"Enter"a basıp içeriğe geçin

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | İlk Konut Örnekleri | 9. Bölüm

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | İlk Konut Örnekleri | 9. Bölüm

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=A56Fq3o189c.

İNTRO Türkiye’nin Tek Kültür Sanat kanalı TRT2’den merhabalar efendim. Felsefe Söyleşileri ile yeniden karşınızdayız. Kaybolan düşünce ufkumuzu aramaya adım adım devam ediyoruz.
Tabii ki bu adımları atarken bize serdümellik edecek isim Teoman Duralı, Profesör Doktor Teoman Duralı olacak. Öncelikli olarak tekrar hocamıza hoş geldiniz diyoruz. Hoş bulduk. Hocam hoş geldiniz. Hoş bulduk. Sağlığınız, saatiniz nasıldır hocam? Çok şükür sağ olun. Afiyettesiniz inşallah. Çok şükür. Siz de iyisiniz. Çok teşekkür ediyoruz hocam benim. Sağlığınıza doğacıyız. Programımızda yine konuklarımız var hocam. Her zaman olduğu gibi değerli editörümüz Beytullah Çakır aramızda
ve Eski Çağ Dilleri ve Kültürleri bölümünden İstanbul Üniversitesi’nden Eyüp Çoraklı hocamızda aramızda programımıza katkılarıyla destek olacaklar. Hocam bir önceki programımızda biz keyif konusuna odaklanmıştık. Konut’u anlamakla başlamıştık ama programı keyif meselesini anlamadan geçmeyelim demiştik. Ve gerçekten keyifli bir program icra etmiştik sayenizde. Bu programda en son olarak biz yine konut bölümüne tekrar gelecek olursak, insanların insan-beşer ilişkisini ele alırsak, topluluğa doğru giden yolda insanların yerleşim düzeylerine, yerleşim şekillerine göz atarken konutları görmüştük. O konutlardan bir örnek vermiştiniz iki program öncesinde. Dilerseniz oradan devam edelim.
Konutlar her şeyden önce bir kere seyircilerimize iyi akşamlar dileğiyle başlayalım. Söze konutlar hem kültür tarihinde kat edilen seviyelere uygun olarak değişmiştir,
hem de iklimle, coğrafi şartlarla çok yakın bir bağlantısı vardır. Bu geçmişteki konutların nasıl olduğunu yakın bir geçmişte, yeryüzünün çeşitli yörelerinde rastladığımız konutlardan anlayabiliyoruz. İlkel gibi görünen, öyle bir çağda yaşıyoruz ki, bu bizi dehşet bir kibire sürüklüyor.
Bu çağın Avrupa, Amerika şartlarını göstermeyen, görünümünü sunmayan örnekler, hep geri ilkel olarak algılanırlar. Kesinlikle bu söylediğim örneklere uymayan konutlar olağanüstü bir zalaat harikasıydılar. Bunlara Borneo’da ve Yenigine’de rastladım.
Arkadaşlar gösterebilirse en olmadık biçimde, bize çok aykırı gelen, bakın, harika bir zalaat, bir teknik şahisi. Ağaçların tepesine, ki bu ağaçlar 40 metreden az değil, adamlar kulübelerde inşa etmişler bambu çubuklarından. Zemin bataklık çok mutubetli, nemli ve her türlü haşere yaşıyor burada.
Buram buram terliyorsunuz, çok tatsız bir iklim hüküm sürüyor. Sıcak, mutubet ve dediğim gibi her türlü haşere ortalıkta, başka tabi yabani hayvanlarda var, daha büyükleri var. Yırtıcılardan bahsediyoruz da aynı. Evet, yırtıcılar var. Buraya çıkıyorsunuz, bir kere havası püfür püfür. Sanki soğuk hava cihazları var içeride, öyle serinletiyor. Nasıl yapmışlar bilmiyorum. Hocam nasıl çıkıyorlar, merdiven falan mı var, göremedi miyim? Onu söyleyeceğim. Şimdi bu ağaca çentikler atmışlar, tamam mı? Ve oradan bir kere olağanüstü çelik insanlar. Müthiş, maymun gibi zıplıyor hopluyor, tırmanıyor. Çünkü benim gibi ağa raksak, hantal bir adam ki ben orada gençtim daha. Bugün zaten olacak iş değil.
Çıkamıyordum. Bana mam muh liflerinden örülmüş halat atıyorlardı yukarıdan. Ona tutuluyorum ve ayaklarımda bu çentliklere dayıyordum. Ve o şekilde artık nasıl zorluklarla bir kere çıktıktan sonra bir daha inmek istemedim. Kalıcı konut dedikleri bu olsa gerek hocam. İçeride ateş yanıyor, yemek pişiriliyor, hiçbir koku moku yok. Hiçbir şey yok. Nasıl havalandırıyorsa dikkat ederseniz burada pencere falan da yok. Bir kapısı var, şu ön taraftan onu göremiyoruz. Malkon gibi böyle bir çıkıntı var, küçük dar. Oraya zaten çıkıyorsunuz bu ağaçtan tırmanarak.
Ondan sonra o kapıdan içeri giriyorsunuz, içerisi loş. Loş ve bu bambular hava geçiriyor. Yani içerle dışar arasında hava teması sürekli. Ama dumanın çıkmasına o yetmez. Başka bir şeysi daha olması lazım. Baca falan yok. Bir yerde bir açıklık var. Niye bunları öğrenemedim? Dilce anlaşamıyorduk. Her köy bir oba ve her obanın kendi dili var. Muazzam bir zorluk hocam. Yeni gene de 800 bilmem kaç dil varmış.
Niye sonra bir yerde okuduydum. Sadece burada değil tabi. Benzeri olay Tayland’da var. Malaya’nın, Malazya’nın ortalarında, Yarımada’nın ortalarında. Borneo’da, Sumatra’da var. Yalnız tabi bu konut oralarda yok.
Mesela Borneo’da ve Malazya’nın merkezi bölgelerinde gene bambu çubuklarından inşa edilmiş. Ama yerde duran, zeminden biraz daha yüksek. Hiçbir zaman zemine değmiyor. Haşereler gelmesin diye ve rutubet gelmesin diye.
Uzun evler var. Bu uzun ev benim tercümem. Longhouse diyorlar İngilizcede. Her evde yahut kulübede diyelim bir ota. Şimdi bu topluluklar yaklaşık olarak aile, ota, oba, boy olarak sınıflanıyor.
Arabcadan bildiğimiz kabile, aşiret. Büyük ihtimalle aşiret 10 kabileden oluşuyor. 10 kabile bir araya gelip bir aşireti oluşturuyor. Olmalı. Bu benim çıkarımım. França’da klan ve Fransa’da tribüs. Bunlar hepsi birbirine tekabül etmiyorlar. Ben Türkçe’den hareketle söylüyorum. Bütün topluluklarında da aynı şeyler söz konusu değil.
Oğuzlarda çoğunlukla dediğim sınıflama var. Aile, ota. Ota aynı zamanda tabii konut anlamına da geliyor. Çadır diye çeviriyoruz onu. Doğru bir çeviriyor oluyor mu? Çadır ama çadır Türkçe değil. Farsça. Türkçe de yurt denir ona. Yurt olağanüstü bir kelimedir. Yaşanılan yer, bağlı olunan yer, gönlünü verdiğin bir yer. Yurt ve ocak iç içedir. Söz ve bunların içerdiği tasavvur. Demin tasavvurda geçen konuşmamıza tasavvurdan bahsettik ya. Bunlar iç içe olan şeylerdir.
Tabii yurt zamanla başka anlamlar da kazandı. Daha sonra geleceğiz devletten falan bahsederken. Vatan ve yurt aynı şey değil mi? Hayır. Vatan ile yurt farklı anlamlara geliyorlar. Temelde öyle. Arapça’da vatan yurdun karşılığı.
Ama bizim siyaset felsefemizde, Türkçe siyaset felsefesinde bu ikisi farklılaşmış alaylardır. Dediğim gibi ona daha sonra gelelim. Sonra bir şey bırakma, sık sermayeyi kediye yüklemiş olacağım. Sizde sermaye bitmez hocam. İnşallah bilmem. Başka yörelerde iç Asya’da, orta Asya’da yapılanmalardan önce, bu kagir yapılardan önce insanlar çadırlarda oturuyorlardı. Ve onlar farklıdırlar. Oğuzların çadırları ayrıdır.
Oğuzlarla Türkmenler hep iç içe alınırlar. Türkmen diye bir boy yok efendim. O bir uydurmadır. Türkler Manas vuruşmasından, vuruşması sırasında. Thalas hocam. Ve muharebesi, Arapçası muharebe oluyor. Vuruşmasından kitlenen halde Müslüman olmuşlar. Hocam Manas değil Thalas.
Thalas, özür dilerim. Yanlış anlaşılmasın diye şey yaptım. Manas Destan’ın adı. Thalas vuruşmasında kitlenen halde yedi yüz… Elli bir. Yedi yüz elli bir. Şey oluyorlar, Müslümanlığa geçiyorlar, Müslüman oluyorlar. Oğur Hasan’a, Orta Asya’ya gelmeyen Arap Kumandası’na atlı duruyor.
Haykırıyor, Türk iman diye bağırıyor. O Farsça’ya Türkoman diye geçiyor. O Türkoman, Farsça’daki Türkoman, Türkçe’de Türkmen haline alıyor. Önemli boy yok. Müslüman olan, Arap Kumandanı Türk iman diye haykırtan kitle Oğuz vardır.
Türklerin Oğuz boyudur. Başka boyları var tabi. Kırgızlar var, Peçenekler var, Varoğlu var. Bunlar bir tanesi ve biz Oğuz kolundan geldiğimizden en çok ondan bahsediyoruz. Ve onu Türkmen olarak niteliyoruz. Zamanla şöyle diyelim, Oğuzların Müslüman olan kesimi Türkmen olarak kabul edilmiş, öbürlerine bir şey dememişler, onlar gene Oğuz diye devam etmiş. Ama 13. yüzyılda artık bütün Oğuzların Müslüman olduğunu görüyoruz. Yani Müslümanlığın dışında kalan Oğuzlar’dan bahsedemeyiz. Gelelim, buranın işte bu Acıma Ömür ağaç evlerini gösterebilir miyiz? Başka açılardan da görelim. Evet hocam. Bu da pencereli olan ve kapılı olan kısmı galiba. Buradan evet.
Buradan bir merdiven sarkıtmışlar, bunlar dediğim gibi bambu liflerinden önlü. Böyle yerlerden tırmanmak daha kolay. Ağaçlara atılan çentiklerden çıkmakla olsa buradan daha kolay çıkıyorsunuz. Pencere yok, bunlar kapı. Bu gördükleriniz kapı. Burada o demin bahsettiğim iyi görünmüyor, resim iyi değil.
Böyle küçük bir çıkıntı, sundurma gibi bir şey. Oradan konutun içine giriyorsunuz. İçi biraz önce söylediğimi tekrarlamak mağazasına serin. Püfür püfür esiyor. Koku filan yok.
Ve en önemlisi burası haşerelerle kaynarken her şey var. Yılan, çıyan, akrep, sivrisinek ve adını bilmediğim bir sürü başka sinek tünü. Burada hiçbir şey yok. Eser yok bunlardan burada. Hani gece yatacağım da bir şey sokanın, hiç öyle bir şey yok.
Hocam kaç kişilik bu konutlar peki? Kaç kişi yaşıyor? Onlar da, o da bir olağanüstü bir şey. Sekiz, on kişi kalabiliyor orada. Büyük yani. Bunu bilmiyorum. Dediğim gibi dilce anlaşamadığımdan bilmiyorum. Ama Borneo’da kaldığım köylerde en azından bir kişi Malayca bildiğinden bir bilgi edinebiliyordum. Ve bir konutta o long haul, o uzun evlerde yirmi kişi civarında bir nüfus barınıyordu.
Ve her uzun ev, galiba yok onların resmi burada, her uzun ev bir ota, bir geniş aile, kandaş. Hep bunlar kandaş. Ve bunların kendilerine mahsus bir dini var. Köyün bir dini var, onun dışında o bir o bir oma, köy bir oma. Başka köyler onlar hep birlikte boy teşkil ediyor. Hocam şöyle bir şey de geldi. Ha bu da gene tepedeki bir ev. Boy yeni ginede. İşte bu bir yepyeli.
Ben selahatlerde hemen hiç resim çekmemişimdir. Hele eskilerinde. Neden? Korktuğumdan. Özellikle Müslüman bölgelerde, tabii o günlerle bugün arasında yüz yıllar var. Müslümanlar katil surette tahammül edemezdir resim çekilmesini.
Pakistan’da, Afganistan’da, Hindistan’ın Müslüman kesimlerinde, Afrika’da. Müslümanlar resime olağanüstü derecede, ha Avrupa’dan gelenler çekiyor muydu çekiyorlardı. Onlar bilmediklerinden korkmuyorlar. Bir de bu var. Bilmek insanı korkak buluyor.
Tehlikeleri göremiyorsun bilince. Cahil cesareti diye bir kavram var değil mi? Cahil cesareti. Şimdi belki hiçbir şey olmazdı, olmayabilirdi.
Bunlar işte o longhouse’lara, o uzun evlere örnek deniz veya gölde, mesela Malazya’da, Borneo’da deniz çingeneleri vardır. Bildiğimiz çingeneleri değil, öyle diyorlar. Deniz çingeneleri deniyor onlara.
Çünkü bizim çingeneler Hint asıllıdırlar. Hindistan’dan gelmedirler, Sint bölgesinden. Bunların öyle bir şeysi yok. Neden bunlara çingene demişler? Göçüyorlardı ondan, göçebedirler yerlerinde durmuyorlar. Bunlar deniz kıyısında, sığ yerlerde, kazıklar üzerinde konutlarını inşa etmişler. Artık göçmüyorlar, sabitler. Ama konut şekilleri birkaç bin yıllık örneği yansıtıyor. Öyle tahmin ediliyor. Yani çok eskiden, kadim devirlerde de insanların bu çeşit konut inşa etmiş oldukları düşünülmektedir. Ve her bir, demin bir şeyi tekrarlayayım, konutta bir ota barınmaktadır.
Bu otağın bir atası var, bir başı var. Pater Familias dedikleri Latincede, Romada bir aile atası var. Ondan sonra, bizde o terim kalkmadı. Aile atası diye bir şey yok Türkçe’de ama baba ocağı vardır.
O da zaten ata ocağından geliyor. Baba Türkçe değil çünkü. Asıt atadır. Ata ocağı, sonra baba ocağı olmuş o. Sonra, o obalar bütünü, otağlar topluluğu bir obayı teşkil ediyor.
Hocam burada aklıma benim şey takılıyor. Şimdi aslında bir cevabını verdiniz de, hani yöneticisi kimdir bunların diye soracaktım. Ya da yönetici kabul ettikleri biri var mı diye bilir. Her evin ayrı bir yöneticisi var.
Peki, bütün omanın yöneticisi var. Yönetici ne mielinde? Omanın şefi veya reisi. Reisi, başı. Kanaat önderi gibi. Ninin idarecisi, yani dini şeylerin, söyleyin adını, ritüellerin, yaptığı için, ibadetlerin yöneticisi.
Bu ibadetler, şimdi oraya geçelim isterseniz esas şeyimiz oyunu. Bu ibadetler basit, sonraki dinlerde gördüğümüz karmaşık ibadet şekilleri ki, bunların da herhalde en karmaşık, Müslümanlık da en teknik anlamda karmaşıklaşmışı. Müslümanlık belki Yahudlik’te de olabilir. Basit ibadetleri var. İbadetler kendinden geçmeye vecit dediğimiz hallere duçar olmak biçiminde cereyan ediyor. Bu ibadetler, ne yapıyorlar? Her şeyden önce bir kere ateş yakılıyor. Ateşin olmadığı yerde ibadet olmuyor. Ateş yakılıyor.
Behşet bir gürültü çıkarılıyor. Birkaç şey insanı düşünmekten alıkoyar, yahut da aklı ketler. İçki, uyuşturucu ve gürültü. Gürültünün aşırısı seni düşünmekten men ediyor, alıkoyuyor. Hem burada gördüm ben bu topluluklarda hem de en son mesela Küba’da Havana’da beni bir ayine götürmüşlerdi. Afrika kökenli bir ayin, zenciilenin. Behşet korkutan bir şey.
O nasıl bir gürültü? Sonra ben gizlice kaçtım sadece gürültüden korkmadım. Oradaki hareketlilikten dedim bunlar belki keserler, bir şey yaparlar diye sıvıştım, çıktım. Sizdeki şamanlarda da vardır o gürültü ve ses çıkardığı. Şamanlarda var. Adını anmayacağı bizim başka güneydoğu Anadolu’da ben bunu bir defa seyretmiştim.
Beş mi altı mı orda immari yakınlarında dehşet bir olaydır. Niye kendinden geçiyor? Senin dediğin gibi şaman Moğolcadır. Bunun Türkçesi kamdır.
Olum olası insanlarda en başta söylemiştim ya biz bu konuşmalara başlarken insanlarda hep din olmuştur. Dinsiz bir dönem düşünemeyiz. Ve ruh var. Ruh anlayışı vazgeçilmez bir olaydı. Animizm dediğimiz şey mi bu literatürde?
Orada da din vardır. Animizm, cancılık Türkçesi can, ruh demek. Cancılık her şeyde, istisnasız her olayda her şeyde ruhun varlığını görmektir. Her neslede.
Her neyle karşılaşırsan karşılaş. Taşın, toprağın, ağacın, göğün, yerin, hayvanın, bitkinin, insanın ne olursa olsun her şeyin ruhu var. Canı var. Can zaten oradan geliyor. Yani ruh demek, farkcılığa. Eski Türkçe de, eski Türkçe derken benim kastettiğim gök Türkçe, Uygurca. Eski Türkçe de tın. Tın tın.
Şimdi, ruh ölümsüzdür. Beden ortadan kalkıyor, ruh varlığını sürdürüyor.
Bana en yakın ruh kimdir? Atamdır. Atalarındır, atamdır. Onlarla sürekli bir bağlantı halinde olmam lazım. Onlardan güç alıyorum, fikir alıyorum, danışıyorum, yol gösteriyorlar. Bunun içinde birtakım yollar var. Onlarla ilişki kurmanın yolları var. Bütün bu kam törenleri bu ilişkiyi sağlamaya yönelik. Günümüzde de var mı bunlar var. Ruh çağırıyorlar. Eee ruh bilmem beni işitiyorsan gel masayı salla falan. Biz de harita çağırıyoruz ya. Eee harita gel artık. Haritalar da çağırıyor.
Bu ruhları çağırma olayında kendinden geçmen lazım.
Akıl az veya çok işe karıştığında doğa dışı, olağan dışı tabakalarla bağlantı kuramazsın.
Akıl bizi var olana, nesneye yönlendirir. Görünene odaklandırır.
Onu aşmanın yolu aklın durdurulmasıdır. Din ne devam ediyor mu ediyor. Mistiklik diyoruz, tasavvuf diyoruz buna.
Tasavvufu herkesin eline bırakmak istemiyor Müslümanlık. Sen aklın başında ol. Var olanlarla yetin diyor.
Ötesine geçersen yönünü ııı istikametini şaşırabilirsin. Yani sarhoş olursun. Sarhoş serhoştan geliyor. Başın şeye gitmesi artık. Ne derler ona? Yolundan çıkması. Bizde ona deli diyorlar değil mi hocam Türkçe olarak?
Deli diyoruz. Del ne demekte hocam? Gönül demek Farsça. Deli bir şey, izafet ekidir. Gönülden demek. Yani salt duygu. Meczup. Duygu ile hareket eden. Meczupla da bir cezb hali var. Cezbe kapılınca meczup oluyorsun. O yüzden hor görülmez bizde deliler. Meczuplar. Tabii. Hor görülmez. Hoş görülür. Hoş görülür hatta. Sarhoş, hoş görülmez. O hor görülür. Ama deli hatta deli sayılır, itimar görür. Evet. Gittiği yerde ikramda bulunulur.
İzzet ikramda bulunulur. El üstünde tutulur. O bir kamdır. Şamandır. Unutmamak lazım kamlar olağan dışı insanlardır.
Hıristiyanlıkta aziz olmuşlardır. Bizde de veli diyebiliriz. Çok ince bir çizgi var derler ya zaten o delilik ile velilik arasında. Evet. Öyle bir şey var. Yani akla mahkum olmayan insanlar. Ama bu aklın dışına çıkmaktan öte aklın ötesine geçmek değil mi hocam?
Çünkü dışına çıkmak deyince bu irasyonel oluyor. Daha aşkın bir şey. Şimdi bunu unutmamak lazım. Velilik, delilik, kamlık Allah vergisidir. Ya da Tanrı ne bilmiyor yani. Bir ihsanıdır onun. Sarhoşluk senin hatağındır.
İraden sonucunda yaptığın bir şeydir en nihayet. İradenle iradeni yok etmek. Herkes veli olmaz. Binde bir veli olur. O dediğim gibi bir şeydir. Allah’ın ihsanıdır. Peygamberler de velilerden çıkarlar. Nitekim Peygamberimizi de önce meczup sanıyorlar. Bunlar hep birbirlerine bağlantılı olaylardır. Kendisi öyle sanıyor hocam. Yani başkalarını bırak kendisi öyle. Herhalde diyor. Delirdim ben diyor.
O’nu yola sokan karasıdır. Peygamberler herhalde hep, bilmiyorum belki istisnaları var, erkekteler. Ama hep hepsinin arkasında kadın vardır. Hazreti İsa’nın kadınları, annesi ve daha sonra yoldaşı haline gelen
Meccal-i Meryem. Onun da adı Meryem ya annesi gibi Magdalena. Herkes İsa’yı terk eder. Bu iki kadın ölümüne, hatta ölümünden sonra yanındadırlar.
İşte Musa’da Asiye var. Şimdi bu boylarda yani en kadim insan topluluklarında gördüğümüz genel bir tavır var.
Bundan daha önce bahsetmedik. Hep maddîlerden maddî etkenlerden ortaya çıktı. Mürksüzlük vardı. Dedik mülk edinme işte. Tarımla falan filan ama işin manevi tarafına hiç bakmadık. Belki Markçıların etkisiyle bu yoldan yürüdük.
Biz şimdi bir de öbür tarafa bakalım. O daha da önemli. Bu topluluklarda mireyleşme yoktur.
Mireyleşme her insanda tabii ki var. Temelden. Farkında başka bir varlık olduğunun farkında nihayet vurduğu zaman canı acıyor.
Okşadığında hoşuna gidiyor. Bu hayvanda da böyledir. Hayvan da varlığının farkındadır. Hayvanda birey olabilir mi yani? Tabii birey. Kedinin kuyruğunu çektiğinde mağarıyor. Hatta pençe atabiliyor. Okşadığında hırlıyor.
Keyif alıyor. Öyle diyelim demin bahsetme keyfinde. Ama milinç diye bir şey yok. Bir dakika yani insan dışında her canlı için birey ifadesini kullanabiliyor. Kullanabiliyor. Farkında. Hatta kurbağa bile farkında. Çünkü kurbağa da hı dediğin zaman sıçrıyor kaçıyor. Değil mi? Tamam böceğin önüne şöyle yaptığın zaman o hop yönünü değiştiriyor. Korunma güdüsü var. Bu bir farkındalıktır.
Varlığını farkında. İnsanda bu tabi daha da güçlü. Farkındalığın arkasında genetik bir yapı var.
Milincin aksine. Milinçte bir şey yok. Genetik bir olay yok. Milinç insana mahsus bir şey. Nereden kaynaklandığını bilmiyor. Çok bir sürü hikaye. İşte insanla ilgili milimsel ifadelerin %90’ı böyledir.
Aslı aslıları yok. Bilmiyoruz. En azından ben bilmiyorum. Bir pozitivist olarak deneyini yapamadığım olayı, deneyle kanıtlayamadığım bir olayı milimsel olarak görmüyorum. Hocam burada pozitivist vurgusu yapıyorsunuz. Yanlış anlaşılabilir. Ben söyleyeyim hoca pozitivistmiş diye. Yani hani o pozitivizmin mevhî bir algısı vardır.
Hocam Kant bildiğim kadarıyla buna hayvandaki bu yapıya a priori adını veriyor. Yanlış hatırlamıyor değil mi hocam? Yok yok a priori değil. A priori fark çok başka bir şey. Karıştırmayın ama Kant’ın sokmayı işin içine tökezden yuvarlanırız.
Şimdi bu toplulukların insanları bireyliliklerini bilinçle tahkim ederek kişiliğe geçmiyorlar. Kişilik olarak ortaya çıkmıyorlar.
Birey önce ferdi iken yani kişinin kendisine bağlı iken gördüğü aldığı eğitim sonucunda
maşeri bir birey hâline geliyor. Kolektif bir birey hâline geliyor. Topluluğun bir parçası oluyor. Topluluğun parçasından da fazla. Kendini toplulukla tarif ediyorsun. Topluluktan ayıramıyorsun.
Arkadaşlarımız bize bir dünya haritası armağan etseler Amazon bölgesini bir görsek.
Şimdi Amazon şurası ormanında yaşayan bu Amazon ırmağı şöyle gelir. Dünyanın en zengin su varlığına sahip ırmak. Buradan kollar ayırıyor.
Ve böyle bir küçük bir ırmağın kıyısında yaşayan bir obamız var. Obamız var. Mororolar var. Arara dedikleri kızıl renkte kızıl mavi o civarda bir renkte bir papağana inanıyorlar. Yılda bir defa o papağan öldürülüyor. Ormanında dolaşıyor o papağanlar bir tanesi öldürüyorlar. O papağan oluyorlar. Biraz önce bahsettiğim vecit haline geliyorlar. Mecid oluyorlar. Gürültüler, patırdılar, içkiler.
Bir de onu söyleyeyim. Her devirde, her yerde içki olmuştur. Alkollü içki. Müslümanlığı kabul ettikten sonra toplumlarda onlar istisna. Zaten Müslümanlığın o kadar çok istisnası var ki her toplulukta içki olmuştur.
Uyuşturucu da alıyorlar bunlar. O gürültüyle de kendilerine geçiyorlar. Sonunda papağan parçalanıyor ve yiyorlar.
Ne oluyor? Papağanın ruhu geçiyor. İntikal ediyor. Şimdi diyelim ki bu çubuk papağanımız. Ben bu çubuk oluyorum, bu papağan oluyorum.
Sen oluyorsun, sen oluyorsun. Tamam mı? Hepimiz bu papağan oluyoruz. Dolayısıyla hepimiz aynı biriz. Özleşiz. Aynı da değil, özleşiz.
Hiçbir farkımız yok. Aynı davranıyoruz. Buna da cinsiyet farkı filan da kalmıyor. Nasıl kalmıyor? Diyelim ki o köyümüzde bir kadın gebe. Ne oluyor? Karnı şişiyor. Bütün köy şişik bir karınla erkek kadın fark etmez dolaşıyorlar.
Şişmiş bir karınla dolaşıyorlar. Bir şeyler koyuyorlar. Saman falan bağlıyorlar ve o şekilde dolaşıyorlar. Doğum vakti geldiğinde onunla birlikte doğuruyor bütün köy. Bağırıyorlar, doğum saccısı çekiyorlar. Hep birlikte.
Diyelirseniz ki 365 günü kaç gününde o köyde doğum bağırtılarıyla çalkalanırsın. Hocam aile kavramı var mı peki? Aile toplu. Biraz önce dedim ya. Bugün anladığımız anlamda aile yok. Çekirdik aile yok. Ota. Çünkü benim gördüklerimde kadın erkek ilişkisi ve çocuk biliniyordu. Ama büyük ihtimalle görmediğim, mesela bu mororolarda artık bunlar yok tabi.
19. yüzyıl sonları, 20. yüzyıl başları beşer bilimciler bahsediyorlar bunlardan. Fransız beşer bilimcisi Le Vibrul ve başkaları var. Onlar birçok beşer bilimci bu insanların arasında yaşamış.
Margaret Mead diye bir çok büyük ünlü Amerikalı beşer bilimci hanım var. O 920’lerde yanlış hatırlamıyorsam, belki daha da önce Samoa adasına gidiyor ve Samoa yerlilerinden biriyle evleniyor.
Bir kültürü içleştirmenin en sağlam yolu evlilik.
İster istemez eşinin kültürünü özellikle de kadın başka bir kültür derse, o kültürün, çünkü kültürü esas taşıyan kadınlardır. Erkekler daha özlü bir biçimde taşır.
Ve dilleri taşıyan da kadınlardır. Hele bizde Türkler’de. O yüzden ana dili deriz zaten.
Kadınla erkek farklı toplumlardarsa yaşanan mıntıka, diğer erkeğin, kocanın yeriyse çocuklar onun dilini öğrendikleri gibi yaşamadıkları anne ülkesinin de,
anne topraklarında dilini annelerinden öğrenirler. Biz onda yine bir istisnayız. Ben ecnebiyle evlenip de çocuğuna Türkçe öğreten bir kadın görmedim. Türk kadını görmedim.
O anlamda Türkçe çekinik bir dil. Yayılmacı diller vardır. İngilizce, Rusça, Fransca, Almanca, Arapça, Farsça, Kürtçe. Bunlar hep yayılmacı diller. Çince. Ama bizimkisi çekinik bir dilidir. Başka var mı? Var. Başkaları da. Bütün bu saydığım dillerde kadının dili, annenin dili daha doğrusu çocuklara intikal eder.
Çocuklarından öğretir. Şimdi, doğuruyor dedik ve bütün köy doğum sancısını çekiyor. Öyle gösteriyor. Ondan sonra müthiş bir sükûnet başlıyor.
O çocuk dünyaya geldik biraz sonra. Çocuğun dünyaya gelmesi bütün eski topluluklarda, geneliksel topluluklarda huzur kaynağıdır. Yani diyeceksin ki bu çok bilinen bir şey. Sevinçli bir olaydır. Hayır, öyle bildiğimiz anlamda bir sevinç değil. Aşırı bir sevinçtir. İnsanın beşer yanı canlıdır dedik ya. Canlıların da en önemli yönü çoğalmadır. Dinler insanın o canlı tarafına işaret eder. Çoğaldız der Tevrat. İslam’da da öyledir. Yaşamaya aykırı gelen şeyleri yasaklar, yaşamaya yönelik olanlar ne kadar zahmetli olursa olsun onları teşvik eder.
Şimdi onlara teker teker geçmeyelim. Edeb de buradan zaten çıkar. Edeb dediği şey son derece biyolojiktir. Yaşatmaya yöneliktir. Yaşamayı kesen ketmeyen bir tarafı yok. Tabiatıyla çok pratik sahaya dair bir şey oluyor.
Modern insanı çok aykırı son derece zor, zahmetli gelir. Modern insanın beşerliğini unutmuştur. Edebin teorik tarafına ahlak diyebilir miyiz? Hayır ona geleceğiz. Ahlak başka bir şey.
Şimdi bu topluluklarda aklın yeri yok mudur? Her insan olayında her insan yaşaması düzleminde aklım yeri vardır.
Asgari derecededir. Hakim olan duygulardır. Duygulanan hakim olması aklın son derece küçük bir yerde kalmasına felsefede bir kimsel olmayan akılla iş görme diyoruz.
Bir kimsel olmayan, olmayan akılla iş görme. Akıl henüz biçimselleştirilmemiştir.
Aklın azami derecede biçimselleştirilmiş hali çok sonra çıkacaktır. Felsefe ile çıkacaktır. Hocam bunun dille alakasını kurabilir miyiz doğrudan? Dildeki genelleyici, soyutlayıcı ifade.
Aynen dediğin gibi biçimsel olmayan akılla, duygu ağırlıklı yaşayan insanların dili kavram açısından son derece yoksuldur.
Örnek vereyim. Amerika Birleşik Devletleri’nin yerlilerinden Çerokilerde galiba şu yörelerde yaşıyorlardı. Orada değiller herhalde artık.
Neva’da, Idaho’ o civarlarda Çerokiler yani yanlış olabilirim. Yıkanma kavramı yok. Yıkanmak fiilinde yok.
Elimi yıkıyorum başka bir kelime, başka bir söz. Yüzümü yıkıyorum başka bir söz. Yıkamak yok. Hepsi için ayrı ayrı.
Saçımı, teker teker o sözleri bilmiyorum. Oralarda ben onlardan söyledim. Şimdi uzatmanın alemi yok. Çeroki dilinde. Genel bir yıkanmak. Ben şimdi yıkanmaya gidiyorum. Diyemezsin. Çamaşır yıkamak ayrı bir kelime. Çocuk yıkamak ayrı bir kelime. Sayılar öyle. Bu yeni yine de ben onu görmedim.
Belki de yoktu artık o. Öyle dillerden bahsediyorlar ki, bunlarda genel sayılar yok. On kayık diyeceksin. Oradaki on ile on Hindistan cevizindeki on farklı sözlerdir. Uydurayım. Hindistan cevizi, on Hindistan cevizi oluyor. Mesela bip kayık, on kayık oluyor. Uydurdum ya bunlar. Dediğim gibi aklımda değil o şey.
Öyle dillerde yine var ki, yine yine de Borneo’da, Orta Afrika’da vardı bunlar. Belli bir sayın üstüne çıkamıyorsun.
Bir iki üç, bir iki üç dört. Ondan sonrası yok. Ne yapacaksın? Bir iki üç dört, bir. Bir iki üç dört, bir bir bir şeklinde gidiyorsun.
Sümerler’de de daha diyojenel bir yapıdan bahsedilir hocam. Çağdaş bazı diller mesela o zamanın bu mantığını kurumuşlar.
Fransızca da mesela 80’a katrıven, dört kere 20 diyorsun. 90’a katrıven diz. Dört kere 80 artı 10 kurumuşlar. Fransızca’nın Fransızcası’nda. Belçika’da, İsviçre’de de başka şeyler kullanıyorlar artık. Yani 80-90 gibi 8’den 9’dan türetilmiş şeyleri getiriyor. Ama Fransızca’nın Fransızcası geneleksel olan, muhafazakar olan Fransızca’da bu dediğim mantığı yürütüyorlar.
Niye yürütüyorlar? Bağlık almak için. Çok kendini sayan milletler muhafazakardırlar. Bunu yazısında görüyorsun. En zor yazılar arasındadır.
İngilizce, Fransızca. Bir de bizim yazıya çamur atarlardı. Yok öğrenilemezmiş. Çok zor. Osmanlı yazısı. Ya Osmanlı yazısı İngilizcenin yanında zemzemle yıkanmış gibi.
O ne yazıyorsun? Van okuyorsun kardeşim. Be a caup yazıyorsun Fransızca’nın. Mok’u okuyorsun. Ne alakası var? Bu muhafazayı diyor. Başka öyle diller var. Mesela Danca’da öyledir.
Çince korku zor diyorlar mı? Bir farkı yok ki herhalde Çince’de. Heceleyerek yazmıyorsun. Kalıp olarak ezberlemek zorundasın. Bu kadar zor bir iş ki o. Kalıp olarak yani onu o ne e bir araya getirip o kelimeyi yazayım diyorsun. Bir şey çıkmaz. O ne diye okuyamazsın ki onu.
Umarız ki kelime dünyamıza ve anlam dünyamıza tekrar geri dönmek nasip olur diyelim hocam. Çünkü süremiz doldu. Mesaj alınmıştır. Mesaj da yukarıdan da bana gelmiş oldu. Yükarıdan derken yönetmenimiz tarafından uyaradık. Hocam çok teşekkür ediyoruz. Ben teşekkür ediyorum. Seyircilerimize de saygılar, selamlar. Devam edeceğiz ileriki programlarda tabi ki bu serüvene yani kaybolan ufkumuzu neden kaybolan ufuk dediğimizi zannediyorum ki yavaş yavaş daha fazla anlaşılır hale getirmeyi başardık.
Daha da anlaşılır hale getirmeye çalışacağız. O kaybolan ufku bulmaya yine adım adım aramaya devam edeceğiz diyelim. Tekrar felsefe söyleşilerinde bir arada olmak dileğiyle. Sürçülisan ettiysek affola.
Yayında ve iponunda emeği geçen tüm ekip arkadaşlarımız adına hepinize çok teşekkür ediyoruz. Hoşçakalın diyoruz.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir