"Enter"a basıp içeriğe geçin

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Tarım ve Yerleşik Hayat | 5. Bölüm

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Tarım ve Yerleşik Hayat | 5. Bölüm

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=GRZA5g0ooZk.

isim Teuman Duralı olacak. Profesör Doktor Şaban Teuman Duralı. Hocam hoş geldiniz. Hoş bulduk efendim. Ve tabii ki stüdyomuzda başka konuklarımız, misafirlerimiz de var. Beytullah Çakır, editörümüz kendisi programımıza sorularıyla ve tabii ki bizi aydınlatacak fikirleriyle katkıda bulunacak. Aynı zamanda yine eski çağ dilleri ve kültürleri bölümünden Doktor Eyüp Çoraklı hocamızla aramızda kendisine de hoş geldiniz diyorum. Hoş bulduk. İyisiniz, afiyetlisiniz. Çok şükür, teşekkür ederim. Bir önceki bölümde hatırlarsanız sevgili izleyenler, birçok serüvene değinmiştik bölümlerimiz içerisinde ama bir önceki bölümde en son tarımın başlangıcına gelmiştik ve hocamız çok önemli bir anektot aktarmıştı bizlere. Tarımla insanın bir emek sarf ettiğini ve bu emek sonucunda insanın kendisini tanıdığını ve tanımlayabildiğini aktarmıştı.
Halbuki sanayi devrimindeki emeğin ise bambaşka bir anlam taşıdığını, bu anlam dünyasının insanı kendisine yabancılaştığı bir dünya olduğunu ifade etmişti ve oradan devam etmek isteriz. Evet hocam, kaldığımız yerden devam edelim isterseniz. Edelim. Her şeyden önce merhabalar. Merhaba hocam, merhaba hocam. Saygıdeğer seyircilerimizi de, saygılarımızı da selamlıyoruz. Merhaba efendim hep herkese.
İyisiniz hoşsunuz inşallah. Çok şükür hocam, afiyetle iz. Sizin sağlığınızda duacıyız. Evet, eksik olmayın. Evet, bu yeni taş devrine, neolitiğe geçtiğimizde, tarımın da başladığını görüyoruz. Tarıma yavaş yavaş geçildiğinden bahsedebiliriz. Hiçbir şey bir günden ömrüne olmadığını daha önce söyledik. Bu çok uzun süreler alıyor ve yeryüzünün değişik yörelerinde cereyan eden olaylardır bunlar. Belli bir yöreye teksif olmuş değil. Tarım, nerede ilk defa başladı sorusunun cevabı yok. Ama yoğunlukla ve kurumlaşarak tarımın belirdiği üç bölge var. Güneybatı Asya bir dünya haritamızı çıksa. Yine çağıralım hocam, harita çağırması yapalım. Haritamızı çağıralım, ruh çağırır gibi. Evet.
Dünki dünya haritası çıksa evet çok güzel. Güneybatı Asya’da bu bölgede, burası Mesopotamya’nın, Mesopotamya şurası, bunun güneyi oluyor. Burada biraz coğrafyaya girelim isterseniz.
Zaros dağları aşağı yukarı Güneydoğu Anadolu’nun ucunda başlıyor. Güneydoğu ucundan güneye doğru sarkıyor. Basra körfezinin kuzeyinden doğuya doğru yani Belucistan’a doğru yürüyor bu Zaros dağları.
Bunların kuzeyinde İran yaylası var. İran’ı kuzeyden saran Elbruz dağlarıdır. Kafkas dağlarının güneyinden başlayarak Hazar denizini güneyden sarıp doğuya doğru. Hindi kuşlara bunlar bu dağ silsilelerini ben gençliğimde koştuğumdan aklıma o geliyor, çağrışım yapıyor. Bayrak yarışına benzetebilirsiniz. Şu Avrasya’daki dağ silsilelerini. En batıda Fransa’nın doğusunda Alplerle başlıyor.
Bu Alpler İtalya’nın kuzeyinden geçip Malkanlardan güneye doğru sarkar. Malkan dağlarına Dinar dağları ve Malkan dağlarına bitişirler. Ve bu Malkan dağları bizim Trakya’nın kuzey doğusunda yıldız dağları olarak çok alçalır.
Sevgili Kırklareli vilayetinin kuzeyinden İstanbul’un batısında sonlanırlar bu yıldız dağları. Nihayet Karadeniz’in bizim Karadeniz kıyımızın kuzey kısmında İsfendiyar Küradağları vardır. Bunlar Anadolu yaylasını kuzeyden sararak doğuya doğru ilerlerler. Güneyde de herkesin bildiği tanıdığı Toroslar vardır. Bunlar nihayet Doğu Anadolu’da, ben teşbihim yerindeyse artık coğrafyacılar düzeltsinler, Arı Dağı’nda düğümlenirler. Arı Dağı’nda düğümlenen bu silsileler, Alplerden başlayıp buraya kadar gelen bu silsile yine açılır. Kuzeyde Kafkas Dağları’nı görüyoruz.
Yüksek, çok yüksek Kafkas Dağları’nı ve güneye doğru biraz önce bahsettiğim Zaros ve Elbruz Dağları olarak ayrılırlar. Çatal gibi ayrılırlar. Ortalarına da yüksek İran yaylasını alırlar. Çok benzer yer şekilleriyle karşı karşıyız. Çok çarpıcı bir şey bu.
Başka bir deyişle aşağı yukarı İç Asya’dan başlayıp kesintisiz bir manzara birliğiyle karşı karşıyız. Ve bu manzara birliği gelir eski Yugoslavia’nın, benim işte yine aklımda o kaldı, bütün çocukluğum, gençliğim,
Yugoslavia tasavvuru ile doluydu. Ne yazık ki son 20 yılda her şey alt üst oldu. Ne Sovyetler kaldı ne Yugoslavia kaldı vesaire. Demirperde ülkeleri kaldı. İsaatli olsunların hinliğiyle bütün bu devletler merhaba oldu. Allah bizi korusun diyelim.
Neyse bu Yugoslavia’nın kuzeyinde Slovenya diye bir yer vardı. Şimdi bağımsız bir ülke haline geldi.
Slovenya’ya buradan arabayla çıkın, şu yörelerden böyle çok uzun bir seyahat olsun. Slovenya’ya dek hep tanıdık bir manzaradır. Birbirine benzeyen bir coğraf yaşadık.
Bozkır, yüksek yayla, dağlarla çevrili, az ağaç, insan tipleri de üç aşağı beş yukarı benzerler.
Bu Slovenya’ya geldiğinizde yeni bir dünya başlar. Apoi’yla tamamıyla farklı bir dünya başlar. Yemyeş’in çam ormanları. Avrupa’yı germenlerin yurdu olarak düşünürsek, burası giriş kapısıdır. Başlangıç yeri burasıdır diyebiliriz.
Bunu ben çok çocukluğumdan beri tecrübesini yaşadığım için söylüyorum. Yani okumuşluk falan değil bu. Görecek, yaşayarak edinilmiş bir tecrübedir. Çarpılıyorsunuz şeyinden. Tabii şunu da söyleyeyim, 50-60 yıl önceki dünya ile günümüz dünyasını neredeyse karşılaştıramazsınız. Çünkü günümüz dünyası büyük çapta küreselleşmiştir.
Benim uydurduğum bir terimle söylersek İngiliz, Yahudi medeniyeti bütün dünyayı sarmıştır. Buna da küreselleşme diyebiliriz. Hatta dünya global bir köy olacak diyebilebilecek şeyler dönüyordu. Kılık kıyafet insanların kılık kıyafetleri hep aynılaşmıştır.
Manzarayı tamamen değiştiremezsiniz. Manzaranın içini dolduran insan son derece önemlidir. Dediğim gibi bu kapıdan geçtikten sonra o insan tipi de tamamen değişiyor. Farklı insan farklı kılıkla karşınıza çıkıyor. Şu yöne yuvarlak hesapla şu yöne. Burası gibi, nasıl burası birbirine benzeyen yörelerden oluşmuşsa burası da böyledir. Böyle bir benzerlik vardır. Bu güneye indiğinizde yine farklılaşıyor. Şimdi git gide burası artık aynılaşmaya başladı. Buranın şuranın etkisiyle, şu İngiltere’nin etkisiyle önce burası sonra da bütün dünya benzer bir veçe kazanmıştır. Sürata birbirine benzer hale gelmiştir. Tarihte daha önce örneğini hiç görmediğimiz şey değil mi bu aynılaşma dediği? Hiç görmediğimiz bir örneğe.
Yani çarpılıyorsunuz, yani mesela Kopelhak’ta gördüğünüz tavır tip değil tabii insan tipi değil ama tavır Singapur’da görüyorsunuz artık.
Şeyin Evliya Çelebi Viyana’ya geldiğinde, mektup mu yazıyor bir şey yazıyor bir yerlere diyor ki,
”Burada yolları yalasan kir kapmazsın, Kopelhak’ı ilk gördüğümde evliyanın o şeyisi bende uyandı tasavvuru, bu derece tertipli temiz bir şey olamaz.” Yıllar sonra Singapur’a geldiğimde aynı tasavvur orada da uyandı.
Anneme yazdığım mektupta Singapur’dan sanki dedim mimarisi değişik insan tipleri farklı ama tamır olarak Kopelhak’ın aynısını burada gördüm. Çünkü Singapur’a gelinceye değil gördüğüm en temiz şehirdi Kopelhak. Yani insanı sıkıyor o kadar temiz. Olmaz ya bu kadar da olmasın. Yapay bir…
Ben affınıza sığınarak tüküren bir yaratığım. Tüküremiyorsun. Ondan sonra ben tabii yıllarca pipo tiryakisiydim. Singapur’da pipo tüttüremezsin yollarla. O zaman değişti mi bilmiyorum. Sakız çiğneyemezsin.
Evine ayda bir memurlar gelip denetliyorlar mörtü böcek var mı evde? Temiz mi yeterince? Olumlu bir istibdat. Olumlu bir istibdat. Siyasi o da vardı ama onu bir tarafa bırakalım. Bir temizlik istibdadı vardı.
Bir temizlik, Frankçesiyle söyleyelim istibdadı, totalitarizmi vardı. Her neyse biz yine Mesopotamya’ya dönelim bu kadar araname den sonra. Tanım bu gösterdiğim şu Fırat ile Dijne’nin
Masra körfezine döküldüğü yörede, ki buraya Şad-ül Arab denir. Bu yörede tanımın ortaya çıktığını görüyoruz. Mohenjo Daro, Indus Irmağının denize döküldüğü yöreye yakın, biraz içerlek olmakla birlikte, şurası Indus madisidir. Dediğim gibi Elbrus ile Zarosların gelip düğümlendiği, doğudaki düğümlendiği nokta ve yine bu düğümün açıldığı mıntıka Hindukuş dağlarıdır. Hocam dilerseniz Mesopotamya haritamız mevcut, getirebiliriz hemen. Hemen ona geleceğiz ama öbür yerleri de göstereyim, tanımın çıktı.
Çin’in en doğusunda Sarı Irmağ’ın büyük okyanusa, şurası büyük okyanus. Buraya döküldüğü yörede tanımın yapılmaya başlandığını görüyoruz. Daha sonraki dönemlerde Meksika’da, Yucatan yarımadasında ve Güney Amerika’nın bugünkü Ekvador ile Peru, Kolombiya yörelerinde de daha sonra ama daha geç bir dönemde tanımın yapılmaya başlandığını görüyoruz. Tarih nedir hocam? Şimdi tarih, Sümerliler ile şeylere geldiğimizde bu Çin ve daha önce Maro yani Hint yöresine geldiğimizde değişiyor tarihler. Dördüncü bini ortalama alabiliriz. Kimisi üçüncü binden, kimisi altıncı binden bahsediyor. Bu bahsettiğim bütün konular, bütün konular tarih öncesine girer.
Dedim ya size ben Türkçenin hastasıyım, onun için hep bunları Türkçe yazıyorum. Bunun Frenkçesi Prehistoria. Niye mesela bizim fakültemizde Prehistoria adı verilir o bölümün adına tarih öncesindenmez,
aklım almıyor. Ben bu kadar dilini sevmeyen, diline karşı olan, dilini saymayan başka bir millet var mı merak ediyorum. Hocam bir şey soracağım burada, sormak istiyorum müsaadenizle. Dediniz ya hani neden tarih öncesi değil de Prehistoria deniliyor.
Bu da sanki bu az evvel konuşmanın başında bahsettiğiniz bu aynılaştırma, o çağdaş küresel medeniyetin aynılaştırma şeyinin başka bir veçesi gibi, başka bir yansıması gibi değerlendirebilir miyiz bunu da? Haklısın ama yarım haklısın. Çünkü bu ne derler, küreselleşmeden önce de bu hastalık vardı bizde. Yeni bir olay değil.
Dilleri büyük milletler, yine konumuzdan saptık ama büyük milletler dillerine taparlar. Dillerine taparlar. Neden? Çünkü rahmetli Cemil Melicin dediği gibi, Lugat namusumdur diyor. Kamus namustur. Ben Lugat olarak hatırlıyorum. Aynı şey, aynı kapıya çıkar. Namus meselesi olarak telakki ederler. Büyük milletler dillerini. Araplar her konuda kavgalıdırlar birbirleriyle. Her konuda. Bir şeyde birleşirler. Arapça da birleşirler.
Arapçadan kesinlikle taviz vermezler. Ve bütün gelişmeler ve onların ortaya çıkardığı yeni ıslahlar anında Arapça’ya tercüme edilir. Arapça karşılıkları verilir. Çok örnekleri var hocam. Neden? Çünkü dil aklın uzantısıdır. Dilin ne kadar zenginse, ne kadar güçlüyse o kadar akıllı görünürse. O kadar akıllı kabul edilir. Çince mahusus. Müthiş. Takip eder yenilikleri ve karşılar Çince’de. Çince’de bugün aydınlarımızın.
Bunlar efendim milletler arası terimlerdir. Bunları Türkçeleştiremezsin. Hayır. Hepsi Çince karşılığı var. Çin bu dünyanın adamı değil mi? Arap bu dünyanın adamı değil mi? Farsça da benzer bir tavırdadır. Ondan sonra kaybolmuş bir toplum vardır. Çok müthiş bir millet.
Avrupa’nın en kuzeyinde. İzlanda. Kutupların kıyısında. İzlanda dili kadar temiz, saf, az bulunur veya bulunmaz. Bugünlerde 300 bin. Benim gençliğimde 120-130 bin filandı. Nüfusu olarak. Nüfusu.
Harikulade bir edebiyatı vardır. Müthiş bir edebiyatı vardır. Bu küçücük milletin edebiyat Nobel ödülünü almış bir adamı vardır. Halidon Lakznes. Onu da burada anmış olalım. Bu dil dediğim gibi saflığını hiç yitirmemiştir.
Tarihi öncesinde girdik. Bir başka terim daha var. O da ön tarihtir. Pre… Aman özür dilerim. Proto-historia.
Burada hemen Eyüp Hocam’a dönmek istiyorum. Sevgili hocam. Mana olarak. Proto-historia. Pre veya Proto. Bunlar örnek zaten. Yunanca, Latince.
Proto-Yunanca ilk birinci anlamına geliyor. Proto’s sıfatı. Historia zaten bildiğimiz gibi tarih. Pre de aynı şekilde ön önce anlamına geliyor. Tarihi öncesi. Birleşik artık terimleşmiş. Biz Türkçe’ye tarihi öncesi ve ön tarih diye çeviriliyoruz.
Eee… Tarım devremi dediğim gibi tarımla birlikte, tarım devremiyle birlikte üretim dediğimiz olay ortaya çıkıyor. Onu geçen konuşmamızda belirtmiştik zaten.
Üretimin, üretim bulduğun maddeyi yani ortamında bulduğun, doğada karşılaştığın maddeyi işleyerek kendine yarar, insanın ihtiyaçlarını karşılayacak kıvama sokma süreci, işleyişi, üretimdir.
O maddeyi doğal ortamda, doğal ortamda bulduğun maddeye malzeme diyoruz. Malzemenin işlenmiş hali mamul maddedir. Ürün. O üründür. O üründür.
Üretimi gerçekleştirmeye yarayan işleyiş, işlemler bütünü kutsal bir terimdir. Emek. Emek kutsal bir ıslah dediğimiz vakit işin içine din gelir. Kutsallık çünkü dinden gelir bir şeydir.
Ve dinler, şu yahut bu dinliği bütün dinler emeği kutsal kabul etmişlerdir. Emek bir ibadet çeşididir. Evet. Bir ibadet biçimidir. İnsana kendi elinin yaptığının kazandığının dışında başka bir şey yoktur der kutsal kitap Kur’an-ı Kerim.
Yine üretim ve emek insan hal hareket davranışlarının kurallarını belirleyen edebin de kökünde yatar. Zeminindedir. Edeb emekten gelir. El emeğiyle göz nuruyla ortaya konmuş olan kutsal kabul edilmiştir. Bunun en tipik örneği baş besinimiz olan ekmektir.
Bu yok artık tabi de çocukluğumda yine yolda yere atılmış ekmek gördüğümüzde alır öper başımıza koyar ve ondan sonra da sakınılacak bir noktaya kaldırırdık. Bunların üstüne koyardık. Yüksek bir yere koyardık. Ama öpüp başımıza koyardık önce. Bir kutsiyet atfettiğimiz için.
Kutsaldır. Kutsal kabul edilir. Peki hocam bu toplumu şekillendiren dolayısıyla emek fikridir diyebilir miyiz? Aynen olur. Aynı zamanda toplumsal örgütlenme biçimi bakımından da. Emekten hareket etmiştir.
Emeğiyle geçinmeyen insan her dönemde her toplulukta hor görülmüştür. Ve bundan kaçınabilmek için de emeğiyle geçinmeyen insanlar kendilerine bir şeyler uydurmuşlardır. Asilzadi demişlerdir. Soylu demişlerdir.
Başkalarının emeğinden de memleketlenmek için. Başına memleketlenmek üzere böyle bir tavra girmişlerdir. Kendilerine bir şey yontmaya kalkmışlar. Meşrulaştırmaya kalkmışlardır. Ama uzun vadede bunu becerememişlerdir. Her devirde üreten emeğiyle geçinen insan geçinmeyenleri bir yerde baş aşağıya geçer.
Baş aşağı döndürmüştür. Hocam bu devirde o emeğiyle geçinmeyenlere ne diyoruz? Bu devirde emeğiyle geçinmeyenler çok artmıştır. Herhalde hiçbir çağda bu kadar artmamışlardır. Bunda tabi emek düşmanı teknoloji var.
Yani büyük ölçüde insanları emekleriyle geçinmekten çıkarıyor. Azad ediyor desek bu sefer emeğe belki haksızlık etmiş oluruz. Tabi emekle geçinmekten ne kadar uzaklaşırsan o kadar rahat yaşıyorsun.
Ama o derecede insan olmaktan uzaklaşıyor. Yabancılaşma dediğimiz şey diye bir şey oluyor. Geçen konuşmamızda buna temas etmiştik. En başına gelen emek yoğun iş tarımdır.
Hani solculukta çok yücelere çıkarılan o nasırlı eller, alın teri, ki dinin de en önemli kavramlarındandır o alın teri emek sarfederek yaşamak. İşte o tarımdadır. Hocam çok özür dileyerek burada yine o emek dini ilişkisi üzerinden bahsettiniz ya.
Peygamber efendimizin bir hadisi var. İşçinin emeğini alın teri kurumadan veriniz diyor. Çok çarpıcı. Çok çarpıcı bir şey. Yine geçen oturumda geçen konuşmada belirtmiştim Hz. İsa’nın bedduası. Evet. Zenginin cennete girmesi nevenin iğne ipliğinden geçmesinden zor duruluyor. Korkunç bir şey. Öbürü de ekmekle ilgili. Şu an bütün zenginler kapattı televizyonu. Kanal değiştirdiler falan herhalde hocam. Şimdi tabi konumuzdan çok çıkmış olduk ama
Karl Marx’ın birçok belirlemesi hep bana şeyi hatırlatmıştır. Dinde geçen kavrayışları getirmiştir. Zihnime. Gerek işte biraz önce Hz. Peygamberden zikrettiğin o parça.
Hz. İsa’nın hatta İsa Marx’ı kat ve kat aşıyor. Diyor ki alın teriyle sulanmamış hamurdan pişmiş ekmek boğazında kalsın. Yahu tıkasın diyor. Şu bedduaya bak. Bir de şöyle bir şey var hocam bildiğimiz peygamberlerin bir çoğu böyle bir zanaat sahibi. El emeğiyle ürün ortaya çıkaran özellikleri var.
Hz. Davut mesela Demirci Hz. İsa’yı marangoz olarak biliriz ilk akla gelenler bunlar. El emeğiyle alakalı bir şey. Önderlikleri de var aynı zamanda. El emeğinin kutsallığını fikir işçiliği tekrarlar.
Fikir işçiliği tabi el emekcisine oranla çok daha dar bir sahaya kapanmıştır.
Yani herkes el işçiliğine el emeğine yatkın yaratılmışken çok az insan fikir işçiliğine yatkındır. Bu yetiyle ortaya çıkmaktadır. O bakımdan daha bir şey vardır az sayıdadır.
Bunu da yine peygamberimiz rütbelerin en yükseği ilim rütbesidir diyerek belirtmiştir. Burada da bir sıra düzeni vardır. Sanılmasın kendimize bir şey yontluğumuz ama ortada olan bir durum var. Böyle bir hadise var. Bu dediğinizin ayette de bir karşılığı var.
Yani ilim hakkıyla ancak ilim sahipleri anlayabilir diye. Ya da hiç bilenle bilmeyen bir olan bir şey olur mu? Ayrı bir statü var hocam burada. İlmi bulmak için Çin’e kadar yolun var diyor mesela. O Çin bildiğimiz coğrafyadaki Çin değil. Çok uzak bir diyarak gitmelisin bunu bulmak için o anlamda.
Tanımla birlikte tanımla birlikte başka bir olay daha karşımıza çıkıyor. Yerleşme. Yerleşme olayıyla karşılaşıyoruz. Çünkü tarım mı gerçekleştirdiğin yöneden artık ayrılmıyorsun.
İki olay var insanları bir yere bağlayan. Bir, tarım ekip biçme yani. İkincisi, ölülerini gömme. Ölülerin gömüldüğü yerden uzaklaşmak istemiyorlar. Ölümle hayatın sonlanmadığına oldu molası inanmıştır insanlar. Dinin çeşitli sebeplerinin en önemlilerinden biri, ölüm olayının açıklanmasıdır.
Ya da açıklanması yanlış kullandım. Ölüm olayına anlam verme açıklık kazandırma işi. İnsanın en acı tarafı, ölümü biliyor olmasıdır. Akıl varlığı,
ne yapıyor akıl? Kavramı meydana getiriyor. Kavram aklın bir ünlüdür. Bizim sahip olduğumuz, ölümle ilgili sahip olduğumuz olay kavramdır. Hayvan duyar ölümü. Duymak Türkçe’de hissetmenin karşılığıdır. His Arapça’dır. Hisin Türkçesi duygu ve duygu’dur.
Duymak onu fiil şeklidir. İşitmek değildir. Onu yanlış kullanıyoruz. O daha insana ait bir şey mi? Hani buraya gelsene. Hocam ben sizi işitmedim. Duymadım değil. Yani anlayamadım ne demek istediğinizi mi demek istediğinizi? Hayır, hayır. Sesin alınması işitmedir. Duymaksa onu…
Çok geneldir. Tadarak duyarsın, görerek duyarsın, işiterek duyarsın, ne bileyim ben dokunarak duyarsın. Duyu çok geneldir. İşitmek bunlardan biridir. Şimdi insan ölümü duymaz, hissetmez. Hayvan duyar.
Hayvanda ömür boyu süren bir ölüm duyusu yoktur. Ölümü hatırlatan, ölümü yaklaştıran olay zuhur ettiğinde hayvan onu duyar, sezer. İçgüdüyle. İçgüdüyle. İnsan ölü bir tarafı yok. İçgüdüsü yok mu insanın? İnsanın neredeyse yok içgüdüsü. Çok enteresan. O yüzden de, o yüzden de, çocuk yetiştirmek, hanımlar özellikle bunu dinlemesi lazım, son derece zor bir iştir. Gelişkin, yani neredeyse erginlik çağına değin, çocuk ölümü duymadığından, ancak bunu kavramı uyandığındaki geç çağda insanla kavramlar belirmeye başlar, akıl ürünü olduklarından, ölümü duymazlar. Ölümü hissetmez çocuk. Ve tehlikeye doğrudan doğruya karşı karşıyayılır. Bunu hep çocuk yetiştirirken görürüz. Bir gün şeydeydik, misafirlikteydik. Çok eski bir arkadaşımdı karı koca. Misafirliğe gittik çocuklarla. Kızımız çok küçüktü. İki yaşında yavru yavru, yeni yeni yürüyordu. Soba yanıyor. Durmadan o sobaya doğru gidiyor. Sürekli çekmen lazım. Gitme, etme. Dinlemiyor. Dediğim gibi hissetmiyor o tehlikeyi. Kırım, arkadaşıyla mutmakta çan çan ederken, tam fırsattım dedim, aldım bunu, küçücük parmağını bir fasulye tükürükledim, sobaya şöyle bir değdi.
Yaygarayı kopardı. Tabii annesi içeriden yuvarlana yuvarlana geldi. Ne oluyor diye. Artık koşmak da yetmedi neredeyse. Bilmiyorum ben de görmedim falan çünkü söylesem, bunu böyle yaptım diye, yeri göğü başıma yıkardı. Tabii ondan sonra bir daha yaklaşmadı. O tecrübeyi ettikten sonra. Acı veriyor.
Lafla anlatamazsın. Cız yapma. Tehlikelidir. Yakar, eder, aaa. Onu anlamıyor. Kedi istediğin kadar sobaya yahut da sıcak bir yere it, o böyle yapışır kalır yerine, gitmez. Onu duyar o tehlikeyi. Yahu herhangi bir başka hayvanı.
Eee, sonuçta. Hocam bunun malasını şöyle anlayabilir miyiz acaba? Aklıma geldi şu anda konuşurken. Hayvanlardaki bu işgüdünün sebebi, belki de sonsuz varlıklar olmamaları ile ilgili olabilir mi? İnsanlarsa sonsuz varlıklar, bu yüzden bunu deneyimleme. Yani ileriki aşamada hayatlarının sonsuz olmasıyla ilgili bir ruhsal bilinç var.
Bundan dolayı da böyle bir… Şimdi benim tabi mesleğimden gelen sakatlığım var. Felsefecilik çok derinlere inmez. Yani çok sonra geleceğiz buralara ama şimdiden söyleyeyim,
kanıtlanabilir cevabı bulunmayan soruları sormaz felsefe. Bilimler tabi, onunla aynı şey. Sormaz. Şimdi bu dediğin, kanıtlanabilir cinsten cevabı yok bu sorunun. Nereden kaynaklanıyor? Felsefe çok az sayıda soru sorar. Güncelik hayatta her konuda sorarız. Neden bu böyle oldu, niye bu? Yok böyle bir şey felsefede. Cins soru sormak zorundasın. Tekrar ediyorum, kanıtlanabilir cinsten cevap bekleyen. İnsanda o niye böyle değil, hayvanda bu böyle bilmiyorum. Ben o yüzden de çok ilgi çekici sorular sormakta ve cevapları bulmakta mahir olan psikoloji hiç girmem. Zaten hiçbir fikrim de yoktur. Bu zaman okumadım etmedim. Girmiyorum o konulara. Sorunun da dolayısıyla bende cevabı yok bilmiyorum. Hocam ben şöyle bir şey geldi benim de aklıma. Sizin demin anlattığınız bu,
hani hayvanı ne kadar sobaya yaklaştırsanız da o duyduğu için oradaki tehlikeyi kaçar. Ama insan inadına gider, çocuk inadına gider. Bu insanın sanki böyle yaratılış itibariyle daha korunaksız yaratıldığını ve geçen hafta konuştuğumuz bu, hani insan eğitime muhtaçtır, eğitilmeye muhtaçtır. Birazcık hani onun sağlamasını yapan bir şey gibi geldi bana, doğru mu düşünüyorum?
Gayet tabi içgüdün son derece kısıtlı olması seni öğrenmeye, eğitilmeye mecbur kılıyor. Mecbur kılıyor. Hayvanlarda da o evren basamaklamasının üst merhalelerinde yer alan türlerde mesela, içgüdünün eksik kaldığı yerleri hayvan şey yapar, öğrenerek kapatır. Kimi türlerde öğrenme vardır. Az da olsa, çok az da olsa işte köpek de vardır. Kedi de, at da, fil de, Yunus da, bazı kuşlar kartaldı, kargaydı.
Karga olağanüstü zeki bir türdür. Olağanüstü yani maymunlar ünlenmiştir ama bana kalırsa karga maymundan daha zekidir. Daha kafalıdır diye. Ben kargalarını yakından tanırım, çocukluğumda falan kargayı yetiştirdiğim ve besle kargayı oy sun gözü büyük bir yalandır.
Karga o kadar sadıktır ki köpeği aratır. On derece sadıktır karga. Alışır, evcilleşir karga. Tabii zordur bir hayvanı dışarıdan yabani alınan bir hayvanı ehlileştirip evcilleştirmek zor bir iştir. Kolay bir şeydir, yöntemi vardır, usulü vardır.
Hocam tarımı bitirdiysek evcilleştirmeye geçebiliriz ama göç hayatımızı… Şimdi göçe geçmeden önce yerleşme yerlerinden bahsettik. Yerleşim ortaya çıkar. Arkadaşlarımız, ister bize şeyi verirlerse çok teşekkür kalınız. Bu en eski yerleşim biçimi mağaraya bir şeyini görelim.
Mağara devri insanı daha sonra nasıl yerleşmiştir? İlk yerleşim örnekleri mağara. Yerleşim de barınma. Konutun evrimine bakacağız. Evet, konut, barınma evrimine bakabiliriz.
Bize burada şey gösterirse dediğim gibi mağara adamının çok, ah bu güzel bir örnektir. Dedim ya her ortamını değiştiriyor insan. Yani burada ateş yakıyor ve mağaranın iç ortamını, havasını, zeminini, şusunu, busunu değiştiriyor. Bununla da kalmıyor.
İnsanlar öncelikle konuşma diliyle bildirişmektedirler ama onun yetmediği yerlerde başka işaretlere başvururlar. Bu da çok ilgi çekici bir olaydır. Mağaranın duvarlarında resimler görülmüştür.
Bu yanlış yorumlanan bir olaydır efendim. İnsanın sanata olan düşkünlüğünden değil, o sonra çıkmış bir olaydır. Rahata erdikçe insan resim çizmiştir, işte mimariye önem vermiştir. Burada henüz o lüksa imkân yok. Peki bu resmin sebebi ne hocam? Sebebi bildirişmektir. Diyelim ki, sen bir yerde bir geyik gördün.
Bunu gelip mağaranın duvarına artık nasıl oluyorsa geyik çiziyorsun. Onun arkasına bir ağaç resmi koyuyorsun.
Bir su, bir dere, bir çığlayan, neyse. İyi gördüğün yeri tarif ediyorsun, konumunu veriyorsun. Ben geliyorum mağarada bu resmi görünce duvarda, ulan diyorum, demek ki bu geyik falanca yerden geçmiştir.
Yani bir geyik gayrimenkul olmadığına göre yer değiştiriyor zavallı. Ama o civarda olduğunu çıkarıyorum. Avlak bölgesi diyebilir miyiz hocam? Bilebiliriz. Avlak bölgesi. İşte ne buluyorsam taş sopa bir şey alıyorum ve o civara gidiyorum.
Dahu o civarda et obur bir hayvanın bu geyiği alt ettiğini düşünüyorum. Kalıntılarından aşınıp mağaraya getirmeye akıl ediyorum. Ya da kendi güvenliğimi sağlamak için de çiziyor olabilirim bunu. Hani mesela saldırıya maruz kalmamak.
Eline de geyik görmesin kurt görürsün ayı görürsün ne bileyim ben ne görürsen görürsün. Mamut görürsün mesela kuzeylerde oturuyorsan onun resmini çize dikkat anlamına geliyor bu. Ve o dönemde insanlar boyayı da kullanmaya başlıyorlar. Boyuyorlar resimleri.
Yani boyadan kastım bitkilerden elde ettikleri birtakım maddelerle boyuyorlar bu resimleri. Ve oradan daha belirginlik kazanıyor. Fransa’nın güney batısı galiba tam emin değilim. Chromanyon diye bir bölge en eski yahut da ilk mağara adamının izlerini orada rastlamışlar.
Chromanyon adam demişler o dönemin. Bu Kabataş devri şeyseler örneğidir o insanı oradaki Chromai gene insan beşer insandır ama en eski en ilk örneklerinden sayılır. Başka bir deyişle bu resim bir bildirişme aracı olarak karşımıza çıkıyor ve zaman içinde binlerce on binlerce yıl zarfında yazı dediğimiz olay buradan ortaya çıkacak.
O zaman mağara resimleri yazının ilk örnekleri gibi değerlendirebilecek. Bu resimlerin çok gelişmiş örnekleri yazıyla karıştırılır. Mesela Güney Amerika’da orta Amerika ile Meksika arasında kalan bölgede geldi. Beklenen harita yine geldi.
Maya medeniyeti burada hüküm sürmüştür ve orada mayalardan kalan resimler var. Bunlar hala yazı olarak da mütalaa ediliyor ama şimdi bütün açıklamayı yapacak vaktimiz yok.
Yazı olmadığı talaati ağırlık basıyor. Bunlar çok stilize resimler olarak karşımıza çıkıyor. Mısıldakilerine benzemiyor, hiyer olduklara benzemiyor. Neredeyse yazı diyebilirsin çünkü henüz orada o resimlerde harf işareti değerini taşıyan birimler yok diyor bazı tarih öncesi araştırmacılar.
Bu mağaramızdan sonra arkadaşlarımız Kabataş devrinde kullanılan aletleri gösterseler çok sevineceğiz. Kabataş devrindeki taş örnekleri. Taş örnekleri daha doğrusu. Bunları alet olarak kullanıyor. Bu kesmekte ya da bir şeyi yoğunlamakta. Evet çok güzel. Şimdi bunlar Kabataş devrinden kalan örnekler bazıları cilalanmış gibi görünse de bu cilalı değil o taşın cinsinden öyle harikulade renk taşıyan taşlar vardır. Cilalanmış gibidirler.
Bunlar böyledir. Belirli biçim verilmemiştir bunlara. Olduğu gibi kullanılıyor. Bununla kazıyor, bununla kesiyor. Bunu aynı zamanda silah olarak kullanıyor, atıyor. Kabataş dememizin sebebi de olduğu gibi kullanılıyor. O hayvanlara attıklarından bahsettim geçen konuşmamda. Onun için tekrarlamayalım.
Şimdi cilalı taşa örnek olacak aletlerden. Aletleri görsek. Bu çok güzel bir şey. Bu yeni taş devrine ilişkin örnekler taş değil gerçi bunlar tahtı ama. Mesela bu eski taş devrinden kalma da olabilir.
Bir sopa. Bu sopayla özellikle avlanıyor. Silah olarak kullanıyor. Bunlar karnı ucu olabilir.
Bu yeni taş devrine ilişkin örnekleri ve oradan kalkarak açıklamaları yapmamı, böyle ukalalıklarda bulunmamı beni sürükleyen olay. Kırklareli yakınlarında bizi dinliyorsa,
çok değerli bir hocamız var. Mehmet Özdoğan dostumuz Kırklareli civarında yıllar yılı kazı yapmıştır.
Orada nefis bir köy inşa eder. İlk köy örneğidir. Kulübeleriyle. Birazdan göreceğiz tekrar o kulübeleri. Ondan sonra ben de orada aval aval duruyordum. Onlar orada kazı yaparken ben de böyle duruyordum, seyrediyordum.
Oradan seslendi tamam dedi. Niye böyle bağırıyor dedim. Uslu uslu duruyorum işte. Sen dedi 10. bin’e basıyorsun dedi. Ne diyor bu adam ya. Anlamadım abi dedim. Ne 10. bin’i dedim. Durduğun yer 10. bin dedi. O zaman bir zıplayayım bari dedim. Kirletiyoruz zemine filan. Hocam süremizin de doğduğunu işaret ettiler. Kaldığımız yerden muhakkak devam edelim. Cilalı taşa geçeceğiz zannediyorum ki yontma taş ve cilalı taş. Tarıma geçiyoruz artık. Taş devrinde diğer konulara temas edip tarıma geçeriz. Ondan sonra maden devrini anacağız.
İnşallah Allah fırsat verir ise zamanımız müsaade eder ise tabii ki bu konulara da gireceğiz hocam. Gelecek sefere hoşça kalın efendim.
İzleyiciler tekrar bir arada olmak dileğiyle felsefe söyleşilerinde buluşmak dileğiyle hoşça kalın diyoruz.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir