Tarih Tekerrür Ve Ekonomik Krizler 9.Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=zFIqU_GX2PI.
Altyazı M.K.
Avrupa Amerika’dan çok farklı bir iklimdi. Amerika liberal bir anayasayla kurulan demokrasi. Oysa Avrupa eski dünya bir imparatorluklar manzumesi. İmparatorluk deyince de aklıya gelen şey emperyalizm. 20. yüzyılın başlarında Afrika ve Asya kıtalarının %85’i Avrupa imparatorluklarının sömürgeleridir.
İngilizler Güney Afrika’dan Çin’e kadar hemen her yeri tutmuşlardır. Onları Fransızlar izler. 1840’ta Cezayir. Sonra Tunus’tan Vietnam’a kadar onlarca ülke. Almanya sömür geliştirme işinde nispeten geç kalmıştır.
Ama Pasifikteki Karolin adalarından Güneybatı Afrika’ya kadar onlarca ülke onundur. Portekiz, Angola ve Mozambi hız buluştur. Hollanda, İndonizya’nın çoğunu. Belçikalılar ise Afrika’nın Kongos’unu. Sömürge sahibi olmak güçlü olmaya gerektirir. Bu güç Çeleki Endüstrisi’nin, demiryollarının, gemilerin sağladığı türden güçtür. Ve bu türden güç Avrupa’da 1870’lerden itibaren artmaktaydı. Dahası Avrupalılar Emperyalizmi haklı kılan söylemler geliştirmişlerdi. Ne gibi söylemler? Mesela güçlü ülkelerin, zayıf ülkeleri boyundurukları altına almalarının haklı ve doğal olduğu şeklindeki söylemler. Tabii Darwin’den yola çıkarak. Kimi sömürgeleştirme yoluyla Tanrı’nın dinini, Hıristiyanlığı yaydı ve sebep kazandığı için mutluydu. Kimi beyaz adamın üstünlüğünü barbar kavimlere taşıdığı için mutlu ve gururluydu. Kimileri ticaret yapabildikleri fabrikalarına ucuz han madde sağlayabildikleri için mutlu vardı.
Hal böyle olunca ne orta sınıf ne Avrupa’nın beli başlı kiliseleri, katolikler, protestanlar, ortodokslar vs. sömürgeciliğe karşı çıktılar. En kötü ihtimal ile baştan öbür tarafa çevirdiler ve hoş gördüler. Hal böyle olunca herkesin ortak çıkarı orduların güçlenmesi şeklinde gelişti. Peki hiç muhalefet yok muydu? Vardı. Kapitalizm karşısı sosyalistlerden gelen muhalefet. Örneğin millenin emperyalizmi kapitalizmin en son aşaması olarak yorumluyordu. Bu anlattıklarınızın konumuzla olan ilgisi de şöyle. 19. yüzyıl emperyalizmi ve dünya lideri olmak hırsı 20. yüzyıl başlarında Avrupa’yı sağ ve sol olmak üzere iki büyük kampa bölge.
Solda demokrasiden komünizma uzanan fraksiyonlar, sağda yurtseverlikten hacizme kadar uzanan klikler. Çok çeşitli dünya görüşleri, çok çeşitli bölümmeler, çoğu kez birbirine düşman, kendi işlerinde muhalif gruplar. Şimdi çok çeşitli dünya görüşleri demek çok sayıda siyasi parti demek. 1929 krizi ve izleyen büyük şöküntü Avrupa’yı vurduğunda bu çeşitli görüşlerin her birisi kendi çözüm önerilerini getirdi.
Amerika büyük şöküntüden en çok yara alan ülke olmasına karşın çözüm reçetelerinin sahipleri arasında çatışma olmadı. Oysa Avrupa’da, özellikle de Kıta Avrupa’sında solcuların muhtelif fraksiyonları ile sağcıların muhtelif fraksiyonları kendi aralarında ve birbirleriyle kıyasaya çatıştılar.
Almanya’daki çatışmalardan Naziler kararçılık çıktılar. İngiltere’de ise 1929 krizinin çözümü İşçi Partisi’nin başına kaldı. İngiltere deyip geçmek adet olmuş. Oysa ülkenin resmi adı Büyük Britanya ve Kuzey Irlanda Birleşik Krallığı. İngiltere Büyük Britanya adasındaki ülkelerden birisi, diğer ikisi İskoçya ve Galya.
15. yüzyılda başlayan sanayi devriminin beşiği İngiltere. Pancukka Sistemi’nin yaratıcısı. 19. yüzyılın son çeyreğinde Amerika Devri’ye girinceye kadar dünyanın en büyük sanayi mamulleri üreticisi. Aynı zamanda dünya ticaretinin lideri.
İyi bir iklim, zengin madenler, gelişmiş deniz ticareti ki bu deniz ticareti sayesinde dünya deniz ticaret yolları hakimiyeti, deniz aşırı fetihler, sömürge pazarları bütün bunlar Britanya ekonomisini güçlendiren unsurlar olarak ortaya çıktılar. Bu saydıklarım kadar önemli bir başka unsur da Büyük Britanya’nın Kıta Avrupa’sının dini savaşlarına bulaşmamış olması. Bulaşmamış ve dolayısıyla kendi işlerine yani ticarete bakmış olmaları. Ve ayrıca her ne kadar ağır olsa da reformları, çözümleri Kıta Avrupa’sına zaran çok daha hızlı yapabilmiş olmaları.
İngiltere ayrıca kapitalizmin de beşiği. Kapitalizmin beşiği olduğu için krizleri herkesten önce yaşamış bir ülke. Hatta 1929 krizinin bir benzerini hatta ilk provası denebilir 1720’de yaşadı İngiltere. Meşhur South Sea Bubble, Güney Pasifik balonu hikayesi.
Bu krizde bir İngiliz devlet adamı Robert Harley’nin başının altından çıktı. Şöyle ki 1720’de İngiliz hükümetinin iç borçları vardı ve bu iç borçları ödeyemeyecek hale gelmişlerdi.
Harley tuttu tüccarları İngiliz devletinin borçlarını devralmaya ikna etti. Şu şerhleri ki eğer onlar borçları devralırlarsa hükümet de, Kraliçe’de onlara Güney Pasifik’te ticaret yapma imtiyazı tanıyacaktı.
Ve bu imtiyaz bir tekel olacaktı. Tüccarlar bunu kabul ettiler. Kalktılar bir şirket kurdular. Şirketin adı Güney Pasifik şirketi ve Güney Pasifik’te ticaret yapmaya karar verdiklerini ilan ettiler. Şimdi bu onunla birlikte Güney Pasifik ticareti ne kadar kârlı olduğunu anlatmaya koyuldular ve akıl alma söylemler gelişti. Bir zamanlar Kudüs civarındaki zenginlikleri anlatan söylemler gibi altınlar, baharatlar vesaire. Sonuçta bu kurdukları Güney Pasifik şirketinin hisse senetleri kapışılır oldu. Sonra derken şirketin yöneticisi kendi hisselerini birdenbire elinden çıkardı. Onu şirketin diğer yöneticileri izledi. Ne oluyor? Millet şaşırdı ve arkasından bir paniktir başladı. Herkes hisse senetlerini elinden çıkarmak için koşuşturdu.
Ve 29 kriz ile benzeyen bir çöküş ortaya çıktı. Sonradan anlaşıldı ki Meğer bütün bunlar bir tezgahmış ve şirket yöneticileri Güney Pasifik’e ait zenginliklerden kendi hisse senetlerinin değerini arttırabilmek için bahsetmişler.
Merkantelizm 17. ve 18. yüzyılların baskın ekonomik teorisidir. Bu teoriye göre bir ulusun çıkarları o ulusu oluşturan bireylerin ya da zümrelerin çıkarlarından önde gelir. Hal böyle olunca endüstri, tarım ve ticaret ulusun çıkarları yolunda yönlendirilir ve desteklenir.
İthalat kısıtlanırken ihracat teşvik edilir ve dış ticaret fazlası altın olarak doğrudan devletin kasasına girer. Büyük Britanya devleti merkantelist teori uyarınca sömürgelerden edindiği varlıkları ülkesine depo eder. Sömürgelerde çoğunlukla hayvancılık yapılır. Yun Anavatan’a sömürgelerden ihrac edilir. Tekstil Büyük Britanya’nın önde gelen endüstrisi olarak parlar. Sonra iki büyük keşif malum 1765 James Watt’ın Buhar’la çalışan maden çıkarıl makinesi.
Arkasından Buhar’a lokomotif 1815’te George Stephenson’un İngiltere’yi tekstile ilavetten demirçilik üretiminde de dünya lideri yapar. Ve ülke Buhar’a da demir ağlarla örülür. Kapitalizm de adet kalkınmanın yükünü içi sınıfının çekmesidir. İngiltere bu olguyu gelişmine paralel olarak en ağır yaşayan ülkelerden bir tanesidir.
Çocuk işçiler çok uzun çalışma saatleri, çok düşük ücretler, setil yaşam koşulları, pek çok İngiliz edebiyat eserine hatta filmine konu olmuştur. Öyle ki 19. yüzyılda görkem ve sefalet bir arada yürür. 19. yüzyıl büyük Britanya’da gelir dağlamanın en kötü olduğu yüzyıldır. İngiliz sermayesi iyi gelir getiren Amerika’ya akmaktadır. Dolayısıyla adalarda çiviç yakılmadığı bir dönem vardır.
İşsizlik artar, bir de buna kuraklık eklenir. 1800’ün yılların ortasında. Kuraklıkla birlikte yiyecek fiyatları artar. İşsizlik, sefalet. Derken 1836-1838 yıllarında İngiltere’de tam 63 banka bakar.
Binlerce kişi işsiz kalır, fakir evliliğe dedikleri yerlere sığınmak zorunda kalırlar. Bu yıllar aynı zamanda meşhur patates fıtlığının yaşandığı yıllar. Patates Amerika’nın İngiltere’ye bir hediyesidir ancak Irlanda toprağında çok iyi yetişir ve bir süre sonra bizim buğday gibi Irlandalıların temel gıdası olur. Ama bir hastalık gelir ve bu hastalık sonucunda üst üste birkaç yıl patates bitmez olur. Bir milyon İrlandalı açlıktan ölür, diğer bir milyon da zaten Amerika’ya göç eder. Derler ki, İrlandalıların en büyük şanssızlığı İngiltere gibi zalim bir komşuya sahip olmasıdır. Ama gerçekte şudur ki, İngiltere o arada İrlanda’ya yardım etmek için hemen hiçbir şey yapmaz. Söylemekte de fayda var. İrlanda ile İngiltere arasında bugün bir de devam eden Husumet’in kökenleri, bu patates açlığı olayında yatar. Charles Dickens, Oliver Twist isimli romanını 1837’de yazar. Sonradan İngiltere başbakanı olacak olan Benjamin Disraeli’nin iki ulus adlı kitabının, yani Varsil İngiltere ve Yoksul İngiltere’yi anlatan kitabının çıktığı tarihlerde bu tarihlerdir.
Sonra Frederick Engels, İngiliz İstişnifı’nın Koşulları isimli kitabını yine bu tarihlerde yazar ve bilindiği gibi bu kitap Karl Marx’ın Das Kapitalin’in de temelini teşkil eder.
Şimdi ilk örgütlü işçi hareketlerinin başladığı yıllar da bu yıllardır. Chartristler derler, chartristler işin sırfı mensuplarıdır ve bu koşullardan ancak seçme ve seçilme hakkı alabildikleri takdirde kurtulacaklarını düşünürler.
Dilekçeler, milyonlarca kişinin imza attığı dilekçeleri parlamentoya üst üste sunarlar ancak parlamento dilekçeleri bir kenara koyar ve tersine, Kraliçe Victoria’nın askerleri, işçilerin üzerine ateş açarlar, dizi nelerce insan ölür. İngiliz İşçi Partisi 1900’de kuruldu. İşçi Sendikalarının siyasi kolu olarak kuruldu ancak onaylı bir entelektüel desteği vardı Fabian Cemiyeti tarafından.
Fabian Cemiyeti, Marx’ın sınıf çatışmaları teorisini reddeden bir grup sosyalist entelektüelinin kurduğu cemiyetti.
Bu insanlar, ulusun üretim kaynaklarının ve araçlarının ortak sahipliğine ve kullanımının demokratikleşmesinden yanaydılar.
Fabian’ın bir adı, barışçıl ve evrimsel bir geçişe inanıyorlardı. İsimlerini de ünlü Roma Generali Fabius’tan almışlardı. Fabius, düşmanla doğrudan karşılaşmaktansa onu yorarak düşman olmaktan çıkarmaya inanan adam. Fabian’ın arasında ünlüsü var. Sidney Webb ve eşi sosyolog Beatrice Webb. Sonra belki de en iyi bilinenlerinden bir tanesi Ünlü Tiyatro Yazarı George Bernard Shaw, Romanca E.G. Wells, bir de James Ramsey MacDonald.
James Ramsey MacDonald, 1929 krizi patladığında başbakan olan adam. İskoçko kendisi, İşçi Partisi’nin kurucularından. Ayrıca İşçi Partisi’nin ilk iktidarında başbakanlık yapmış.
Yani 1924’te. 10-11 ay süreli bir başbakanlık. Başta işsizlik olmak üzere ekonomik soruları çözemediği gerekçesiyle ilk başbakanlığında istifaya zorlanmış. Ayrıca bir dönemin Sobiyet liderleriyle fazla sık sıkı olduğuna dair suçlanması var.
Oysa MacDonald 1925 kongresinde İngiliz İşçi Partisi’nin komünizmi reddetmesini sağlayan adam. Her neyse İngiliz İşçi Partisi’nin ikinci iktidarı adam akıllı şanssız. Çünkü MacDonald kendisini değiş yerindeyse her kapıdan bir sesin çıktığı ekonomik hercümercin ortasında buluyor.
İngiltere’de işsizlik her zaman yüksek olmuş ama 1929-1933 yılları arasında ikiye katlamış. Sanayi üretimi %25 düşmüş, ürün fiyatları kezali. İngiltere ekonomisinin bel kemiği olan gemi inşa indüstrisi ise tamamen çökmüş durumda.
Tabi bu hercümercin içinde her bir partinin önerileri var. İşçi Partisi’nin Keza. Ancak ilginç olan bir şey var. MacDonald belki de Fabian cemiyetinin üyesi olmasından kendi partisinin önerilerine iltepat etmemeyi becerebilen bir adam.
İşçi Partisi’nin önerilerini uygulamaya koymaktansa istifa ediyor ve Muhafazakâr Parti’nin Stanley Bolby’nin başkanlığında liberal, muhafazakâr ve işçi partisinden oluşacak bir koalüsyonda görev almayı tercih ediyor.
Bu olağanüstü bir hareket tabi. Hemen kendi sınıfına ihanetle suçlanıyor. İşçi Partisi’nin başkanlığından atılıyor. Buna rağmen hükümette kalmaya devam ediyor. Öte yandan yeni başbakan Stanley Bolby’ın dediğim gibi muhafazakâr partiden ve hemen hiç eğitim görmemiş resmi eğitim görmemiş.
McDonald’tan farklı olarak Trinity College, Cambridge Üniversitesi gibi İngiliz Aristokrasisi’nin gözde okullarının gözde öğrencilerinden. Bolby’nin de başbakanlığı var daha önceden. Onunki de 1924-1929 arası yani McDonald’dan hemen sonra gelmiş. Halep Selef olmuşlar ikisi. Bolby’ın ilk başbakanlığı sırasında 1926’da Genel Greve giden işçilerin taleplerine kulaklarını tıkamakla tanınıyor. Dahası 1927’de dev sendikaların güçlerini tırpanlama çalışmış ve dolayısıyla şimşekleri üstüne çekmiş.
Bu iki adam birlikte çalışıyorlar ve koalisyon hükümetinin ilk icraatlarından bir tanesi Sternen’de altın esasından vazgeçmek oluyor. Bir muhafazakâr için altın esasından vazgeçmek baya ilerici bir adım sayılıyor günün koşullarında. Neden? Çünkü klasik iktisatçıları göre bir ülkenin altın standarından vazgeçmesi, iflas etmesi, iflasını ilan etmesi anlamına geliyor. Bu tartışmalı bir konu elbet ama nedenlerini daha önceki programlarda görmüştük. Altın standardını bu arada hatırlatayım.
Altın standardı Dolar Mark Sterling Frank Vera, bir ulusal para büdyomunun belirli bir miktar altının isminden ibaret olduğu para sistemi. Yani mesela Dolar kelimesi 1.16’nın, 1.28 gram, 20’de 1’nin adıdır. Sterling kelimesi ise 1.16’nın 4’te 1’nin adı. Böylece 1 sterling 1 dolardan daha çok altın miktarını temsil eder dolayısıyla daha değerlidir.
Altın standardından çıkan koalisyon hükümeti paranın arzını böylece arttırmış oluyor. Gümrüt duvarlarını yükseltiyor, inşaat sektörünü destekliyor. Bu tedbirler başta inşaat, otomobil ve elektrik sektörlerinde iyileştirme getiriyor.
İyileşen bu sektörler dokomotif oluyor ve 1933-1937 yıllar arasında Büyük Britanya ekonomisi’nde rahatlama başlıyor. İşsizlik İskoçya ve Kuzey İngiltere’de ciddiyetini muhafaza ediyor.
Buna mukabil Birleşik Krallık halkı çökündüğünden kıta Avrupa’yı kadar etkilenmiyor. Almanya’da görünen ideolojik kanlı savaşlar İngiltere’de görülmüyor. Kanada ve Avustralya’ya eşit hakların verilmesi hariç imparatorluğa dokunulmuyor. 5. George’un itibarı yerinde ama oğlu 7. Edward iki kez evlenip boşanmış bir Amerikalı kadınla Mrs. Simpson’la evlendiği için tahtından oluyor.
Bunun dışında İngiltere eski Bülter’e olarak kalmaya devam ediyor.
İlk Yorumu Siz Yapın