"Enter"a basıp içeriğe geçin

Yeryüzünün en büyük felaketi (Dinozorları ne öldürdü?)

Yeryüzünün en büyük felaketi (Dinozorları ne öldürdü?)

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=oom-TQcME14.

Ejderhalar gerçek olabilir mi? Asırlar önce toprağın altından devasa bir fasil çıktı. Onu bulan Çinli henüz ne olduğunu bilmiyordu. Ama bir anlam yüklemek istiyordu. Sonunda onun bir tür mitolojik canlı olduğuna inandı. Daha doğrusu tüm Çinliler buna inandılar. Böylece ejderha dediğimiz o fantastik yaratık tasvir edilmeye başlandı. Ama gerçek çok daha farklıydı. Buldukları kemik, mitolojik ve olağanüstü bir canlıya değil, bir zamanlar gerçekten yeryüzünde yaşamış bir dinozora aitti.
Peki milyonlarca yıl öncesinden kalan bu güçlü canlının nesli nasıl tükendi? Dünyayı neden bizlere bırakıp gitti? 17. yüzyılın sonlarına dek insanlar dünyanın yaklaşık 6.000 yaşında olduğuna inanıyordu. Newton gibi bazı bilim adamları daha gerçekçe hesaplamalar yapmak istedilerse de bu fikri pek değiştiremediler. 18. yüzyılda ise işler değişmeye başladı.
Ziyolojinin babası olarak kabul edilen İskoç bilgin James Hatt’ın derin zaman kavramını ortaya attı. Peki neydi bu derin zaman? Hatt’ın dünya üzerindeki tüm kayaların tek bir patlama veya tufan sonucu meydana geldiğini savunan Neptünist teoriye bir kenara bıraktı. Dünya tarihini anlamanın en iyi yolunun tekrarlanan olay döngülerini kavramaktan geçtiğini savundu. Bu Plütonist yaklaşıma göre bugün geçmişin anahtarıydı. Farklı zaman dilimlerinde sürekli tekrarlanan olaylar ve felaketler yeryüzünü geri dönüştürüyor, bazı türler yok olurken yenileri ortaya çıkıyordu. Dinozorların başına da bu geldi. Onlardan önce de bazı nesil tükenmeleri yaşanmış, sonrasında kendi çağları başlamıştı. Ama onlar da sonsuza dek yaşayamazdı elbette. Peki bu dev yaratıkların yok oluşu nasıl gerçekleşti? Bunu anlamak için önce uzmanların iki çeşit nesil tükenmesi açıklamasına bakalım. Ardalan ve kitlesel nesil tükenmesi. Şehirlerde veya köylerde insanların her gün yavaş yavaş tek tek ölmesi gibi
başka canlılarında bu şekilde zamanla yok olmasına ardalan nesil tükenmesi adı veriliyor. Bu da genellikle kuraklık, kaynakların tükenmesi veya yeni bir rakip türün ortaya çıkması gibi nedenlerle meydana geliyor. Bir de kitlesel yok oluşlar var. Bu tip nesil tükenmelerinde birçok tür son derece etkili, nadir ve büyük ölçekli olaylar sonucunda ortadan kayboluyor. Kitlesel nesil tükenmeleri küresel ölçekte gözlemlenirken ardalan nesil tükenmeleri ise yerel eğilimde oluyor. Bilim adamlarını şimdiye dek buldukları kanıtlara göre
yeryüzünde toplam 5 kitlesel yok oluş gerçekleşti. Ordovisyan, Devonian, Permian, Trias ve Kretasa yok oluşları. Bunların içinde Permian, büyük ölüm ve tüm nesil tükenmelerinin anası olarak adlandırıldı. Karadaki yaşamın %70’i, denizdeki yaşamın ise %90 kadarı sona erdi. Böylece paleozik zaman sona erdi ve yeryüzü yaklaşık 30 milyon yıl boyunca bir iyileşme dönemine girdi. İyileşme sürecinin ardından dinazorlar çağı olarak da bilinen mezozayık devri başladı.
Yani hattının zaman anlayışında gördüğümüz gibi dünyada yaşam bazıları için son bulurken, bazıları için ise yeni başlıyordu. Paleontolog Scott Sampson, bu durumu bir ağacın tüm dallarının kesilmesi ve tamamen budanması daha sonra da yeni dallar ve budaklarla hayata dönmesine benzetiyordu. Aynı yenilenme yeryüzünde tekrar yaşandığında, dinazorların çağı sona erdi ve artık insanların da içinde bulunduğu senozoyik devri başladı. Ama burada konu biz değiliz. Bu derkertenkeli arkadaşlarımız. Şimdi nasıl yok olduklarına bakalım.
Irksal yaşlılık hipotezi ile başlayalım. Buna göre dinazorlar, trias ve jura devirlerinde, coşkulu vezinde bir gençlik dönemi yaşayıp juranın sonları ve kretesenin başlarında bir tür yetişkinliğe geçtiler. Bu onların altın çağı olarak kabul edildi. Ve sonrasında her canlının kaçınılmaz sonu olan yaşlılık evresine geçiş yaptılar. Sonrasında da nesilleri tükendi. Gelelim Gümüşkurş’un hipotezine. Ki bu hepimizin aşınağı olduğu bir görüş. Bu korkunç olay dünyaya bir asroidin çarpmasıydı.
Bu görüşü ilk kez 1980’de, Lewis ve Walter Alvarez adında baba oğul ortaya attı. 65,5 milyon yıl önce, uğursuz bir günde çapı 10 kilometre kadar olan bir asroidin dünyaya çarptığını, tüm nükleer silahlardan daha güçlü bir ekiği oluşturduğunu ileri sürdüler. Çarpmanın ardından depremler ve tusinamiler yaşanmış, atmosfere yükselen devasa bir kül bulutu her yeri kaplamış, güneşi engellemiş, günü geceye çevirmiş ve dünyayı buzdan bir gezegen haline getirmişti.
Dinozorlar da bu bakış açısına göre aniden olmasa bile zamanla açlıktan ve soğuktan yok olmuşlardı. Ki bu kulağa mantıklı geliyordu, çünkü dev cüsteleleriyle o kadar korkunç şartlarda uzun süre yaşayamazlardı. Yalnızca küçük canlılar, zor koşullara adapte olmayı başarabilenler ve kanatları olan dinozor türleri kurtulmayı başarmıştı. Gümüş kuşun hipotezinin bir rakibi de vardı. Blitzkrieg hipotezi. Adı Yıldırım Savaşı anlamına gelen Almanca bir kelimeden türemişti. 2. Dünya Savaşı sırasında Alman Wehrmacht’ın geliştirdiği bir hipotezdi. Buna göre dinozorların yok oluşu tek bir nedene bağlı değildi. Hem yerden hem de havadan pek çok faktör bu nesil tükenmesine neden olmuş olabilirdi. Mesela alçalan deniz seviyeleri, volkanik patlamalar ya da astroit çarpmaları. Yani uzaydan alınan tek bir darbe değil, zaman içinde kretese dünyasının yıpranması dinozorları ortadan kaldırmıştı. Tüm bunların içinde medya en çok Gümüş Kuşun hipotezine ilgi gösterdi. Açıklanamayan, uzaydan gelen etkiler, gizemli vakalar insanların her zaman ilgisini çekmişti. Media da bunu çok iyi biliyordu. Astroit fikri benimsendikten sonra birçok paleontolog son 500 milyon yılın fosil kayıtlarını gözden geçirdi ve şu sonuca vardılar. Bu tipte kitlesel nesil tükenmeleri genellikle her 26 milyon yılda bir gerçekleşen dövgüssel olaylardı. Yani videonun başında bahsettiğimiz hatta
zaman hakkındaki görüşlerine hak veriyorlardı. Ömrünü dinozorlara adlamış paleontolog Sucukut Sampson bir zamanlar astroit fikrini karşıtıyken zamanla bu görüşlü savunanların safına geçti. Bunun en akla yatkın hipotez olmasının nedenlerini ise şöyle açıkladı. İlk olarak kazılarda kretese devri katmanlarında yeryüzünden oldukça yoğun bir iridium tabakası bilimsel olarak belgelendi. Bu küresel ölçekte yok oluşa neden olacak bir astroitin imzası demektir. İkinci olarak yavaş yavaş bilimsel bir
alenin tarihleri
İkinci olarak yavaş yavaş ve farklı nedenlerle yok oluş hipotezini yanlışlayan bir fosil çeşitliliği ile karşılaşıldı. Kretesa döneminde dinozorların ve diğer canlıların çeşitliliği muazzam seviyedeydi. Son olarak böylesi büyük çapta bir yok oluş için tek bir etkenin yeterli olabileceğine dair kanıtlar varken bir dizi farklı ölümcülü etkeni sıralamak daha tartışmaya çıktı. Yani 65.5 milyon yıl önce Meksika köftesine düşen bir astroid hızlı bir nesil tükenmesine yol açmasaydı
Dinozorlarla dolu biosfer milyonlarca yıl boyunca varlığını koruyabilirdi belki de. Dinozorların 160 milyon yıl boyunca varlıklarının sürdürdüklerini göz önüne alırsak neden olmasın? Çoğu paleontolog büyük yok oluşların böyle ani ve şok edici olaylar sonucunda meydana geldiğini savunuyor. Elbette milyonlarca yıl öncesinin canlılarından ve ekosistemlerinden bahsettiğimiz için konu hala tartışılabilir. Peki dinozor fosilleri ilk olarak ne zaman, nasıl ve nerede keşfedildi?
Milyonlarca yıllık bu hayvanlara dair hiçbir şey bilinmiyorken dinozor ismi nasıl verildi? Fosillerin keşfi yakın tarihle sınırlı değil. Antik çağ insanları anfiler inşa ederken, ölülerini gömmek için toprağa kazarken ya da başka sebeplerle birçok kez bu dev yaratıkların kemikleriyle karşılaştılar. Çin mitolojisinin vazgeçilmezi olan ejderhalar, aslan vücutlu ve kartal kafalı grifon, Harry Potter’dan da aşına olduğumuz bazelisk ve birçok farklı kültürde yer alan zümüdan kalkuşu. Bunların çoğu antik dönemlerde dinozor fosilleriyle karşılaşan insanların kafa karışıklıklarına bir cevap bulmak için ürettikleri efsanevi yaratıklardı. Hatta Çinliler ejderhal kemiği dedikleri bu fosilleri geleneksel tıpta şifalı malzemeler olarak kabul ediyorlardı. Orta çağdaysa bu fosiller İncil’de bahsi geçen yaratıkların veya devlerin kalıntıları olarak kabul edildi. 1626 yılına gelindiğinde Oxford Üniversitesi Kimya Profesörü Robert Pillott, İngiltere’de bir megalozor kemiği keşfetti. Daha doğrusu bulduğu bu kemiğin binlerce yıl önce yaşamış dev bir insana ait olabileceğini düşündü ve dinozorlarla ilgili herhangi bir çıkarım yapmadı. Aradan 200 yıl geçti, jeoloji ve paleontoloji çalışmalarıyla tanınan William Buckland 1824’te bu kemiği yeniden inceledi ve ona megalozor adını verdi. Böylece dinozor fosillerine dair mitolojik algı kırılmaya başladı. Ama hala hepimizin kullandığı dinozor ismini almamışlardı. Nihayet 1841 yılında Londra Doğa Tarihi Müzesi’nin kurucusu paleontolog Richard Owen, korkunç kertenkeller anlamına gelen dinozorya kelimesini literatüre kattı. Dinozorların yaşam alanı Londra ile sınırlı değildi elbette. Hatırlarsanız bir önceki bölümde bu dev arkadaşlarının aslında tüm dünyayı dolaştıklarının kıtalar ayrıldığı için de dünyanın dört bir yanında fosillerinin bulunduğunu söylemiştik. Hatta son yıllarda kutuplarda dahi dinozor kalıntılarına rastlandı. Yani nerede yaşadılar sorusuna cevap olarak, dünyanın her yerinde ettiler cevabını verebiliriz. Amerika’daki ilk dinozor fasili ise 1858’de William Parker Falk tarafından Nebgerce’ye de keşfedildi. Yeni bulguların bilim camiasında duyurulması, dinozorlara olan ilgiyi artırıyor, medya ve halk da bunlara heyecanla takip ediyordu. Böylece kemik savaşları olarak tarihe geçen bir dinozor çılgınlığı dönemi başladı. Kemik savaşlarının iki önemli ismi Edward Cope ve Charles Marsh oldu. İkisi arasındaki rekabet 30 yıl boyunca devam etti. Edward Cope’un 1897’de hayatını kaybetmesiyle bu savaş son buldu. Tüm ömrünü dinozor fasillerine harcamış olan Cope, 56 yeni dinozor türü keşfetmişti. Ancak rakibi Marsh, 86 yeni türlü onu yenmiş görünüyordu. Sonuç olarak ikisinin arasındaki bu kemik savaşı, bilim dünyası için son derece faydalı oldu diyebiliriz. 20. yüzyıla gelindiğinde insanlık, dinozorlarla ilgili çok daha fazla bilgiye sahipti. Ama aydınlatılması gereken sorular hala vardı.
1960’ların sonlarında Dinozor Renesansı denilen dönem başladı. Bilim adamları bu canlıların nasıl göründüklerine dair daha gerçekçi tasvirlerin peşine düştü. Dinozorların sıcak kanlı mı yoksa soğuk kanlı mı olduklarına dair konular araştırıldı. Bu yoğun araştırmalar ve yeni hipotezler dönemin Dinozor Renesansı olarak adlandırılmasına neden oldu. En sonunda çok daha büyük bir fikir ortaya atıldı. Jura Park. Aynı isimdeki kitap ve film serisini mutlaka duymuşsunuzdur.
O kurgusal dünya gerçekten de bir dönem bilim adamları tarafından oluşturulmak istendi. Dinozor çılgınlığının geldiği son nokta fosillerdeki DNA’ları kullanarak Dinozorları yeniden klonlamak ve günümüz dünyasına adapte etmekti. Macera perestler için oldukça heyecanlı bir fikirdi bu. Ama üzerinde düşündükçe ve çalışmalar yaptıkça bilim dünyası bunun imkansız olduğunu fark ederek hayal kırıklığına uğradı. Peki neden imkansızdı? Birincisi DNA sonsuza dek aynı kalmıyordu.
Yıllar geçtikçe bozulduğu için mezozoik zamandan kalan genetik malzemeler büyük ölçüde eksiklik içeriyordu. Dinozorların daha doğrusu dünya üzerindeki herhangi bir türün gen dizilimini tamamen kusursuz ve doğru şekilde yapmak insanların asla başaramayacağı bir şeydi. Dr. Scott Sampson, dünya üzerinde hiçbir teknolojinin bunu sağlayamayacağını söylüyordu. Klonlama olmayacağına göre dinozorlarla dolu bir Jura Park da yapılamazdı. Ama tek sebep klonlama da değildi. İkinci ve çok daha önemli bir nokta daha vardı. Türler arası ve tür içi ekolojik etkileşim. Bilim adamları bir zamanlar Jura Park rüyaları kurarken yalnızca dinozorların DNA’larına odaklanıp çevresel etkileri görmezden gelmişlerdi. Belirli dinozor türlerinin hangi bitkileri tükettiği bile daha tam olarak keşfedilemedi. Milyonlarca yıl önce yeryüzünde dinozorları besleyen bitkörtüsünün keşfedilmesi ve yeniden yapılması da imkansızdı. Her ekosistem türler arasında ve tür içinde oldukça karmaşık ama tesadüfü olmayacak kadar mükemmel bir etkileşimle varlığını sürdürür. Bu yüzden paleontologların da değişiğiyle tarih öncesi bir ekosistemi yeniden meydana getirmek çılgınca bir hayalden öteye geçemez. Sonuç olarak bizden milyonlarca yıl önce bu dünyada gezmiş, dolaşmış, vaktini doldurmuş ve her canlı türünün kaçınılmaz sonu olan ölümle karşılaşmış olan dinozorların insan eliyle, bilim ve teknolojinin yardımlarıyla aramıza katılamayacakları, bunun hayalini kuran paleontologlar tarafından da anlaşıldı. Peki bir bilimkurgu evreninde olsaydınız bu dev canlılarla birlikte yaşamayı ister miydiniz?
Yorumlarda tartışalım.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir