Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Fikir ve İdrak | 11. Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=Y_EuxMoU_OM.
🎵🎵🎵 Türkiye’nin Tek Kültür Sanat kanalı TRT2’den hepinize merhabalar. Felsefe söyleşileriyle yeniden karşınızdayız efendim. Anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığımız düşünce ufkumuzu
tabi ki şekillendirmeye devam edeceğiz. Programımızda bize rehberlik edecek isimse Profesör Doktor Şaban, Teoman, Duralı. Öncelikle olarak hoş geldiniz demek istiyorum hocamıza. Hoş bulduk. Nasılsınız hocam? İyisiniz, sağlıktasınız. Teşekkür ederim sağ olun. Afiyetlisinizdir inşallah. Teşekkürler, siz de iyisiniz. Çok teşekkür ediyoruz, görüşmeyeli. Güzel şeyler biriktirdik, hikmetli sözler biriktirdik. Bir önceki programda aktarmıştık. Oradan devam edeceğiz ama öncelikle tabi ki stüdyodaki diğer konuklarımızı da tanıtalım istiyorum. Editörümüz, değerli editörümüz Beytullah Çakır aramızda. Hoş geldin. Hoş bulduk. Sen de afiyetlisindir inşallah. Çok şükür, siz de iyisiniz. Eyvallah. Ve tabi ki İstanbul Üniversitesi Eski Çağ Dilleri ve Kültürleri bölümünden Eyüp Çoraklı hocamız da aramızda. Hocam hoş geldiniz. Hoş bulduk. Siz de afiyetlisinizdir. Teşekkürler çok sağ olun. Geçtiğimiz haftalarda bir rahatsızlık dolayısıyla aramızda değiliz. İyisiniz artık. Çok şükür atlattık. Çok şükür. Evet değerli hocam, geçtiğimiz programımızda devlet konusuna doğru yönelmiştik
ve devleti yöneten bir tabakadan bir sınıftan bahsetmiştik, yöneticilerden. Orada hakim sınıf demiştik. Hakim sınıf demişken o kelimenin terminolojisi üzerinde birazcık durmuştuk. Hakim, hekim, hikmet ve bu kavramlar üzerine konuşmaya devam etmiştik ki hikmetli bir yerde bırakalım demiştik. Oradan devam edebiliriz isterseniz. Evet, en itibar gören insan hikmet sahibi kişi olmuştur.
Bu tarihte bütün toplumlarda, topluluklarda böyle bir tutum vardır. Neden hikmet sahibi, hikmete malik olan insan bu kadar saygıyla karşılanıyor? Çünkü bu kişiler, dedik ya hekeme yargılamak anlamına geliyor.
Yargı üretiyor bu insanlar, yargı koyuyor ortaya. Yargılarla yolumuzu, yordamımızı belirliyoruz. Nasıl, hangi yönde gideceğimizi kararlaştırıyoruz.
Bunu belirlemek için, yönümüzü belirleyebilmek için her şeyden önce bilgiye ihtiyacımız var. Bilgi başta gelen bir olaydır. Bilgi yalnızca dışarıdan edindiğimiz veriler değildir. O verilerin işlenmesi lazım.
O veriler işlenmedikten sonra alınan, dışarıdan gelen işaretler, işte burada artık en önemli noktaya geldik, anlam taşımazlar. Anlam veriyoruz, dışarıdan aldıklarımızı anlamlandırıyoruz. Ve anlamlandırmanın en üst basamağında duran hakimdir, bilgidir. Bütün topluluklarda var dedik. Konar-Göçer topluluklarda var. Ve daha sonra köyleşmeyle birlikte köyün ihtiyarı.
Her toplulukta bu hakim ihtiyardır aynı zamanda. Ne demek ihtiyar? Yargılama gücü bulunduran hür adam. Hür ile ihtiyar aynı kökten gelir. Yani bu düpetimiz yaşlı kelimesinin ötesinde bir anlam. Ötesinde bir anlam. Sadece yaşlılıkta fizyolojik bir düşkünlük vardır.
İhtiyar yıllanmış, yıllarını almış ve onları değerlendirme gücüne sahip bir kişidir. Tecrübeli kişi de diyebiliriz değil mi? Şimdi dışarıdan aldıklarımızın değerlendirilme işlemi tecrübeye götürüyor bizi.
Yaşanılan ortamın değerlendirilmesi tecrübedir. Ve o tecrübeye edindiğimiz yaş sınırları yaşantıdır. Yaşanılan, şöyle de diyebiliriz, yaşanılan tecrübeler yaşantılardır.
Her tecrübe yaşantıya girer mi girmeyebilir. Şöyle açıklayayım. Yaşarken sürekli olarak karşılaşıyoruz. Bir karşılaşma olayı var. Bu karşılaşmalarda bir bombardımana tabir tutuluyoruz.
Bize veriler geliyor. Bunlar üstümüzde bir etki yaratmaktadırlar. O etkilerin değerlendirilme seviyeleri var. Dereceleri var. Çok kısıtlı değerlendirmeler bilginin en alt kisitini bize vermektedir. Buna zan veya sanı diyoruz. Zan veya sanı. Arapçası zan, Türkçesi sanı. Yunancası doksa. Bu en alt seviyedeki bilme durumu değerlendirmeler yükseldikçe o en alttaki bu sanı seviyesindeki bilgi aldığıyla ortaya çıkar.
Buraya giriyorum. Burada birtakım eşya görüyorum. Işık var. Sizler varsınız. İlk izlenimim bir algıdır. Daha sizleri tanımıyorum.
Buradaki eşyanın düzenini tahin etmiş değilim. Resim olarak var diye. Resim olarak var. Bu resimin anlamca ayrıntılarına malik değilim. Bak orada masa var. Burada işte Eyyubi’yle Ali Beytullah oturuyor. Biraz ötede şeyin üzerinde işte İskemle de ne ya. Karın ağrısıysa. Cahit dostum oturuyor. Sağımda şu var. Solumda bir karşıda bir ekran. Kara tahta falan falan.
Bu mekan hakkında bende bir fikir oluşmaya başlıyor. Algılarımın üstünde şey yapıyorum. Katlanıyorum. Buna felsefede teemmül diyoruz. Frenkçesiyle refleksiyon oluyor.
Bu teemmülün sonucunda ortaya idrak çıkmaktadır. Hocam bu teemmülü biraz açabilir miyiz? Tam olarak ne demek? Temellendirilmiş gibi bir şey mi diyoruz? Temellendirilen, üstünde düşünülen, ilk düşüncelerin üstünde düşünüyorsun. O ilk düşünceler verilerin sonuçlarıdır. Veriler üzerinde düşündüğünde ilk düşünceyle karşılaşıyorsun. Yani zandır ya varsayım. Varsayım değil. Hayır varsayım bambaşka bir şey. Zandır o. İmal diyebiliriz. Teemmül imal kökünden. Şimdi size yine bir örnekle anlatayım.
Bunu 40 bin kere anlatmışımdır. Ama bazı örneklerimden ben artık sıkılıyorum. Yaşlanmanın en bariz göstergesi hatıraların tekrarlanmasıdır. Afganistan’da Mamyan diye bir bölge var. Mamyan.
Mamyan diye Afganistan’ın ortalarında bir kasaba. Ben gördüğüm zaman kasabaydı. Belki şimdi büyük şehir olmuştur bilmiyorum. Aradan 100 yıl geçti. O Mamyan’ın arka tarafı dağdır. Hindi kuşlar var. Daha önce tanıştığım bir Felemenkli, bir Hollandalı ile
o dağa çıktık. Mamyan’ın arkasındaki dağ. Mamyan’ın şeysi çok ünlüydü. Buda heykelleri. Ne yazık ki Taliban onları indirdi aşağıya. Harikulade şeylerdi. Kayanın içine oymuşlardı o şeyleri. Burada biz daha çağırmadan haritamız geldi. Allah’tan insanlar haritayı icat ettiler.
Haritasız nasıl yaşardık bilmiyorum. Mamyan burası. Burası. Burası Afganistan benim sevgili Afganistan’ım. Vaktiyle oradan döndüğüme pişmanım. Orada kalsaydım keşke. Bu Mamyan’da dediğim gibi dağa çıktık. 4000 küsur metre yükseklikli olmalı.
Zemin kendisi, bulunduğun vadi çok yüksek. 3000 küsur belki 4000 mübalağa. Bilmiyorum tam olarak ama hiç yoksa 3500’ler aşağı değil. O çıktığımız yer hava kararıyordu akşamüstü. Biz artık inmeye vakit yok. Dağda kalacağız. Açıkta kalamazsın donarsın. Biz böyle gayet süngüsü düşmüş askerler gibi dolanıyoruz. Ne yapacağımızı bilemiyoruz.
O arada bir mağara kapısı gözümüze ilişti. Hadi dedik geceyi bu mağarada geçirelim. Başka çaremiz yok. Kapı boyumdan biraz daha düşüktü yani şu alnıma kadar geliyordu. Eğilerek girdik. Daha da sonra seviye düştü. Büsbütün eğilerek neredeyse dizlerimizin üstünde sürünerek yol aldık. Sırtımızda da girmiyordu içeriye yanıma aldım. Sürüklüyordum sırt çantamı ve uyku tulumu. O arkadaş da arkamdaydı. İçerisi zifiri karanlık. Hiçbir şey göremiyorsun.
Bir yere geldik. Ben bu kadar yumuşak güzel bir zemin görmedim. Böyle yaylanabilirsin. Ayağa kalktım ve yüksekti. Başım tavana değmiyordu. Dedim yavru cennete mi geldik? Ne yaptık? Bu kadar güzel bir zemin ayağa kalkıyorsun. Başım bir yere değmiyor filan.
Tamam dedik biz burada geceliyelim. Uyku tulumlarını açtık, serdik. Böyle yumuşak bir yatakta mümalaa etmiyorum. Uyumadım ben hayatımda. Bu kadar güzel bir şey olamaz. Böyle yaylanıyorsun. Yumuşacık bir şey. Deliksiz bir uyku çektim.
Sama gözümü ışık aldı. O geldiğimiz giriş koridor gibi yerden ışık hüzmesi geliyor. Güneş doğmuş. Herhalde beş filan sularında. Doğuya gittiğin ölçüde tabii güneş daha erken doğuyor. Gözümü aldı.
Böyle kırpıştırdım filan. O arkadaşım uyuyordu daha. Başımı kaldırdım. Tavanda felaket bir şey var. Minlerce belki de on minlerce kocaman kocaman böyle gözler bana dikilmiş bakıyorlar. Yarasa’lar mı hocam yoksa? Yarasa’lar asılı dururlar tavana tutunarak. Çok geniş bir mekan. Bazı öyle mağaralar vardır içine uçak filan sığdırırsın. Mesela bizim burada Kırklareli’nin de var öyle bir Lübnizamağarası. Ona benzer bir şey. Müthiş büyük bir olay.
Dehşet korktum. Yani korkmadım desem yalan olur. Yani bakıyorlar mı bakmıyorlar mı bilmiyorum ama bana öyle geliyor. Hemen uyandırdım bunu. Aman dedim biz nereye geldik kardeşim. Sakın dedin başını kaldırma.
Çünkü yapışır saçına Yarasa. O yumuşacık zemin kuş düğü gibi gelen o zemin meğer Yarasa pisliğiymiş.
O ilk izlenim yani bir algı o, o yumuşaklık. Duyuverisi. Burası çok yumuşak burası uygun dur. Uyumaya o bir zam. Ne olduğunu bilmiyorsun.
Yani biliyor muyum? Yani onun üstünde bir bilgi katına sahip değilsin. Ve katlamalı düşünmeye başlıyorsun temmüllü. Bu nedir?
Birincisi Yarasa’yı görünce oradan üstünde yattığımız zeminin Yarasa pisliği olması gerektiğini anladık. Sonra denedik baktık gerçekten öyle. Bu Yarasa pisliği olsa gerek düşüncesi bir varsayım demin dediniz ya.
O varsayımın doğrulanması bilgiyi getiriyor. Ondan sonra genişletiyorsun. Bilgi resmini genişletiyorsun. Ya da aydınlatıyorsun demek daha mı doğru olur hocam? Yani çünkü bir aydınlık da var sizin mağaranızda. Hem böyle bir metaforik bağlam yapabiliriz belki de.
Şimdi akşam biz buraya girerken niye rastlaşmadık Yarasolar’la? Orada tecrübeye dayanmayan bir bilgi, apriori sordunuz ya geçen haftalarda orada bir tecrüben yok. Çıkarım yapıyorsun orada. Diyorsun ki Yarasolar akşam karanlığı çöktüğünde bulundukları yerden çıkarlar. Avlanmaya çıkarlar. Gün ışığında mağaralarında dönerler. Yavut da nerede barınıyorlarsa oraya dönerler.
Bu o an ki tecrübe verisi bir bilgi değil. O halde en geniş çatlı bilgiler ucu tecrübeye dayanıyor.
Ama ondan sonra tecrübeye dayanmayan unsurlar tarafından tahkim olunuyor. En geniş çatlı bilgiler. Şimdi bunun ayrıntısına girmeyeceğiz. Teoriye ve nihayet sisteme doğru yürüyorsun. Bütün bilgikatlarının temelinde tecrübe olmaz.
Tecrübeye dayalı bilginin işlenmesinden üst seviyedeki bilgiler ortaya çıkarlar. Ne kadar üst seviyeye geçersen o derece bilgileşiyorsun. Hikmet sahibi oluyorsun. Bu pek az insana mahsus bir şeydir.
Her konuda, üzerinde çalıştığın her konuda, edindiğin izlenimlerden çıkardıklarının bir derecesi var.
Çoğunlukla insanlar çok düşük seviyede çıkarım yapabilirler. Seyahatlerde en düşük derecede çıkarım yapanlara turist diyorsunuz. Çok sifin bir olaydır turizm.
Tam 100 yılımıza, çağımıza, günümüze uygun bir evlelik örneğidir. Tam bir tüketim çılgınlığı diyebilir mi hocam? Otobüsünün camının arkasından bir takım mazaralar görüyorsun. Sana gösteriyor üstek, sen de görmüyorsun. Şuraya bakın deniliyor. Bu bilmem ne cami, bilmem ne kilisesi.
Ondan sonra sen böyle boş gözlerle bakıyorsun. Adam, hanım neyse rehberin bir takım tarihler söylüyor. O tarihler sende hiçbir şey uyandırmıyor. Rakamlar. 1120’de inşa edilmiştir. Notre Dame kilisesi filan falan. Buz gelip tırs gidiyor yani. Ve oradan yeniden evinin düzenini, evinin görünümünü tekrarlatan oteline, otel odana dönüyorsun. Bildiğin alıştığın yemekler sana getiriliyor. Ve sonra diyorsun ki, efendim ben Tayland’a gittim,
ben Japonya’da gezdim, bilmem nerede, hiçbir yere gitmedim kardeşim sen. Yani aynı olayı evinde, ekranında da yansıtabilirsin. Bir farkı yok mu? Amaçsızca bir gezme zaten bu.
Tanımaya yönelik bir bilgilenmek, tanıma, öğrenme tutkusunun sonucudur. Orada ise sadece görme var. Vakit geçirme.
Yani refah seviyesi öylesine yükseliyor ki artık çalışmaya ihtiyaç yok. Yukarıdan iniyor yiyeceğin, içeceğin, bütün hayati ihtiyaçların karşılanıyor. Ne yapacaksın? Canın sıkılıyor. Kumar oynarsın, ya turistik seyahate çıkarsın ya da kafayı çekersin. İşsizlik kadar kötü bir şey yok. Zaten dinin en fazla telkin ettiği şey iştir, çalışmadır. Ölmeyecek gibi çalış, yarın ölecekmişsin gibi ibadet et. Geçen bölümlerde de konuştuk işte o emeğin çok dini bir ısrar olduğu da bununla bağlantılı olsa gerek muhtemelen. Şimdi isterseniz biz şeyi bırakalım, hikmeti defalarca döneceğiz biz buna. Son bıraktığımız bir yer vardı, köyleşme dedik. Tarımı 8 binlere kadar çıkardık ama bunlar her Allah’ın günü değişiyor. Şimdi Çatal Öyk’den falan bahsedilir oldu. Son kaç yıldır öyüp Çatal Öyk’den bahsediliyor? 20 yıl oldu mu? Yanlış hatırlamıyorsam 10. bin’e tarihleniyor.
Göbekli Tepe. 10-12 bin o civara tarihleniyor. O halde tarımı biz daha önce almak zorundayız. 12.ye falan çekmek mecburiyetindeyiz.
İnsanın dehası kadar iklim şartlarıyla da yakından ilgili bir olaydır. Tarım dediğimiz gelişme. Çünkü buzul çağ ve onun yol açtığı kuraklık giderilmiş olmalı ki ettiklerini biçebilesin, yetişecekler biçebilesin ve bunun en müsait ortamını yeryüzünün belli yöreleriydi. Bunları da birkaç kere gösterdik. Benimli Hilal dedikleri bu Mesopotamya bölgesi, Çin’in doğusu, Hind’in güneybatısı. Şimdi yine böyle laftan lafta atlıyoruz ama mecburuz. Başka çaremiz yok.
Biraz buraya geçer giderken, bu yolda yürürken biraz sapalım. Başka yollar çıktı, onlara da biraz göz atalım. Bunların başında coğrafya geliyor. Biraz coğrafyadan bahsetmemiz lazım. Masmak alıp bilgiler.
Anhas-i minhasıyla yeryüzünde üç ana kara var. Kıt’a bütünlükleri ana karalardır.
Bloch Kontinental dedikleri Fransızca’da ana kara. Avrasya, bu coğrafi anlamda bir bütündür. Bizim ayırmamız, Asya, Avrupa ayırmamız bir kültür olayıdır.
Coğrafi olayı değildir. Coğrafi olarak bu bir bütünlük teşkil eder. Ta bu ne kadar gider? Berink. Bu ağzına kadar gider. Burası Berink Boğazı. Ömür-kıt’a bütünü, yani ana kara Amerika. Bu da bir bütünlüktür. Panama kanalını açtılar, 900’lerin başlarında Kuzey Amerika, Güney Amerika diye ayrıldı. Yapmacık bir şey. Bu da bir bütünlük teşkil ediyor. Ve nihayet Atayurdumuz Afrika. Bu Avrasya’yı keyfi olarak Urallarla, Kafkaslarla, Muazlarla ayırıyoruz Avrupa ile Amerika’yı. Keyfi bir ayırım bu. Niye Urallar oluyor da bilmem başka dağlar olmuyor.
Gerçi burada başka sıra daha yok. Bu müthiş bir düzlüktür. Bu düzlüğün daha önce bahsettim. Şu Kuzey kesimi olduğu gibi Kuzey ormanlarıyla. Tayga demiştik değil mi hocam?
Tayga. Bu kesim, tabi bugün öyle değil artık. Bugün büyük ölçüde o Tayga buraya kadar geliyor. Ama buralardaki kesimi bitmiş durumda. Bunlar daha ziyade insan elinden çıkma, ağaçlandırma noktalarındır.
Yani kendiliğinden bir, Hüdaynabit orman değildir. Hüdaynabit bir orman değildir buralar. Bizim buralarda da artık Hüdaynabit orman kalmadı. Güneydeki ormanlar çok azdır. Orta Afrika’da, Gabon’da, Kongo’da yer yer var. Bir de Güneydoğu Asya’da. Ben gördüğüm zamanlar daha fazlaydı. Şimdi herhalde çok az aldı ve burada Amazon bölgesinde. Hocam şey dikkatimi çekti burada. Hani ormanlardan bahsediyorsan olmayan yerler ve şu an olan yerler. Hani bugünün tabirini kullanacak olursak, özellikle o gelişmişlik seviyesi göstermiş bölgelerde ormanların ciddi anlamda yok edildiğini. Tabii. Ve daha az gelişmiş olan yerlerde ya da gelişmemiş olan yerlerde varlığını devam ettirdiğini görüyoruz. Sanki biraz.
Yani ilk dönemlerden itibaren mesela bu şeyi getirdi de aklıma. Tarım alanları açmak için de ormanları tahrip etmeye başlamış olmamız gerekiyor galiba.
Evet. Teknik ilerledikçe ki medeniyetin en önemli dayanaklarından biridir. Teknik, teknoloji değil. Teknikle teknoloji karıştırılıyor.
Zanaat ile fen karıştırılıyor. Ona çok sonra geleceğiz. Fene, teknolojiye. Teknik geliştiği ölçüde doğa geriliyor.
Doğanın en büyük, en baş düşmanı tekniktir. Ve onu çok hızlandıran medeniyet. Medeniyet oluşmadan, medeniyet ortaya çıkmadan doğaya verilen zarar azdı. Her medeniyet istisnasız doğayı yıpratmış, doğaya zarar vermiştir. Tabi günümüz medeniyeti kadar doğaya zarar veren yok.
Çünkü günümüzün tekniği artık göz kamaştırıcı bir durumdadır. Doğal hayat diye bir şey kalmadı. Her şey teknik olmaya başladı.
Hocam imar etmeye dönük olan medeniyetler hariç diyebiliriz değil mi? İmar mı? Evet, imar etmeye dönük. Mesela Medine kavramı, medeniyet kavramının kökünü oluşturan İslam medeniyetinin bulunduğu coğrafyadan bahsedersek şahit.
Mesela Yesrip’ten Medine’ye dönüşmesi sürecinde bir dönüşüm yaşıyor oradaki kent ve burada bir doğa yeniden canlandırılıyor. Bu medeniyetle birlikte yeniden ağaç dikimine çok ciddi anlamda önem veriliyor gibi bir takım etkinlikler görüyoruz. Bu birazcık insanın birikiminin doğru kullanımıyla ilgili sanırım.
İnsan elinden çıkma doğa ile hudainâbit doğa ayrı şeyler. Senin bahsettiğinde yine insan müdahalesi var. Hele İslam mediyeliyeti çok yüksek bir medeniyettir ve doğa ile çok becelleşmiştir. Doğanın coğrafi şartlar yüzünden az yıpratıldığı yerler var. Mesela burada Arap çöllerinde, Arabistan çöllerinde doğayı ne kadar bozabilirsin.
Yok bir şey. Çöl var. Ama doğanın son derece açık elle olduğu bu yöreler, şu yöreler, bu yöreler çok duyarlıdırlar. Doğa zenginleştiği ölçüde mahvedilmeye açıktır.
Doğal bir şeyin bulunmadığı, yani bitki makamından sıfır olan meleğe gitsek nesini bozacağız meleğin? Tersine orayı güzelleştiririz. Ağaç dikeceğiz, su getireceğiz, bilmem ne olacak falan yahut ay.
Ama yeryüzü bildiğimiz kadarıyla evrende bir nazar boncuğudur.
Papa’ların, orta çağ Hristiyanların yeryüzünü evrenin merkezine koymalarında hakları vardı. Her şey bunun etrafında dönüyor.
Bu psikolojik bir şeydi. Gök bilimsel, astronomik bir görüş değildi. Onlar da biliyorlardı pekala merkez olmadığımızı ve bizim de güneşin etrafında döndüğümüzü mal gibi biliyorlardı. Bu MÖ 3. yüzyılda tespit edilmiş bir olaydır. Yeryüzünün düz olmadığı da biliniyor. Ama der yeryüzünü düz olarak kabul ediyorlar. Tamamıyla manevi bir şeydir bu. Aklı Selim’e aykırı yeryüzünü küre olarak düşünmek. Aklına gelir biz niye düşmüyoruz boşluğa? Baktığımızda düz görüyoruz. Ancak yukarı çıkacağız fezaya, oradan baktığımızda yeryüzünün yuvarlak olduğunu tespit edebiliyor. Ama yaşama ortamında düz gözükmektedir. Bilimden uzaklaştığın ölçüde, felsefe bilimden uzaklaştığın ölçüde sağ duyu hakim olur.
Felsefe bilime de deninleştiğin ölçüde sağ duyu eskilerin deyişiyle hissi selim, Aklı Selim değil, hissi selim düşer, azalır. Bunu daha sonra söyleyecektim ama önceye alalım.
Felsefe bilim yaşatmaz, hayat vermez, yaşatma göreviyle yükümlenmiş değildir. Böyle bir ödevi yoktur. Hayır yoktur.
Bu görevi din ve dine benzer, dini yansıtır, bilgelik bu görevi taşır, hikmet taşır. Bu yüzden de bilgelik filozofla aynı şey değil. Değildir, katil suretle değildir.
Felsefe bilimin annesi olarak kabul edilir ama hangimiz annemizin özneşiyiz? Artık onunla bir ilgisi ilişiği kalmamıştır. Ayrı bir varlıktır. Ondan besleniriz ama o değilizdir. Ondan çıkmıştın ama artık ondan beslenmez de. Evet beslenen felsefeler var.
Bilgelik tarafı ağır basan felsefeler vardır. Özellikle felsefenin ahlak kesimi ama varlık öğretisi, bilgi öğretisi ve buna benzer kolları ve bilimler bilgelikle hiç bilgileri yok. Çünkü dinde ve bilgelikte ağır basan sıklet merkezi duygudur. Felsefe bilimde akıldan başka hiçbir şey yok. Duygu diye bir şey yoktur. Bunu böyle koyalım bırakalım ve yeniden yolumuza dönelim.
Zamanı da şey yapalım, ayarlayalım. Dedik ki bu dünyada, şu kıtlalarda bazı yerler daha yaşatıcıdır. Başka yerlere oranla.
Şu Mesopotamya dediğimiz Mesopotamya iki ırmak arası demek. Meso ortak, ortak nerede çıktı? Ortak, potam, ırmak o sonra gelen iya ülke anlamına geliyor. Orada el diye karşıladığımız şey Rumeli, içel, koca eli, Fahçe’den istan, Türkistan, Moğolistan gibi onun karşılığıdır. Yunancada iye, latince iya olmuş, Arapça’da latinceden almıştır o iya’yı. O iya, Türkiye’dir, latince aslı Türkiye’nin o iye sonra Arapça’ya geçmiş, biz de onu belimsemişiz. Bizde Türk’ün yurdu anlamına gelen, Türk’ün ülkesi anlamına gelen, iki yöre vardır. Bir Türkistan, orada Farsça ekle söylüyoruz, bir de buradaki Türkiye, orada Arapça ekle. Hocam Türkçede de şey mi, onu demek istedim, Türk eli, Türkiye’li diye kullanılıyor.
Tabii el, el’in el’in, tabii bu el değil, o bu yeni Türkçe diyelim Cumhuriyet Türkçesiyle kaybettiğimiz çok önemli değerlerden birisi E’dir.
Kapalı E, açık E, bakın mesela Azerilerin yazışına orada o açık E ve kapalı E farklı gösterilir. Hatta öbür Nuh Türk Celerinde de bunu görürsünüz. Biz burada bunu es geçmişiz, birçok başka şeyi attığımız gibi bunu da atmışız.
İşte orada o dediğim el farklı bir E telaffuzuyla çıkıyor ağızdan, bu elden farklı olanın ülke anlamına gelir o el. Şimdi, bu yöre tarıma çok elverişli görülmüştür ve burada başlar.
Bir başka yerde biraz önce belirttiğim gibi Çin’in doğusu ve Hindistan’ın, Hind’in güneybatısı hep ırmak kıyılarında. Ama nasıl ırmak? Denize kavuşma yöresi, denize yakın olan kesimleri, ırmakların çok içerlek değil. Neden? O ırmak yoluyla burada Fırat ve Dicle denize dökülen yakın bir yer, Şatül Arab, denize çıkıyorsun. Niye denizin kıyısında değil peki? Biraz içerlek. Denizden korkuyorlar. Deniz korkutuyor insanları. Sız mıcaksız bir görünün fırtına çıktığında ne yapacağını şaşırıyorsun. O yüzden denize açılmak daha geç dönemlerde. Teknik çok ilerledikten sonra. Fenikelilerde görüyoruz mesela. Çok daha öncesi var tabii. Sümerlerle başlar. Kıyıya yakın oturmuyor insanlar. Hala da, yani daha hala demeyelim ama çok geç çağlarda bile, özgün denizlerin kıyısındaki insanlar tam anlamıyla sahilde oturmazlardı. Denizle uğraşan toplumlar mesela Norveçliler, İslandalılar hep içerlektir. Norveç’te bir son derece arızalı bir kıyısı var. Fjord dedikleri. Körfez, körfezin körfezi, körfezin koyu vesaire iç içe geçmiş şeyler. Bizim şey de öyledir, Güneybatı Anadolu. Kultu yerlere yerleşmişlerdi. Tam açık denize nazır bir yere yerleşmiyorlar. Daha önceleri, yani 150-200 yıl önce bizim Doğu Karadeniz’de böyleydi. Tam deniz kıyısında oturmuyor insanlar. Biraz içeride kalır.
Hatta dağlık yerlerde görüyoruz. Dağların etekleriyle kıyı arasında bir yerde yerleşiyorlar. Denizle gelip uğraşıyor, denize çıkıyor, malık tutuyor, bilmem ne yapıyor ama evini olduğu gibi kıyıya yerleştirmiyor. Nerede olduğu gibi kıyıda çok sakin, muğniz sularda, işte boğazda yalı, boğazda ne olacak?
O zamanlarda bu meymenetsiz, uğursuz tankerler filan da yoktu. Güzelce işte yalını, boğazın suyun üzerine inşa edemiyordu ve orada keyif çatıyordu. Bu ırmakların biraz içerlek ama hep denize yakın kesimleri tarıma açılıyor.
Tarım buralarda kurumlaşıyor. Tarım çok yerde, çok daha önceki çağlarda ortaya çıkmış olabilir. Ama biz bundan bahsedemiyoruz henüz. Kurumlaşmasını beklememiz lazım.
Bu tarımın kurumlaştığı üç nokta Avrasya medeniyetlerinin beşiğidir. Medeniyet beşiğidir. Ne oluyor?
Üretimin artması, hayatın rahatlamasını getiriyor beraberinde.
Bir yer değiştirmeyince, bir yere yerleşince, tehditler, hayati tehditler azalıyor. Hastalıklar devam ediyor tabi, hastalığı gideremiyorsun.
Ama en azından doğal düşmanlar azalıyor. Doğal düşmanlar, hayvanlar olsun, tabiat kuvvetleri olsun vesaire, fırtıra, yağmur, yer, bunlardan korunma oranı çok artmaktadır yerleştiğin vakit. E barınakların korunaklı olduğu gibi, alman gereken tedbirleri düşünmeye vakit oluyor.
Yerleşme, düşünmeye fırsat tanıyor, düşünmeye imkan tanıyor. Zorunlu kılıyor bir yerde de. Biz düşünemeyen bir milletiz denir durulur ya, etrakı bir idrak demişler mesela. Etrakı bir idrak. Düşünemeyen, akılsız Türk anlamına geliyor.
Kendimiz söylemişiz ha, başkaları söylememişler. Aa Selçuklulardan biri gelen bir laftır bu. Herhalde oradan, büyük ihtimalle oradan. Düşünmen için, yargıda bulunabilmen için duracaksın.
Hep bana, hocam ben felsefede bokları yapmak istiyorum, yapamazsın kardeşim. Niye? Çünkü sen çok hareketlisin. Olmaz, düşünemezsin. Tarassut etmen lazım. Tarassut. O ancak durarak yapılan bir şey. Dilimizde de var ya, durup düşünmek diye bir vurgumi durup düşünerek şey yaparsın.
Ee yerleşme şey oldukça kurumlaştıkça meslek erbabı olan insanların yanında, yani el ile çalışan insanların yanında,
zihinle çalışanlar da ortaya çıkıyorlar. İşte başta söyledik, hakimler, ihtiyarlar, tecrübesinden yararlanılan insanlar, peydahlanıyorlar. Hocam din adamlarını da bu kategoriye koyabilir miyim? Aynı şey, tabii gayet de bilginik dinin bir uzantısıdır. Din tarifi gereği müellifsizliktir. Müellifi olmayan bir düzendir. Tarifi gereği. İnanırsın inanmazsın o aynı bir konu. Ama din kendini böyle tarif ediyor. Bir insan elinden çıkma değildir. Hangi din olursa olsun. Doğa üstü, insan üstü bir merciden geliyor. Tanrısı olur veya olmaz. Tanrısı şart değil, olmayabilir. Tanrısı olmayan din var mı? Var tabii. Hangisi mesela hocam? Özde budacılık öyleydi, tanrısız bir dindi. Daha sonra dayanamadılar, ona da bir tanrı uydururlar.
O din bir bilgeliğin ürünüdür. Bilgeliğin başında bulunan gautama sitarta’dır. Bu da adab eldikleri mürşid, aydınlanmış, irşad olmuş insan. Aydınlığını saçan kişi anlamına geliyor.
Her neyse insan üstü, doğa üstü, merciye, daha sonra başka anlamlar yükleyeceğiz, şu anda bununla yetinelim, maneviyat diyoruz. Her din esasında manevidir. Maddiyat, o maneviyatın bir türevi gibidir dinlere göre. Marx bunu tersine döndürüyor. Temele maddeyi koyuyor ama Marx’ın tabi maddesi fizik madde değil. İnsanların iktisadi şeyleri etkileşmeleridir. Onun anladığı anlamdaki maddiyat şeydir, iktisadi etkileşme olayı. Öbür fizik maddeyle o ilgilenmiyor, onun sahası değil o. O çok odaklanan bir filozof, bilim adamıydı. Evet sevgili hocam.
Galiba tükettik. Evet vakti yine. Şu son şeyi bitireyim ve keselim.
Maneviyat dedik doğa ötesi insan üstü bir merciye verilen attı ve onun birinci derecedeki etkisi maneviyatın ruh olarak görülmüştür. Ve bütün kadim topluluklarda öncelik taşıyan ruhtur. Bunun çeşitli adlandırmaları var. Dedik daha önce can da deniyordu dilimizde, parçadan alınma. Ondan sonra bu ruh lafı zamanla felsefe biliminde kullandığı bir söz haline geliyor. O da çok ilgi çekici. Mesela Yunancca’da mios, z. Oradan zon ortaya çıkacak, hayat.
Latince’de anima, yine ruh demektir. Animal, hayvan olacaktır. Arapça’da hay, hayat çıkıyor, hayvan çıkıyor. Farsça’da can, canavar. Klasik Farsça’da hayvan demektir.
Daha sonra Arapça’da alıyorlar hayvanları, canavar da anlam değiştiriyor ama aslında hayvan demekti Farsça’da. O halde insanın indinde esas olan ana tema ruh ve maneviyat olmuştur. Dediğim gibi maneviyatın daha sonra alacağı anlamları ileride uzun boylu anlatacağız. Bugünlük herhalde bu kadar. Bize yol gözüktü. Hepinize iyi akşamlar. Efendim hayırlı günler diliyoruz. Evet maalesef ki bugünlük süremiz bu kadar. Anlama ve anlamlandırma çabamız devam edecek felsefe söyleşilerinde. Bizlerle birlikte kalmaya devam edin. Yayında ve yapımda emeği geçen tüm ekip arkadaşlarım adına hepinizde mutlu günler diliyoruz efendim.
Hoşça kalın.
İlk Yorumu Siz Yapın