"Enter"a basıp içeriğe geçin

YERALTINDAN NOTLAR – 18. Bölüm | Normalliğin Deliliği

YERALTINDAN NOTLAR – 18. Bölüm | Normalliğin Deliliği

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=QhAjtfhQG64.

Çok sevdiğim masal tadında iki tane roman var. Biri Martı, diğeri Küçük Prens. Martıyı özet geçeyim size. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, Jonathan isimli bir Martı yaşarmış. Bu Martı, sürüdeki diğer Martılar gibi değilmiş. Sürüdekilerin tek amacı karınlarını doyurmakken, bizimki yüksekten uçmak istermiş. Çünkü en yüksekten uçan Martı, en uzağı görendir diye düşünürmüş. Önce ailesi tepki vermiş bu duruma. ”Oğlum” demişler ona. ”Yüksekten uçmak, albatrosların işi. Kapılma böyle boş hayallede.” Bizim asi Martı laf dinlememiş tabii ve, deneye yanıla harbiden de böyle yükseklerden uçmaya başlamış. O artık, dünyada akrobatik uçuşlar yapabilen tek Martıymış. Derken, Martı Konseyi toplanmış bir gün ve bizimkini ne ayaksın sen diye, sorguya çekmeye başlamışlar. Bu konseyi Survivor’daki şu eleme geceleri gibi düşünün. Bana sizden farklı olduğum için kızmak yerine, bir şans verin de öğrendiklerimi size de anlatayım.” demiş Martı. Ama konseyi bunu umursamamış. Martı sinirlenip savunmasına devam etmiş. ”Oğlum siz ne boş adamlarsınız lan.” demiş. ”Bin yıldır balık peşinde koşup duruyorsunuz. Tek derdiniz, karnınızı doyurup uzun yaşamak. Oysa yaşamak için bir nedenimiz olmalı. Keşfetmek, merak etmek, özgür olmak gibi şeyler.” Martı’nın söylediklerinden, Konseyi gene bir bok anlamamış. ”Ve deli misin lan sen.” deyip, onu sürüden atmışlar.
Böylece bizimki, artık sürüden ayrı, yalnız bir Martı’ya dönüşmüş. Çok uzatmayayım. Bizim Martı zamanla iyice geliştirmiş kendini. Birey olmuş bir Martı’ya dönüşmüş artık. Ama yurt özlemi içinde olduğundan, aklı atıldığı sürüde kalmış. Derken dayanamayıp, sürü bölgesine geri dönmüş. Ve orada kendisi gibi sürüden atılmış birkaç tane Martı ile tanışmış. Sonra öğrendiklerini onlara da anlatmaya başlamış. Baya öğretmenleri olmuş onların.
Derken zaman içinde öğrenci sayısı artmış da artmış. Martımız öğrencileriyle birlikte denizlere dalmaya, yükseklik rekorları kırarak oradan oraya uçmaya başlamış. Kendini yetiştirip özgürleştirdiği gibi, bu güzelliği başkaları ile de paylaşarak çok mutlu olmuş. Ve fark etmiş ki, uçsuz bucaksız bu dünyada kendisini sınırlandıran, insanın gene kendisi imir. Pardon Martı’nın. Peki, Yazar burada başka ne demek istemiş? Yazar, herkesin bir hedefi olması gerektiğini ve her seferinde bir öncekinden daha iyi, daha zorlu hedefler seçmemiz gerektiğinden bahsetmiş. Ayrıca el alem ne der diye düşüneceğimize, kendi tutkularımızın peşinden gidip, yeteneğimizi keşfetmenin önemine vurgu yapmış. Gene de ben söyleyeyim, Martı bir insan olsaydı, onu akıl hastanesine kapatırlardı. Neden mi? Size psikiyatri dünyasının en sıradışı deneyini anlatayım. 1973’te David Rosenhahn isimli bir psikolog, şöyle bir soru atıyor ortaya, bir insanın akıl sağlığının yerinde olup olmadığı ve akıl sağlığının derecesi kesin olarak anlaşılabilir mi? Ardından Rosenhahn, psikiyatri tanılarının ne kadar güvenilir olabileceğini test etmek için şöyle bir deneye başlar, Amerika’da 5 farklı eyaletten 8 tane hasta,
olmayan sesler duyduklarını söyleyerek birbirlerinden tamamen farklı hastanelere müracaat ederler. Bu hastaneler arasında devlet klinikleri de, üniversite hastaneleri de, hatta özel hastaneler de vardır. Başka herhangi bir hastalık belirtisi sergilemezler ve isimleri ve meslekleri dışında hayatlarına dair herhangi bir başka yalan söylemezler. Bu yalancı hastaların 7’sine şizofreni,
bir tanesine de manik depresif psikos tanıtsı konumudur ve hastaneye yatırılırlar. Hastaneye yatırıldıktan sonra, hepsi günlük hayatlarındaki gibi tamamen normal bir şekilde davranır. Hatta önceden anlaştıkları gibi, hepsi artık gayipten sesler duymadıklarını söyler. Ancak doktorlar bir türlü onların iyileştiğine inanmaz. Bu sırada kliniklerde yatan 118 gerçek hastadan 35’i grubun üyelerine sen hasta falan olamazsın.
Muhtemelen buraya denetlemeye gelen bir gazeteci ya da profesorsun der. Yani doktorların fark edemediği durumu hastalar hemen çakar. Sonuç olarak hastaneden en erken çıkan hasta bir hafta yatar. En uzunu ise tam 52 gün boyunca klinikte tutulur. Teşhisleri ise gerileme durumunda paranoyak şizofreni olur. Ortalık karışır tabi. Deneye hak verenler kadar, deneyi eleştirenler, deneyin yapılış şekline kızanlar da olur.
Ardından bence bu deneyin en ilginç kısmı başlar. Bir başka hastane yönetimi Rosenhan’a meydan okuyarak der ki Biz bu oyunu bozarız. Ne zaman, nasıl ya da kim olursa olsun o deneklerden bize de gönder ve bak gör nasıl hemen yakalıyoruz o sahte hastaları. Tamam lan der bizimki. Size önümüzdeki 3 ay boyunca sahte hastalar göndereceğim. Bakalım onları ayırt edebilecek misiniz? 3 ay sonra Rosenhan, hastaneye yeni yatırılan 193 hasta ile ilgili tutulan formları inceler. Doktorlar, hastaneye başvuran 193 hastadan 41’inin yalancı hasta olduğunu düşünmektedir. Ayrıca doktorlar başka 42 kişiden de şüphe duymaktadır. Çarpıcı olan ise, Rosenhan’ın aslında bu hastaneye hiçbir sahte hasta göndermemiş olması. Bu deney sonucunda akıl hastalıklarının tanıları kitabı yeniden düzenlenir
ve Rosenhan psikiyatrenin bugünkü standartlarına ulaşmasında bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Örneğin artık tanı konmadan önce, hastaların birden fazla belirti göstermesi gerekiyor. Araya hemen bir film önerisi de sıkıştırayım. Guguk kuşu. Einstein, delilik, aptallıktan şüphesiz daha iyidir demişti. Şu an dahi olduğunu düşündüğümüz çoğu insan, zamanında deli olarak yaftalanmıştı.
Oysa hastalıklı bir toplumda deli olmak kulağa daha sağlıklı gelmiyor mu? Ya da hastalıklı bir toplumla uyum içinde yaşayan insanlar, aslında gerçek deliler olamaz mı? Tüm bu sahtelik içinde delilikten daha gerçekçi ne olabilir? Delilik nedir isimli kitabın yazarı Lieder? Şöyle bir soru sorar, Hastaya kendi değer sistemini ve normallik anlayışını aşılamaya çalışan bir klinisyen, yerli halkları kendi çıkarı için eğitmeye uğraşan bir sömürgeciden ne kadar farklıdır? Foucault da hapishanenin doğuşunda, tırnak işareti içinde delilerin, bireysellikleri ve benlikleri çiğnenerek, tek düze insanlar haline getirildiğini söyler. Erasmus, Deliliye Övgü isimli kitabında, en mutlu insanlar akılla bağlantılarını koparanlardır der. Normalliğin Delili isimli kitaptaysa şöyle bir soru çıkar karşımıza,
nasıl oluyor da normal insan bu kadar yıkıcılığa neden oluyor? Dolayısıyla şayet sözde normallik yıkıcılığa neden olurken, delilik ise yaratıcılığı besliyorsa, ben deliliğin tarafındayım. Ancak şunu da unutmamalıyız ki, tüm o eleştirilere ya da deneylere rağmen, psikiyatri çok çok önemli bir bilim dalıdır. Nasıl zatüre gibi, menenjit gibi hastalıklar varsa, akıl hastalıkları da vardır
ve bunlar uygun tedavi ile, doğru ilaçlarla gireletebilecek, hatta belki de tamamen iyileştirebilecek hastalık vardır. Ancak bu, bazı psikiyatrik tanı ya da tedavi yöntemlerini eleştiremeyeceğimiz anlamına da gelmez. 1964 yılında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde çalışan Bediha Tuncer, akıl hastalarının yazdıkları şiirleri derleyerek İnilti adında bir kitap çıkartmıştı. Dünyada belki de türünün tek örneği olan bu kitap, akıl hastalarının iç dünyasına dair birçok ipucu taşıyor. Mesela Tımarhane şiiri. Fazla konuşsam manyak diyorlar, az konuşursam şizo diyorlar, etrafta koşsam psiko diyorlar, sen de şaşırdın ah tımarhane. Ya da 33B servisinden YK’ye bir göz atalım. Zorba kız kaçırır, kamarot kurşun kaçırır, kara borsacı döviz kaçırır, zengin hanım kürk kaçırır, ağa koyun kaçırır, orman eşkıyası kütük kaçırır. Ve sonunda kaçırmak için bizlere elbette akıl kalır. Bölümün başında Mart’ıdan bahsettim, biraz da Küçük Prens’ten bahsedeyim. Bu kitapta başka bir gezegenden dünyaya gelen bir çocuğun hikayesi anlatılıyor. Bence buradaki en güzel detay, kitabın bir çocuğun, yani henüz yozlaşmamış, kirlenmemiş birinin bakış açısıyla yazılmış olması. Bu defa farklı bir şey yapıp, kitabı okumak yerine storytelden dinledim.
İnsanların türlü örami biçimleri var. Bunları işitsel, görsel ya da dokumsal olarak üçe ayırabiliriz. Dolayısıyla kitapları bazen okumak yerine dinlemek, üşendiğimden değil, aksine işitsel hafızamı da güçlendirmek için yaptığım bir şey. Sizlere de öneririm. 14 günlük ücretsiz deneme linki aşağıda. Koca bir tomurcuğun oluşmasına tanıklık eden Küçük Prens, bunda doğa üstü bir güzelliğin saklanmış olduğunu sezinledi.
Nedir ki çiçecik, güzelliği için gerekli hazırlıkları, yeşil odasının çatısı altında tamamlamakla yetiniyordu. Kılı kırk yararak seçiyordu renklerini. Bu bölümde Hay kitaptan çıkan 5 tane kitap seçtim. İlki Yavuz Dizdar’dan, Vicdan Hayat Kurtarır. Şimdi biz nasıl deli tanısı konulan herkesin hasta olmayabileceğini tartıştıysak, Yavuz Dizdar’da kanser tanısı konulan herkesin kanser olmadığını söylemişti. Fikirlerine katılmak zorunda değilsiniz. Ancak en azından kayıtsız kalmamak için bu kitabı okumanızı öneririm. Kapağında gençler için yaşam kılavuzu yazıyor. Bu da dikkate değer. İkinci kitap önerim, Derviş’in Teselli Koleksiyonu. Yunus Emre’den Mevlana’ya, Sokrates’ten Ki Gagart’a dek birçok düşünürden referanslarla, zihnimizi uyandırmayı ve bizi acı karşısında daha bilinçli, daha dirençli hale getirmeyi deneyen bir kitap. Ben çok beğendim, size de öneririm. Caner Yaman’dan güzel kaybettik. Gitmek, göğsünü dikenli bir yalnızlığa vura vura gitmek cesaret işidir. Cesaretle ilgisi yoksa da çok büyük bir acıyla ilgilidir. diye yazmış bu kitapta, altını çizdim. Dördüncü seçtiğim kitap, Turgut ile Tomris. Turgut ile Tomris Uyar’ın şiire dair mektuplaşmalarıyla başlayıp, ardından şiire dönüşen aşk hikayeleri var bu kitapta. Aşkın yanı sıra sırf onları daha yakından tanımak için bile okunması gereken bir kitap. Son olarak bir şiir kitabı önermek istiyorum. Sarkan Uçar’dan, Tut Yüreğim’den Ustan. En güzel şiir, iki kişinin birbirini sevmesidir demiş. Eyvallah. Bölümü bitirmeden önce bir soru sormak istiyorum. Bilene koca bir hiç veriyoruz çünkü hiç yoktan iyidir. Lütfen dikkatli dinleyin.
Aşağıdakilerden hangisi dolaylı yerine doğrudan anlatımı tercih etmiştir. A. Ben sana hep üşüyordum, Özdemir Asa. B. İsmindeki harfler kadardır alfabem, Küçük İskender. C. Yokluğun cehennemin öbür adıdır, Ahmet Arif. D. Seni anan, benim için doğurmuş, Ebru Yaşar. Size son olarak Mart’ının sonunu da söyleyeyim.
Mart’ı bir süre sonra öğrencilerine, yani arkadaşlarına, artık bana ihtiyacınız kalmadı. Sizin de kendinizi bulmaya ihtiyacınız var. Diyerek şeffaflaşır ve ortadan kaybolur. Bir sonraki bölüm, yeraltından notların final bölümü olacak. Artık sessizliğe çekilme vaktim geldi. Finalde son defa görüşmek üzere. Kendinize iyi bakın. Yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz. Okul duvarları, asfalt ve refah reklamlarının uzun kanalizasyon borularıyla dolu beyinlere, böceklerin vızıltısı girmeli. Her birimiz gözlerimizi ve kulaklarımızı büyük bir rüyanın başlangıcı olan şeylerle doldurmalıyız. Birisi piramitleri yapacağımızı aykırmalı. Yapmamamızın bir önemi yok. O isteği beslemeli ve ruhun köşelerine esnetmeliyiz. Sınırsız bir çarşaf gibi. Dünyanın ilerlemesini istiyorsak el ele vermeliyiz. Sözüm ona sağlıklıları, sözüm ona hastalarla karıştırmalıyız. Siz, sağlıklı olanlar, sağlığınız ne anlama gelir? İnsanoğlunun bütün gözleri içine daldığımız çukura bakıyor. Özgürlük faydasızdır. Eğer gözlerimizin içine bakmaya, yemeye, içmeye ve bizimle birlikte olmaya cesaretiniz yoksa, dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler, sözüm ona sağlıklı olanlardır. Gerçekliğin içinde veya hayalimde değilken ben neredeyim? İşte yeni anlaşmam. Geceleri güneşli olmalı ve ağustos ayı karlı. Büyük şeyler sona erer, küçük şeyler baki kalır. Sadece doğaya bak. Hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin. Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz.
Yanlış tarafa döndüğümüz noktaya. Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz. Suları kirletmeden.
Deli bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa, ne biçim bir dünyadır burası?

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir