Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Medeniyet Havzaları | 18. Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=srRt1HosD4Q.
İNTRO Türkiye’nin Tek Kültür Sanat kanalı TRT2’den hepinize merhabalar. Felsefe Söylesi’leriyle yeniden karşınızdayız efendim. Yine düşünce ufkumuzu aralamaya devam edeceğiz. Tabii ki bu ufuğu ararken bize mihmandarlık edecek isim
Şaban Tevmanduralı Profesör Doktor Şaban Tevmanduralı Stüdyomuzda öncelikle olarak hocamıza hoş geldiniz demek istiyorum. Hoş bulduk efendim merhaba. İyisiniz inşallah tekrar hocam. Çok şükür sağol siz de iyisiniz. Şükürler olsun canım hocam benim. Evet yine editörümüz, değerli editörümüz Beytullah Çakırdı aramızda. Sen de hoş geldin Beytullah’cığım. Hoş bulduk. Bugün yine güzel bir program olacak inşallah. İnşallah. Evet değerli izleyenler bir önceki programımızda felsefe söyleşilerinde devam eden yolculuğumuzda medeniyet havzalarına değineceğimizden bahsetmişti hocamız çünkü ülke nedir, imparatorluk nedir, sivilizasyon nedir gibi kavramlara değinmiştik ve oradan medeniyet havzalarının nereleri olduğunu aktaracağını ifade etmişti son bölümümüzde hocamız. Dilersiniz değerli hocam oradan kaldığımız yerden devam edin. Hayır hayır. Tekrar iyi akşamlar efendim bütün seyircilerimize. Saygılarımız ve selamlarımızla.
Efendim ee medeniyetin ortaya çıkışından söz ettik daha doğrusu devletten söz ettik. Devletle birlikte devletin üstünde medeniyeti görüyoruz. Şöyle diyelim kültürün devletleşmesi medeniyeti beraberinde getirir. Medeniyet kültürden daha geniş bir çerçeveyi içine almaktadır.
E ne kast ediyoruz bununla kültürler belli topluluklara mülhasırdır. Bu diyelim ki a topluluğu olsun boy yahut da oma bunun belli bir kültürü var.
Sonra ne diyelim ya kültürü var topluluğu daha doğrusu ve o topluluğun. Ha bir de şunu hemen söyleyeyim aklıma gelmişken.
Topluluk ile toplum bir ve aynı şey değildir.
Belli gelenekleri görenekleri bulunan kendi başına yaşama kabiliyetini bulunduran bir insan öbeğidir.
Obalar boylar devletleşmemiş halde daha geniş çerçeveli budunlar bunlar toplulukturlar. Topluluğu Türkçe’de iki türlü anlam vardır bir bu şimdi söylediğim bir de hayvan öbeklerine toplulukla diyoruz.
Fransızca’daki communauté anlamı olduğu gibi popülasyon anlamı da vardır.
Şey değil yalnız nüfus anlamında değil hayvan topluluğu hatta bitki topluluğu olabilir. Biz burada tabi hayvan bilimden zoologyden söz etmediğimize göre sözünü ettiğimiz topluluklar insanlarla ilgilidir. İnsanlara mahsustur bu anlamda kullanıyoruz. Devlet ve birlikte devlet ortaya çıktıktan sonra teşkilatlı bir topluluk söz konusudur. Buna toplum diyoruz. Teşkilatlı topluluğun ismi toplum. Evet.
Bu toplumdur. Sosyete. Bunu da çok yanlış kullanıyoruz bugün. Sosyete diye çevirdik. Evet o yüksek cemiyet manasında kullanıyoruz.
Tamamıyla toplum bilimsel sosyolojik bir terimdir. Sosyete yahut da toplum. Buna biz klasik dilimizde cemiyet diyoruz. Tabi cemiyetin bunun dışında da bir anlığı var o da dernek. O ayrı bir konu.
Demek ki teşkilatlanmış daha doğrusu devlet çerçevesinde teşkilatlanmış topluluklar toplum halindedirler. Tamam mı? Başka bir çatı altında olması olmuyor. Devlet çatısı altında.
Her belirli toplum belirginleşmiş yani belli bir devlete mensup toplum millettir. Milletin Osmanlı Türkçesinde başka anlamları da vardır. Din toplulukları anlamında. Onlara şimdi akıllar gitmesin. Biliyorum bazı seyircilerimiz itiraz edeceklerdir.
Biz şimdi Osmanlı’dan falan bahsetmiyoruz. Biz şimdi genel olarak burada devlet yapısından söz ediyoruz. Yani anlattığım size toplum bilimsel ve siyasi bir olaydır.
Bu anlamda tekrar ediyorum toplum belirlenmiş bir toplum. Belli bir devlete mensup olan toplum bir millettir. Dönelim yeniden şeyimize, kültürümüze. Burada G topluluğu var.
Benzer kültürü var yani ve başka kültürler daha söz konusudur.
Benzer kültürleri, benzeşen kültürleri kucaklayan çatı kültür öyle diyelim.
Bunları şemsiyesi altına almış geniş çatlı kültür, bir medeniyet. Hocam burada benzeşen vurgusu benim dikkatimi çekti. Hani benzeşen kültürlerin bir aradalığından oluşan çatı kültür medeniyet.
Benzeşen kültürlerin bir araya gelmesi medeniyeti oluşturuyor dediniz. Yani birbirinden çok farklı kültürlerin bir araya gelmesinden medeniyet oluşmaz mı? Bunu mu anlayacağız? Biz benzeşiyoruz gelin birleşelim, medeniyet olalım diye bir şey yok.
Bu kültürlerden biri baskın çıkar. Tamam mı? Öbürlerini zorla veya iyilikle şeysi altına alır, eteği altına alır. O baskın çıkar.
O kendi renklerini bunlara kabul et deriz. Her medeniyetin bir merkez kültürü vardır. Bize en yakın kim? İslam medeniyeti içinden çıkıp geldiğimiz İslam medeniyeti. İslam medeniyetinin klasik hakim kültürü 6. yüzyıl Mekke’si ve Medine’sidir. Hicaz diyelim isterseniz. Hatırlıyor muyum? Yeni çağ din dışı Avrupa medeniyeti hayran olduğumuz, hayran olduklarımızdan biri. Merkez kültürü 17. yüzyıl Fransız’sı, mahusus Paris.
Daha da özellikle Paris’in salon kültürü. Bugünkü medeniyetin sıklet merkezi 1890-1910’ların İngiliz kültürü.
1945’ten bu yana Londra’ya ABD de eklenmiştir. İngiltere’ye orası da eklenmiştir. Merkez şey budur. Zaman içinde değişiyor tabi onlar da.
İslam medeniyeti sür git, Hicaz kültürünün renklerini taşımamıştır. Dışarıdan bir sürü başka olay geliyor ama hakim renk odur. Özellikle İslam medeniyetine önemli ölçüde yeni bir renk katan Farslardır, İrandır. Ama İran’ın yanında Türkler var, Hintliler var, o var, bu var filan falan. Bir kere hakim kültürün dini kendini başak ilan eder. Hicaz’ın dili Arapça, İslam medeniyetinin dili olmuştur.
Yeni çağ din dışı Avrupa medeniyetinin dili Fransızca olmuştur. İngiliz Yahudi medeniyetinin dili İngiliz’dir. Taşıyıcı devletler ve kültürler oluyor bu medeniyetle. Devletlerin kültürlerine de medeniyet diyenler var.
Fransızca da Fransız kültürüne sivilizasyon diyorlar. Bu yerinde midir? Yoksa kendini dev aynasında görme davası mıdır? İkisi de var çünkü onlar bir zamanlar o medeniyetin sıklet merkezi olmuşlardır.
Oradan alışkanlıkla kendi kültürlerine hala medeniyetli diyorlar. Bunun bir benzerini Farslar’da görüyoruz, İranlar’da görüyoruz. Bunlar biraz kere içinde söylenmiş şeyler. Biz anlatımımızın akışına göre kendimizi bırakalım. Buraya kadar anlaşılıyor mu bilmiyorum açık mı bu? Bunlar çok çetrefil konular. Bence her aydın kişiyi yakından ilgilendirecek şeyler. Çünkü en çok fazla kavram karışıklıkları bu konularda kendini göstermektedir. Bizim de işimiz kavram karışıklığını elden geldiğince gidermek.
Nedense tarihin belli dönemlerinde yeryüzünün çok değişik görelerinde benzer olaylarla karşılaşıyoruz. Buna bir anlam veremeyiz.
Niye bu öyle oluyor? Niye ben bunu şimdi diyorum? 1500’lerde, demek ki 4.000’de 3 yörede devlet kuruluyor. Daha önce söylediğimi tekrarlıyorum.
Bu ilk demek değil. Daha öncesinde olabilir. Biz hep kimi esas alıyoruz? Kurumlaşmayı esas alıyoruz. Daha önce benzer olaylar olmuş olabilir ama kurumlaşmamıştır. Yeryüzünün 3 çok ayrı. Bugünle hareketle düşünmeyelim. Bugün atlıyorsun uçağa 6-7-8 saat sonra Pekin’desin. Böyle düşünmemek lazım. O gün için imkansız bir şey Çin’in en doğusunda, Hindistan’ın batısında ve neayet Asya’nın güney batısında devletler kuruluyor. Bu zaman çerçevesinde. Bu rağımız bize haritayı lütfetse, haritanın üzerinde gösterelim. Can kurtaran sividimiz haritadır. Evet, Sümer şurasıdır. Çin’den başlayalım biz en iyisi. Çin’den başlayalım. Burada sarı örmak, bakın bu çok yeşil olduğuna göre düzlüktür. Ovadır. Harita okuma sanatında yeşiller düzlük yerlerdir. Açık sarılar, açık kahverengiler, sarıya çalan kahverengiler hafif yükseltilerdir.
Koyu kahverengiler yüksekliklerdir. Ve böyle karaya kaçan kahverengilikler aşırı yüksekliklerdir. Bunu bir kere belirtelim. Bu düzlükte şu sarı örmeği göstermemiş ne yazık ki. Böyle geliyor buradan.
Şurası büyük okyanus. Bu büyük okyanusa dökülüyor sarı örmak ve onun kıyısında
3. bin küsurlarda Fuhi adında bir efsane, efsanevi bilge
kendi obasının hakimiyetinde Çin devletini kuruyor. Çin devletini kuruyor.
Dikkat buyurunuz, bilge diyorum. Bilgeler daha önce geçti bunun bahsi. Topluluklarının önderi olan kişilerdir. Bu kişiler topluluklarını başını çekmiştir.
Buradan hareketle devleti kuruyor. Devlet teşkilatını kuruyor. Ne dereceye dek bu devlet teşkilatını kurduğunu tabii bilmiyoruz.
Aşağı yukarı 3. binden M.Ö. 600’lere deyin Fuhi’nin düşünceleri, görüşleri nesilden nesle sözde aktarılmıştır.
600’lerde, 600’lerin başlarında bu yazıya geçmeye başlar. Ve onun görüşlerini üstlenip buradan bir bilgelik yapısını
oluşturan büyük Çinli bilge Lao Tse’dir. Çince bana çok zor telaffuzu gelir. Onun için dinleyenlerden Çince bilenler maaşlasınlar. Herhalde felaket bir telaffuzlu şey yapıyorum.
O Tse mi Tse mi Tsu mi tam bilemiyorum. Ben Tse diye geçiştiriyorum. Tse diye geçiştiriyorum. Bunu öyle yuvarlıyorum, Türkçeleştiriyorum. Lao Tse.
Hakikat bir bütünlük duruyor. Çok kısa olarak bütün gördüklerimiz, yaşadıklarımız düzmecedir. Bu bütünlüğü parçalanması olarak tezahür ederler. Bize tezahür eden parçalanmışlıktır. O yüzden de biz bilge olmayan bizler, hakikati yanlış algılıyoruz. Parçalı, bölük bölçük algılıyoruz. İkili bir parçalanma var.
Hakikat ta o. Ve ikili bir parçalanmaya gidiyor. Yin ve yang şeklinde ikili her şey zıttıyla kaimdir. Diyalektik bir temelen mi oluyor? Diyalektik bir şey, tabi.
Düşünmeyip, diyalektik olarak yürümüştür. Çünkü dünyayı ve hayatı zıttıklarıyla kavruyoruz. Zıt olanlar somutturlar. Karanlık ve aydınlık.
Gündüz, gece. Olmayan, soyun olan gündür. Gece ile gündüzün semtezi. Fizikte biz günü hesaplıyoruz demenin manası yok. Görmediğimiz bir şey bu. Duyularımız bunu almıyor.
Duyularımız bize neyi veriyor? Gündüzü veriyor, geceyi veriyor. Işığı ve ışıksızlığı algılayabiliyoruz. Karanlığı ve aydınlığı algılıyoruz. Algıladığımız bu. Soğuğu algılıyoruz, sıcağı algılıyoruz. Zıttık bu odadır. Soğuk ve sıcak.
Tropiklerde yaşamıyorsak yazı ve kışı algılıyoruz. Bunun semtezi nedir? Yıldır. O da yok ortada. Öyle bir şey yok. Ben duymuyorum bunu. Duygularıma hitap etmiyor. Tamamen soyut alana. O soyutun düşünülmesi insan olmanın esasıdır. O soyutluktan hareketle biz bir ara daha sonra somut olanları değerlendiriyoruz. Hayvan somutu algılıyor.
Biz de algılıyoruz hayvanla birlikte. Biz algılarken kimse de olmayan bir yetimiz işe karışıyor. Aklımız.
O akıl işe karışınca algıladıklarımızı işleyerek soyutlaştırıyoruz. Soyutlaştırmak algının idrakına götürüyor. Eşittir kavramlaştırma mı diyeceğiz? Kavramlarla bütünleştiriyoruz. Kavramı dışarıdan almıyoruz. Çok sonra geleceğimiz bir olay. Belki de gelmeyeceğiz. Kant’ın bize bildirdiği kavram aklımızın ürünüdür. Ve onu dolduruyoruz. Aldıklarımızla dolma gibi. Dolmanın bir zarfı vardır. Ben yemek pişirmesini hiç bilmediğim için kusuruma bağışlayın. Sadece şunu görmüşümdür. İçine pirinç koyuyorlar. Kıyma koyuyor galiba. Ve onunla dolduruluyor bu zarf. Kavramı böyle. Buna benzetebilirsiniz. İçine dışarıdan aldıklarımızı duyu verileni duyguya dönüştürüyoruz. Duyguları işliyoruz aklımızda. Ve bunu nihayet kavramın içine dolduruyor. O kavramla daha sonra hayatımızı yönlendirip yönetiyoruz. Bütün sonraki algılamalar ve idraklar kavrama dayanarak yapılmaktadırlar.
Bu kavramların incelenmesi, işlenmesi her seferinde işledir. Biraz önceliyerek şey yaptık. Ne yapar bu Meret? Kavramlarla uğraşır. Kavram mühendisliği.
Her filozofa göre değişmez. Mühendisliği makinelerle iştigar eder. İnşaat mühendisi inşaat. Ayakkabı boyacısı ayakkabı boyar. Marangoz tahtadan eşya iman eder.
Persefeci kavramlarla uğraşır. Başka bir iş yok. Ama bu yeter zaten bu kadar iş. Şimdi, Lao-Chi bütün bir hayatı, dünyayı ayrıntısına girmeyeceğiz.
Bu esas üzerine inşa ediyor. Ve çağdaşı bilgelerin en büyüklerinden, en büyüklerinden, Confucius, Confucius, Kung Fu-Chi. Bu Çince değil, bu Latinceleştirilmiş halidir. Kung Fu, biliyorsunuz öyle bir oyun vardı. Dövüş sanatı olarak. Tabii dövüş tarzı vardı. Çünkü onların dergahlarında, onların dergahlarında hal hareket tarzları tedris edilir. Bu hal hareket tarzları kavga etmeye yönelik değildir. Hayatı uygulamada, pratikte nasıl idame ettireceğini, nasıl yürüteceğini gösteren bir sanattır. Bu bugün çığrından çıkarıldı. Ah, ah filan falan. Tekme tokat filan. Adamın şeysi bu değil.
Derdi bu değil. Bilgeler, düşünüşlerini, buluşlarını, tedris ettiklerini, öğrettiklerini,
merkezlere dergah diyoruz. Dergah. Bizde, bu dergah başka medeniyetlerinde, farklı adlar altında. Bizim medeniyetimizde muazzam bir gelenektir. Dergah medeniyeti, geleneği.
Derde, tasavvuf da. Bunlar da bu tasavvufturlar. Mistik derler. Bilir miyim?
Kung Fu Chie, Kung Fu Chius. Büyük ihtimalle bu Kung Fu Chie’yi Kung Fu Chius’a dönüştüren adam, Çin’e ilk giden Avrupalı İtalyan Marco Polo olması lazım. 13. yüzyılda. Büyük ihtimalle. Kesin bilmiyorum. Öyle tahmin ediyorum. Çünkü Marco Polo’dan önce Çin’e gittiğini bildiğimiz bir Avrupalı yok. Yıllarca kalıyor Çin’de. Ne kadar onu da unuttum. Bu Kung Fu Chie’yi büyük ihtimalle. Kung Fu Chio bu. Demin söylemiştim. C’den sonra ince sesli geldi mi İtalyancı da Ç diye okunuyor. Bundan dolayı Kung Fu Chius Latince’ye dönüştürüyor ama İtalyancı okuyor bu C’yi. Tabii o günün Avrupa’daki genel geçer dil Latince olmasından ütülüp büyük ihtimalle Latinceleştiriyor.
Neyse şimdi bunlar işin ayrıntısı. Kung Fu Chie, Kung Fu Chius Çin Devleti’nin mimarıdır.
Çin’in dünya görüşünü, devlet yapısını esaslan temelden inşa eden kişidir. O günden bugüne sürmüş bir yapıdır. Yani MÖ yaklaşık 5. yüzyıldan 2000 demeyelim 1976’ya değil, Maud Sittong’un ölümüne değil.
Bu böyle geldiği düşünüyorum. 1995’te Pekin’e gittim, Malazya’dan. Ve Pekin’de bir felsefe hocası ile, bir felsefe profesörü ile tanışmıştım Pekin Üniversitesi’nde. Sohbet ediyorduk, o da yeni gelmiş Çin’e yerleşmiş daha önce ABD’deymiş. Çin dışarı açılınca, Maud’dan sonra hafifleyince oradaki hava bu da dönenlerden.
Dedim ki bu Çin dedim ama adam komünist, onu da hemen belirttim. Ya dedim, Maud dedim, Marsçı değildi değil mi dedi. Neydi peki dedi, Konfü Chusçuydu dedi. Evet dedi, doğrudur. Maud’un gençliğinde, 19. yüzyılın son çeyreği, 20. yüzyılın başlarında birincisi bir kere Çin’de büyük ihtimal Marsç’tan tercüme yoktu. Lenin’den zaten olamazdı zaten, Lenin iş başında değildi o tariflerde.
Bir Çinli Aydın olarak çok okuyan bir adam, çok iyi yetişmiş bir kişi, zengin bir ailenin çocuğu. Ne yapacaktı, Konfü Chusçuydu okumuştur. Her Çinli Aydın gibi Konfü Chusçuydu yetişmiştir. Sonra bu zamanda kulaktan dolma bir biçimde, Marsç da ona eklemlemiştir.
Yani zaten uymaz Marsç oraya. Marsç bir şehir medeniyetinden gelen bir adam, üstün bir şehir medeniyetiyle yetişmiş bir adam. Bir filozof, ekrisatçı, tarihçi, çok iyi matematik bilen, matematikle uğraşan bir adam.
Uymaz o günün tamamıyla köylü olan bir toplumuna. Marschus bir başka büyük bilge. Konfü Chusçuydu ne diyor peki, hani o temel öğretisinden kısaca bahsetsek mi? Konfü Chusç tamamıyla toplumcu olan bir adam.
Devletçi toplumcu bir adam. Toplumun temelinde aile var. Hakikatten bahsettik ya burada. Bu hakikatin görünürdeki en bariz örneği kimsali kien. Bizim Türkçe’de tengri dediğimiz ama bu şey anlamda değil, tanrı değil. Gök, tengri öncelikle gök demek. Kien de öyle. En üstün değer bu. Bu hakikat bütününün görünürdeki kimsalidir.
Toplumda, insanların yaşayışında bunun karşılığı devlettir. Devlet de bunun somut yansı işi devletin başıdır. İmparatordur.
Bu Türkler’deki kut gibi bir şey mi? Evet, aynı o Hakan. Bunun toplumun temeli olan ailedeki yansısı babadır. Atadır. Çok ata erkeli bir toplum yapısı var o zaman Çin’de. Muazzam, müthiş bir ata erkeli.
Ve ata soylu. Genelde aynı şey Türkler’de var. Ataya erkeli ve ata soylu. Şimdi bir kere burada bir efsane. Ata erkeli olmayan bir toplumdan bahsedemeyiz. Anne soylu var. Bahsettik geçerce. Ana erkeli ben bilmiyorum, rastlamadım.
Devleti yahut topluluğu ayakta tutmak üzere kaba kuvvet kullanan erkektir. İstesen de istemesen de ailenin muhafazasını korunmasını babaya teslim edeceksin. Bu annenin şey yapması bir kenara itilmesi anlamına gelmiyor. Bazı toplumlarda oluyor. Mesela Çin’de öyleydi. Kadın yok mesabesindeydi. Baba soyundan gidiyor aile. Tamam mı?
Soy ne demek? Ruh demektir. Ata ruhunun sürmesi o soyun yaşarlığını göstermektedir. Bu sebeple Çinliler hep erkek evlat istemişlerdir.
Oğul istemişlerdir. Çok hazin bir olaydır.
Malazya’da baya yoğun bir Çinli nüfus vardı ve var. Ben oradayken %30 bilmem kaçtı. Bunlar 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarında. Kız çocuğu doğduğunda sokağa atarlarmış. İngiliz idaresinde çocuğu öldürmek büyük bir suç olduğunda öldüremiyor.
Yani diyelim ki erkek doğmuyor, bir de hep kız doğuyor. Ya da erkek evladı olmuş da ondan sonra hep gelen kızlar fazla geliyor atıyor dışarı. Malaylar bu kız çocuklarını topluyorlar.
Müslümanlığın göz ardı edilen en önemli hususlardan biri kadına verdiği üstünlüktür. Peygamberin, kadıncılığın başı olarak görürüm ben onu.
Feminizmin. Öyle bir kız yetiştirene Allah cennet kapısını aralar. Üç kız yetiştirene cennet kapısını arına kadar açar. Daha ne?
Ve onun bu zihniyetini Allah da onun üzerine teyit ediyor. Kız çocuğuyla suyunu sürdürüyor. Muazzam bir şey bu. Hazreti Fatımayla. Malaylar topluyorlar bu kızları.
Bu sünnet gereği. Onları yetiştiriyorlar. Büyütüyorlar. Malaylarla evleniyorlar, Müslümanlarla evleniyor ve kadın Müslüman oluyor işte bu. Atılmış olan Çinli kız çocuk. Müslüman oluyor.
Müslümanla evleniyor Malay’la. Ama öylesine baskın. Öyle muazzam bir medeniyet ki bu Çin medeniyeti. Bebekliğinde terk edilmiş olan bu kız çocuğu tamamen Müslüman Malay kültür çerçevesinde yetişmekle birlikte nasıl oluyorsa onu ben çözemedim.
Çin medeniyetinin unsurlarını unutmuyor. En azından Çin yemekleri pişiriyor domuz hariç. Çin yemekleri pişiriyor. Bu Melez diyebileceğimiz soydan yani onların çocukları oluyor tabi. Malay babayla Çin asıllı annenin çocukları oluyor. Bunlara Nyonya baba kültürü diyorlar. Melez soy ve aynı zamanda Melez kültür. Malaylar Çin mutbağından mesela hiç hoşlanmazlar. Bunlarda Malayya’nın batısında çok güzel bir şehir vardır. Malaka. Bu baba Nyonya’ların en fazla bulunduğu yerde o Malaka’yla o zamanlar şimdi ne oldu bilmiyorum. Aradan 100 yıl geçti ben ondan ayrılalı. Hala var mı yok mu bilmiyorum. Pek sanmıyorum. Çünkü bu arada bu kör olası küreselleşme öylesine boğdu ki insanlığı bu kültür özellikleri kalmadı gibi bir şey.
Neyse bu kadınlara Nyonya erkeklere baba diyorlardı Malaka’da. Çin’de de Malak’ın ölümünden sonra tek çocuk kanunu çıkıyor. Bir çocuktan fazla yapamazsın.
Ona da sülüsüne bereket kız evladını öldürüyorlar. Çünkü iki çocuk yasak. Kız çocuğunun oluyor. Ondan sonra artık bir daha çocuğun olmayacak. Bu bahsettiğiniz 70’lerden sonra gerçekleşen bir ola. Çok yakın bir durum. 80’lerden itibaren Deng Xiaoping zamanında Deng Xiaoping Mao’dan sonra Çin’in başına geçmiş olan kişidir. Ve Çin’i açan işte bu büyük devrimi yapan bugün Çin’i önemli ölçüde sermayecileştirmiş olan kimse.
Deng Xiaoping döneminde bu tek çocuk siyaseti çıkıyor. Ve kız çocuklarını tıkır tıkır kesiyorlar. Yeniden iki çocuk verilmiş. Öyle bir şeyler kulağıma çalındı. Kısacası erkeğin esas olduğu bir şeydir. Ben bunu dediğim gibi Malezya’da da çok Çin’den arasında örneğini gördüm. Bir kere erkek çocuk felaket şımartılıyor. Ama çekilmez bir hal alıyor.
Kız çocuğu da böyle itinip kalkılıyor. Daha ziyade düşük seviyedeki ailelerde yani çok varlıklı aileler efendim. Öğrenim görmüş falan onlar da böyle değil ama öbür kesimde bu çok belirgin bir özellik.
Toplum imece usulü çalışıyor konfüccüs sulta. Ne diyeyim zenginliğin birikmesi istenmeyen bir olay. Bir bir çevrede. Malum konfüccüsçü olması belki de konfüccüs ve marksizm aynı anda şey yapması bu dediğinizle alakalı mı? Son derece dediğim gibi toplumcu bir anlayışı var. Paylaşmacı. En önemli olay aile. Çinlilerde ben milli mi dayanışmayı görmedim.
Dayanışma aile içinde. Aile fertler arasında. Muazzam bir dayanışma var. Başka toplumlardan farklı olarak mesela Yahudilerde toplumsal bir dayanışmadan söz edebiliriz.
Bu böyle değil. Belki çok eski bir millet olmasından bugün yeryüzünde hala yaşayan en eski devlettir. Canlı fosil diyebiliriz.
En eski devlettir bugün. Daha eskisi yok. Yaşayan devlet anlamında. Tabi Çin’den daha eski devletler olabilir. Var mı yok mu? O da işte dediğim gibi kesin bilmiyor.
Devletlerdendir ve bugün hala yaşıyor. Bu Mencius bir diğer büyük bilge. Bilgelik üzerine çok konuşacağız. Onun için burada girmiyorum bu konuya. Dergah üzerinde de çok konuşacağız. Mencius da hukukun mimarı. Dedik ya devlet iktisada hukuka ve şeye dayanır. Siyasete dayanır.
Konfikyus’un kurduğu devlet anlayışında iktisat biraz önce söylediğimiz gibi toplumcudur, konektivisttir. Siyasette devlet her şeydir.
O her şey olan devletin menşi ailedir. Aile de her şeydir. Ailenin başı baba. Devletin başındaki imparator. En büyük baba.
En büyük kişi Tanrı’nın yahut da şöyle diyelim göğün, kiyenin yeryüzündeki yansısıdır. Bir adam çok göründü mü değerini yitirir. Parıltısını kaybeder. İmparatoru kimse görmüyor. Peki ya bugünkü söyleyi işte Bejind’e kapalı şehirde yaşıyor sarayda.
Kimse onu görmüyor dışarıda. Tanrısal bir varlık gibi mi? Öyle mi değerlendiriliyor? Gözükmeyen bir adam. Oğlan sonra bunun bir iz düşümü mesela Tibetlerin başındaki adam. Dalaylama. Çünkü birazdan ya da bundan sonraki konuşmamızda medeniyet çevrelerine baktığımızda Tibet o medeniyet çevresinde yer alan bir kültürdür. Dolayısıyla buradan pek çok şeyi oraya nakledebiliyoruz. Bu imparatorun bir benzeri dalaylamadır. Tanrısal bir varlıktır. İlahi bir şeydir. Ondan sonra imparator geleneğe, gelenekle gelen adalet fikrine aykırı düşüyorsa zulmediyorsa yerini kaybeder.
Kim azleder hocam onu? Şimdi o açık değil. O açık değil. Burada farklı bir şeye gireceğim. Çok eski köklü. Devletlerde görünenin arkasında bir idare vardır. Son 20 yılda bizde moda olan bir laf. Derin devlet. Guvernement secrénin Türkçeye tercümesi. Bütün büyük devletlerde Türk devleti de bunun içindedir. Böyle bir yapı farz edilir. Diyorum. Elimde bir belge yok. Bu ak sakallar dediğimiz değil mi Türkler için? Türk devleti geleneğini kullanalım. Bu devletin işleyişinde gördüğümüz farklı tavır alışların arkasında yatan neden hep bu olmuştur. Hayret eder içinde kalır. Şaşırırız.
Bu nasıl oluyor? Durduk yerde mesela Rusya’daki en eski devletler, en köklü devletlerden biridir Rusya. Şakası yok. Adamlar birden biz Sovyetleri laf ediyoruz diyorlar. Fol yok yumurta yok. Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü?
Brejnev’in ölümünden sonra buna karar veriyorlar. Göz bayama babından Brejnev’den sonra bir iki adamı getiriyorlar. Ölüyorlar falan filan. Roman oldu bir adam daha vardı KGB’nin başında falan. O hiç tanınmamış. Bilinmiyorlar bir garbacofu getiriyorlar.
Bu üstelik merkezci müstemit mi devlet? Yani nereden çıktı garbacof? Nereden? Hop diye namdan düştü adam aşağıya.
Ve oradan bu devleti vidalarını gevşettiriyorlar. Sonra yerine bu devletin ortadan kaldıracak yelçiliği getiriyorlar. Rusya’nın çöküşünü hazırlıyorlar. Diyelim daha doğrusu Sovyet sosyalist cumhuriyetler birinin çöküşünü hazırlıyorlar.
Sovyetler tabi imparatorluğun adıdır. İmparatorluklar hiçbir vakit milli adlarla adlandırılmazlar. Rus imparatorluğudur o. Ama içinde çok çeşitli unsurları barındırdığından Rus adını almaktan imtina etmiştir. Sovyet adını koymuştur. İmparatorluklar, bizde de mesela Osmanlı böyle. Temelinde Türk vardır. Esası Türk’tür. Ama bunu tebarüz ettirmekten kaçınmıştır. Britanya imparatorluğu nedir? İmparatorluğu nedir? İngiliz imparatorluğudur. O bir uydurulup bir aktır. Evet bitti galiba bizim.
Evet süremiz maalesef ki hocam zaman bir kılıç gibi kesti yine bizi. Yine çok güzel bir konuya temas ettik. Çin medeniyetini ele aldık. Çin medeniyeti üzerinde diğer medeniyetlere de temas etmiş olduk böylece. Geleceğiz öbürlere de. İnşallah diğer medeniyetlere de temas edeceğiz. Çok teşekkür ediyoruz hocam. Ben teşekkür ederim. Ağzınıza sağlık. Aklınıza, kavlinize, dilinize sağlık hocam. Sağ olun.
Haftaya görüşmek üzere. İyi geceler diliyoruz efendim. Evet sevgili izleyiciler. Felsefe söyleşilerinden maalesef ki bugünlük bu kadar. Bir sonraki programda tekrar bir arada olmak dileğiyle.
Hepinize keyifli günler, mutlu günler diliyoruz efendim.
İlk Yorumu Siz Yapın