"Enter"a basıp içeriğe geçin

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Medeniyet & Hükümdar | 19. Bölüm

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Medeniyet & Hükümdar | 19. Bölüm

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=srZYRQkxzRg.

İNTRO Türkiye’nin Tek Kültür Sanat kanalı TRT2’den merhabalar efendim. Felsefe Söyleşileri ile yeniden karşınızdayız. Ve düşünce okumuzu aralamaya devam edeceğiz. Yine kavram mühendisliğine devam edeceğiz.
Felsefe Söyleşileri’nde tabi ki bu mühendisliği bize yapacak olan isimse Profesör Doktor Şaban Teoman Duralı. Kendisi yine stüdyomuzda. Hoş geldiniz demek istiyorum sevgili hocamıza. Hoşbulduk. Nasılsınız hocam? İyisiniz? Çok şükür sağolsun. Çok şükür iyi gördük. Eksik olayım. Maşallah böyle. Ben de sizlere iyi gördüm. Bundan dolayı çok sevinçliyim. Eyvallah canım hocam benim. Ve tabi ki stüdyomuzda yine değerli konuğumuz, daimi konuğumuz ve editörümüz aynı zamanda. Beytullah Çakır da burada aramızda. Hoş geldiniz.
Hoşbulduk. İyisin inşallah. İyiyim daha iyiyim. Bu hafta daha iyisin elhamdülillah. Bu hafta daha iyiyim. Çok şükür. Güzel bir program olacak inşallah değerli izleyenler. Ve tabi ki Felsefe Söyleşileri’nde nerelere gitmiştik, hangi izi takip etmiştik. Dilerseniz biraz anımsatayım sizlere. Belki de ekranları başında bizleri yeni izleyenler olabilir. Onlar için bir önceki programda Çin medeniyetine dair bir hocamız anlatıya girmişti. Ve orada Çin medeniyetinin özelliklerini anlatmaya başlamıştı. Oradaki hükümdarlık özelliklerinden bahsetmişti. Tahtada da belki göreceksiniz hocamız anlatırken oradaki yazılar kalmış hala. Orada tengri kavramından bahsetmişti. Tengri kavramının ne ifade ettiğini. Konfitüs’ün öğretisinden bahsetmişti. Ve orada ne anlamlar ifade ettiğinden bahsetmişti. Ve en son değerli hocam hatırlayacaksınız. Tibet ve Tibet’teki tanrı hükümdar kavramından bahsetmiştiniz. Dilerseniz oradan devam edelim.
Efendim iyi akşamlar herkese. Bütün bizi dinleyenlere ve seyredenlere. Ben devlete gene bir geri gidip ondan biraz bahsedeyim. Ve ondan sonra Çin’e geçelim diyorum. Devlette eksik bıraktığımız bir olay var.
Şimdi dedik ki devletin hükmetliği kitle toplum milletdir dedik. Değil mi? Böyle bir şey söylemiştik.
Az önce Beytullah Bey ulus ile millet arasında bir farkı olup olmadığını sordu.
Efendim Türkçenin güzelliği eğilip bükülebilirliği, oluşturulabilirliği aslında çok kalın ve katı duygusal nedenlerle ideolojik demeye dilim varmıyor. Çünkü ideoloji felsefeye dayanır, felsefi bir olaydır. Burada pek felsefi bir şey bulamıyorum. Bir duygusallık var.
Bizim eski deyimlerimize, tabirlerimize duyulan büyük öfkenin sonucu onlar tasfiye edilip yerlerine çoğu kere ne idiği belirsiz sözler ithal edilmiştir. İlk bakışta çok olumsuz bir olay. Ama Allah kapattığı bir kapıya kırk kapı açarmış. Bu olumsuzluğu büyük de bir olumluluğu var. Olumlu tarafı var. Millet dediğim gibi çok eski, bizde oturmuş, yer etmiş bir deyimdir. Bir ıstırahtır Türkçe’de. Mu tasfiye edilmeye çalışılıyor, yeniden ulus Moğolca’dan ulus ithal ediliyor. Millet Arapça değil mi hocam? Millet Arapça. Tabii milletin öz anlamı yine farklıydı.
Yani şöyle 19. yüzyılın son çeyreğinden önce Osmanlı Devleti’ndeki dini öbeklerin özerk hayatına, özerk yaşayışına verilen bir attı.
O topluluklar işte Yahudi milleti vardı, Ermeni milleti vardı, Rum milleti vardı vesaire. Bunlar özertliler Osmanlı Devleti’nin çerçevesinde. Kendi yönetimleri vardı. Osmanlının icadı olmaktan ziyade İslam’a içkin olan bir hadisedir bu.
Ta Hazreti Peygamber’in zamanından beri var olan bir ne diyelim usul, millet usulü. Ama 19. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa’dan gelen bir kavram.
Buraya deyin anlattığım biçimde devletin şemsiyesi altında yaşayan topluma verilen agnasion’du Fransızca’da. Bunun karşılığı olarak milleti kullanmaya başladık. O bizim eski anlamdaki milletten çekip buraya yamadık.
İşte ulusu da Arapçadır diye milletin yerine ikame ettiler, koydular. Şeyinize göre, meşrebinize göre işte ne bileyim ben gericisiniz, muavazakarsınız, dindarsınız filan millet lafını kullanıyorsunuz, ilericisiniz, çağdaşcısınız, şücusunuz, ulus diyorsunuz filan. Böyle saçma sapan aptal aptal şeyler. Ciddi bir ideolojik kamplaşma yasadakı oluyor. Aynen yani şu duygusal dediğim gibi demin bu ikisini ben kullanıyorum. Beni ırgalamıyor öyle duygusal zırvalar. Milleti de kullanıyorum ulusu da. Millet tekrar ediyorum.
Devlet çatısı altında, devlete kanunlar yoluyla bağlı olan mineyle oluşturduğu toplumdur. Galiba tam teşekkürlü bir tarif sundum size.
Ulus siyasi olmaktan ziyade hukuki değil zaten ama bir ölçüde siyasi bir terim, ulus benzer kültürlere sahip çeşitli milletlerin oluşturduğu bir topluluktur. Dili aynı, din aynı olmayabilir. Büyük ölçüde de çoğu kere aynı dine mensup ama şart değil.
Burada ölçü esas dildir ve dille birlikte kültür değerlerinin benzerliği son derece önemlidir. Çıkış noktam başta belirtmiştim kent, şehir devletleri.
Bu şehir devletlerinin yani kentlerin her biri başlı başına bir devlettir ve milleti vardır. Daha gelmedik ama geleceğiz inşallah bir gün mesela Yunanlarda. Atina devleti var, Isparta devleti var, Korent devleti var, varolu var, Miletos devleti var filan.
Bundan her birinin ııı ıhtiva ettiği toplum bir millettir. O devletin milletidir. Ama topyekûn bir Yunan ulusundan bahsedebiliriz.
Yunanca konuşan, din değerleri çok benzeyen her kentin kendine göre özgür bir takım inanışları olmakla birlikte ehliyet umumiyesiyle aynı dinden insanlar bunlar bir ulus oluşturmaktadır. Millet değildir değil mi? Hayır onlar bir millet değil. Dediğim gibi millet o tek tek devletlerin insanları oluyor. Ulus da daha manevi bir taraf mı var? Manevi bir taraf var, kültür tarafı var. Şimdi mesela Kore’nin vatandaşısın, millet vatandaşısın Atina’ya geldin, sen orada bir ecnebisin.
Ecnebi ile yabancı arasında da büyük bir fark var. Bunu da sildik, ecnebiyi de attık, yabancıyı kullanıyoruz. Halbuki arada önemli bir fark var, ecnebi de hukuki bir terimdir. O milletten olmayan anlamında söylüyor. O devletin vatandaşı olmayan ecnebidir. Anlatsana biliyor muyum? İlgide foreigner dedikleri, yabancı stranger, ecnebi foreigner. Bu adamlarda işi gücü yok, niye bunları ayırıyorlar mesela? Var ki bir sebep ayırılmış. Bugün Azerbaycandan gelen bir Azeri Türkü, Azeri. Aile burada ecnebi oluyor. Sen Azerbaycan’a gittiğinde oranın ecnebisin. Ama en azından bizim burada Türkiye’den açımızda farklı Türk devletlerinde yaşayan insanlar bir ulusu teşkil ediyorlar. Tekrar ediyorum bizim açımızda onların açısından yani bir Özbegir, Kırgız’ın, Kazan açısından bir Türk ulusundan mahsedebilir miyiz?
İddaada bulunamam. Ama Türkiye’de yaşayan Türk’ün açısından Azerbaycanlısı, işte Özbegir, Kırgız’ı, Kazan, Kazan Tatare bir millet ulusu teşkil etmek nedir? Bir ulus ortaya koymak nedir? Peki bizde böyle algılanmasının sebebi ne?
Bizde böyle algılanmasının sebebi bu Türk dünyasında oldu molası mahsus kalmış Oğuz Türkleridir.
Sırasıyla ne bileyim ben Selçuklular, Osmanlılar ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti olarak sıralayabildiğimiz bir zincirin halkaları olarak görebiliriz. Oralarda da yok mu? Var tabii. Ama çoğunlukta mıdır, azınlıkta mıdır böyle görenler bilmiyorum.
Ama tekrar Yunan’a dönersek, Yunan’da her dönemde hangi kente mensup olursan ol bir Yunan ulusundan bahsederdi. Hepsi için bu bir uzlaşma noktasıydı. Uzlaşma noktasıydı ve o uluslar olmayanlara barbar diyorlardı. İşte bu Persilere karşı mesela Atina ile Sparta’nın birleşmesi de o ulus bilincinin getirdiği bir şey. Benzerini ben İngiliz ulusunda da görüyorum. Birbirlerine çekişirler, vuruşurlar, kırışırlar ama ortak bir tehlikeyi gördüklerini de birleşirler. ABD ile İngiltere, Avustralya, Kanada filan.
Birinci Dünya Savaşı’nda bunu gördük, ikincisinde gördük. Son Arjantin ile İngiltere arasında hır çıktığı vakit ABD İngiltere’ye yardım etti. En azından istihbari şeyler verdi, unsurları bildirdi, bilgiler verdi İngilizlere.
Şimdi bu önemli bir nokta ulus ile millet yabancı, yabancıdan bahsettik, o uluslar olmayandır. Demin dedim ya Yunancı da barbar, Yunanlı olmayan, Yunan dışından gelen. Mısırlı, Mesopotamyalı, işte Pers ne dersen ne, onlar hepsi barbar. Yani küçükseme babından değildi o. Anlamadığı dil, dini anlamıyor böyle bır bır gibi geliyor ve çok da haklı bana da öyle gelir. Öyle bir diller vardı ki bana hakikaten böyle mırıltı gibi geliyor tanımadığımdan.
Oradan kaynaklanıyor bu barbar sözü ve tekrar ediyorum Yunanlı olmayan için kullanılırdı bu. Bu bütün büyük milletlerde ya şöyle diyelim büyük uluslarda var olan bir olaydır.
Ulusta bir de şu taraf da var onu da belirtmeden geçmeyelim. Kurgusal anlamda aynı soydan geldiklerine inanırlar. Bu büyük ihtimalle bir kurgudur.
Yani bunun biyotik dirimsel kanıtını göstermek çok zor belki de imkansız. Ama böyle bir inanış var.
Yani ulusu boyun aşiretin bir üst şeysi olarak görür insanlar. Basamağı olarak görürler. Aynı soydan geldiklerine inanırlar. Bunu bir ideoloji haline getirenlerse 920’li 30’lu 40’lı yıllarda nasional sosyalistlerdi. Ulus anlayışının soy’a dayandığını, üç yıl’a kapı aralayan, evet kavmiyetçiliğe diyelim. Hocam bunun bir baskının ürünü olduğunu söyleyebilir miyiz? O bölgede yaşanan bir takım savaşlara kapı açan bazı olaylar ve bazı siyasal dengelerin değişmesi, dünyanın değişmesi,
sanayi devrimi sonrası hızla değişen bir dünya algısı var. Bundan kaynaklandığını da söyleyebilir miyiz? Ama o kadar da yeni bir şey değil bu ulus meselesi. Bize hep yenidir deyip dururlar. Bir kere millet oldu molası var. Devlet kurulduğundan bu yana millet dediğimiz olay var. Öyle bir maka var.
Ulus’a gelince dediğin gibi bir tehlike karşısında sığınılacak bir mahal, bir sığınak gibi görmüşlerdir bunu.
Ayrıca kendilerinde vehmetdikleri üstün başarıların sebebi olarak görmüşlerdir. Yani biz falanca ulus’tan geldiğimiz için işte büyük filozoflarımız, bilim adamlarımız, sanatçılarımız,
şairlerimiz bilmem nelerimiz var. Bunu kalıtıma dayayarak bir övünç kaynağı şeklinde de kullanmışlardır.
Bu da yeni bir şey değil. Demin tabi ete kemiğe büründüğü yapı bir ideoloji olmuştur bu. Bu nasjonal sosyalizm dediğim ya da benim Türkçeye tercüme ederek milli toplumculuk dedim ben buna.
Ama ondan önce de mesela Yunanlılarda vardır bu ulus fikri, ulus bilinci. Çinlilerde vardır. Söz konusu olan burada Çin olduğuna göre önce onlardan bahsedeyim. Çin’de var. O zaman da vardı yani bundan 3 bin yıl önce de vardı, bugün de var. Biz hep kavmiyetçiliği dünyanın belirli bir yöresine hapsettik. Kuzey batı Avrupa deyip duruyoruz. Yok öyle bir şey. Dülüs olmak lazım. Bal gibi, Çin’de de var bu. Haklı veya haksız kendini üstün görür ve bu üstünlüğünün kaynağını kalıtımında bulur.
Karışmak istemez başkalarıyla. Karışmamış mıdır? Karışmıştır tabi. Ve çok başarılı karışmıştır. Hep kendine benzetmiştir. Hep kendine benzetmiştir.
İritmiştir içinde. Mesela dünyanın eski dünyayı kastediyorum. Avrasiyi nereye giderse git bir Moğol nefretiyle karşılaşırsın. Ruslarda vardır, Lehlerde vardır, bizde vardır. Unuttuk tabi. Biz her şeyi unutuyoruz. Bizim en büyük derdimiz ve belki de olumlu tarafımız, unutkanlığımız ama en azından yakın bir geçmişe değil, bizde de vardı o nefret. Moğol nefreti. Moğol denmezdi de bizde daha sonra ben bunu açıklamaya geçeceğim ileriki dönemlerde Tatar, Kastol ile Moğol. Ruslar da öyle derler, Tatar derler.
Çünkü hep Moğollar kendini Tatar olarak tanıtmışlar. Aslında öyle bir millet kalmadı ortada. Tatar milleti diye bir şey yok. Her neyse onu bir tarafa bırakalım. Şimdi konumuz o değil. Bu millet, ulus ayınımı yaptıktan sonra gelelim biz Çin’e.
Hocam çok özür dilerim geçmeden. Siz şimdi milletten bahsederken, eskiden Yahudi milleti, Hristiyan milleti vs. falan demiştik dediniz. Orada benim aklıma millet ile ümmet arasındaki farka da bir değinsek mi diye geldi. Çok büyük bir fark var. Çok büyük bir fark var. Ümmet manevi ve ilahiyat istilahıdır. İlahi değil, ilahiyat, teolojik bir istilahdır.
Enfes bir laftır ümmet. Hayran olduğum bir şeydir. Ümm, um, Arapçada anne demektir. Biz buna Türkçe’de o u’ları ü’leştiriyoruz.
Ümm diyoruz aslında um’dur çünkü Arapçada ü’ yok. Ve um önder demektir aynı zamanda. İmam da oradan gelir önder demektir. Şimdilerden Modaya lider İngilizce’den Türkçesi önderdir bunu lideri. Türkçesi önder. Ve anne önderdir, baştır.
Bütün annelerin ellerinden öperek bunu belirtelim bir kere. Ümmet umma, Arapçada ümmet umma, anne kucağından çıkma, annenin bağrımdan süremiş olan toplum demektir.
Tamam zamanla Müslüman toplumlu devletleşmiş Müslüman toplumların milletlerine verilen attı bu. Tamam mı?
İşte Abbasid Devleti’nin çerçevesindeki ümmet, Emelilerin çerçevesindeki ümmet, Karahanlıların çerçevesi. Yani Müslümanlığa geçmiş, onu benimsemiş devlet çatısı altında teşkilatlanmış toplumlara bu ad verilmiştir.
Ama asıl anlamı anneden türemiş olmaktır. Anne çıkışlı olmasıdır. Neden anne bu kadar önemli? Anne Müslümanlıkta kalbun üstü bir yer tutar. Allah’ın iki mümtaz sıfatının mirasını taşır.
Rab ve Rahim’dir o. Bir sürü başka sıfatı var. Masif değil sıfat. Ama bunların en öne çıkmış olanları, en göze çarpanları diyelim bu ikisidir.
Rab öğretmek fiilinden geliyor ama a’dan geliyor. Öğreten demektir Rab. Mürebbiye. Rab öğreten demektir. O öğretiyor.
Onun kadındaki karşılığı iz düşümü dediğin gibi mürebbiyedir. Mürebbiyah. Rab’tası mürebbiyye diyoruz. Öğreten demektir. Herhangi bir öğreten değil ama kadının, annenin baş vasfı belirli özel bir sevgiye sahip oluşturur.
Şefkat dediğimiz ve bu sadece bu anneye mahsustur. Başka alanlarda da benzetme yoluyla kullanıyoruz. Teşbih manasında kullanıyoruz ama asıl sınırlı anlamı anne çocuk ilişkisindedir.
Anne çocuğuna şefkatle bakar. Şefkatle yetiştirir. Yani mürebbiyedir. Rab’ın karşılığı. Ve nerede biz neş-ü nevâ bulunuz?
Annemizin rahminine. Bazı mal kamalar, döl yatağı diye bunu şey yapmışlardır. Onlar döl yatağında oluşsunlar. Ne dertleri varsa görsünler. Ben rahimden çıkmayayım.
Hocam burada bir şey sormak icap ediyor. Aklıma gelen soru olarak. Bu ümmet kavramını birazcık daha derinlemesine sizin açtığınız ve çeyle, pencereyle bakarsak. Dünyaya ya da insanlığa önderlik edecek bir toplum modelinden bahsediyor olabilir miyiz hocam?
Nasıl ki anne insanın, tek tek insanların doğurduklarının, çocuklarının önderiyse, anne onların önderiyse, ondan çıkan toplum, ondan oluşan toplum meşru bir toplumdur.
Ve o insanlığa örnek teşkil eder. Bu anlamda İslam’ın iddiası benim tasavvur ettiğim toplum yapısı örnektir.
Asıl biliyor muyum? Türkçüsüdür. Örnek modelin Türkçüsü. Yani modeldir.
İslam toplumu şeyin açısından, İslam’ın açısından. Bunun bir başka ifadesi, ümmetin bir başka ifadesi İslam yurdu manasına gelen Darül İslam’dır.
Şimdilik bunu burada bırakalım isterseniz. Çünkü çok daha derinlemesini incelememiz gereken bir mesele aslında ama biz yine, dilerseniz hocam, medeniyet ve devlet konusunda geri dönelim. İslam’a geldiğimizde burada devam ederiz buna. Yani etmek zorundayız zaten. Evet bir şey dedi, anlamadım.
Devlet konusunda medeniyetler perspektifinde inceleyecek olursak değerli hocam, şimdi birçok farklı medeniyetleri şimdi ele alıyoruz. Konusu sırası bazen atlayarak, sıçrayarak gidiyoruz ama biz yine geri dönecek olursak Çin medeniyetinde bir gök, göksel bir tanrı Davur Su, göğü temsil eden bir hükümdar.
Göğü temsil, yani semai gök tabi fizik bir terimdir. Manevi anlamda kullanırsak sema dememiz gerekir. Semavi bir kişiliği var imparatorun.
Evet. Evet devam et. Peki siyasi olarak değerli hocam, siyasi olarak sac ayaklarına baktığımızda sadece bir hükümdardan mı bahsedebiliriz yoksa altında yönetici sınıf olarak bu medeniyetin daha farklı etmenlerden, yapılardan bahsedebilir miyiz?
Şimdi tepede hükümdar var dedik. Evet hocam. İmparator var dedik. O gözlerden saklıdır. Onu gören eden yoktur. Göründüğün ölçüde itibarım düşer.
Bugünkü siyasilere devlet idarecilere de benim aciz ve naçiz tavsiyem fazla gözükmemektir. Aşınıyor insanlar. İşte bu da bizden biri. Bizim gibi yiyor içiyor bilmem ne yiyor falan. Demokrasi mecbur kılıyor. Tabii gayet tabii. Gayet tabii. Burada, burada ilahi bir kişidir. Semavi ilahi. Yani ilahi derken bizim bildiğimiz alışık olduğumuz dinlerin çerçevesinde değil.
Bu tek Tanrılı vahiy yahut vahdet vahiy dinlenenin dışındaki dinleri anlamak çok zor bir iştir. Böyle diyerek ben de geçişliyim çünkü ben de anlamış değilim bundan.
Yani o bakımdan fazla bir şey söyleyemem. Bu yıllar yılı ben dinleyen takip eden eski talebelerim varsa bunu 40 bin kere söylemişimdir. Ben de bilmiyorum, anlayamıyorum. Fakat anlamadığım bir şey de açıklamaya kalkmıyorum. Buralarda belirli bir Tanrı yok bir çoğunda.
Mesela Budacılık’ta. Bildiğimiz anladığımız anlamda bir Tanrı görüşü yok. Ama bunu ta başta da söylemiştim.
Maddi dünyanın ve onda yer alan var olanlardan tamamıyla farklı bir üst yapı diyelim var. Manevi ruhi bir hadise var.
O manevi ruhi hadiseyi, olayı açık seçik bir biçimde ortaya koymaya imkan yok.
Çok ileride anlatacağımız felsefe bilimin önünü alalım şimdi. Bir öne çekelim. Maddi yapıya sahip olmayanları açıklama imkanından yoksunuz.
Ne yaparız peki? Hz. Peygamberin lafına sığınırız. Gördüğüme inanırım, görmediğimi Allah’a aval edelim der.
Bu görmediklerimizi yani inancımıza konu olanları açıklamaya kalkmak, bizi sonu gelmez çelişkilere düşürmektedir.
Burada bir kamul vardır. Ya inanırsın ya da inanmazsın. Bunlar bilgi değildirler. Bilgi olması için, bir inancın bilgiye dönüşmesi için kanıtlanabilir cinsler olması gerekir.
Kanıtlamanın dayandığı iki sütun vardır. Ya tamamıyla akıl yoluyla kanıtlarsın buna ispat denir ya da gösterirsin.
Ortalıkta gösterirsin yani deney yaparsın. Buna tanıtlama diyoruz bu ikincisine. Manevi, ruhi olayların ispatı ve tanıtlaması olmaz.
Sezgisi olabilir belki değil mi hocam? Sezgisi olabilir. Sezgisi olabilir. İhtiyaç duyuyoruz. İnanmaya ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü bir yönümüzle manevi varlıklarız.
İnanmadan yaşayamıyoruz. Ne kadar inkar etsek de ben inanmıyorum arkadaş. Yaşsek de kapıdan kovduğumuzu bacadan alıyoruz sonra.
Şimdi bu hükümdar, bu imparator görünmez bir varlıktır. Semavi kabul ediliyor. Tiyenin, semanın yeryüzündeki yansımasıdır. Devletin başı.
Çin düşüncesinde her şey mila kaydushat. Her şey devlettir. Hocam biraz ironik olacak ama böyle panteist bir devlet anlayışı var gibi mi? Hani gördüğüm her şey devlettir.
Yok, panteist filan değil. Devlet tekrar ediyorum. Semavinin, ilahinin, tanrısalın görünen yüzüdür. Görünen yüzüdür.
Panteizmde, tanrı her yerdedir. Şu dokunduğum da tanrı oluyor. Ne bileyim ben, ben de tanrı, sende de var filan. Tüm tanrıcılık. Biz bunları Türkçe’ye tercüme ettiğimizde oturuyor yerlere. Öbüründe tam anlayamadığımız için böyle sırlı esrarengiz bir havalara bürünüyor. Pantüm demektir. Ve bu arada şu ayrımı da hemen yapayım. Günümüzde felaket bir dil sefaletiyle karışık karışıkyız.
Tüm ile bütün karıştırıyoruz. Herkesten istirham ediyorum. Bütünün yerine tümü kullanmayın. Ne olursunuz.
Mantıkça tüm içerilen bir kümede istisnanın olmamasıdır. Yekpare olmasıdır o kümenin. Kümeler teorisinde.
Kümenin kapsadığı unsurlar arasında herhangi bir farklılığın olmamasıdır. Bütün unsurların büyük çoğunluğu benzeşir. Ama arada fark olanlar da vardır. Tüm demek ki tek parçadır. Farsçası ile söylersek yekparedir. Tamam mı? Tek parçadır.
Buna karşılık bütün de istisnai durumlar vardır. Şimdi pan, Yunancada pan, bütün değil tüm. Tümün karşılığıdır.
Evet tümdür. Her yer her şey milakay düşak tanrı demektir. Tüm tanrıcılıkta. Anlatabiliyor muyum? Bütün tanrıcılık değil tüm tanrıcılıktır o.
Evrende ne varsa tanrıdır. Tanrısaldır. O bakımdan Çin düşüncesi tüm tanrıcı diye miyiz? Çünkü bir açık bir tanrı görüşü yoktur.
Tüm tanrıcılık ancak vahdet dininin tasavvur ettiği tanrı görüşünün genişletilmiş bir halidir.
Çünkü vahdette de tanrı her şeyin var edicisidir. Ama her şey değildir. Ayrıdır o. Bu anlamda hep karıştırılan,
yine hep hataya düşülen büyük mutasavvusumuz ve felsefe tarihi en büyük simalarından olan İbn Arabi’dir. Vahdeti vücut dediği tanrının bütün varlıklarla bütünlüğünü temsil etmiyor. Vahdeti vücut yaratılmış olan varlığın bütünlüğün demektir.
Şimdi o yine ayrı bir konu. Onu da bir tarafa bırakalım. Sanki buradaki kanteist değildir. Onu demek istediğim. Panteist değildir. Kesinlikle değildir. Tüm tanrıcı değildir. Evet buyurun. Hocam, tasavvuf yine tasavvuf terimiyle açıklamaya kalkışacak olursak girdik madem o yüzden açıklamak oradan daha mümkün olası gibi gözüküyor. Vahdeti vücut değil de vahdeti şuhut gibi gözüküyor. Yani görünen tanrı gibi bir mana. Yani vücut alemine gelmiş görünen tanrı gibi bir mana mı içeriyor? Her ikisi de var. Tüm tanrıcılıkta. Tüm tanrıcılıkta, panteizmde. O söylediğin iki şeyde bir arada var.
Bunun işte açık, en açık bize bildireni yeni çağın önemli filozoflarından Spinoza’dır. O bundan bahseder. Şimdi böyle açık, sikik bir tanrı görüşü olmadığına göre Şinlilerde tek tanrıcılık, aman tüm tanrıcılıktan bahsetmek zor iştir.
Belki çok ileri geri çekiştirip durursak belki oraya varabiliriz ama dediğim gibi bu çok zorlamalı bir iş olur. Ona ben girmiyorum. Zaten ilahiyatçıda olmadığıma göre böyle bir yetkim yok. Neyse.
Dedik ki devlet her şey demektir. Ve devletin temeli, esası ailedir. Aileden başlar. Devletin toplumu, çünkü devlet göğün yedinci katında kanat çırpan bir peri değil, şeydir, söyle adını, somut bir olaydır.
İnsanların yönetilmesi, bir toplumun yönetilme şekli ve bu aileden doğar ve ailede Çin düşüncesinde her şey bir sıra düzenine bir silsile-i meraatime bağlıdır.
Her arşiye bağlıdır. O sıra düzenini bozmaya kimsenin hakkı yoktur. Kimsenin haddi değil o sıra düzenini bozma.
Ailenin hükümdarı, devletin nasıl hükümdarı varsa ailenin hükümdarı var, o atadır. Nasıl ki hükümdar görünmüyorsa atada gözükmez.
Görünmez bir varlıktır. Belli belisi şöyle geçerken bir görürler ve o kaybolur.
Kimdir aileyi yöneten? Atanın adına amnedir. Şeyhin imparatorun hükümdarın adına veziri azam. Bunlar bizim açımızdan da çok önemlidir.
Sonra geleceğimiz Türk tarihin çok yakından ilgilendiren, Türk devlet yapısını çok yakından ilgilendiren olaylardır.
Neden? Efendim medeniyetler daha önce de söylemiştim. Belli bir kültürden doğuyorlar.
Ona medeniyetin meşik kültürü diyebiliriz. Yağut çekirdek kültürü de diyebiliriz. Aşırı değil mi?
Bu medeniyetin çekirdek kültürü ya da meşik kültürü, milattan önce üç aşağı beş yukarı dördüncü yüzyıl Çin kültürüdür.
Arita’mız gelse göstereceğim. Güzel.
İşte şu mıntıkada ortaya çıkan bir kültürdür. O neye dayanıyor? Devlete dayanıyor.
Ne demek medeniyet? Medine’den geliyor. Medine devlet demektir. Bunun kökünde ne var? Din var. Medine’nin kökünde din var.
Belli bir inanç düzenine, tarzına sahip bir teşkilatlanma var.
O teşkilatlanmanın son haddi, en üst haddi yani siyaset, hukuk ve ekrisat sütunları üzerinde yükselen yapı.
Bunların hepsini de kapsayan bir inanç çerçevesine girmektedir. O inanç çerçevesine din diyoruz.
Devletin o temelinden dinin alınması çok yeni bir şey aslında. Bu ne diyeceğim? Çok çok yeni bir şey. Burada din kavramının anlamının boşaltıldığını rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Din bir düzen, dünya düzeni, dünya yaşama biçimi iken bizde sadece ritüel birtakım…
Aynen öyle tabi tabi. Ama sadece bizde değil. Her din istisnatlısı her din yaşatmayı amaçlamaktadır.
Yani yaşama tarzını, yaşamanın imkanlarını ortaya koyma, bunları düzenleme çabasında yahut iddiasındadır. Her din bu böyledir. Felsefeden en büyük farkı da bu galiba değil mi hocam? Şimdi o dinin getirdiği ihtiyaçlara cevap verme çabasına teknik diyoruz, zanaat diyoruz. İstisnasız bütün topluluklarda ve toplumlarda zanaatı buluyoruz.
İnsanın ihtiyaçları kendiliğinden giderilemediğinden bunları o karşılamak zorundadır. Bunun cevabını bu ihtiyaçlar nasıl karşılanır sorusunun cevabını getirmekle yükümlüdür din.
Ve kaynağını dünya ötesi membalardan sağladığını bize söyler.
Başka bir deyişle bu ihtiyaçların karşılanmasıyla ilgili reçeteleri veren belli bir kişi yoktur.
Din çerçevesini düşündüğümüzde. Reçetenin müellisi yoktur. Yapının mimarı belli değildir. Belli olduğu takdirde açıklayabilirsin. Olmadığından ötürü mucizevidir.
Ne demek mucize? Neden etki bağıntısını göstermekten aciz olmak demektir. Neden etki bağıntısını göstermeye başladığımız anda mucize kalkar ortadan.
Bu da bir olay girer. Bu da bir şey mucizeviyse kötü. Ben size bir resim sunuyorum. Bir resim çektik onu koyuyorum ortaya.
Neden etki gösterme, kanıt gösterme, sınama olayının kurumlaşması ilk defa tarihte felsefe bilimli olacaktır. Ondan önce böyle bir olay yok. Benzetmeler var. Medeniyetin felsefesi filan medeniyet. Bunlar lafı güzaf. Henüz kurumlaşmadan bir şeyin adıyla anla fuzulidir. Yersizdir.
Dedik ki dinde ihtiyaçların karşılanmasıyla ilgili yol haritaları, çok moda ya günümüzde yol haritası müellifi yoktur.
Dedik ki. Bu yol haritalarının çıkaran reçeteleri veren kişiler çıkar tarihte.
Aşağı yukarı ne kerametse bunlar hep ikinci bin civarında belirmişlerdir. Daha sonra ikinci bir dalga vardır.
Altıncı yüzyıl. Özellikle altıncı yüzyıl. 500 küsurlar. Özellikle 500 küsurlar. Arda arda gelen top ateşlerin baraj ateşi derler. Bunun gibi bir şeydir.
İşte şimdi burada görüyoruz. Latsi. Kofüçüs az sonra Mençüs gelir. Bunlar ne yaparlar?
Hayat yolumuzu tazim ederler. Nasıl yaşayacağımızı belirten anlatan, izah eden reçeteler sunarlar. Onlara hakim ya bilge diyoruz. Hakim daha önce konuştuk bunu hüküm veren kişidir. Yargı oluşturan kişidir. En önemli bilgelerden biridir. Latsi. Latsi. Ben hep ç diye şey yapıyorum.
Bilgeler neyin çerçevesinde mütalaa edilirler?
Uhrevi, semavi kişilerdir. Tanrısal bir tarafları vardır. Daha sonra İslam’da bunları biz veri demişizdir.
Hocam, hakim ve hüküm verici dedik. O zaman hikmet sahibi.
Hikmet, kutsal bir yükü bulunan yargılardır. Herhangi bir yargı değil. Neden? Kutsallık taşıyan şeylerin yaptırıcılığı vardır da ondan.
Ve reddedemezsin. Ve bunlar yargılarını reddedilebilecek, inkar edilebilecek tarzda dile getirmezler. Yani neden etki bağıntısını göstererek yargılarını ortaya koymazlar? Yap der biter. Yap demese bile çoğunlukla hayattan aldığı örneğin içine yerleştirir.
Dergah okul değil.
Demin annenin terbiye vermesinden bahsettik değil mi? Terbiye öğretimden tamamıyla farklı bir olaydı. Daha önce zaten bahsettik. Eğitim. Seni yoklayarak doğru yolu gösterme hadisesidir. Ben diyelim ki, küçüğüm çocuğum topallıya topallıya gidiyorum filan annem gelir benim düzeltir. Çünkü öyle yürümeye devam edersem düşeceğim. E dikkat etler. Orada taş var, burada çukur var. Girme. Özellikle annelerde benim gibi yaramaz çocukları suya karşı uyarırlar.
Eğer su bulsam içine basardım ve üstüm sırılsıklam olurdu. O son hastalanırdı. Onun için sürekli beni çekiştirip dururdu. Bu günlerde pek çukur mu kur kalmadı. Bu sefer arabalar ezmesin diye tutarlar.
Bir düzen verirler. Yani bu eğitme insanı eğip bir şekle sokma eğilmeli. Yaşama imkanını sağlamak üzere şekillendirme.
Hocam bu konuya devam edelim. Lakin süremiz maalesef ki nihayete erdi. Ah zalim zaman diyoruz yine sizin deyiminizle. Bir sonraki bölümde dilerseniz buraya devam edelim. Bilgelik hikmet arayışı ve bilgelikle ilgili oradaki eğitim metodolojisinin ne olduğunu da aktarmaya devam edelim.
Çok teşekkür ediyoruz aktardığınız bilgiler için. Ufkumuza yine bir pencere daha açtınız. Dinleyenlerimize, seyredenlere de iyi geceler diliyorum.
Evet değerli izleyenler, felsefe söyleşilerinden bu günlük bu kadar. Yeni bir bölümde tekrar karşınızda olmak dileğiyle hoşçakalın diyoruz.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir