"Enter"a basıp içeriğe geçin

YERALTINDAN NOTLAR – 15. Bölüm | Ölmeme Günü, Van Gogh ve Gözetim Toplumu

YERALTINDAN NOTLAR – 15. Bölüm | Ölmeme Günü, Van Gogh ve Gözetim Toplumu

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=94IrwTG7MZc.

Merhaba, Yer Altından Notların 15. bölümü başlıyor. Bir önceki bölümün kurgu olup olmadığına çok takılmışsınız. Bunun yerine konuşulanlara odaklanmanızı isterdim. Başında, bu bölümde farklı bir şey denemek istiyorum demiştim. Çünkü bir şey anlatmanın binbir farklı yolu var ve ben de o yolları deneye yanıla bulmaya çalışıyorum. Ki bence her kurgunun içinde biraz gerçek, her gerçeğin içinde de biraz kurgu vardır. Sonuç olarak o bölümde baya ikiye ayrılmışsınız. Çok sevenler ve hiç sevmeyenler olarak. Olsun, bence hepiniz haklısınız. Bu bölümde size öncelikle ölmeme gününden bahsetmek istiyorum. Türk edebiyatında şiir denildiğinde akla ilk gelen isimleri bir düşünün. Can Yücel, Edip Cansever, Turgut Uyar, Tomris Uyar ve daha niceleri. Peki nedir bu ölmeme günü? Biraz önce saydığım bu isimler ve ikinci yeninin diğer şairleri
26 Mart 1981 akşamı bir meyhanede oturup dertleşiyormuş. Konu ölümden açılınca Turgut Uyar masaya bir şişe rakı daha söylemiş. Ve rakı gelince o an orada bulunan herkesten isimlerini şişenin üstüne yazmasını istemiş. Ardından bakın demiş. Seneye 26 Mart’ta gene bu masada buluşup bu şişeyi içeceğiz. Öyle ölmek, eksilmek falan yok tamam mı? Sonra bu bir geleneğe dönüşmüş. Tüm o şairler nerede olursa olsunlar. Her 26 Mart akşamında aynı meyhaneye gidip senede bir kez de olsa dostlarının hala hayatta olduğunu görmeye devam etmiş. Ta ki 1985’te Turgut Uyar’ın ölümüne dek. Turgut Uyar gittikten sonra bu geleneği sürdürmeyi bırakmışlar. Aralarında oynadıkları bu tatlı ve hüzünlü oyunun ismi ise ölmeme günü olarak kalmış. Cemal Süreyya’nın ertesi gün için bir şey diyemem ama rakı içtiğin gün ölmezsin sözü de böylece ortaya çıkmış. Şimdi gelelim bölümün konusuna. Size anlatmak istediklerimi bir resim, bir tablo üstünden aktarmaya çalışacağım. Bu gördüğünüz Van Gogh’un 1890 yılında yaptığı hapishane avlusu isimli tablosu. Van Gogh 1888’de kulağını kestikten sonra akıl hastanesine yatırılmıştı. Dolayısıyla oldukça karamsar bir döneminde çizmişti bu tabloyu. Resimde etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir hapishane avlusunda
çember halinde volta atan mahkumlar görüyoruz. Bu mekan bize ressamın yaşamı bir hapishane olarak gördüğünü anlatıyor. Resmin tam ortasında ise bir adam var. Bu adam fiziksel olarak da benzediği için Van Gogh’un ta kendisi olarak yorumlanabilir. Yani ressam kendini resmin merkezine yerleştirmiş. Kasvetli bir kısır döngünün ortasında her şeyi anlayan ancak hiçbir şeyi değiştiremeyen yalnız üzgün bir mahkum gibi. Tüm bunların yanı sıra resme biraz daha dikkatli bakacak olursak yukarıda uçuşan iki tane beyaz kelebek görüyoruz. Her şeye rağmen umudun simgesi olan kelebekler. Van Gogh şu an dünyada en çok bilinen ressamlardan biri olsa da aslında yaşamı boyunca sadece bir tane tablosunu satabilmişti. O da epey ucuz bir fiyata. Van Gogh bu tabloyu yaptıktan kısa bir süre sonra göğsüne sıktığı bir kurşunla bizi terk etti. Garip kısmı şu ki kendini öldürdüğünde 37 yaşındaydı ve bu tabloda da tam 37 tane adam var. Bu planladığı bir şey miydi bilmiyorum ama yaşadığı her seneyi zindanda geçirmiş gibi hisseden birisi için oldukça ilginç bir mesaj. Bugün ise Galeano’nun tabiriyle Van Gogh ona yemek vermeyecek restoranların duvarlarını, onu akıl hastanesine kapatacak doktorların muayene hanelerini ve onu hapse tıktıracak avukatların ofislerini süslüyor. Bu arada birçok yönetmen ressamlardan etkilenmiştir. Mesela Nuri Bilgece ile ki çok severim kış uykusunun afişinde şu resimden esinlenmişti. Stanley Kubrick abimiz ise Otomatik Portakal isimli filminde bu tabloyu aynen canlandırarak Van Gogh’a güzel bir selam çatmıştır. Benden ise Serdar Ortaç esinlenmektedir. Geçen günlerde şöyle bir görsel ile karşılaştım. Bu aslında benim kitap kapağım. Yani baya ödüllü bir tasarımcının yaptığı bir kitap kapağı bu. Serdar Ortaç ise bu hafta Sürgün isminde bir single çıkartacak sanırım. Arkadaşları da ona böyle bir güzellik yapmış. Herhalde Google’a girip Sürgün yazıp karşılarına çıkan ilk görseli almışlar. Ben parodi hesap falan sandım ama Serdar Ortaç onaylı ve yüz binlerce takipçili Instagram ve Twitter profillerinden bu görseli paylaşınca epey şaşırdım. Canı sağ olsun. İlginç bir anı oldu benim için de. Single’ı merakla bekliyoruz.
Şimdi konu başlığımıza dönecek olursak Russo o meşhur toplum sözleşmesi isimli kitabına şu cümle ile başlamıştı. Özgür doğan insan her yerde zincire vurulmuştur. Ve tabi ki buradan Foucault’a ve gözetim toplumuna bağlanacağız. Geçen bölümlerde George Orwell’ın 1984’ünden bahsetmiştim ya. İşte Foucault’un gözetim toplumu hakkındaki fikirleri de biraz bu kitaptaki gibidir.
Foucault’a göre dünya düzeninde çocuk okulla, deli tımarhane ile ya da suçlular hapishane ile kuşatılarak kayıt altına alınıp sayısal bir hale getirilir. Bu büyük güçlerin insanları gözetim altında tutup onlar üstünde egemenlik kurmak için geliştirdiği bir sistemdir. Çünkü herkes bir şekilde bir yerde kayıtlı hale gelince onları izlemek ve yeri geldiğinde davranışlarını yönlendirebilmek mümkün bir hale gelebilir. Güncel bir örnek vermek gerekirse geçen aylarda patlayan Facebook krizini bir hatırlayın. Facebook Amerika’da yaşayan 50 milyon seçmenin bilgilerini izinsiz bir şekilde toplamış ve Trump’ın lehine olmak üzere seçim kampanyasında kullanmıştı. Bu algı operasyonunun ve manipülasyon skandalının ortaya çıkmasıyla şirket milyarlarca dolar zarar edip Mark Zuckerberg ifade vermeyi çağırılmıştı. Şimdi bu işin politik kısmıydı ama bunun bir de kapitalist kısmı var. Çünkü kişisel verilerimiz reklamlar için de kullanılıyor. Özellikle internette karşımıza çıkan reklamlar bizim tüketici alışkanlıklarımızla doğrudan bağlantılı olabiliyor. Dolayısıyla biz hep özgür irademizle tercih yaptığımızı zannediyoruz ama ya tercihlerimiz bile yönlendiriliyorsa aslında. Yani evet özgürüz tercih yapmakta ama bize sunulan seçenekler arasında. Sonuç olarak nerede olursak olalım hepimiz gözetim toplumunda yaşıyoruz. Bu aslında her zaman böyleydi. Şimdi gelişen teknolojiyle biraz şekil değiştirdi, hepsi bu. Böyle düşününce Van Gogh’un tablosundaki o kasveti, o kafesin içindeki çıkmaz kısır döngüyü daha iyi algılayabiliyorum. Ama kim bilir? O tablodaki kelebekler belki de tercih yapmak yerine kendi seçeneğini yaratabilecek insanları sembolize ediyordur. Normalde her bölümün sonunda ben bir soru sorardım size. Bu bölümde ise bana gelen bir soruyu yanıtlamak istiyorum. Çünkü bu konuya dair gerçekten çok soru alıyorum. Merhabalar Aytu abi ben Zafer Mert Çalışır. Ben de senin gibi genç bir kardeşin olarak yazıyla uğraşıyorum. Sana sormak istedim bir soru benim gibi genç yazarlara tavsiyen ne olur? Nasıl yazmalıyız? Şimdi ben bu soruyu yazar olarak değil de bir okur olarak yanıtlamak istiyorum. Bence günümüzdeki yazarların problemi yeterince bedel ödememeleri. Yani tok karnıyla kıçının altına şöyle yumuşak gösterişli bir koltuk çekip oturan bir yazar, makyatosunu içerken pamuk gibi, yastık gibi rahat şeyler yazarak kendini kandırabilir. Ancak daha da kötüsü ne biliyor musunuz? Kocaman insanların da bu masallara inanıp acıya yumdukları gözlerle mutluluk rüyalarına devam etmesi. Böylece okurlar yazarlara bayılıyor. Yazarlar da okurlarına. Twitter’da berbat edebiyat diye bir sayfa var. Açın bakın orada ne kadar kötü kitaplar yazıldığına ve bu kadar kötü kitabın ne kadar çok sattığına. Oysa Kafka okuduğumuz bir kitap bizi kafamızın ortasına inen bir yumruk gibi sarsmalıdır demişti. İşte kitabın bu sertlikte ve bu gerçeklikte olabilmesi için de yazarın çivilerin, dikenlerin üstünde oturup kalemiyle değil, vanguh gibi kanıyla, yüreğiyle, her şeyiyle yazıp çizmesi lazım.
Bir de yazmazsam ölür müyüm? Bence bir yazarın kendine sorması gereken en önemli soru bu. Eğer yazmadan durabiliyorsa yazmamalıdır. Ancak yazmadan duramıyor. Yazmadığı zaman böyle delirecek gibi falan oluyorsa ona hiçbir şey durduramaz. Zaten yazmayı siz seçmezsiniz. O nefes almak gibi bir zorunluluktur ve yazı sizi seçer. Tabi nihayetinde bu benim görüşüm. Katılmak zorunda değilsiniz. O zaman haftanın kitap önerileri gelsin. Onlara da bir bakalım. Şöyle bir şey geldi aklıma. Bitirmeden paylaşayım. Bir sonraki bölümü sizden gelen sorulara ayırayım diyorum. Sorularınızı ya bu bölümün altına yorum olarak yazın ya da biraz önceki gibi kısa videolar halinde bana ulaştırın. Benim Instagram ve Twitter hesaplarım şu. Gönderin video sorularınızı. Önce burada soruyu bir dinleyelim. Sonra da ben elimden geldiğince yanıtlamaya çalışayım.
Hadi eyvallah. Altyazı M.K. Altyazı M.K. Altyazı M.K.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir