yeniden bir encümen oluşturulsun. Kimileri diyor ki diğer şiirlerinde bu encümen tek tek şairlerini çağırsın. Şu kelimen yanlış olmuş, şu cümlen yanlış olmuş diye düzelttirsin. Bundan olacak şeyler değil elbette. Hatta mecliste iki isim, bu işe iki isim de bana dikkat çekici geldi. Akif’inki yerine başka bir metinin de olabileceğine dair itirazlar ediyorlar.
Meclis başkanı oyluyor, reddedildiği için gündeme alınmıyor. Bunlardan birisi Tunalı Hilmi, diğeri de Besim Atalay. Akif’inkini Besim Atalay muhtevası itibariyle, mesela şiiri uzun buluyor. Başka bir metin de olabilir diye itiraz ediyor. Ama büyük çoğunluk, ezici çoğunluk tekrar Handullah Supi’nin mecliste okumasını istiyor.
Sonra ayakta alkışlarla dinliyorlar. Tabi o teklif ediyor, ayakta okunsun diye. Başkan diyor ki zaten milli marşına kabul edildiği için ayakta okunmasına. Ayakta okunacaktır diyor, o oturumda kabul ediliyor milli marş olarak İstiklal Marşı. Milli marş kabul ediliyor. Peki bunun yurt satına yayılması ve okunma süreci nasıl? Tabii yani marş olarak değil. Bir an evvel aslında marif vekaletinin yani Milliyetin Bakanlığı’nın
bu şiir yarışması, marş yarışmasıyla birlikte hesabında kitabında bir de ne var? Arkasından da beste. Güfte tamam kararlaştırıldıktan sonra sıra besteye gelecek. Fakat o günün şartlarında bu beste hemen 12 mart’tan sonraki günlerde olmuyor. Neredeyse 2 sene kadar geçiyor.
Fakat marif vekaleti bunun bestesini de isteyince 24 kadar beste yapılıyor İstiklal Marşı’na. Bunların büyük çoğunluğu klasik Türk musikisi formunda. O da çok enteresan. Bu bestekarların içerisinde dönemin bütün bilindik isimleri var. Hatırlayabildiğim Saadettin Kaynakbar, Hüseyin Saadettin Arel, Bimen Şen, Rauf Yekta, Ali Rıfat Çağatay, Leyla Saz, Suphi Ezgi, az evvel söyledik mesela Kazım Karabekir. Arkadaşlardan rica etsek acaba 20 numaralı resimden itibaren 20 ile 30 arasında İstiklal Marşı’nın besteleri var o gün yapılan.
Onlarda notalar var. Onlarda ekrandan izleyicilerimizde sırasıyla paylaşabilirler mi? 20 ile 30 numaralı. Maalesef bu bestelerin de hepsinin notaya dökülmüş hali belki meclis arşivlerindedir ama hepsi yok. İyi bir çalışma belki meclis arşivinden çıkarabilir bunları. Bir kısmı elimizde bu besteleri.
Şimdi burada paylaşacağımız besteler Zeki Üngör’ün, Ali Rıfat’ın, Ahmet Yekta Bey’in ve Zatih’in bestelerinin mesela. Zatih Arca. Hepsi ekranda görünen bu. Evet. Onlardan birisi. Evet hocam.
Bu besteler geliyor. Bunların içerisinde Osman Zeki’ninki de var ama onunki biraz hikaye zaten orada çatallanıyor biraz bu İstiklal Marşı’nın bestesi. İsterseniz Osman Zeki’nin bestesine geçmeden önce tek bestede karar verilmiyor. Verilmiyor. Öncesini bir. Evet öncesinde bu besteler çeşitli alanlarda bu bestekarların bulunduğu bölgelerde karışık olarak söylenebiliyor. Belki mahalleli besteler bile var bu arada. Mesela bildiğim kadarıyla ismimi inşallah karıştırmıyorumdur. Ahmet Yekta Bey Edirne civarında öğretmenlik yaptığı için Edirne bölgesinde onunki çalınıyor söyleniyor.
Ya da Ali Rıfat Çağatay’ınki İstanbul’un Anadolu yakasında onunki söyleniyor da Avrupa yakasında başka yani nüfuz alanı eş dost tanıdık hatırı yayılma alanı neredeyse böyle.
24 yılında bir mağarif vekil vekaletinin genelgesiyle Ali Rıfat Çağatay’ınki bundan sonra söylensin deniliyor maçta bir birliğe gidiliyor. 24 numaralı resim Ali Rıfat Bey’in bestesinin kapağı 23 ve 24 hatta 22 23 ve 24 numaralı resimler arkadaşlar. Evet.
Mağarif vekaletinin ilk başta genelgesiyle teşkilatlara gönderdiği genelge ile resmi törenlerde Ali Rıfat Çağatay’ınki söylensin diye ama bu devletin resmi maç bestesi Ali Rıfat Çağatay’ınki diye tekilci dayatıcı bir genelgede değil. Mağarif vekaletinin ilgili birimlerinde bu söylensin diye bu ağırlık basıyor.
1930’a kadar da buyuruyor. 1930 yılında bir gün bir baloda Atatürk bu bestenin fazla alaturka olduğu kanaatine varıyor. Batılı maaşlar gibi bizimki de klasik Batı musikisi formunda olsun dediği zaman Osman Zeki Üngör’ünki devreye giriyor.
Bugünkü milli marşımızın bestesi 1930’da kabul edilmiş olan bir bestedir ama öncesinde yapmıştır Osman Zeki yani 1930’da bestelenmiş bir eser değildir. 20 ve 21 numaralı resimler ben arkadaşlardan rica edeceğim. Zeki Üngör’ün bestesinin kapak ve otası oluyor. Ne zaman bestediyor dediniz tam?
Böyle hikayesi malumdur Osman Zeki Üngör muzikayı Himayun’da görevli yani saray bandosunda görevli bir muzik işin az. Ve Şişli’de apartmanında bir arkadaşıyla sohbet ederken kapısı çalınıyor. Bir öğretmen İhsan Efendi diye bir öğretmen heyecanla geliyor.
Bizim süvari birliklerimizin İzmir’e girdiğini anlatıyor. Heyecanlı. Oturuyorlar heyecanla, sevinçle bunun haberini dinliyorlar gelen öğretmenden. Osman Zeki Bey heyecanla geçiyor piyanosunun başına bir beste yapıyor parça parça. Sonraki birkaç günde de bunu tamamlıyor. Elimizde Türk ordusunun İzmir’e girişi üzerine yapılmış bir beste var. Kaynaklar sonra diyor ki bunu şeye gönderiyor. Viyana’ya bu bestenin orijinalliğini Viyana’dan tasdik ettiriyorlar. Bu arada şunu atlamayalım. Haydi bir hikayesi var.
1924 yılında bakanlar kurulu kararı Atatürk’ün de imzası var kabinenin de Viyana Paris veyahut da Napoli konservatuvarlarına bir beste siparişi verelim diye hükümet karar alıyor. Mevcut besteleri beğenmiyorlar. Yakın zamanda Murat Bardakçı bunları etraflıca yazdı. Belgesini hatta yayımladı Murat Bardakçı. Bu hükümet kararnamesinin belgesini de yayımladı.
Fakat o günün şartlarında bu bürokrasiye takılıyor, gerçekleşmiyor. Osman Zeki Üngör’ün bestesi söyleniyor. 1930’da resmi beste olarak kabul ediliyor. Fakat sıkıntıları var. İstiklal marşı için oluşturulmuş bir beste değil. İstiklal marşı için beste istendiğinde Osman Zeki Üngör bu metni bu besteye giydiriyor. İşte orada sıkıntılar yaşanıyor. Başka bir bedene başka elbise gibi.
Biraz öyle. Hani bugün diyoruz ya prozodi uyumsuzluğu. Yani Metin güfte besteye uymuyor. İşte o bebeğe tıkanıyoruz. Lağarda, yüzen diye orada tıkanıyoruz falan. Mısraların parçalanması üç dört yerde onun için. Bir de başka bir hikayesi var. Kayıt hikayesi. Kayıt hikayesi daha da tuhaf. Bir anlatır mısınız? İstanbul’da faaliyette olan bir şirket var. Sahibinin sesi plak şirketi.
Bu razı ediyor Osman Zeki Üngör’ü. Orkestrayı da getiriyorlar. İngiltere’den hatta ses kayıt teknisyenleri getiriyorlar. Oturuyorlar. Bunun kaydını yapacaklar. Yapıyorlar da Osman Zeki icra ediyor besteyi. Fakat bir bakıyorlar ki o taş plakta dolmuyor plak. Boş kalıyor. Yeniden biraz daha ağır tempoda. Yok diyor Osman Zeki bir daha ben söylemem bunu. O zaman ne yapalım?
Bu kaydı yavaşlatalım. Ya olur mu? Evet taş plağı aktarırken yavaş tempoda kaydedelim taş plağı. Kayıt plak dolsun. Peki olur mu? Gramafonlarda çalarken hızlı ayarlarız da biraz şey olur. Tempo hızlanır. İkinci kaydı yaptırıyorlar. Böyle ayarlarız diye yanlış hatırlıyorsun. Yok. Tek bir kayıt yapılıyor. Osman Zeki Üngör tekrar ben bunu çalamam diyor.
Bunu kaydederken taş plağı çoğaltırken böyle biraz ağır tempoda. O sefer ne oluyor? İşte bugün hani bazı çevreler itiraz ediyor ya. Yahu cenaze marşı gibi çok ağır filan. Yine yanılmıyorsam 2013 yılında Cumhurbaşkanlığı, Devlet Opera ve Balesi Müdürü Şef Rengin Gökmen’e
buna bir tempo arttırdı, bir çeki düzen verdi bildiğim kadarıyla. Bugün biz bu yeni uyarlamayla aynı bestenin biraz hızlı tempoda olan şeklini söylüyor ve dinliyoruz. Böyle de bir macerası var sıkıntılı. Yine diyorlar ki aslında bu Osman Zeki Üngör’ün bu bestesi başka bir İtalyan bestekarın Carmen Silva bestesinin uyarlamasıdır. Yok ancak Ruso’nun bir başka bestesinin çağrıştırı birtakım ithamlar veyahut da yakıştırmalar da vardır bu besteye. Şimdi istiklal marşını mecliste kabulünde de bazı itirazlar olduğunu söylediniz ama o tartışmalar zaman zaman çeşitli dönemlerde yenileniyor ve yeni marş arayışı da gündeme geliyor. Tabii, tabii. Hatta Necip Fazıl’ın da.
Evet, bugüne kadar bildiğim en önemli hamle olarak benim bildiğim bir 1924’te böyle bir teşebbüse geçiliyor. Hatta Mağarif Vekaleti böyle bir yarışma, yeniden yarışma açma teşebbüsü. Onu da bazı şey inladı onun belgesinde. Yarışmanın belgesi. Evet. Ama buraya mesela katılan şehirler falan elimizde yok. Hiçbirinin metni yok bize gelmiyor.
Sonra 1937’de maalesef Mehmet Akif vefat eder etmez. Aralık 27 Aralık’ta vefat ediyor. Daha iki ay geçiyor geçmiyor. Mart ayında Nuru’llaha taç. Sanki birisi düğmeye basmış gibi Akife saldırmaya başlıyor. Söylem şu. 1924’te de sonrasındaki de söylem. Yani işte bu marş metni biraz uzundur falan demiyor diyorlar ama canım iki kıtasını söylüyoruz zaten.
Asıl Muzır söylem şu. Diyorlar ki istiklal marşı bizim bugünkü inkılabımızın ruhunu yansıtmıyor. Yani istiklalle inkılabın arasını açmaya çalışıyorlar. Akif’in düşünce dünyasının o yıllardaki cumhuriyeti yapan ekibin bir kısmının diyelim hepsini itham etmeyelim. Bir kısmının ideolojik dünyasıyla rejime vermek istedikleri şekilde örtüşmediğini söylüyor bazı çevreler. 1937’de ikinci bir istiklal marşı da demeyelim ona artık. Milli Marş yazma teşebbüsü başlıyor. Fahri Hrıfkı Atay Necip Fazıl’a gidiyor. Ondan bir şiir istiyor.
Necip Fazıl bugün bizim büyük doğu marşı diye bildiğimiz bir metni yazıyor. Hatta itirazların içerisinde ne var biliyor musunuz? Akif’in istiklal marşında milli mücadelenin önderine yeterince bir atıf yoktur diyorlar. Bir övgü yoktur diyorlar. Hatta Nurullah Ataş istiklal marşı çok fazla dinden imandan bahsediyor. Bu bir marş değil sanki bir ilahidir diyor.
İçinde cami var, ezan var, şehadet var. Bu diyor fazlaca dini referanslarla yürüyor. Biz bunu daha yürüdüğümüz yolun, modernleşme yolunun değerleriyle oluşmuş bir metinle değiştirelim diyor. Necip Fazıl’ın bu metnini de hatta Necil Kazım aksese de meseletiyorlar. 1937 yılı ortaları.
Fakat bir süre sonra Atatürk vefat edince… Büyük Doğu’nun yazılış tarihi, Büyük Doğu’nun necip fazla yazılıkları tarihi… Bu aralıkta. Bu aralıkta. Sonra Necip Fazıl onu bazı mısralarını değiştirerek Büyük Doğu marşı diye Çiles kitabına da alıyor biliyorsunuz. Fakat hocam tam sözün burasını hatırlatmak istediğim ve size sormak istediğim bir konu var.
Mehmet Akif Ersoy yurda döndükten sonra onun Türkiye Dönüşü’nün, Atatürk’ün de gündemine geldiği… Ve bazı dostlarıyla değerlendirdiğine dair de bilgimiz var. Hakkı Tarık Uğuz’un bu konuda Akif’e götürdüğü bilgiler var. İşte sizden söz edildi, sevdiğini söyledi. Aslında İstiklal Marşı’nın iş değiştirmeyi düşünmediğini söyledi Gazi Hazretleri. Dik Akif’e bu mümvalde haberler getir. Biraz bu konuyla… Akif’in o son dönemine dair bu tür hatıra kitaplarında kalan çok fazla rivayet var. Doğrusu o rivayetleri de ihtiyatla okumak zorundayız. Seçerek Akif’in maruz kaldığı belgeli muamelelerle birlikte değerlendirmek zorundayız. Hakkı Tarık Uğuz’un dediği onu, rivayeti ben, Akif geldikten sonra maruz kaldığı muamelelerle örtüştürdüğümde doğru olduğu kanaati bende oluşmuyor. Niye oluşmuyor? Akif geliyor arkasından Gölgeler Kitabı’nın, Mısır’da basılıyor. Gölgeler Kitabı, gemi yoluyla, postayla geliyor gemi postasıyla Türkiye’ye sokulmuyor mesela. O zaman şöyle bir düşünce, ya Akif’le böyle bir görüşme veya zımni bir görüşme, Hakkı Tarık Uğuz dolayısıyla olmamıştır veya bürokrasi farklı farklı mecralarda farklı refleksler geliştirmiştir. Dönemin itişleri bakanı, kitabını sokmuyor Akif’in ki. Çok masum bir kitaptır Gölgeler, biliyorsunuz.
İstiklal Marşı bizim sonuna doğru yaklaşıyor. Zaman makyası çok hızlı işliyor. Bir de Akif’in hasta yatağında bir ifadesi var. İstiklal Marşı. Kendisiyle yapılan bir röportajda o çok önemli. İstiklal Marşı’nın yazıldığı günlerin o zor şartlarının eseri olduğunu söylüyor Mehmet Akif. O söylediği cümle son demleridir. Birkaç zaman sonra da vefat edecektir. O meşhur cümle, işte Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın dua cümlesidir.
Ama ondan önce de bir cümlesi var. İstiklal Marşı bir daha yazılamaz. Ben dahi yazamam. Odu diyorum işte. Yani o yazıldığı dönemin zor şartlarının içerisinde ancak vuku bulmuş bir metindir. O şartlar oluşmadan ben de yazamam. Ama Allah da o zor şartları yazdır, oluşturmasın. Bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın. Pek de mümkün değil. Değil elbette. Çünkü İstiklal Marşı kadar gerçekten dünyadaki ulusların ulusal marşları içerisinde çağının tanığı olmuş metin çok azdır. Çağına tanıklık eden, hani deriz ya onunla bitirelim, Çanakkale şehitlerine şehiri Çanakkale Savaşı’nı yüklenmiş bir metindir. Ne bileyim Yemen Türküsü bütün bir Yemen savaşlarını yüklenmiş bir metindir. Veyahut Çanakkale Türküsü, Çanakkale’ye yüklenmiş İstiklal Marşı da bütün bir milli mücadeleyi nesillerin hafızasına taşıyan bir metindir. Onun için bizim için kıymetlidir. Onun için zaten hala büyük bir coşkuyla, büyük bir heyecanla ve hissedilerek söyleniyor, tekrarlanıyor, ezberleniyor. Değerli hocam biz programımızın sonuna geldik. Çok teşekkür ediyoruz davetimize icabet ettiniz. Bizimle İstiklal Marşı’nın tarihini konuştunuz efendim. Çağırdığınız için ben teşekkür ederim. Umarım verimli olmuştur. Çok istifade ettik. Tekrar görüşmek üzere inşallah. Evet sevgili seyircilerimiz tarih söyleşilerine bugün Fatih Sultan Mehmet Bakıp Üniversitesi rektörü, edebiyat tarihçisi, profesör doktor Fatih Andı ile İstiklal Marşı’nın tarihini konuştuk.
Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın duasını biz daha ikinci gün tekrar ediyor.
Amin Nidas ile hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyoruz. Hoşça kalın efendim.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir