YERALTINDAN NOTLAR – 5.Bölüm | Can Sıkıntısından Kurtulma Yolları
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=k9bGY2UZzPw.
Merhaba, Edip Cansever’in dizelerindeki gibi ayrıntıya, aykırıya, ayrıksıya ve azınlığa tutkun olanların programı yer altından notlar başlıyor. Son bölümden bugüne arayı açtık biraz kusura bakmayın. Hastaydım, hala tam iyileşmiş değilim ama elimden geleni yapacağım. Bu bölüme kısa bir yazar biyografisiyle başlamak istiyorum. Gabriel Garcia Marquez, 1928’de Kolombiya’nın küçük bir kasabasında doğdu. Yoksul bir ailesi vardı. Hukuk öğrenimini yarıda bıraktıktan sonra gazetecilik yapmaya ve öykü yazmaya başladı. Marquez 2001’de The Guardian’a verdiği röportajda yoksulluğunu şöyle anlatıyordu. 1966’da eşim Mercedes ile birlikte 100 yıllık yalnızlığın özgün el yazmalarını Arjantin’deki bir yayın evine göndermek için postaneye gittik. Dosya 590 sayfaydı. Postane görevlisi paketi tartının üzerine koydu ve şöyle dedi. Borcunuz 82 peso. Eşim kağıt paralarını saydı, cüzdanındaki bozuklukları çıkarttı ve beni durumun gerçeğiyle yüzleştirdi. Bizde sadece 53 peso var. 100 yıllık yalnızlık basıldıktan sonra dünyada milyonlarca sattı. Marquez 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü ve 2014’de Meksika’da hayata veda etti.
Sonra Kolombiya hükümeti ne yaptı biliyor musunuz? Bir zamanlar yazdığı romanı değerlendirmeye alsınlar diye yayın evine posta alacak parası bile olmayan Marquez’in fotoğrafını 50.000 pesosluk banknotlara bastılar. Şahane değil mi? Latin Amerika’nın en önemli yazarlarından biri olan Marquez, büyülü gerçekçilik akımından geliyordu. Peki nedir bu büyülü gerçekçilik? Bu gerçekle düşün bir arada olması gibi bir şey. Örneğin realist metinlerde mantık ve neden sonuç ilişkisi varken büyülü gerçeklikte mitler, efsaneler, metafizik ve hayal gücü ön plana çıkar. Ancak bu tür metinler tamamen gerçek dışıda değildir. Daha çok farklı bir gerçekliği barındırır içinde. Mesela hayal dünyasında yaşayan bir insanın gerçek dünyasını anlatması ve bu ikisinin iç içe geçmesi gibi.
Bu türde daha fazla okuma yapmak isterseniz Borges, Murakami, Calvino, Latife Tekin ya da İhsan Oktay Anar gibi yazarların kitaplarına da bir göz atmanızı öneririm. Şimdi geçelim haftanın konu başlığına. Can sıkıntısından nasıl kurtulabiliriz? Nedir bu sıkıntı meselesi ve zaman zaman hepimizin içine düştüğü bu girdaptan nasıl güçlenerek çıkabiliriz? Bu konuda referans olarak alacağım yazar Marcel Proust olacak. 1871 doğumlu Proust resmi olarak dünyanın en uzun romanı olan Kayıp Zamanın İzindeyi yazmıştır. Romanda 1.2 milyon sözcük vardır. Yani savaş ve barışın iki katı uzunluğunda. Peki bu romanda ne oluyor derseniz, romanın başlarında kahramanımız can sıkıntısı ve depresyonla mücadele etmektedir.
Sonra bir gün bir fincan bitki çayı içip yanında bir tane kek yerken bu tatlar birdenbire kokuların da bazen yaptığı gibi onu geçmişe çocukluğuna götürür. Ve böylece aklına düşen anılar onu kendine getirir ve içi tekrar umut ve şükranla dolar. Hatta böyle anlar için kullanılan bir terim de var. Proust yiyen bir an. Proust’a göre alışkanlıklarımız hislerimizi uyuşturur ve bize örneğin bir gün batımının güzelliğini izlemekten alıkoyar.
Çünkü yetişkinler büyük hedefler peşindedir. Şöhretin, paranın, kariyer ya da güç istencinin peşinde koşarlar. Oysa çocuklar mesela sübrinkintilerinde oynar, yatakta zıplar ve salçalı ekmek gibi basit ama harikulade şeyler karşısında heyecan duyarlar. Ve Proust’a göre can sıkıntısından kurtulmanın yolu tam da budur.
Çocukken sahip olduğumuz merakı, heyecanı, sadeliği ve tutkuyu yetişkinlikte tekrar kazanabilmek ve yeni bir farkındalıkla günlük hayatın tadını çıkartabilmek. Proust bunu küçük bir azınlığın yapabildiğini söyler. Bu kişiler ise sanatçılardır. Sanatçıları hayata hak ettiği görkemi tekrar veren insanlar olarak betimler. Yalnız buradaki sanatçı kavramı işini iyi yapan herkesi kapsar.
Yani bir ayakkabı tamircisi ile 7. Senfoniyi besleyen Beethoven arasında bir fark yoktur. Şayet ikisi de işini tutkuyla ve estetikle yapıyorsa. Gündelik yaşamdaki zerafet. Basit şeylerden haz duyabilmek. Proust romanında bunlardan bahseder işte. Yani hayatınızın sıkıcı olduğunu düşünüyorsanız bunun sebebi doğru yere bakmıyor oluşunuzdur. Çünkü hayat güzel, karmaşık ve hayranlık verici şeylerle dolu.
Dolayısıyla yolda karşılaşılan bir insanla selamlaşmak ya da bir kedinin başına okşamak gibi basit ama önemli eylemleri atlamamak lazım. Sadece sıkıcı insanlar sıkılır diyen Bukowski’yi de buradan bir selam gönderip bu sefer bir filmden alıntı yapmak istiyorum. 93 yapımı Naked isimli filmdeki başkarakter şöyle söylüyor. Sıkılmak mı? Ben asla sıkılmam. Herkesin sorunu tam da bu işte. Hepiniz sıkılıyorsunuz. Doğa size açıklandı ve siz bundan sıkıldınız.
İnsan bedeni size açıklandı ve siz bundan sıkıldınız. Evren size açıklandı ve siz bundan sıkıldınız. Artık sadece ucuz heyecanlar peşindesiniz. Ve parladığı, öttüğü ve 40 farklı boktan renkte olduğu sürece bunların ne kadar boş ve adi olduğunu takmıyorsunuz. Sıkıldınız mı? O zaman komik kedi videosu izleyelim.
Ender! Ne?
Dikkat çelicilerin olmadığı bir durumdur. Yani bu yüzden kaçarız bir gün batımını izlemekten. Ve bu yüzden hemen telefonumuza sarılıp dikkatimizi dağıtmaya çalışırız. Düşünmemek için kendimizi, varoluşumuzu ve hayattaki amacımızı. Oysa sadece var olduğumuz, kendimizden ya da çevremizden sıkılmadığımız ve öylece bilgece bir sükunetle anın içinde eriyip gittiğimiz zamanlar daha güzel değil midir? Çünkü yürümek düşünmekse durmak algılamaktır. Gelelim can sıkıntısıyla ilgili benim düşüncelerimi. Açıkçası ben pek sıkılgan birisi sayılmam. Genelde çok sıkılabileceğim anlarda bile illaki ilgimi çekecek bir şey bulurum. Sanırım hayatımda sıkıldığım tek dönem liseydi. Çünkü edebiyat derslerinde mesela tahtada şairlerin doğum ve ölüm yılları arasına kısacık bir çizgi çekerlerdi. Ama onların bize hangi dertler yüzünden öldüklerini anlatmazlardı. Ya da coğrafya derslerinde mesela dünyanın ennemini, boylamını öğretir ama bize kıtalar arasında yapılacak bir yolculuğun o muazzam duygusundan bahsetmezlerdi. Hem matematiği de sevmezdim ben. Sayılara değil sözcüklere güvenirdim. Kimse inandıramazdı beni 2 artı 2 nin 4 ettiğine. Derslerde x’i bulmak yerine düşler kurar ve şiirler karalardı. Bu yüzden de notlarım hep kötüydü. Şu an yazmış olduğum 5 tane kitabım var ama lisedeyken edebiyattan bile kalacaktım neredeyse. Ama işe bakın ki normalde kapısından bile giremeyeceğim üniversitelere yıllar sonra söyleyişler için çağrıldım ya da test sorularına falan çıkmaya başladım. Bu bile eğitim sistemine dair çok şey söylemiyor mu? Bu arada harbiden zor soruyormuş. Cevabını ben de bilmiyorum ama sanırım D şıkıymış. Şiirsiz bitirmeyelim bölümü. Başta bahsettiğim şu büyülü gerçekçilik akımından Borges’in bir şiirini okumak istiyorum. Eğer yeniden başlayabilseydim yaşamaya, ikincisinde daha çok hata yapardım. Kusursuz olmaya çalışmaz sırtüstü yatardım. Neşeli olurdum ilkinde olmadığım kadar ve çok az şeyi ciddiyetle yapardım. Temizlik sorun bile olmazdı. Daha çok riske girerdim. Seyahat ederdim daha fazla, daha çok güneş doğuşu izler, daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim. Görmediğim birçok yere giderdim. Dondurma yerdim boyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
İlk Yorumu Siz Yapın